Bir şeyi “yeniden düşünme” niyetine dair bir
beyan, bilhassa sol açısından, netameli bir alamettir. Sosyal demokrat
partiler, böylesi bir “niyet”i açıktan beyan edip Marx’ı programlarından
çıkarttıklarında, ciddi bir çöküş süreci içerisine girmiş, bu süreç sonunda
muhtevalarını yitirmiş, bu da onları Amerika’da görüldüğü biçimiyle, daha fazla
ortanın solunda duran veya “liberal” bir parti hâline getirmişti. Artık sosyal
demokrat partiler, insan haklarını, yolsuzluklarla mücadeleyi ve kimlik
politikasını diğer partilere nazaran biraz daha fazla önemseyen birer yapıdan
ibaretlerdi.
Gelgelelim Filistin-İsrail mücadelesini yeniden
düşünmek, birkaç sebebe bağlı olarak, elbette ki hayırlı bir girişim:
yenilginin bir tür yaşam tarzına dönüştüğü İsrail’de güç, uzun zamandır ABD’nin
elindeki güçle birlikte tanımlı ve anlamlı. Bu sebeple “yenilgi”, akla bile
getirilemeyecek bir şey olarak görülüyor. Dolayısıyla o meşhur “iki devletli
çözüm” denilen, modası geçmiş ham hayal, düne ait bir fanteziden ibaret artık.
Bu sebeple biz de bu noktada söz konusu mücadeleyi “yeniden düşünme” meselesini
bir tür arzumuzu giderme girişimi olarak güncellenme eğilimi içerisine
giriyoruz: iki tarafın serbest seçimler dâhilinde kapışacağı ve parlamentoda
çoğunluğu oluşturacağı, hâkim yaklaşıma bağlı olmayan tek bir demokratik devlet
kurulsa, acaba nasıl olurdu? Washington Konsensüsü, her şeyden önce, içteki
serbest piyasanın dışa dönük ve görünür alameti, tezahürü olarak serbest
seçimlerden bahsetmiyor muydu? Belki de ulus devlet kategorisi ile birlikte
dillendirilen bu Konsensüs’ün ta kendisi öncelikli sorundu.
Rethinking
Marxism dergisinin bu sayısında bir
araya getirilen makaleler, çarpıcı bir öneri sunuyor bizlere. İki hatalı
düşünce akımı tanımlanıyor ve biz, bu iki akımın bir şekilde ilişkili olduğuna
dair şoke edici bir sonuçla baş başa kalıyoruz. Bir yandan küreselleşme
sürecinde (yani geç dönem kapitalizm koşullarında oluşan dünya koordinasyonu
bağlamında) eski ulus devlet kategorileri, belirli bir aykırılığa sahip, bir
yandan da sol siyasetin insan ve yurttaşlık hakları, hukuk önünde eşitlik, oy
kullanma hakları, çokkültürcülük, etnisite, ırk ve cinsiyetle ilgili
eşitsizliklerin sona ermesi gibi klasik burjuva anlayışlara kavramlara
indirgenmesi gerektiğinden söz ediliyor. “Yeniden düşünmek”, (liberallerin
“değerler” olarak adlandırmaktan pek hoşlandıkları) bu programlara sırt dönmeyi
değil, bunların önkoşul olarak varlığını tanımak demek. Sosyalist gelenek de
zaten her daim burjuva özgürlüklerin gerçekleşmesini önkoşul olarak kabul
etmiş, onları radikal manada farklı, yeni ve ayrıksı bir ekonomik özgürlük
formunun üzerine inşa edileceği bir temel olarak görmüştür. Lâkin belirtmek
gerekir ki tüm siyaset yerelse, o vakit bu türden “yeniden düşünme”
pratiklerine yönelik her türden geleneksel itiraz, ilk planda daha kapsamlı bir
perspektifin kaçınılmaz olarak devreye sokulmasının güç olduğu koşullarda,
adaletsizliklere karşı yerel ve gündelik mücadelelerin enerjisini azaltmakta,
soğurmaktadır. Öte yandan Filistin mücadelesi, gündelik mücadeleyle nihai
hedefin iç içe geçtiği, ya birlikte çözüme kavuşturulacak ya da çözümsüzlüğe
mahkûm olacak, özgül bir mücadeledir.
Maalesef orta yere bir muzaffer, bir kazanan da
çıkmamakta, sonuçta Filistin’deki yorgunluk, İsrail’deki yorgunluğa
eklemlenmekte, sol kuşakları dehşete düşüren ve onlara can veren bireysel
acılar ve çileler, bugün mültecilerin, sürgünlerin, göçmenlerin, teknelerle
denizleri aşanların gerçekleştirdiği kavimler göçü karşısında tüm önemini
yitirmektedir. Bir zamanlar Ortadoğu siyasetini kangrene çeviren, vücudu
giderek zehirleyen ve “açık yara” olarak kabul edilen bu özgül mücadele, bugün
dünya savaşları ölçeğinde yaşanan bölgesel kalkışmaların orta yerinde, ufak, neredeyse
unutulmuş bir istisna hâlini almıştır. O hâlde meseleyi bugün yeniden düşünmek
neden rahatsız edici bulunsun?
Yirmi birinci yüzyıl siyaseti bağlamında bu alana
dair konumumu şu şekilde özetlemek mümkün: bence Amerikalılar, Ortadoğulu
komünist partileri ve sol hareketleri yok etme konusunda devreye soktukları
gizli veya açık tüm çabalarında fazlasıyla başarılı oldular. Bu dönemi eski
Irak’ta komünistlerin kıyımlardan geçirilmesi ile başlatmak mümkün ki bu kıyım
süreci, esasen Endonezya’da yaşanan soykırımın ilk örneği olarak görülebilir.
Sol örgütlerin ve komünist partilerin yok edilmesi ardından muhalefet ve isyan
denilen saha tümüyle dine kaldı. Amerikalılar, elbette hedefte kendilerinin
olduğunu, uğruna isyan edilecek bir şeylerin bulunduğunu gayet iyi biliyorlardı
ama onlar, tüm halkların farklı düşündüğünü, muhalif bir ideoloji olarak din
çizgisine çekildiklerini anlamadılar. Bugün dinin (örneğin İran’ın)
itirazından, muhalefetinden kurtulmak, önceki seküler durumun koordinatlarının
doğalında yeniden oluşmasını sağlamayacak.
Filistin mücadelesi, eskiden olduğu gibi bugün de,
Ortadoğu’daki en seküler muhalefet biçimi (ki burada ben, ilgili terimi
Filistinlilerin sadece Müslüman, Müslümanların da sadece Arap olmadığı iddiası
üzerinden kullanıyorum). Buna karşın Filistin’deki milliyetçilikse, insanı
yanlışa sevk edecek türden, ideolojik bir maske aslında. Bu maske ardında,
ancak Marksizmin duru bir şekilde ve tüm kapsamıyla idrak edebileceği, “yeniden
düşünebileceği” derin çelişkileri saklıyor.
Derginin bu sayısı, birçok farklı yönden dile
getirilen bir öneriyi tartışıyor. Burada Fetih, tüm zayıflıkları ve
kötülükleriyle, liberal veya sosyal demokrat bir ittifak siyaseti olarak
değerlendiriliyor. Batılı versiyonlarında görülen bu zayıflıkları ve kötülükleriyle
birlikte Fetih’teki tüm kusurlar, Filistin Yönetimi içerisinde iktidara geldiği
noktada açığa çıkıyor. Bu noktada dergi, İsrail-Filistin çatışmasına dair
yanlış anlamaları tashih etmeye çalışıyor. Meseleyi yanlış anlayan yaklaşımlar,
onu sömürgecilerle “yerli halk” arasındaki bir mücadele olarak tespit
ediyorlar. Dolayısıyla dergi, ısrarla Filistin’de sermayenin gelişmesi üzerinde
duruyor ve pratikte Filistinli işçilerle İsrailli işçilerin müşterek
çıkarlarına vurgu yapıyor. Politik bir kurgu olarak görülemeyecek olan bu
yaklaşım dâhilinde İsrailli ve Filistinli işçiler, iki ayrı ulusal proletaryayı
teşkil etmiyorlar aslında. Esasen bu bağlamda, sermayenin içinde bulunduğumuz
bu üçüncü aşamasında, küreselleşmiş, yeni bir işgücünden söz etmek gerekiyor.
Bu noktada Amerikan tarihini ve Werner Sombart’ın ABD’de yaşama imkânı
bulabilmiş bir sosyalizm neden ortaya çıkamadı sorusuna verdiği o ünlü cevabı
hatıra getirmek mümkün. Sombart, söz konusu soruya “ırk” cevabını veriyor.
Bilinmeli ki Amerikan tarihinde görülmüş en önemli radikal hareket, on
dokuzuncu yüzyılda tanık olunan popülizm hareketi, düşmanlarının beyaz
çiftçileri siyah çiftçilerin karşısına çıkarabilmesi sebebiyle mağlup oldu
(Konuyla ilgili olarak Larry Goodwin’in çığır açıcı çalışmasına bakılabilir).
Esasında ırk meselesi, kurgusal bir kavramdır ve iki sonuca yol açar. İsrail
siyasetinde oynadığı rolde de görüldüğü üzere, farklı sınıfsal gerçeklere sahip
göçmenlerin ardı ardına bölgeye akması, İsrail-Filistin mücadelesinin
gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Bu rol, sadece sosyalist olmayan
İsrail’deki iktidar yapısına dair retorikle değil, ayrıca merkezci Fetih’in
“milliyetçiliğe” yönelik başvurularıyla da ilgilidir. Bilindiği üzere
Marksistler ve sosyalistler, Fetih içerisinde gelişen bu milliyetçilikte çok
önemli bir yere sahip değildirler. Her iki tarafta kuşaklar, belirli bir
propagandayla yüzleşmiş, bu dönemin hikâyesi”, taraflara göre “revizyon”dan
geçirilmiştir. Dekolonizasyondan beri her türden akıma mensup beynelmilel sol,
“ulusal kurtuluş”u acilen ulaşılması gereken bir hedef olarak görmüş, sınıf
mücadelesi geri plana atılmış, ulusal kurtuluş meselesine, farklı politik
ajandalar bağlamında, öncelik verilmiştir. Derginin bu sayısında bir araya
getirilmiş olan makaleler, bu kanaatin dayandığı zemini biraz olsun sarsmak
gibi bir iş görecektir.
İlgili kanaatin değiştirilmesi meselesine bir de
İsrail ve Filistin’de kapitalizmin gelişimi meselesine dair tartışma eşlik
etmektedir. Bazılarımız, bu “büyük dönüşüm”e “postmodernite” veya “geç dönem
sermaye ilişkileri ya da finansa kapital” demekte, bazılarımızsa onu neoliberal
veya yeni muhafazakâr sapma ya da tarihin sonu, ideolojinin sonu gibi
etiketlerle anmaktadır. Esasen burada karşımıza çıkan, seksenlerin başında
Reagan-Thatcher momenti ve Keynesçiliğin tasfiyesi ile başlayan dönüşümün yerel
biçimidir. Buna “postsiyonizm” demek mümkün. Söz konusu terim gene de muğlâktır
ve bu anlamda her türden benzeri formülün kaderini paylaşır. Burada mesele,
ilgili terimi ideolojik bir ifade ya da köklü yapısal bir kopuş ve geçiş
sürecine ait bir im olarak alıp almadığımızla ilgilidir.
Ele aldığımız bağlam dâhilinde postsiyonist durum,
İsrail devletinin oluştuğu, ideolojik planda kahramanlıklarla yüklü olduğu
iddia edilen dönemin dört başı mamur bir kapitalist ekonomiyi ortaya
çıkarmasıyla ve beraberinde İsrail’deki politik gerçekliğin eski politik
retorikten arta kalanlarla birlikte yaşadığı dönüşümle ilgili bir meseledir.
Aşağı yukarı herkes, bu evrim sürecinin tarihsel bir gerçek olduğunu idrak etse
de dergide çıkan yazılar üzerinden, benzer bir gelişmenin Filistin’de de
yaşandığını görünce epey şaşıracaktır. Filistin, bugün benzer bir kapitalizmin
iyi tutulan bir sır veya kimsenin bahsini etmediği yaşamsal bir gerçek hâline
geldiği bir yerdir.
İsrail-Filistin tarihini
Marksist açıdan gözden geçiren bu çalışmalar karşısında bizler, insanı hayrete
düşüren şu sonuca ulaşıyoruz: günümüz dünya siyasetinde dikkat çeken özel bir
istisna olmak şöyle dursun, dünyaya ait, ebediymiş gibi görünen bu “açık yara”,
esasında ibretliktir ve dünya kapitalizminin son aşamasına ait dinamikleri
teorik düzlemde gözlemleyebileceğimiz bir laboratuvar deneyi gibi bir işlev
görmektedir. Ancak bugün söz konusu deneyin yeniden düşünülmesi, antikapitalist
güçlere dair düşünceyi pratikte fazlasıyla çetrefilli hâle sokacak, dünya
Marksizminin biçimlenmesini sağlayacak direnişin bugün alabileceği biçimler
konusunda stratejik kimi dersler sunacaktır.
Fredric Jameson
28 Kasım 2018
28 Kasım 2018
[Kaynak:
Rethinking Marxism, “Preface”, 2018, Yıl
30, Sayı 3, s. 333-335.]
0 Yorum:
Yorum Gönder