Mistisizm asla kâfi gelmez ve o hiçbir mideyi
doyurmaz. Faşist birlikleri teşkil eden bireyler, eş ölçüde birer bağnaz
değildirler, en bağnaz kişi bile maddî çıkarlarını asla unutmaz. Maddî
çıkarlarla ilgili kaygılar, bilinçaltında sürekli gezinip dururlar. Bu
bireyleri kazanmak ve onların coşkusunu muhafaza etmek amacıyla faşizmin ayrıca
söz konusu bireylerin çilesini çektikleri hastalık için bir çözüm sunması
gerekir. Kapitalizmin hizmetinde ve emrinde olsa da faşizm, geleneksel burjuva
partilerinden ayrı olarak, demagojik bir anti-kapitalizm temaşası sergilemeye
mecburdur.
Ancak yakından incelendiğinde görülecektir ki bu
anti-kapitalizm, sosyalist anti-kapitalizmden oldukça farklıdır. Bu
anti-kapitalizm, özü itibarıyla küçük burjuvadır. Faşizm, bu gösterisinde tek
taşla iki kuş vurur: bir yandan orta sınıfların en gerici arzularının sadık bir
yorumcusu olarak bu sınıfları pohpohlar, bir yandan da emekçi kitleleri,
özellikle sınıf bilincinden yoksun işçileri, onları gerçek sosyalizme
sırtlarını döndürecek bir ütopyacı ve zararsız anti-kapitalizmle besler.
Ancak “bütün kapıları açan anahtar olma”ya dair bu
demagoji, herkesi tatmin etmez. Faşizm, bu nedenle herhangi bir mahcubiyet
duymaksızın, bilinçli işçilere ve toprağa susamış küçük köylülere radikal bir
dille seslenmek zorunda kalır. Bu kendisine has “sosyalizm”i, lafzî manada çok
ilerilere götürür. Peki bu yalana dayalı laf ebeliğini ifşa etmek için dil
dökmeye değer mi?
Faşistlerin müritlerinin başlarını döndürmek için
ortaya attıkları demagojik sloganları kavramak ve vaatlerle yapılanlar
arasındaki uçuruma işaret etmek, önemlidir.
Faşizmin oynadığı oyun, kapitalizme yönelik ciddi bir
saldırı gerçekleştirmemek üzerine kuruludur. O, ilkin kitlelerdeki
anti-kapitalizmi milliyetçiliğe dönüştürmek için gayret eder. Gayet kolay bir
iştir bu! Orta sınıfların büyük sermayeye dönük husumetine millet fikrine dönük
kararlı bir bağlılık eşlik eder. Özellikle İtalya ve Almanya’da kitleler,
düşmanın kendi kapitalizmlerinden ziyade yabancıların kapitalizmi olduğuna
inanmaya meyillidirler. Dolayısıyla faşizm, kendisini mali açıdan
destekleyenleri kitlelerdeki anti-kapitalizmin yüzünü “uluslararası
plütokrasi”ye çevirmek suretiyle gizlemekte hiç güçlük çekmez.
İtalya’da savaştan çok önce, sonradan faşist olacak
olan Sorel okulu mensubu sendikacılar, devrimci sendikalizmlerini bir tür
milliyetçiliğe dönüştürdüler. Rossoni’nin tespitiyle, “İtalyan işçilerin kaderi
İtalyan milletine” bağlıydı. Örneğin Labriola, İtalya’nın plütokratik Avrupa’ya
karşı mücadele başlatma hakkını kullanmasını talep etti.[1] Sendikacılar ve
milliyetçiler, hep bir ağızdan, İtalya’nın “büyük bir proleter”[2] olduğunu
söylemeye başladılar. Mussolini’nin tek yaptığı, bunların yazılarını incelemekten
ibaretti. 1915’ten 1918’e kadar o, sürekli şu lafı yineledi: “Savaşa toplumsal
bir içerik kazandırılmalı.”[3] Sonrasında da şu tespiti yaptı: “Milletler
Cemiyeti, proleter milletler karşısında başarılı devletler için elde tutulan
bir tür sigorta poliçesinden başka bir şey değil.”[4] Fakir milletleri zengin
milletlerin karşısına çıkartan Rocco ise şunları söylüyordu: “Servetin
dağıtımı, sadece bir iç sorun değil, aynı zamanda bir dış sorun. İtalyan
proletaryası, işverenlerinin açgözlülüğü ya da hasisliğinden çok rakip
milletler karşısında İtalya’nın konum itibarıyla aşağıda olması yüzünden çile
çekiyor.” Dolayısıyla, İtalya’da kitlelerin içinde bulundukları koşulların
geliştirilebilmesi için “proleter millet”in uluslararası konumunun
ilerletilmesi gerekiyordu.[5]
Almanya’da ta 1919’da Millî Sosyalist Partisi kurucusu
Drexler, şunları söyledi: “Emekçi Almanya, açgözlü batılı güçlerin basit bir
kurbanıdır.”[6] Moeller van den Bruck da proleter millet formülünü sahiplendi:
“Sosyalizm, öncesinde milletler için belli bir adalet söz konusu değilse
insanlara asla eşitlik bahşedemez. Alman işçiler, bugün olduğu gibi yabancı
kapitalizm tarafından köleleştirildikleri kadar hiç köleleştirilmediklerini
fark etmek zorundalar. […] Mazlum bir milletin en mazlum kesimi olarak proletaryanın
yürüttüğü kurtuluş mücadelesi, artık kendimize değil, dünya burjuvazisine karşı
yürütülen bir iç savaştır.”[7]
Bu sentezin parlak ve yorulmak nedir bilmez
propagandacısı Gregor Strasser ise şunları söylüyordu:
“Uluslararası
mali sermayenin elindeki Alman sanayisi ve ekonomisi toplumsal kurtuluşa
ilişkin her türden olasılığın sonuna işaret ediyor; bu durum, sosyalist Almanya
ile ilgili tüm hayallerin sonu demek. […] Savaş kuşağına mensup genç Almanlar,
millî sosyalist devrimciler, gayretkeş sosyalistler olarak bizler, Versay
Anlaşması’nda cisimleşen emperyalizme ve kapitalizme karşı bir mücadele
yürütüyoruz. […] Biz nasyonal sosyalistler, Alman işçi sınıfının kurtuluşu ile
millî kurtuluş arasında Tanrı’nın eliyle kurulmuş olan bir bağ olduğunu
biliyoruz. Alman sosyalizmi, ancak Almanya özgürleştiği takdirde mümkün olacak
ve payidar kalacaktır!”[8]
Goebbels, bu yaklaşımı şu türden çarpıcı bir formül
dâhilinde özetlemekteydi:
“Alman
sosyalistinin amacı nedir? O gelecekte Almanya’da hiç proletarya bulunmamasını
istiyor. Alman milliyetçisinin amacı nedir? O gelecekte Almanya’nın proleter
olmamasını istiyor. İşte nasyonal sosyalizm, bu iki anlayışın sentezidir.”[9]
Daniel Guerin
[Kaynak: Fascism and Big Business,
Pathfinder, 1973, İlk Basım: 1939, s. 105-108.]
Dipnotlar:
[1] Aktaran: Rosenstock-Franck, L’Economie corporative fasciste, 1934.
[2] Terim, milliyetçi Corradini’ye ait.
[3] Volpe, Histoire du Mouvement fasciste,
(Fransızca), Roma, 1935.
[4] Akt. Henri Massoul, La Lecon de Mussolini,
1934.
[5] Akt. La Reforme syndicale en Italie (Fransızca),
Roma, 1926.
[6] Akt. Konrad Heiden, Histoire du
national-socialisme (Fransızca çevirisi), 1934.
[7] Moeller van den Bruck, Le Troisieme Reich (Fransızca
çevirisi), 1923.
[8] Gregor Strasser, Kampf um Deutschland.
[9] Goebbels, Revolution der Deutschen.
0 Yorum:
Yorum Gönder