İdeolojik Direniş
Liberalizmin derdi, zamanın tarih olarak daralmasına
karşı direnç örmek, bu yolla zamana hüküm koymaktır. Direnişin silâhı, bir tür toplum
tahayyülüdür.
Muhafazakârlığın derdi, mekânın toplum olarak
daralmasına karşı direnç örmek ve mekâna hüküm koymaktır. Direnişin silâhı, bir
tür tarih tasavvurudur.
Liberalizm ve muhafazakârlık, zamansal-mekânsal
hareketliliğinde, kapitalizmin iki yönlü mücadelesinin somut ideolojik
tezahürleridir. Liberallerdeki toplum, muhafazakârlardaki tarih kurgusu, tam,
granit, bütünlüklü, kendinden menkul, kendinden mesul burjuva bireyin ideolojik
karşılığıdır.
Bir ülkede komünist hareketin ve genelde solun tarihi
liberallerin tekelinde ise ol komünist hareketin ve solun toplumsallaşması
mümkün değildir. Muhafazakârlığın tespitlerine teslimiyet ise ilgili hareketi
ve solu tarihsizleştirecektir.
Bu açıdan Mete Tunçay ve Fethi Tevetoğlu yan yana, kol
koladır. Her ikisi de komünist hareketin bu topraklarda köksüz ve temelsiz
olduğu savındadır. Dert bunu ispatlamak olunca, eldeki belgeler, bilgiler ve
bilcümle materyal ilgili iddiaya göre tasarımlanacaktır.
İkilinin komünist hareketle ilgili çalışmaları
hazırlarlarken daktilo tuşuna basış tarihleri aşağı yukarı aynıdır. Tevetoğlu
devletin, Tunçay sol içi “devletlûlar”ın resmî kaynaklarından faydalanmıştır.
Altmışlı yılların Türkiye’sindeki kapitalist seviyenin emri ile ikili, solun
kökleri ve temelleri ile uğraşmıştır. Türkiye’deki kapitalist seyrin o günkü
aşaması, liberalizme tarihi, muhafazakârlığa toplumu mazlum-sömürülen
kitlelerden “çalma” talimatı vermiştir.
Bu noktada komünist hareket de masum değildir. O da
altmışlarla birlikte kendisine dayatılan ölçü ve ölçeğe rıza göstermiştir. Daha
doğrusu, rıza, uzun yılların zoru sonucu gerçekleşmiştir.
Otuzlarda Reşat Fuat Baraner, Şefik Hüsnü’ye, “artık
bir TKP tarihi yazmanın vakti gelmedi mi?” diye sorar, Şefik Hüsnü ise, “o
tarihten onlarca kez koptuk, birçok bağı sayısız kez inkâr ettik, şimdi bir
tarih yazmak, o bağları yeniden kurmak anlamına gelecektir. Lüzum değil” diye
cevaplar.
Tunçay ve Tevetoğlu, sol, komünist hareketin tarihi
konusunda belli bir tekel oluşturmuşsa bu, sol örgütlerin ve onların ana rahmi
olan TKP’nin günahıdır. Ama belli bir tarihsel olayın aktarımı Tunçay’da var
diye o olayın tarihdışılığını iddia etmek de cehaletin düz yansıması olmalıdır.
Bu iki yazarın çalışmalarında bahsi geçen bir kişiyi,
misal, Çerkes Ethem’i, kişisel manada yapıp ettikleri ve söyledikleri ile M.
Kemal’le kıyaslamak, hâlâ burjuva aklın sınırlarında gezinmek demektir. Burjuva
hukuk, bireyi her şeyden sorumlu tutuyorsa mahkemelerinde, burjuva akıl da her
şeyi, sözleri ve eylemleri, kişilerle başlayıp biten, geçici öğeler olarak ele
almak biçiminde cisimleşecektir.
Kamalizmin bir peygamber ya da hatta o günleri yaşamış
bir sabetayistin (mühtedi olan Fatma Arığ nenesine neden namaz kılmadığını
sorduğunda, “biz sadece Atatürk’e inanırız” cevabını alır.[1]) iddiası ile
tanrı olarak resmedenler, bu perdeyi yırtan şu cümleleri hiç duymayacaklardır:
“Kemalist
devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az
miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani
devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları
sınıfıdır. Devrimde, millî karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil,
yedek güç olarak yer almıştır.”[2]
Bu açıdan Mete Tunçay’a yönelik kişisel-ideolojik
alerjinin ötesine geçip, şu veya bu biçimde aktarılan tarihsel metinlerin
nesnel bir zemine yerleştirilmesi zorunludur. O vakit, Tunçay’ın da satırlarda
ya da satır aralarında yaptığı müdahaleler görülebilecektir. Fethullahçıların
yayımlanmamış kitaba yönelik öfkesine benzer, yayımlanmış bir dizi tarih
kitabını “yakmak” da aynı ölçüde yanlıştır.
Tarih-Toplum
Esasta “tarih ve toplum sınıflıdır” demek mesele
değildir. Lenin, bu tespitin proletarya diktatörlüğüne doğru genişletilmesi
gerekliliği üzerinden belli bir ayrım koyar. Zira Marx da toplumun sınıflı
olduğu gerçeğinin kendi keşfi olmadığını söylemektedir.
Bir Marksolog olarak Takahisa Oishi, The Unknown
Marx [“Bilinmeyen Marx”] isimli çalışmasında, Engels’in Anti-Dühring’de,
bireysel mülkiyetle toplumsal mülkiyeti aynı kabul etmeyip toplumsal mülkiyetle
ortak mülkiyeti denklediğini, Marx’ın ise Kapital’de ilk ikisini
denkleyip, toplumsal mülkiyetin ortak mülkiyet olmadığını iddia ettiğini
söyler.[3] Yazarın tespitine göre, Engels, Dühring’e karşı çıkarken, toplumsal
olana gereğinden fazla önem atfetmiştir.
Ama aynı Engels’e “manifestoya neden sosyalist değil
de komünist dediniz? Yazıldığı günlerde sosyalistler sayıca daha çoktu.”
denildiğinde, o şu sözleri sarf eder:
“Ancak,
yazıldığı dönemde, ona (Komünist Manifesto’ya), ‘Sosyalist Manifesto’
diyemezdik. 1847’de, sosyalist denilince, bir yanda çeşitli ütopyacı
sistemlerin yandaşları [...] öte yanda, her türden yamacılıkla, sermayeyi ve
kârı hiç bir tehlikeye sokmaksızın, her türlü toplumsal bozukluğu düzelteceği
iddiasında olan muhtelif sosyal şarlatanlar, her iki durumda da işçi sınıfı
hareketi dışında ve destek için daha çok ‘eğitilmiş’ sınıflara güvenen kimseler
anlaşılıyordu. İşçi sınıfının hangi bölümü salt siyasal devrimlerin
yetersizliğine inanmış ve toptan bir toplumsal değişmenin zorunluluğunu ilân
etmişse, işte o bölüm, o sıra, kendisine komünist diyordu. [...] Böylece,
1847’de, sosyalizm, orta-sınıf hareketi, komünizm ise bir işçi sınıfı
hareketiydi.”[4]
İlgili solculara yönelik Marx’ın sözü ise şu
şekildedir:
“Sınıf
savaşımının gelişmemiş oluşu kadar, kendi içinde bulundukları ortam da, bu
türden sosyalistlerin kendilerini her türlü sınıf karşıtlığının çok üstünde
görmelerine neden oluyor. Bunlar, toplumun her üyesinin, hatta en iyi durumda
olanların bile, koşullarını iyileştirmek istiyorlar. Dolayısıyla bunlar, âdet
üzere, sınıf ayrımı yapmaksızın toplumun bütününe, dahası egemen sınıfa
sesleniyorlar. Zira bunların sistemini bir kez anladıktan sonra insanlar, bu
sistemde muhtemel en iyi toplum durumuna ait muhtemel en iyi planın mevcut
olduğunu nasıl olur da göremezler?”[5]
Marx ve Engels, kendilerini önceleyen ütopyacılara
belli bir saygı duruşu ile yaklaşırlar ama onların her şeyi söze ve düşünceye
boğan pratiklerini kıyasıya eleştirirler. Bu açıdan Marx ve Engels’in ilk dönem
keskin bir burjuva liberalizminden çıkış içinde örgütledikleri teorik
eylemlerini, gerisin geri, oradaki kavramlar dünyasına kapatmak haksızlık
olacaktır.
Marx ve Engels’in yeni dönemin ideo-politik
yönelimlerini eleştirmesi noktasında, ilgili dönemin kavramlarına başvurması
kaçınılmazdır. Bu hesapla, liberalizmin toplum tahayyüllerini ve muhafazakâr
pratiklerin tarih tasavvurlarını dikine kesen, saflaştıran bir teorik
faaliyetten dem vurmak zarurîdir.
Dolayısıyla “sınıflı toplum totolojidir, toplum zaten
sınıflıdır” demek icabeder. Sınıfsız gerçekliğin farklı bir kavrama işaret
edeceği açıktır. Buradaki itiraz, toplum denilen “güzel” birlikteliğin
sınıflarla bölünmüş olmasına itiraz edenlere ve bütün olarak toplumun
koşullarını iyileştirmeye çalışanlara yöneliktir. Bunlar, toplumu ezelî-ebedî,
mutlak bir öğe olarak ele alırlar ve sınıf denilen şeye burjuva efendilerin
yanında, aynı minvalde itiraz ederler. Zira sınıf, toplumsal birlikteliğin
ortak güzergâhındaki basit bir engelden ibarettir, onlara göre. Oysa toplumun
sınıflardan müteşekkil olduğunu söylemek, toplumun parçalı niteliğine vurgu
yapmak, toplumu eski huzurlu günlerine geri çevirme niyetine işaret etmez. Bu,
bizi bir süre “huzuru bozmayın, bölücülük yapmayın” eleştirilerine teslimiyete
götürecektir.
Marx’ta elindeki, ortak mülkiyetle toplumsal mülkiyet
arasına sokulan kama, bir kavganın delilidir. Belli, özel kafalarda cereyan
eden, kendine kapalı ve kendine has komünizm hayallerinin maddî zemini teorik
planda sorgulanmış, bu elbette ki var olan teorik yaklaşımların eleştirisi ile
gerçekleştirilmiştir.
Tarih ve toplumun teorik, ideolojik ve politik
düzlemlerde burjuva önkabüllerle ele alınması, burjuva ufkunun aşılamadığı
belli bir görünün koşullanmasını getirecektir. Mesele tam da burasıdır: zamana
hüküm koymak derdiyle soyut bir toplum kurgusuna bordalayan liberallere ve
mekâna hüküm koymak arzusuyla soyut bir tarih kurgusuna yapışan muhafazakârlara
karşı bizleri şerbetleyecek olan, devrimci politik mücadelenin parçalama
edimidir.
Öte yandan parçacılık, parçalama ediminin, bütüncülük
bütünleştirme ediminin tortusunu asıl kabul eder ve bu edimleri boğar.
Marx’ta sınıfsız-sömürüsüz toplum tahayyülü yoktur, Marksizm
açısından teorik manada komünizm, hâlihazırda yaşanmış, mevcut bir olgudur.
Komünizmin ideoloji dünyasında, kitlelerin ikna edilmesi noktasında
kullanılması, komünizme işaret eden teorinin mutlaklığına halel
getirmemektedir. Misal, otuzların başında makul bir sınıf kompozisyonunun
teşkil edildiğinden dem vurup Sovyetler’de komünizme geçildiğini söyleyen
Stalin’in kastettiği de bilimsel-teorik komünizm değil, işte bu
politik-ideolojik manada ele alınmış bir komünizmdir. Sap saman
karıştırıldığında, Hitler’e vuruyormuş gibi görünüp anti-komünist faaliyet
yürüten liberallerin değirmenine su taşınmış olacaktır.
Marx’ın sınıfsız bir toplum için proletaryaya işaret
etmesi ile Kamal’ın (“Yüce Önder”in ismini fazla Arapça bulduğu için 1935’te
değiştirdiğini biliyoruz.) “sınıfsız-imtiyazsız ulus”unu denklemesi, en basit
tabirle, akademik yavanlıktır.
Kamal, sınıfsız ulus yaratma derdinde değil, aksine o
gün içinde yaşadığı ulusun sınıfsız olduğu iddiasındadır. Bu, sadece Türk
olanın mutlu olacağını haykıran o şiarda da aksini bulur.
Marx ise “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken
bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz,
bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin
koşulları, şu ânda varolan öncüllerinden doğarlar” der.
Dolayısıyla Marx’ın komünizm hedefi ile M. Kamal’ın
“sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle” tespiti aynı şey değildir. Ayrıca M.
Kamal için bu kitle bir hedef değil, fiiliyatta uygulanmak istenen politik bir
proje. Yani Kamal, “biz sınıfsız ulus inşa edeceğiz” demiyor, “ettik” diyor.
İkisi arasındaki fark gayet açık.
Kemalizme yönelik itirazımız burada: komünist hareket,
Kemalizmin iktidarına rağmen, onun mevcudiyeti ile uzlaşarak, ona öykünerek var
olamaz.
Etimoloji: Sözcüklerin Teolojisi
“Ulus” ve “toplum” gibi sözcüklerin etimolojisinde
insanın içini gıdıklayan manalar bulup çıkartmak, burjuva bir akıl oyunu
olmalıdır. Bu, kralın ya da padişahın ruhunda tanrısallık olduğunu söylemek
gibidir. Yazının bileşenleri olarak sözcüklerin ortak bir ruhaniyetle örülü
olduğu iddiası, yazarın okuru kandırmasıdır.
Geçmişte bir belediye seçimleri öncesi Kürt hareketine
cilvelenen bir solcu, “komün belediye demek, o hâlde bugün komünist siyaset
belediyeleri ele geçirmektir” diyordu. Aynı hesapla, sözcüklerin ezelî-ebedî,
ruhanî, esrarî manalarına hüküm koyan yazarçizer taifesi, bizlere kendi
zokalarını yutturmak istiyorlar. Sözcükleri, çıktıkları gün kadar bakire kızlar
gibi seyrediyorlar. Onlarla istedikleri oyunları oynuyorlar.
Buradan, kimi etimolojik hamlelerle, ulus ve toplumun
ortak bir “sosyalist” ruha sahip olduğuna ve bunların somut karşılıklarının
verili bütünlüklerine tabi olunması gerektiğine bizleri inandırmaya
çalışıyorlar. Bu ikna gayreti, M. Kemal ile Marx’ı yan yana getirmeyi zorunlu
kılıyor.
“İdea” sözcüğünün sağ yanına (l) harfi koyarak, bu yan
yanalık sözsel karşılığını da bulmuş oluyor. Fikir ve ülkü eşleştiriliyor.
Marx’ın bir “idea(l)” olarak sınıfsız toplumu öngörmesi ile M. Kemal’in
“sınıfsız ulus”unu kardeş ilân ediyor ve “Her ikisi de bu hedefin varılması
için düşünsel yapı değişikliği ve ekonomi-politik program öneriyorlar, hatta
her ikisi de aynı şeyi anlıyorlar ‘ulus’ veya ‘toplum’ dendiğinde” deniliyor.
Sosyalizmi millî olana kapatma heveskârlığı içinde, Marksizmin
ve Kemalizmin “düşünsel yapıyı değiştirme ve ekonomi-politik program önerme”
noktasında ortaklaştığını iddia ediyorlar. Çünkü her iki kesimin ulus ve
toplumun evvel-ahir manasını bildiği üzerinde duruluyor. Gelgelelim haberdar
olmakla bilmek aynı şey değil. Sözsel olarak sınıftan haberdar olan M.
Kemal’le, teorik ve pratik düzeylerde sınıfı bilen Marx arasında ayrım
gözetilmeli.
Sınıfsal karşıtlıkların üzerinde, bir bulut misali,
gezinmek, ayrım ve farkları lafzî düzeyde görüyor, onlardan salt haberdar
oluyor. O karşıtlıkları yerde olup kanı ve teri ile yaşayanlar, aynı kan ve
terle geriye dönüşsüz sınırlar çiziyorlar, ayrımları ve farkları edebiyat
dışında, somut gerçeklikler olarak bedenlerine ve akıllarına kazıyorlar.
Akademinin huzurlu koridorlarında, misal, Hitler’in
devleti ile Stalin’in devleti arasındaki ayrım, Eski Grek’ten bugüne
dizgeleştirilen devlet teorisi içinde siliniyor. Basit birer malumata
indirgeniyor.
Bu düzleşme işlemi sonucu, kimi akademisyenlerin, cifr
ilmi ya da kabalistik kimi numeroloji oyunları ile millet kandırması kolay
oluyor. Çeşitli rakamlara Kur’an’ın yontularak uydurulması gayreti, Kitap’ta
İsrail’in kuruluş tarihinin batınî manada verildiği tespiti ile sonuca
ulaşıyor. Aynı şekilde bazı aydınlar da ulus ve toplum sözcüklerindeki “sol”
muhteviyatın itiraz kabul etmez olduğunu iddia ediyorlar. Marx’ı ve Marksizmi
kendi Kamalist kurgusuna uyan biçimiyle okuyabiliyorlar.
Seyyid Kutub’un itirazıyla, cahiliye döneminin iman
nizamına uydurulmuş bir İslam zuhur ediyor. Sözcüğün manası açısından Kutub’un
“ümmilik” değil de “cehalet” üzerinde durması manidar. Zira ilki bilgisizlik,
ikincisi bilgilenmeye ve öğrenmeye direnç gösterme anlamına geliyor.[6] Marx ve
Marksizme yönelik direnci de Kamalizm bağlamında ele almak gerekiyor. Dert, Marksizmi
eski sosyalizme, eski sosyalizmi verili ideolojik iklime uydurmak. Kamalizmi
ideolojik rüzgârlara karşı sağlamlaştırmak.
Cahiliye döneminde ağzında çiğnediği helvaya şekil
yapıp ona tapanlardan söz edilir. Kamalizmi Marksizmle ilişkilendirme derdinde
olanlar da aynı işlemle, ulus ve toplumu, helva misali, etimolojik manada
çiğnedikten sonra onlara tapıyorlar. Cahiliye, kavramların arasındaki
ayrımların silindiği, her şeyin düzlendiği, çelişkili durumların ve olguların
söylemsel düzeyde yan yana getirildiği, hiyerarşinin, disiplinin ve işbölümünün
silikleştiği gerçekte cisimleşiyor.
“Aynı gemideyiz” edebiyatı, düşman icat ederek ve
içerideki sınıfsal karşıtlıkları cebren ve hile ile örterek popülerleşiyor.
Gemi, ümmet, toplum, ulus, hatta kimilerine göre de sınıf olabiliyor. O gemiye
binenler, armatörün diliyle konuşmak zorunda. Müslüman’ı, Türkçüyü ve
sosyalisti gemiye binmeye ikna etmesi gerek. İhanet edenlerin her yerde hain
görmesi gibi, “aynı gemideyiz” edebiyatının kalemşorları da her yerde öfkeli
dalgalar, köpekbalıkları ve kasırgalar görmeye kilitli.
Bu aydınlar, öte yandan, öngörülerde bulunarak, daha
doğrusu devletin resmi projelerini önden pazarlamak niyetiyle, “mecliste iki
parti olsun” diyorlar. Oysa Can Dündar’ın 12 Eylül belgeselinde yansıdığı
biçimiyle, Kenan Evren de 12 Eylül arifesinde iki partili, Amerikan tipi bir
demokrasiden dem vuruyor. Sonuçta Evren’le aynı gemiye binilince çözüm de aynı
içerik ve biçimle takdim ediliyor. Kürt nedense bu kurguya oturmuyor. Kimi
sosyalistlerin ve İslamcıların ağzında Kürt, demirden leblebi. Her kesim Kürt’e
göre ittifak, ortaklaşma ve cephe projeleri üretiyor.
Bazı İslamcı çevreler Kürt hareketinde Kemalizm
buluyorlar, onu, Gülenî bir hamleyle, Ergenekon’a ve İsrail’e bağlıyorlar.
Zalim milletle mazlum millet arasındaki ayrımı görmezden geliyorlar. Esasında
zalimler, onların elinde ve dilinde, ilgili ayrımın, sınırın ortadan kalkması
için çabalıyorlar. Tıpkı Marksizmle Kamalizm arasındaki ayrımı ikinci lehine
ortadan kaldırmak isteyenler gibi.
Bölünme Histerisi-Mülkiyet
Bölünme histerisi ile mülkiyet arasında temelli bir
ilişki kurmak gerekiyor. Liberaller, önsel bir mülk sahipliği ile rekabete
odaklandıklarında, onları tamamlayan, muhafazakâr eleştiri ile yüzleşiyorlar.
Rekabete hazır olmayan mülkün direnci, bu türden bir eleştiriyi su yüzüne
çıkartıyor. Sağın genel olarak komünist ya da Marksist gördüğü her yerde
bölünme yaygarası koparmasının sebebi burada: bölünmenin fiilî olarak yaşandığı
yerde kitleleri ürkütmek için bir komünist icat edilmesi vak’alarına rastlamak
da mümkün. Soğuk Savaş ve Demokrat Parti dönemi, bunun kanıtı.
Sağın komünist harekete yönelik temel eleştirisi bu
minvalde: “devlet, millet, aile vs. bölünecek. Bu komünistler toplumu
bölüyorlar.” Zaten hâlihazırda bölünmüş olana ilişkin basit bir tasvir bile
ideolojik saldırıya maruz kalınıyor. Ama burada kritik bir nokta mevcut:
mülksüzlerin mülk sahibi olma dürtüleri, mülk sahiplerinin güncel çıkarları
için istismar ediliyor. Mülk, devletle, aileyle ve milletle biyolojik, coğrafî
ve iktisadî manada ilişkilendirilerek, muhafazaya alınıyor. Bu muhafaza için
belli bir beden, ülke ve pazar tanımlanıyor.
Sağın ideolojik saldırısına karşı Marksizmden ve
komünizmden kısmen, yüzeysel manada haberdar olan solun verdiği cevap da aynı
minvalde: o da kendi öznelliğinin tanınması ve kabul edilmesi derdiyle
saldırıya karşılık veriyor: toplumu ve tarihi sınıflara bölen kendisi, kendi
bilgisi. Sağ, eski bütünlük imgesini, simgesini ve bilgisini solun “yeni”
bütünlük imge-simge-bilgisinin karşısına çıkartıyor. Devlet veya demokrasi,
solun ağzında yeni, alternatif bütünlükler olarak dil buluyor.
Burada, somut mücadelelerin açtığı mevzilerle, eylemli
düşünme ve oluşanın devrimciliğine bağlanma cüreti ve basireti noksan. Dinse
mesele, en fazla Asr-ı Saadet, Emeviler ya da Osmanlı kadar bütünlenebiliriz,
milletse mesele, en fazla otuzların Türkiye’si kadar, sınıfsa en fazla Fransız
Devrimi ya da 1848 kadar birleşebiliriz. Geçmişten çıkartılan ölçü kendi
ölçeğini de tespit ediyor. Bugün Türk politik Müslümanlar AKP’ye bölgede
biçilen rolü yüceleştiren aklî işlemler yapmaktan başka bir gayret içinde değildirler.
Bugün milliyetçiler, ellilerden itibaren Türk yurdundan, Türkistan’dan ve
Turan’dan Anadolu’ya doğru daraltılmış MHP ölçeğine tabidirler. Bugün solcular,
Latin Amerika ve Avrupa solculuğuna tavdırlar. AKP’ye “yürü ya kulum” diyen
dünya efendilerinin kendilerini de iteklemesini bekliyorlar. Bunların,
kendilerini koşullayan, var eden mülkiyet-rekabet ilişkilerini eleştiriye tabi
tutması mümkün değil.
Din-Millet-Sınıf
Sağın “bölücülük” saldırısına karşı solda da benzer
bir yanılgı zuhur ediyor: toplumu ve tarihi sınıflara ayrıştıranın sol olduğunu
söyleyen sağa inat, aynı sol, bu vehme kapılarak, bölünmenin kendisi ile
başladığını zannediyor. İşin başı ve sonu olma arzusundaki zanaatkâr solculuğu
galebe çalıyor, bu solculuk, tarihsel ve toplumsal açıdan kendisini önceleyen
sınıfsal çatışmayı kendi öznelliğine bağlıyor. O her durumda ve her olayda bu
çatışmayı arıyor, bulacağından emin olarak. Bu emniyetli hâl, kibir ve küstahlık
olarak yansıyor ümmete, millete, halka ve sınıfa.
Özneler arası didişme sonucu, sosyalist, dinlere ve
milletlere ayrılmış gerçeğin karşısına, sınıflara ayrışmış bir tarih ve toplum
çıkartıyor. İşlemi kendisinden başlattığı ölçüde, eskiden tarihi ve toplumu
dinlere ve milletlere ayrıştıranlardan rol çalmaya başlıyor, onlarla ideolojik
bir yarışın içine giriyor. Bu yarış, rekabet, önkabül edilmiş belli bir mülk
sahipliğinin semeresi.
Burada alabildiğine basit, ikna edici, bir işleme
başvuruluyor: devlet bağlamında düşünüldüğünde, meselenin dinle, ardından
milletle tanımlanmış olması temel sorundur solcuya göre. Artık devir, devletin
sınıfla tanımlanmasını emretmektedir. Ortadaki boş sandalyeye oturma oyununa
benzeyen bu işlem, devlete asla dokunmaz. Liberal bir dokunmazlıktır bu.
Efendilerin kölelerin saldırılarına karşı devleti hedef olarak küçültme
stratejisi, liberallerde ses verir özetle.
Devletin dokunulmaz, mutlak ve sabit kılınması, dinin,
milletin ve sınıfın dokunulmaz, mutlak ve sabit kılınması ile mümkündür. Verili
devletlû ilişkilere müdahale eden, onları dönüştürmeye azmetmiş, yönetsel
kurguyu yıkıma uğratacak her türden dinî, millî ve sınıfî çıkış, ezilmek
zorundadır. Bu irade, devletin oluşum aşamasında mazlum-sömürülen kitlelerin
içinden devşirdiği unsurların iradesidir. Onlar “ahlâk” der ayağa kalkarlar,
“hukuk” derler otururlar. Artık ahlâk ve hukuk, egemenlerin, efendilerin ahlâkı
ve hukukudur.
Artık Marksistler, sosyalistler, “tarih ve toplum
sınıflıdır” türküsünü söyleyip duran, kabul görmüş bir korodan ibarettirler.
İslamcılar ve milliyetçilerin de kendi türküleri vardır. Genel hukuk içinde
konum almış olmaktan memnundurlar. Huzurlarını bozma ihtimali olan her türden
gelişimi, sıçramayı, kırılmayı ve yükselişi verili genel hukuka yedirmekle
görevlidirler.
Bu anlamda mesele, bilindik, alışıldık, basmakalıp bir
solcu olup, aynı kalarak, Müslümanlarla (Has Parti) ya da milliyetçilerle
(İP-TKP) temas kurmak değildir. Mesele, huzur bozucu olmaktır. AKP yönetimi
emri ile yıkılan Kur’an kursuna sahip çıkmak, orada polisle çatışan halkın
içinde olmak, camiye giderken trafik kazası sonucu ölen Tekel işçisi için
camiyi kışlaya çevirmek, Amerikan askeri dövdü diye partiden atılan ülkücüyü
kucaklamak, ondaki öfkeyi diğer direniş ve saldırı alanları ile ilişkilendirmektir
mesele. Mesele, örgütleyenin örgütlendiğini bilmektir.
Bunlara örgütlenmemek, bunları örgütleyememek, solun Kamalizme,
Kamalizmin sola örgütlenen kısmı ile kurulan bağlarla ilgili bir meseledir. Bu
bağlarla düşünerek, Müslüman’ı ve solcuyu ilişkilendirme gayreti mânâsızdır.
İlişki için kullanılan ip, Kamal’ın ipidir. AKP sarsıntısı ile Müslüman kütle
içindeki yarılmada, ilgili kütle içine yönelik sızma harekâtı kendi neferlerini
çağırmaktadır. O neferlerin ağzındaki “tevhid” İslamî değil, devletlûdür.
Tevhidî mücadele, devletin bekâsına bağlanmıştır. Tevhid, yani tek’lik, ülkenin
nevi şahsına münhasır oluşuna dair Kamalist tezin yansımasıdır.
Bir Mağlubiyet Momenti: 1920
Ülkenin doksan yıldır çözümsüz olan sorunları, ülkenin
efendilerinin bu ülkedeki her türlü işleyişi, sosyalistlerin, Kürtlerin ve
Müslümanların hilafına, onların kanı pahasına gerçekleştiriyor oluşu ile
ilgilidir. Bu üç kesimden kan parasına razı olanlar çıkmış, kimileri genel
hukuk içinde konumlanmayı kurtuluş olarak görmüşlerdir. Ama hakikat, sızacak
bir yer her daim bulmaktadır.
Bu üç kesim içinde ortak sınıfsal hat, küçük
burjuvalıktır. Ülkenin kuruluş momentinde yaşanan mağlubiyetler,
başarıcı-pragmatist bir politikaya ve ideolojiye kurban edilmiştir. İlgili
mağlubiyetleri tecrübe eden kitleler ve önderler, ya kurulan devletle ve
milletle bir tür ilişkiye sokulmuş ya da öznelleştirilmiş, talileştirilip
kenara atılmıştır.
Örneğin İBDA hareketi, kendi tarihini “Kurtuluş
Savaşı”na destek veren bir tarikat şeyhinden başlatır, Müslüman Türk köylüsünü
genel nizama bağlama pratiği olan Demokrat Parti döneminde ajanlık yapan Necip
Fazıl ile geliştirir.[7] Oysa CHP’nin CHP olarak yapamayacağı işler DP’ye
düşmüş, o da bölgeye ve Anadolu içlerine egemen ideolojiyi yedirecek hamleler
yapmıştır. Burada ideoloji devlet, devlete bağlılık ve devletle yaşamaktır. Bu
devletse, genel kanaatin aksine, gayrı Türk ve gayrı İslamîdir.
Tarihi parçalayıp, içindeki zamana vakıf olmak isteyen
liberaller ile toplumu dağıtıp içindeki mekâna sahip olmak isteyen
muhafazakârlar, solla ilişkili olarak aynı işlemleri yaparlar. Bir düşman,
kötü, şeytan ya da deccal belirleyip onunla dövüşürler. Bunun soldaki karşılığı
ise kimi zaman “burjuva” kimi zaman da “faşizm”dir.
Buna göre “ittihatçılık”, şeytanî ise her şey ona
bağlanır. Mısır’da İslamcıların, İstanbul’da ittihatçıların belirli baskı
dönemlerinde nefes alabilmek için mason localarına girmeleri, masonluk
bilgisine doğru kapanan bir İslam ya da ittihatçılık değerlendirmesi ile ele
alınır. Misal, Cübbeli Ahmet Hoca Muhammed Taha’yı mason bulur. Aynı minvalde
Mete Tunçay da Mustafa Suphi’nin mason olduğunu her yerde dillendirir. Bu Adnan
Hoca’vari mason karşıtlığı, döne dolaşa masonizme bağlanır.
İlgili eleştiri, Ermeni meselesinde Kafkaslardaki
sınıfî, millî ve dinî çatışmalardan habersiz, Suphi’yi bir de “Ermeni düşmanı”
ilân eder. Kürtlerin ayrılma hakkını tanıyan, plebisit önerisinde bulunan
Suphi, “azınlık düşmanlığı” tespiti ile düzlenip, “Kürt düşmanı” da oluverir.
Boynuna “azınlık düşmanıdır” yaftası asılan Suphi, eksiği gediği, zafiyeti,
üstünlüğü, yanlışları olan bir komünist olarak değerlendirilmeksizin, idam
edilir.
Suphi TKP’sinin millî ve dinî olanla iç içe yoğrularak
biçimleniyor oluşu, tarihi inkâr eden liberallerin dilinde silinir. Bunlar,
Suphi’nin Kafkaslarda bir ara kesitte, Türk-Müslüman kesimde “anti-emperyalist
propagandanın mızrağı” olarak devreye sokulan Envercilerin kurduğu KP’yi ele
geçirip, onu arındırdıktan sonra 10 Eylül’de başka bir içerik ve biçimle
yeniden kurduğunu bilmezler.
Mondros sonrası Anadolu’ya geçip buralarda gizli
direniş örgütleri kuran ittihatçıların Ekim Devrimi ile temasla dönüşmüş
olmaları, bu kesimlerin gözünde pul değerindedir. Çünkü onlar, kızıl ya da
yeşil, tüm ittihatçılara düşman olmakla övünürler. Bebeğin yıkandığı su
dökülürken bebek de çöpe atılır.
Bu kesimler, üstte, yönetsel ilişkilerde, her
milletin, her azınlığın alttaki öfkeye karşı birleşebileceğini bilmezler.
Öncelikle Türk, Ermeni ve İran halklarına çağrı yaparak işe koyulan Bakû
Kurultayı’nın önemli isimlerinden Suphi, bu ayrımı çok iyi bilmektedir.
Körlemesine ittihatçı düşmanlığı, Ankara’da, gizlide
toplanan TKP kongresinde Taşnak militanlarının da hazır bulunduğunu görmez.
Aynı körlük, meclisteki solcu Halk Zümresi’nin paşanın adayı hilafına içişleri
bakanı seçtiği Nazım Bey’in tehditle görevden uzaklaştırıldığını görmeyen Kamalistlerde
de mevcuttur. Onlar, bizim görmemiz gerekenleri örtmek ve efendilerin görmemizi
istediklerini gözlerimize sokmakla görevlidirler.
Paşa, ulvî çıkarlar adına Nazım Bey’in
uzaklaştırılmasının zorunlu olduğunu söyler hatıratında ama meclisi cephedeki
askerlerini çekmekle, mücadeleyi baltalamakla tehdit ettiğini söylemez. Batmaz
ise bizi Mete Tunçay sopası sallayarak, bu karanlığı yarma gayretimizi hafife
almaktadır. O, tarihsel gerçekleri talileştirip hor görme eğilimindedir.
Teoriyi oyun olarak gördüğünden, “burası bizim oyun bahçemiz, siz gidin kendi
bahçenizde (Marksizmde) oynayın, Kemalizm okuyacağınıza Marksizm okuyun”
demektedir. Oysa kavganın kestiği ve kavgayı kesen her yer bizim mücadele
alanımızdır.
Aynı horgörü Tunçay’da da var. O da meclis binasında
“miras haramdır” deyip bunu Kur’an’la gerekçelendiren ilk komünistleri
önemsizleştirir. İttihatçı düşmanlığı o denli derine işler ki, düşman olunan
şeyin, ittihatçılığın, iliklere, genlere, kana işlediği, vazgeçilmez,
kurtulması imkânsız olduğu iddia edilir.
Solun genetiğinden bahsedilmesinin sebebi de burada.
Bir kesim, solu korumak için milleti ve dini engel kabul ediyor, diğeri de aynı
solu dışa açmak istiyor ama bunu kendi genetiğine bağladığı millet ve dinle
yapmak istiyor.
Tunçay ve Tevetoğlu şahsında sola ve komünist harekete
dayatılan sınırlar, Kamalizmin sınırlarıdır. Komünist hareket, Kamalizmin
aydınlanma (sol) ve modernizm (sağ) bacağına farklı dönemlerde farklı
biçimlerde yapışan, bu hâliyle büyümesi mümkün olmayan bir çocuk derekesinde
tutulmaktadır. Oysa Türkistan’ı, Kafkaslar’ı, İran’ı ve Anadolu’yu kapsayan bir
coğrafyada Müslüman Kızıl Ordu’su kurulması fikrinin tartışıldığı dönemde
Mustafa Suphi, böylesi bir ordunun zarurî olduğunu savunan bir isimdir.[8] Ama
o, Sovyetler’in anlaşma sonucu, Kafkaslara karşılık Anadolu’yu İngilizlere
verdiği, İngiliz ordusunun geri çekildiği momentte tasfiye edilir. Tasfiye
eden, Müslüman Kızıl Ordu’sunun huzur bozacağı stabilize edilmiş bölgedeki
verili nizamdır. O nizamda Suphi’ye yer yoktur. Ordunun akıncı birliği daha ilk
seferinde, Karadeniz’de ezilmiştir.
“Ey Şanlı Dolikosefal!”
Emine Uşaklıgil hatıratında bahsediyor: Temmuz 1932’de
toplanan tarih kongresinde Şevket Aziz Kansu, Atatürk’e hitaben “ey şanlı
dolikosefal” diyerek başlamış sözlerine. “Hatta o dönemde Atatürk’e bir de
kafatası ölçme âleti hediye edilmiş. Atatürk’ün Çankaya sofrasının düzenli
konuklarının kafatasları ölçülmüş bu âletlerle.”[9]
Hatıratlar önemli ipuçları veriyor. Şarkıcı Müzeyyen
Senar, bir TV programında, Kamal ile ilgili anısını heyecanla anlatıyor. Bursa
ziyaretinde Kamal, gece yarısı Senar’ı ve eşini evine çağırıyor. Sofraya eşlik
etmesi istenilen Senar ve eşi, huzura çıkartılıyor. Kamal, Senar’ın beline
kadar uzun saçlarını ve eşinin bıyıklarını sevmiyor, kesilmesi emrini veriyor.
“[...]
Avrupamerkezci tarih anlayışını ve dil teorilerini sorguladı ve K. Marx’ın
proletarya yaratacak kıvamda olan müdahaleleri alkışlayan bir övgüye hak
kazanarak, sanayileşmeyi ve kapitalistleşerek yenileşmeyi yerine getirdi ve her
ikisinin de ülküsü aynıydı: sömürünün olmadığı, tevhidî, sınıfsız, imtiyazsız
bir ulus/toplum. Mesele bu kadar basit; çünkü her ikisi de mükemmel. Şimdi bu
mükemmel döşenmiş yolda tevhidî tariki bulmak kalıyor bize.”[10]
Yaverinin anıları da güzel tespitler içeriyor. Gece
yarısı kafatası ölçüm âleti ile kendisini kovalayan Kamal’dan kaçıyor,
yakalanıyor, ölçüm sonrası Paşa, onun Türk olmadığını, “hayvan” olduğunu
söylüyor.
Tevhidî yolumuz bu!
Sınıf sözcüğünü kullananların dillerini kesmek, sınıfı
sözlükten çıkartmak, sınıfa işaret eden kurumları ezmek ama öte yandan da
somutta, belli bir sınıfı beslemek. Sınıfla sözel düzeyde olumsuz açıdan ilişki
kuran bu pratik, olumlu ilişki kuran solculara sıcak geliyor. Marx’ın tespitine
atıfla, sınıfsal karşıtlıkları yukarıdan izleyenlere Kamalizm, gerekli gıdayı
ve ideolojik aygıtları veriyor. Başka bir yerde değilse de bu ülkede tepeden
bakmak, Kamalizm olarak cisimleşiyor.
O da tepeden bakmayı karakter edinmiş biri zira.
Anti-emperyalist olduğunu söyleyenler, onun şu cümlelerine kulak tıkıyor:
“Eğer
İngilizler Anadolu’nun sorumluluğunu üstleneceklerse, emirlerinde çalışacak
deneyimli Türk idarecilerinin işbirliğine ihtiyaç duyacaklar. Öğrenmek
istediğim [...] bu kapsamda hizmet etmeyi teklif edebileceğim uygun
makamdır.”[11]
Bu sözler, 1918’in sonlarında bir İngiliz gazetesine
söyleniyor. Aynı kişi, Komintern’in o günkü tespiti ile “batı Anadolu’da Yunan
işgali sonrası rekabet ve mülkiyet imkânlarını yitiren batı Anadolu
burjuvazisinin siyasî liderliğine soyunuyor.”[12] Mazlum ve sömürülen
kesimlerin öfkesini boğma göreviyle bir devletin temellerini atıyor.
Veysel Batmaz, onun yüceliği altındaki payandalara
fazla sırtını yaslıyor. Yazının bir yerinde “M. Kemal’in ulusal kurtuluş
hareketlerinden birini ve ilk istiklâl (bağımsızlık) savaşını” başlattığını
söylüyor, sonlara doğru ise “M. Kemal ise, bence hiç de ulusal bir kurtuluş
hareketi yapmadı” diyor. Okuru her yönden ikna etme gayreti ile yüklü yazı,
esasta genel resmî tarihi tekrar etmekle yetiniyor.
Bu noktada 1821’deki Grek bağımsızlık mücadelesi,
Cezayirlilerin direnişleri vb. bir çırpıda unutuluyor. İttihat-Terakki
döneminde millî mücadelenin ve milliyetçiliğin batıda Arnavutlar, Bulgarlar ve
Rumlardan, doğuda Ermenilerden öğrenildiği görülmüyor. (Bugün bile bağımsızlık
mücadelesi verenin arkasında Ermeni ve Rum görülmesinin sebebi burada.) Yani
onlardan gerçek manada bir millîlik ve millî mücadele değil, bu millîliğin
efendilerin dişlerinin kovuğuna uygun hâle getirilmesi öğreniliyor.
Ankara’daki komünistlerin ezilmesi ile ülkeye ve
bölgeye Moskova’dan, dolayısıyla Moskova’daki Türkiye masasından bakanların
tarihsel değerlendirmeleri, Lenin’i Kamal ile yoldaş kılıyor. O gün için
pragmatik anlamı olan bu hamle, tarihüstü bir değere kavuşturuluyor. Batmaz
gibi isimler, bu değere yücelik atfediyorlar ve tüm fikriyatını buradan
kuruyorlar.
Sınıf karşıtlıklarına ve genelde tüm siyaset alanına
tepeden bakmak isteyenler, Kamalizmle uzlaşmak, ona kendisini uydurmak ve
onunla birlikte yaşamak zorunda kalıyorlar. Felsefenin bulutların üzerinden
yere indirilmesinden ve çizmelerinin çamura bulanmasından söz eden Marksizme
asker botu giydiriliyor. Marksizm, tüm bir kavga, mücadele seyrinden azade
kılınıp, kitlesiz, sınıfsız, mevzisiz, rasyonel artıları itibariyle, devletin
ya da demokrasinin hizmetine sunuluyor.
Seksenlerin başında Reagan ile başlayan eski Marksist
danışman besleme geleneği, bir Amerikan pratiği olarak Özal ile Türkiye’ye de
sokuluyor. Marksizmden gayet haberdar özel kişiler, siyaset, iktisat ve
sosyoloji gibi alanlarda cirit atıyorlar. Düşman, bizim silâhımızla bizi
vurmaya çalışıyor. Bu özel kişiler, sola yönelik olarak günah çıkartırken de
teorik laflar etmeyi ihmal etmiyorlar. Sosyalizm için Kemalizmin ya da burjuva
demokrasisinin şart olduğuna bizleri ikna etmeye çalışıyorlar. Tüm koşullar
olgunlaşmadan devrimin ve sosyalizmin gerçekleşmeyeceği terennümleri ardından,
gerçekçilik vaazları veriliyor ve verili gerçeğin diline ve fiiline biat edilmesini
öneriyorlar. Batmaz, verili gerçeğin politik merkezi olan meclise çekidüzen
verirken bizler de bu noktada Che’nin şu sözüne kulak kabartmamız gerekiyor:
“Devrim olgunlaştığı vakit yere düşen
bir elma değildir. Onu düşürmeniz gerekir.”[13]
Eren Balkır
2 Nisan 2011
Dipnotlar:
[1] Leyla Neyzi, “Remembering to Forget: Sabbateanism, National Identity, and
Subjectivity in Turkey”, Comparative Studies in Society and History 44
içinde, s. 151.
[2] İbrahim Kaypakkaya, “Kemalizm Eleştirisi”, İştirakî.
[3] Takahisa Oishi, The Unknown Marx, Pluto
Press-Londra, 2001, s. 156.
[4] Karl Marx-Frederick Engels, Manifesto of the
Communist Party, International Publishers-New York, 1948, s. 5-6.
[5] A.g.e., s. 40.
[6] Sayed Khatab, Political Thought of Sayyid Qutb,
Routledge-Londra&New York, 2006, s. 24.
[7] “İşin vakanüvislere ait yönü bir yana, bizi
ilgilendiren husus, BÜYÜK DOĞU-İBDA üzerindeki tuğrayı basan ismin, yani ‘Büyük
İrşad Kutbu’ Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin, ‘Kurtuluş Savaşı’ diye
yaftalandırılan Anadolu’daki mücadeleye destek vermesidir.” [Selim Gürselgil,
“İslâmcı Mücadele ve İbda Hareketi”, 2010, Furkan]
[8] Stephen Blank, “Soviet Politics and the Iranian
Revolution of 1919-1921”, Cahiers du monde russe et soviétique içinde.
Cilt: 21 sayı: 2 Nisan-Haziran 1980. s. 183. Türkçesi: İştiraki.
[9] “Ey Şanlı Dolikosefal”, 18 Mart 2011, Haksöz.
[10] Bülent Gökay, Bolşevizm ile Emperyalizm
Arasında Türkiye, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, s. 60.
[11] Veysel Batmaz, “Etimolojik ve Sınıfsal Cevap”, 26
Mart 2011, Adil Medya.
[12] Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923),
Hz.: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Sosyal Tarih Yayınları, 2007, s. 162-4.
[13] Boualam Rouissi mülâkatı, George Lavan tarafından
hazırlanan Che Guevara Speaks isimli çalışma içinde.
0 Yorum:
Yorum Gönder