28 Şubat sürecinde solda baskın olan kavram,
restorasyondu. Düzenin kendisini restore etmek için bir hamle yaptığı
söyleniyordu. Yalçın Küçük, Metin Çulhaoğlu, Kemal Okuyan ve Temel Demirer gibi
isimler, çıktıkları panellerde, yazdıkları yazılarda, verili dönemi bu kavrama
göre analiz ediyorlardı.
Teorik analiz, elbette ileride öznel olarak ne
yapılacağına dair bir şeyler de söylüyordu. Bu yazarlar, esasta orduya dayalı
yürüyen bu restorasyon sürecinde, egemenlerin sola belirli bir kapı aralığı
bıraktığından söz ediyorlardı. Temel Demirer, sanata, edebiyata düşkünlüğü
üzerinden, burada “parmak arası” türünden bir mecaza başvuruyordu. Hepsi de,
“arkaik, geri kalmış” yapıların bu kapı aralığından veya parmak arasından
geçemeyeceğini söylüyordu. Bu yapılar öz itibarıyla elinde silâh olanlardı.
Aslında restorasyon analizleri, düzene uyumlulaşmak için gerekli bahaneleri
üretmek amacıyla yapılıyordu. Nesnel herhangi bir karşılığı yoktu. Ordunun
emrine uygun hareket eden iradenin bahanesinden ve kılıfından başka bir şey
değildi.
* * *
Bugün Kobanê’de yirmi yıldır tek kurşun sıkmamış
yapıların arz-ı endam ettiği konjonktür, söz konusu restorasyon sürecinin hâlâ
devam ettiğini gösteriyor. Burada ordunun yerini “Ak Devlet”, yani AKP almış
görünüyor. Her şey Erdoğan’a bağlanıyor, indirgeniyor ve verili acziyet,
zafiyet örtbas edilmiş oluyor.
Ordunun siyasî bir güç olarak geri çekildiği, tüm
öznel politik ağırlığını AKP’ye kaptırdığı, ciddi bir yanılsama. Fethullah’ın
kenara itilmesi noktasında Öcalan’ın talebinin rol oynadığı, bugün daha net
ifade ediliyor. 2007’deki Dolmabahçe mutabakatında masada onun olduğu
söyleniyor. Ordunun AKP’ye başıbozuk İslamî odakları, grupları sistem içerisine
çekmeyi, sistem içine alamadıklarını da tasfiye etmesini emrettiği iddia
ediliyor. Fethullah zaten sistem içinde olduğuna göre, IŞİD’e akan dinamikler
dâhil, başka cemaatlerin ve dinî yönelimlerin pasifize ediliyor olduğundan söz
etmek gerekiyor.
Sol, bu liberal kuşatma karşısında İslamî kesimlerdeki
kırılmanın, daralmanın üzerine salınıyor. Daha fazla alan kazanmak için AKP’nin
içteki saldırısına ortak oluyor. Onların neden pasifize edildiğini asla
sorgulamıyor. Gerisin geri, 1960’ta doğduğu rahme ve o rahmin sahibi olan
ordunun kucağına koşuyor.
* * *
28 Şubat sürecinde sol, “ordu kapı aralığını açtı, biz
geçeceğiz, elde silâh olan devrimci yapılar tasfiye olacak” dedi. Gerçekten de
birkaç yıl sonra Ecevit’in emriyle hapishanelere yönelik saldırı
gerçekleştirildi. Önemli bir direniş yaşandı.
O gün “kapı aralığından geçeceğiz” diyenler, ya timsah
gözyaşları döktüler ya da “bu yol zaten yol değildi, iyi oldu” dediler. Bugün
TV kanallarına çıkıp AKP’ye işaret edip, “ordunun yerini biz aldık, Haziran
ayında birleştik” diyorlar. Gayet tutarlı. 1997’de kapı aralığından geçenleri
bugün bu buluşmada bulmak, ne büyük bir tesadüf!
Ordu, Kemalist cumhuriyetin “sınıfsız, sınırsız,
imtiyazsız kütle”si aslında. O, bir boş gösteren. Her şeyin ölçüsü. Eline silâh
alan, onu boşa düşürüyor demektir. O kütleyi dağıtacak riski ifade ediyordur.
Ordu, “halk denize üşüştü, vatandaş denize giremiyor” sözünün özü, özetidir. O
denize kimin gireceğini tayin eden, gerekli ehliyeti verendir. “Vatandaşlık
bağıyla bağlı” olanların teşkil ettiği bir yapıya evriliyor olması, onun
liberal kurguya bağlandığının işaretidir. Finansallaşma ve militarizasyon
arasındaki bağ güçlüdür. Bu liberalizm o bağla alakalıdır.
Bugün liberalizmi sosyalizmmiş gibi takdim edenlerin
anlamadıkları budur: temelde burada ordunun hükmü yürümektedir. Ordu, esas
olarak Ergenekon, Balyoz süreçlerinde kendi safralarını atmıştır. Denize “halk”
üşüşmesin diye, belirli sol ya da sağ siyasi öznelere rol dağıtımı
yapılmaktadır. Sahil kenarlarına seslenip duran bir solun ideolojik yönelimi,
bu gerçekle ilgilidir. İç kesimlere seslense bile, ancak tatil yapma imkânı
olanlar saflara çağrılabilmektedir. Bu ülkede feminizm, sahilde erkeğe cazip
gelen, daha çok sayıda çıplak kadın görmekle; anarşizmse suda deve güreşi yapıp
dipten kum çıkartmakla ilgilidir. Bu ülkede sol-sosyalist kesimin CHP-fuatavni
çizgisine yakınlaşması, yaşamak değil, hayatta kalabilmek içindir.
* * *
Bugünün sorusu ise şudur: 2007’deki Dolmabahçe
mutabakatı ile 28 Şubat 2015’teki açıklama arasında belirli bir rabıta var mı?
İkincisini “İkinci Dolmabahçe mutabakatı” olarak nitelemek mümkün mü? Grup
Yorum üzerinden kopartılan fırtınanın bununla (gene) ilgisi var mı?
Fırtına, nedense Berkin Elvan için boykot eyleminin
örgütlendiği, Yorum’un Van’da konser vereceği momentte kopartılıyor. Manidar
mı?
Geçen yaz Halkevciler, Gazi Mahallesi merkezli bir
röportaj dizisi kaleme alıyorlar. Herkesle görüşüyorlar ama “mahallede
görüşecek bir tek Cepheli bulamadık” diyorlar. Yapılan görüşmelerde ideolojik
olarak öne çıkartılan husus ise şu: “Halk, gece-gündüz her gün sokaklarda
çatışmalar yaşanıyor olmasından rahatsız.” Demek ki Halkevleri, Okmeydanı, Gazi
gibi yerlere yönelik kentsel dönüşümden pay almak, oradan tatil planları
yapabilmek isteyenlere sesleniyor. Başka yerlerde yaptıkları gibi, belediyelerle,
inşaat firmalarıyla vatandaş arasında kurulacak pazarlık masasında asli güç
olmayı devrimcilik zannediyorlar. Bugün Halkevleri’nin HDP’ye destek çağrısı
yapması, tesadüf mü?
Berkin Elvan boykotunda polis eylemcilere saldırıyor,
internet âleminde devrimcilerin halka yakaran, “kapılarınızı açın, sıkıştık”
çağrılarına tanık olunuyor. Üzücü değil mi?
O devrimcilerin IŞİD’le, gericilikle, ergenlikle,
cahillikle özdeşleştirildiği bir momentteyiz. Bu tepkilerin üzerindeki yaldızı
kazımak gerekmiyor mu? Neye ikna ediliyoruz?
* * *
Yüz yıl önce II. Enternasyonal’de bir tartışma
yaşanıyor. Solcular-sosyalistler, “ait olduğumuz ülkelerin sahip olduğu
sömürgelerden vazgeçemeyiz. En fazla, ‘sosyalist sömürgeler’ talebinde
bulunabiliriz.” diyorlar. O gün bu lafı eden Fransız sosyalistinin önerisini
dinleyen Cezayirli bir sosyaliste ne demek düşüyor?
Aradan yüz yıl geçtikten sonra ABD denilen emperyalist
güç, Avrupalı ortaklarıyla Ortadoğu’ya geliyor ve buradaki kimi
solcular-sosyalistler, “sosyalist federasyonlar” talebinde bulunuyorlar.
Oturduğu yerden “Ortadoğu Manifestosu” yazanlar, o manifestoda “tüm
imam-hatipler kapatılsın” diyorlar!
Çünkü ABD, federatif, küçük kent devletçiklerine
bölünmüş bir Ortadoğu öngörüyor. Yüz yıl önce emperyalist ülkelerin
sosyalistleri “sömürgeler kalsın, oralara sosyalizmin aydınlığını götürelim”
diyorlardı. Bugün de “verili emperyalist gidişatta, rotada bir sorun yok, ona
uyum sağlayalım, kızıl bayrağımızı dalgalandırdığımızda otomatikman orası
sosyalist olur” deniliyor. Kitaptaki, kâğıdın üzerindeki, bilişsel alandaki
kapitalizm ve/veya emperyalizm öznel bir yerden anlaşılıyor, o, abrakadabra ile
üstesinden gelinebilecek bir şey zannediliyor.
Yani kapitalist restorasyona uyum sağlayanlarla
emperyalist restorasyona uyum sağlayanlar, sadece yöntemlerde anlaşamıyorlar.
Yoksa restorasyona uyum sağlama, varlığını muhafaza etmek için sürecin rengini
alma konusunda arada bir fark yok.
* * *
Uyum sağlamayı öğrendiğimiz bir odak da İngiliz
menşeli DSİP. “Yetmez ama evet” tavrıyla Tayyip Erdoğan’ın selamına, tebrikine
mazhar olmuş bu yapı, bugün HDP içerisinde. Söylem konusunda diğer sol yapıları
tayin eden, şekillendiren belirli bir ağırlığa sahip. Onların Mısır’daki
uzantıları da benzer refleksler gösteriyorlar. Emperyalizmin her adımına uyumlu
hamleler yapıyorlar.
Bugün Kabataş yalanı konusunda AKP’li gastecilere
kızılacaksa, biraz da bu DSİP’lilere kızılmalı, çünkü o olayın yaşandığının
söylendiği günlerde buna inanan, bu konuda yazılar yazan, söz konusu yalan
üzerinden Gezi eylemini mahkûm eden bir DSİP vardı. Yani “Gezi’ye gerekli
mesafeyi koyduk, orada darbeye zemin hazırlayıp AKP’yi yıkmak isteyenler vardı”
lafı için gerekli teorik zemini başka bir yerde aramak gerekiyor.
Aynı örgüt, güneyde halk, Suriyeli muhalif unsurların
eğitildiği kamplara saldırdığında da gene tepki geliştiriyordu. Emperyalizmin
yönelimine halel getirecek ne varsa, DSİP sayfalarında karşılık buluyordu.
Bülent Uluer’in ağzından çıktığı biçimiyle, “emperyalizm karşıtlığı yabancı
düşmanlığıdır” sözü bu kaynaklardan besleniyordu. Bu söz, yabancı olandaki
emperyalizm uşaklığı ile; emperyalist olandaki yerlilikle mücadele etmeyi de
geçersizleştirmek için sarfediliyordu.
* * *
Kapı aralığı ya da parmak aralığı, bir vehimden
ibaret. Birileri kapitalizmin ve/veya emperyalizmin gidişatı içerisinde yaşamak
için belirli bir fırsatın doğduğuna inanıyorlar. Kapitalizmi merkeze alanlarla
emperyalizmi merkeze alanlar, yöntemlerde anlaşamıyorlar.
Restorasyon, “yenilemek ama eski hâlini baskın kılacak
şekilde inşa etmek” anlamına geliyor. Restorasyon analizcileri, devrimci
kopuşa, kopuş imkânlarına asla inanmıyorlar. Onlar, kendisinin solcu olmasına
imkân veren koşulları yücelttiklerinden, eski hâlin yeniden tesis edilmesine
ses etmiyorlar, dış yüzeyde bir süs olmayı içlerine sindiriyorlar. “Yeniden
tesis edilme” sürecinde yeni olanın kendileri olduğunu söyleyip insanları
kandırabileceklerini söylüyorlar. O restorasyonun neden yaşandığına bakmıyorlar.
Kürd hareketi ve Müslüman hareket şahsında Ordu özelinde karşılık bulan bir
süreç gerçekleşiyor ve Kürd’e, Müslüman’a karşı tek alternatifin egemenler için
kendileri olacağına inanıyorlar. Burada allı pullu ne kadar çok lafın ediliyor
olması bir önem arz etmiyor. Restorasyon ‘revolüsyon’un inkârı olarak
gerçekleşiyor. Doğal olarak restorasyonist sol, revolüsyonist solu tasfiye
etmek zorunda.
Devrimcilik, bu ordu ve işaret ettiği ne varsa hepsine
karşı konumlanmışlık üzerinden var oluyor. AKP’ye kilitlenip ardındaki orduyu
ve restorasyonu görmemek, ordunun örneğin 12 Eylül momentinde yaptıklarının
süreklileştiğini gizliyor. Fabrikalarda içtima alınması, esnafın, muhtarın,
taksicinin “muhbir vatandaş” olarak kurgulanması, bu sürecin dışavurumu. “Ordu
liberalleşiyor” diye sevinenler, ülkenin her yerine, her düzleme ordunun nüfuz
ettiği gerçeğini karartıyor. Demek ki onların “bak” dediği yere bakmamak, “bakma”
dediği yere bakmak gerekiyor.
Eren Balkır
11 Mart 2015
0 Yorum:
Yorum Gönder