Mehmet’e, Abdullah’a ve nice barikat
yiğitlerine…
“Gezi Parkı direnişi ile fitili tutuşan ülkenin sol
sosyalist örgütleri, yaşanan gelişmelere hazırlıksız yakalanmışlardır”
denilemez. Aksine bu örgütler, tümüyle bu tip durumlardan kaçmak ve kendi
kovuklarına sığınmak üzere yapılandırılmışlardır.
Örgütlerin bu tip durumlara hazırlandıkları, ama bu
somut duruma karşı hazırlıklı olmadıkları, iyi niyetli ama anlamsız bir
tespittir.
Geçmişteki örnekler üzerinden düşünüldüğünde, böylesi
bir kalkışmanın ateşi içinde doğmuş bir örgüt, bekası ve sürekliliği adına bu
ateşi söndürmek zorundadır.
Diyelim, Gazi direnişinde bir ateş yakılmış, bir örgüt
kendisini bu ateşin içinde bulmuş, ama sonrasında direniş “kendiliğindendi
zaten” diye buruşturulup çöpe atılmıştır (MLKP -Kitlesini Arayan Parti).
Örgüt, ateşten kaçanlarca oluşturulmak zorundadır.
Dolayısıyla, o ateşin içinde titizlikle korunması gereken bir komutan, ucuz bir
ajanın ihbarıyla işkencede katledilmiştir.
Öğrenmemiz gereken ilk gerçek budur: örgütler, bu tip
durumlarda kendilerini yıkıp, o durumların gereğince yeniden kurulmalıdırlar.
Yıkımı ve kuruluşu tetiklemiyorsa, kalkışmaların, eylemlerin ve çıkışların
kıymeti de yoktur. Bunlara göre ve bunlara bağlı olarak gerçekleşmiyorsa, yıkım
ve kuruluş anlamsızdır.
Stalin’in zamanında Mustafa Suphilere dönük uyarısı da
bu yöndedir. Stalin, “biz, dişimiz tırnağımızla, bin bir cefa çekerek yaptık bu
devrimi. Siz ise hazıra konuyorsunuz. O nedenle, az bir insanla, az imkânla
gidin Anadolu’ya” der. Bir iki moment dışında, sonrasında bu uyarıya hiç kulak
asılmamıştır. Ne olursa olsun örgütün yaşatılmasına kilitlenildiğinden, mesele,
belirli şahıslara bağlanmış, nesnel maddî gelişmeler, sıçramalar, kopuşmalar
hep savuşturularak geçiştirilmiştir. Tarihe ait onurlu birçok isim ve olay,
örgütlerin ve şeflerin hiç etkilenmeden, oldukları gibi yaşamalarını
sürdürmeleri için istismar edilmiştir.
Bugünün direnişinde, bugün sokaklarda ve mahallelerde
yanan ateşin içinde artık var olabilecek bir örgüt yoktur. Hepsi bu hardan,
ateşten kaçmaya kilitlenmiş durumdadır. Hepsi, kendiliğindenlik eleştirisi
çıkınını doldurmakla meşguldür. Verili ânı da kendi öznelliğini yaldızlayarak,
reklâm ederek geçirmek derdindedir.
Yaşanan isyan, örgütlerin onlarca yıldır süren
kalıplarında en ufak bir çatlağa bile neden olmamıştır. Sloganlar değişmemiş,
örgüt anlayışlarında bir sıçrama olmamış, devrim muhayyile ve ufkunda en ufak
bir derinleşme ya da genişleme yaşanmamıştır. Örneğin bir örgütün bir iki yıl
önce yürüttüğü bir kampanyanın afiş ve dövizlerini alana getirmesi,
saçmalıktır.
Bugün, geleceğin devriminin ruhuna ait bir huruc,
sıçrama olarak yaşanan isyan, var olan bedene tutunmak zorunda kalmıştır. Oysa
o beden artık bu ruha dardır.
Örgütlerin tertipledikleri konferansların ya da
kongrelerin, o örgütlerin kadrolarını motive etmekten başka bir amacı
bulunmamaktadır. Yani örgütler, belirli bir ateşin, direnişin, devrimci bir
momentin gereğince kendilerini yıkıp yeniden kurmaya çalışmamakta, bu
momentleri üç beş eleman devşirilecek havuzlar olarak görmektedirler. Kongre ve
konferanslar, yıkıcı ve kurucu faaliyetin zorunlu sonucu değil, iç kliklerin
tasfiyesi ya da dışarıya “ben varım” demeyle ilgili bir tercih olarak
biçimlenmektedir.
Olayların zirveye ulaştığı hafta sonunda sendikaların
genel grev kararı alamaması, örgütlerin mevcut zaaf ve marazıyla ilgilidir.
“Politika için 24 saat uzun bir zamandır” sözü uyarınca düşündüğümüzde, koca
bir kırk sekiz saat geçmiş, ancak cılız bir KESK eylemine tanık olunmuş, o da
ancak Çarşamba gününe sarkıtılmıştır. Bu sendikaların arkasında kim, hangi
örgüt varsa, bu ataletin ve apolitizmin ceremesini direnen kitlelere
çektirmiştir. Bugün DİSK ve KESK’in arkasındaki sol örgütler, sokaktaki CHP kitlesinin
bile gerisine düşmüştür. Bu utanç hepsine yetmelidir.
Örgütler, doğaları gereği, bu tür momentlerde yıkılıp
kurulmak zorunda olduklarını bildiklerinden, gene doğaları gereği belirli bir
direnç geliştirmektedirler. “Ulusalcılık”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”,
“kendiliğindenlik”, “tekbir sesleri” vs. bahane ve mazeretten ibarettir. Hiçbir
örgüt, verili cüssesiyle bu kalkışmayı karşılayacak ruha ve bedene sahip
değildir. Bu ruh ve beden yoksa, örgütlerin de varlıkları sorgulanmalıdır.
Bu örgütlerden biri “boyun eğme!” demekte, buzdolabına
kaldırdığı eski pilavını, kampanyasını ısıtıp yeniden millete yedirmeye
çalışmaktadır. Oysa bu slogan, sloganı atanın gerçekte boyun eğdiğini, eylem
alanlarından uzak kaldığını, direnişi örgütlemezliğini gizlemekten başka bir
işe yaramamaktadır. Adana’da, İstanbul’da ve Ankara’da kimle konuşulsa, bu
sloganın sahibi “parti”ye küfretmektedir. Bu küfür, boyun eğmişlikle ilgilidir.
Ayrıca slogan, elitist yapısı üzerinden halkı küçük görmekte, pratikte halkın
gerisine düşmekte, dolayısıyla yaşanan gerçeğe bağlı olarak, Zizek’in Hegel’den
mülhem ifade ettiği biçimiyle, “öldüğünün bile farkına varamamaktadır.”
Ayrıca “boyun eğme” sloganı, ortalıkta boyun eğilecek
bir gücün varlığını ön kabul eder. Aynı şekilde anarşistler ve anarşizmin
bireyci edebiyatından kendince beslenmeye çalışan eski devrimci çevrelerin
“halk, korku duvarını aştı” demesi de aynı yerde durur. Ortalıkta korkulacak
bir şey yoktur. Birey korkar, halk korkmaz. Dolayısıyla, bireye
kilitlenildiğinden, sadece ona seslenildiğinden ve bireyin psikolojisine
bağlanıldığından, ortalıkta korkulacak bir güç olduğu sanrısı oluşmaktadır.
Olmayan bir gulyabaniye ilişkin korku hikâyeleri üretilmektedir. Halkla, halkın
iradesiyle ve halkın direnciyle rabıta kurulsa, bu türden kavramlar ve sloganlar
asla dile gelmez oysa. Halk, korkunun olmadığı ya da varsa bile devrimcileştiği
bir momenttir.
İslamcı çevrelerin tutumu, iktidarla kurdukları çıkar
ilişkileri üzerinden anlaşılır bir şeydir. Kimi sosyalistlerin ve Kürd
dostların “Mustafa Kemal’in askerleri” bahanesine yaslanmaları ise anlaşılır
değildir. Bu tip dönemlerde nazlı gelin gibi “yerim dar, oynayamam” denilemez.
Bu kalkışmanın Cumhuriyet mitingleri ile
benzeştirilmesi, apolitik bir tutumdur. Kaldı ki devrimci bir parti, Cumhuriyet
mitinglerine bile müdahale edebilecek bir yarık bulabilmek zorundadır. Kuvayı
Milliye söylemine karşı Kuvvayı Seyyare’yi çıkartmak, böylesi bir yoldur
örneğin. Böylelikle Cumhuriyet mitinglerinin devrime sapan yolu zorla açılmış
olur.
Öte yandan, bugün yaşananları Cumhuriyet mitingleri
ile benzeştirmek, maddeye ve diyalektiğe aykırıdır. Bugün ağız bükülen bir
kitle, o mitinglerde yapılamayanı, daha doğrusu, paşaların güdümünde olduğu
için yaptırılmayanı yapmıştır. İradesini, öznelliğini askere, paşaya,
bürokrasiye, Kemalist elitlere bağlamış kitle, artık zincirini kırmıştır.
Onlara karşı beğenmezlik etmek, böylesi bir momentte ideolojik seçkincilik
yapmak, yersizdir.
Ayrıca sol içerisinde Kemalist, ulusalcı, yurtsever
bilcümle ideolojik süprüntüyü bugüne kadar taşımış koca koca örgütlerin bu
momentte susmuş olmaları da tuhaftır. Asıl, onca ideolojik gevezelik, CHP’den
rol çalma girişimleri, tam da bu tür kalkışmalarda anlamlıdır.
Aynı durum, devrimcilikle ilgili olarak mangalda kül
bırakmayan yapıların bu momentte akim kalmış olmaları için de geçerlidir. Bu,
örgütlerin kendilerini bu türden politik ve devrimci momentlere göre yıkıp
yeniden kuramaması ile ilgili bir meseledir.
En basitinden, sakin zamanlarda Atatürk cumhuriyetine
övgüler düzüp ikna edilmiş bir gençle bugün barikatlarda dövüşen genç arasında
temel bir fark vardır. İlk genci örgüte almak kolaydır, ama ikincisi
dövüşmüşlüğü ile örgütte hak ve pay isteyecek, eski dönemin şefleri buna direnç
gösterecektir.
Bu örgütleri birey düzleminde eleştiriye tabi tutan
anarşist ve/veya liberal çevrelerin “karşı olduğumuz güce benzemeyelim”
ikazları, anlamsızdır. Şefler, iktidar birimleri, hiyerarşinin tepesindekiler
birey ölçüsünde ele alınmakta, bunlarla bir tür idrar ve ideolojik rekabet
içine girilmekte, aşağıdakilere de “aman öyle olmayın” denilmektedir. Bu ikaz,
mevcut gücü ezecek, parçalayacak bir başka gücün oluşmasını engellemeye
dönüktür. Aslında bu insanlardır benzemeye yakın, hatta benzemiş olanlar.
Benzeme ihtimali olmayan proleter avama bu türden telkinlerde bulunmak,
içimizdeki efendilerin ajanlığından başka bir şey değildir.
Sonuçta bu telkin ve ikazlar üzerinden anarşistlerin
devrimle isyanı karşı karşıya getirmeleri, devrimde tahakküm ve iktidar kokan
bir yan bulmaları, isyanı bireyi yücelttiği için önemsemeleri, değersizdir.
Üstelik, ortalıkta devrimci ve iktidar hedefleyen bir örgüt yokken, bu türden
anarşist eleştiriler, efendilerin propagandasından başka bir şeye hizmet
etmezler.
Devrimi modernist, isyanı tarihsel olarak kodlamak,
“kapitalizm koşullarında devrim olmaz, olsa da bu insana aykırıdır” demektir.
Birey denilen burjuvaziye ait bir fildişi kulesinden konuşan bu çevreler, kan,
ter ve barut kokan sokaklara efendiler adına, birey ölçüsünde, nizamat vermek
için görevlendirilmişlerdir.
Tam aksine, isyan devrimin ruhu ise ve yaşanan bir
isyansa, bu isyanın devrimle bedenlenmesinden bahsetmek gerekir. Bu açıdan,
devrimcilerin, ruhuyla tarihi özdeşleştirip, onun derinliklerini keşfe çıkan
Walter Benjamin’den öğreneceği bir şey yoktur. O kafa, bizi bugünün isyan
gerçeğinden uzaklaştırır, sindirir ve tuz buz eder.
Kara kargacı Ramazan Kaya, ruhsal travmasını tarih
zannedip, “bu isyan önceden patlak verseydi de Kürdler devletle barışmasaydı”
demektedir.[1] Bu “şizofreni”den politika namına bir şey çıkmaz. Kaya’nın da
böylesi bir derdi yoktur. O korkmakta, mizah ve hayal gücüyle gerçeği
aşabileceğini zannetmektedir. Kendi korkusunu genele yaymakta, bunu da ağız
kalabalığı ile süslemek niyetindedir.
Karganın Badiou, Benjamin, Deleuze gevezeliği
dâhilinde esasta vurguladığı, olaysız bir bireysel varoluştur. Efendilerin bir
olaydan sonra “şehir eski günlerine geri döndü” propagandası, Kaya’da ses
vermektedir. O, bu tür olayları varlıksal arzuları ve heyecanları için bir âlet
olarak kullanmak derdindedir. Sırf bu nedenle olayın devrimci bir dönüşüme
hizmet edebilme ihtimaline düşmanca saldırmaktadır.
Sömürü ve zulüm koşullarında iktidarı almaksızın bir
dönüşüm yapılabileceğini söyleyenlerin cümlesi, düşmana hizmet eden sefil
liberal bireylerdir. Yataya alabildiğine önem ve değer veren, tepesindeki
balyozu estetize edip, millete kabul ettirir.
Taksim’in devlet tarafından boşaltılması, diğer
alanlara, sokaklara daha fazla vurabilmek içindir. Orada Kaya gibilerin gördüğü
romantik komüncülük kendi ilişkilerini üretirken, başka yerlerde kan
akmaktadır. Kanın üretebildiği tek sanat eseri de kızıl bayraktır. Onun da
burjuvazinin surlarına dikilmedikçe herhangi bir kutsal, ezelî-ebedî değeri
yoktur.
Burada ulaşılmaz ve hatta sırf ulaşılamaz olduğu için
âna dayatılan acayip devrimci ölçütlerin halesine de kapılmamak gerekir. Bayrak
üzerinden ilerlersek, bugün TC bayrağı bile sokak direnişlerinde hepimizin
gözüne başka görünmelidir. Kavga, çentiğini atar, müdahalesini yapar ve oradaki
hilâl ve yıldız, bu sefer bizim öznelliğimizde bir araya gelir.
Tarihin bireyin ruhsal hezeyanlarından, ruhundan ayrı,
gayet somut ve maddî bir doğası vardır. Gezi Parkı’nda Boğaziçili gençlerin çok
sesli koro dâhilinde söyledikleri Bolu türküsü, “Entarisi Ala Benziyor”, işgal
döneminde kullanılan ilk millî marştır, İstiklâl Marşı’nın ilk örneğidir aynı
zamanda.
Yani onca emperyalizm edebiyatı parçalayanların bugün
görmedikleri, tarihin bu canlı doğasıdır. İlim âlime malum ise, bu tarihsel ve
toplumsal gerçekleri görecek özneye ihtiyaç vardır demektir. Bugüne dek
emperyalizm teorileri parçalayan ekiplerin bugün nisyana gömülmeleri anlaşılır
değildir.
Mesele, halkın coşkun akan selini gerekli bentlere
yönlendirmekse, bu, ancak iktidar perspektifi ile mümkün olabilir. Lenin’in
devrim için sarf ettiği cümle, “dün erkendi, yarınsa geç olacaktı” ile tekrar
düşünüldüğünde, dün ulusalcılık, anti-emperyalistlik, AKP eleştirmenliği, düzen
karşıtlığı yapmak nafileydi. Bunlar bugünün isyanında varsa anlamlıdır,
kıymetlidir. Bu anlam ve kıymet de iktidar mücadelesi verilerek anlaşılabilir.
Son not olarak şu tespit yapılabilir: birçok çevrenin
beğenmediği, “içimize girmiş ajan” muamelesi ile yaklaştığı, burjuva
ideolojisinin tasallutu altında, laikliğin yarattığı alerji ile kör baktığı
Anti-kapitalist Müslümanlar basit, ama önemli bir politik ders vermişlerdir.
Eylemcilerin Beşiktaş’taki camiye sığınmaları olayına
ilişkin olarak, Ülke TV’de yayınlanan programında Ersoy Dede camideki bira
kutusunun fotoğrafını kendi arkadaşlarının çektiğini söylemektedir. Bu, aslında
o bira kutusunun camiye nasıl girdiğini de açıklamaktadır. Ersoy Dede, bira
kutusunun kendilerince konulup fotoğraflandığını ikrar etmektedir.
AKP basını, bu kutuyu kendi tabanını kışkırtmak için
kullanmıştır. Anti-kapitalist Müslümanlar ise esasen teorik olarak pek sıcak
bakmadıkları, İslamî açıdan eleştirdikleri bir konuyu, yani Miraç Kandili’ni
Gezi Parkı’na taşıma kararı almışlardır. Hamle yapma imkânlarını ve
reflekslerini yitirmiş solun bu politik adımdan öğreneceği bir şeyler
olmalıdır.
Eren Balkır
7 Haziran 2013
Dipnot:
[1] Ramazan Kaya, “Gezi Parkı’nın Çağırdığı ‘Devrim Hayaleti’ Üzerine,” 6
Haziran 2013, Post-anarşizm.
0 Yorum:
Yorum Gönder