“Ben, sadece kendi irademi tanırım, başkasınınkini
tanımam, sadece kendi bulduğum insanı arkadaş bilirim, başkasıyla ilişki kurmam.
Ben, sadece kendi kalemimden çıkan yazıyı okurum, başkasını okumam. Ben, sadece
kendi öznelliğimden türeyen söz ve eylemi bilirim, başkasının söz ve eylemiyle
ilişkiye girmem…”
Çeşitli biçimlerde çoğaltılabilecek olan bu cümleler,
İslamî kesimde de sol-sosyalist kesimde de karşımıza çıkıyor. Kanaatimizce her
ikisi de burjuva öznelliğinin ve iradesinin ürünü. İki yaklaşımın da
mazlumların ve sömürülenlerin kurtuluşuna dair bir derdi yok. Tek derdi, mevcut
pazarda öznelliğinin kale alınması, söz edilmeye değer bulunması. Bunun için
söz, eylemin yerini alıyor, eylem, egemenlerin zihin dünyalarına uyduruluyor.
Burjuva öznelliğinin kendine kapalı, kendinden menkul,
havada asılı yapısı başkasına asla yer açmıyor. “Sosyalizm” ya da “İslam”,
öznenin bu yapısını yansıtacak şekilde, bitmiş-tamamlanmış bir gerçeklik olarak
kurgulanıyor. Özne, mutlaklığını ve dolayısıyla, sahte gücünü buradan kuruyor.
Söz konusu ideolojik kurgu, bir sıfır noktası olarak alınıyor. Burjuva
öznelliği, en fazla, geçmişte burjuvaların bir miktar hareketli olduğu belirli
bir momenti öne çıkartıyor. Burjuva “devrimciliği”nden başka bir devrimcilik
tanımıyor. Burjuvanın pazara, mülkiyete ve rekabete dair iradesinden başka bir
iradeye geçit vermiyor. Hâsılı, sosyalizm de İslam da burjuva öznelliği ve
iradesiyle tanımlanarak geleceğe dönük bir şeyler yapmayı gene burjuvaziye
teslim etmiş oluyor. Bu teslimiyet, öncelikle küçük burjuva eliyle
gerçekleşiyor.
“Anti-kapitalist gibi takılara ihtiyacı yok İslam’ın.
İslam, zaten anti-kapitalistliği doğalında içeriyor” diyen bir Müslüman, tam da
böylesi bir burjuva öznelliğe tapıyor, Allah’a değil. Ayrıca, onun
anti-kapitalistliği içerdiğini söylediği “İslam”ının kapitalizme karşı tek bir
taş attığına tanık olunmuyor. Taşıyıcısı, hamili olduğu İslam, o saf, pak ve
arı niteliği ile tam da burjuva bireyciliğinin giydiği başka bir gömlek oluyor.
Sosyalizm failleri ile bu türden İslam failleri hep kavga ediyorlar.
Burjuva öznelliğinin bu kadar hâkim olmasının temel
nedeni, burjuvazinin başka bir devrim istememesi. Burjuvazi devrimciliğe,
kolektif iradeye, mücadeleye ve düşünceye ipotek koyuyor. En fazla, kendi
devriminin müdafaasına veya onun biraz “geliştirilmesine” izin verebiliyor.
Kemalizm ve Fransız Devrimciliği ile kurulan ilişki, bu gerçeğin ifadesi
oluyor.
İslamcılar Kemalistleştikçe solcular daha fazla
Fransız Devrimcisi oluyorlar. Dine dışarıdan baktığı iddiasında olanlarsa,
esasında Kemalizmin özü olan Fransız Devrimi konusundaki mülk sahipliğine o
dindarları tabi kılmak istiyorlar. “İşin sihri, özü, mayası bizde” diyerek,
Müslümanları kandırabileceklerini zannediyorlar. Kemalizm bir ağ, Fransız
Devrimi örümcek yani!
Solcu laik, bu öznellik yarışında İslamcıya kızıyor.
Oysa canı ve malını dava uğruna feda etmenin öteki adı olan İslam olma, başka
bir iradeyi ve öznelliği çağrıştırıyor. Bireyin canı ve malı üzerinden kurulmuş
öznellikle, can ve maldan geçmiş kütlelerin kolektif öznelliğinin farklı bir
düzlemde değerlendirilmesi gerekiyor.
Solcu ve İslamcı kesimler arasındaki negatif ve
pozitif yakınlaşmalar, doğal olarak liberalizmin düzleminde gerçekleşiyor.
Misal, Hüda-Par, Dicle Üniversitesi’ndeki çatışmalar sonrası yaptığı açıklamada
“özgür düşünce” müdafiliğine soyunuveriyor. Demek ki lafzen liberal, aslen
burjuva olan iradesine göre kendi İslamcılığını kurmuş bir örgüt, zahirde en
fazla yalan söyleyebiliyor.
Devletin faşizan doğasına ait İslamî örgütlerin
bugünkü liberalizmi gizliden bir Ak Parti müdafaasını içeriyor. Liberalizm,
başka bir faşizmi örten bir kılıf olarak iş görüyor. Tersi de doğru: faşizm,
başka bir liberalizmi sırda saklıyor.
Aslında her özne, mücadelesi kadardır. Kürd hareketine
karşı tağutun yanında yetiştirilmiş bir öznenin bugün liberal laflar sıralaması
bir anlam ifade etmiyor. Liberalizm, dipteki faşizmi gizliyor.
Ülke genelinde üniversitelerde devrimcilere ve
solculara karşı gerek İşçi Partili gerekse MHP’li faşistlerin gerçekleştirdiği
saldırılar, Kürdistan coğrafyasında ancak Hizbullah eliyle
gerçekleştirilebiliyor. Bölgedeki üniversitelerde söz konusu iki partinin
taraftarlarının yetersiz olması sebebiyle Hizbullah, bu boşluğu doldurmaya aday
olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Laf ebeliğinde usta Ümit Özdağ, “takva açısından en
üstün ırk Türk milletidir” diyerek Kur’an’a küfrediyor, Hizbullahçılar da bu
Özdağ’a omuz vermiş oluyorlar.
Hüda-Par basın açıklamasında, Kürd’ün mücadele içinde
tarihsel-toplumsal planda kolektif bir içerikle oluşmuş iradesini tanımadığını,
sadece rektörün iradesini tanıdığını ikrar ediyor. Rektör başbakan, başbakansa
Kemalist tağut rejimi demek oysa. Allah’ın partisi, canından malından geçmiş
insanların değil, ağaların paşaların canına malına kul olmuş bir kesimin
toplandığı yer oluyor doğalında.
Hüda-Par, pratik içinde verdiği mücadelesiyle
kendisini var ediyor ama bu varlık, tağuta rağmen ya da tağuta karşıt bir
mücadeleyle tanımlanmış değil. Bu nedenle onun “hüda”sı, egemenlerin canları ve
malları. Genel olarak esnaf ve zanaatkâr tabana yaslanarak, egemenlerden bu
sınıfsal kesime akmış burjuva ideolojisi ile İslamcılıklarını harmanlıyorlar ve
fukara köylü/mazlum millet hareketine karşı sürekli diş biliyorlar.
Hüda-Par, yazdığı basın bildirisinde Kürd gençleri
Peygamber’e düşman olarak takdim etme imkânı buluyor. Oysa onların iradesi,
Peygamber düşmanı bir devletin ve bir iktidarın kışlalarında yeşeriyor. İsmen
öykündüğü Hizbullah, Lübnan’da mazlumlar hareketi olarak tohumlandığı günlerden
bugüne İsrail’e karşı mücadelesi içinde yeşerirken, buradaki Hizbullah,
ellilerden bu yana her fırsatta geliştirilen kontrgerilla talimnamelerinin
gölgesinde büyüyor. Onların elindeki Kur’an, Peygamber öncesinde hâkim olan
kabile ağalarının düzenini devam ettirmek için mızrakların ucuna takılan birkaç
yapraktan ibaret. Dün o mızraklar paşaların elinde iken bugün emniyet
müdürlerinin elinde.
Bu paşalar ve emniyet müdürlerinin görevi, burjuva
iradesini ve öznelliğini muhafaza ve müdafaa etmek. Bu irade ve öznellik,
“İslam’ı koruma” adı altında onun küffara yönelik saldırısını ezen bir tavır.
Koruma görevini yapanlar, Müslüman ahaliyi “biz olmazsak İslam ölür” diye
korkutuyor ve pazarlarını muhafaza ediyorlar. Bunu yaparak, kendi burjuva
öznelliklerini ve iradelerini Allah’a şirk koşuyorlar. Dolayısıyla, Peygamber’e
kılıç çeken müşriklerin dinî, ideolojik ve politik yönelimlerine bağlanıyorlar.
Bu yönelimlere karşı çıkanlarsa Müslüman ahalinin önüne “din düşmanı” olarak
atılıyorlar.
Burjuva öznelliği ve iradesi, kendisine karşı olan her
şeyin kellesini kesecek bir kılıç dövüp duruyor. Bu kılıcın adı “sosyalizm” de
olabiliyor “İslam” da. Burjuvazinin kılıcına karşı sömürülenlerin ve
mazlumların kılıcını dövmek gerekiyor.
Eren Balkır
10 Nisan 2013
0 Yorum:
Yorum Gönder