Bir zamanlar eski İzmir belediye başkanı, “emek en
yüce değerdir, ama burada emekten kasıt, üretken emektir, bu işçiler üretmiyor”
deyip, yüzlerce işçiyi işten atmıştı. Bugün aynı liberal kafa, tanrıyı ve
devleti eşleştirip, ikisini “üretken olmamak” üzerinden karşıya atıyor. “Ne
tanrı ne devlet” diyen, anarşizm görünümlü bu tip bir liberalizm, solun
durgunluk döneminde biriken çamurudur.
Çünkü liberalizm, burjuva ilerlemeciliği ile
düşünüyor, devleti ve tanrıyı burjuvazinin ilerleyişine mani olduğu için hedefe
koyuyor.
Komünistlerin bu ilerlemecilikle bir işi olamaz,
olmamalıdır. Onlar için devrimcilik, bir fotoğraf karesi, esrime, orgazm
meselesi, mastürbasyon âleti, poz ya da “cehalete özgü saadet” değil, dile,
kitaba, eyleme yedirilmiş bir oluştur.
Kendisini devlete ve tanrıya göre kuranların, bizatihi
egemenlerin devletine ve tanrısına hizmet ettiği açıktır. Mazlumların iktidarı
ve imanı, bu liberalizme elbette ki düşmandır. Ve esasında, devlet ve tanrı
düşmanlığı, mazlumların iktidarına ve imanına dönük, burjuvazinin ifa ettiği
bir düşmanlıktır.
Demokrasicilik ve laiklik, burjuvanın silâhlarıdır.
Hayat, kişilerin iyi niyetlerinden bağımsızdır. Devlete ve tanrıya düşmanlık,
pazarın genişlemesi, malların devinimi, paranın canlılığı meselesidir. Zira
burada düşman olunan devlet ve tanrı, ona düşman olan kadar bireydir,
bireyseldir. Bireye seslenmek için devlet ve tanrının bireyselleştirilmesi
zaruridir.
Aynı liberalizm ve ilerlemecilik, Gezi sürecini anlama
pratiğinde de karşımıza çıkıyor. Son dönemde belirli bir gelir elde eden orta
sınıflar, hükümete “sen bize lâyık değilsin” diyerek isyan etmişlerdir. Devrim
tahayyülünü bu isyanın sınırlarına çeken sol da, orta sınıflardaki bu
liberalizme ve ilerlemeciliğe örgütlenmiştir. Buna göre, üretkenlik ve ilerleme
noktasında, orta sınıf solcular, bugün kendi kitlelerini Kürd ve Müslüman
düşmanlığına ikna etmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla, Gezi’nin, sadece kendisinde
varolan “bütünsellik” imkânına işaret ettiğini düşünüyor, buradan, Müslüman’ın
ve Kürd’ün politikasına küfredeceği bir zemine nihayet sahip olduğu
yanılsamasına kapılıyorlar.
Oysa “bütünsellik” iddiası, kaotik, parçalı yapının
egemenler adına düzlenmesiyle ilgilidir. Aynı zamanda geçmiş devrimlerin
belirli momentlerini taklit etmenin “başarı”yı getireceğini düşünen bir yuppie
anlayışıdır bu. Mesele, parçayı yakalamak ve parçalamaktır, bütün masalları
anlatmak, “her şeye hâkimim” pozları kesmek değil.
Nedense söz konusu solculuk tarzı, “bana saldırarak
kendini sınırlama!” diye akıl veriyor, kendi kafasındaki devlete, sınırsız,
saldırmayı öğütlüyor. Çünkü kitlesel mücadele, bu solculuk tarzı nezdinde,
devletin sınırlarına tabi kılınmaya çalışılıyor. Bir şirkette patron, bir
bakanlıkta koltuk sahibi olamayanlar (ya da olanlar), gene aynı zihniyetle,
örgüt yönetiyorlar, örgütlere, “trafik polisliği” yapıyorlar.
Kurgu şu şekilde işliyor: “Devleti millete düşman
belletirsek, ona karşı isyan etmesini de sağlarız.” Onca materyalizm, onca
diyalektik malumatı, bu cümle ve iddia ile berhava oluyor. Lafla peynir gemisi
yürütmek, o gemi sahibinin, kısmen, becerebildiği bir şeydir. Bugün o gemiyi
yürütecek öz ve neden olmaya öykünmek, armatörlere has bir tutumdur. Örgütlerin
bayrak, kavram, eylem ve ideoloji yarışına girdiği yerde, iştirakçi siyasetin
zuhur edeceği yer, limanlar değil, ummanın bizatihi kendisidir.
Devlete ve tanrıya karşı kendi özneliğini kurmak,
kitleleri bireylere bölmeyi, bireylerin ağzına sahte devlet veya tanrı
“bal”ları çalmayı gerektirir. Bunun için egemenlerin iradesine öykünmek, o balı
onlardan tedarik etmek zorunludur. Özneliği bu şekilde kurmak, devleti ve
tanrıyı da bireysel, mütekabiliyeti olan, denk bir birey olarak anlamakla
sonuçlanacaktır.
Kitlesel olan, kitlesel olanı görecektir. “Mümin
kardeşler” diye başlayan bildirinin bireye seslendiğini, ancak bir birey
söyleyecektir. Oysa buradaki sesleniş, “mümin” sözcüğüyle kolektif bir tarihe;
“kardeşler” sözcüğüyle kolektif bir topluma yöneliktir.
Bireyin gördüğü devlete ve tanrıya kılıç sallamak,
boşunadır. Somut devlete ve tanrıya bağlanmış kitlelerin kaybedilmiş, ölü,
değersiz olarak görülmesi, apolitizmdir. Liberalizmin esası olan apolitizm,
politik olanın devrimcileşmesini; devrimci olanın politikleşmesini asla görmez.
Çünkü liberalizm, devrim ve politikadaki tarihi silme teşebbüsüdür. O, “tarihi
silâh hâline getirme iradesi”ne her daim düşmandır. Devlette ve tanrıda esas
karşı olunan şey, bugünün burjuvanın verdiği imkânlarla yaşanmasına engel olan,
tarihtir. Bu tarih, mazlumların ve sömürülenlerin tarihidir.
Küçük burjuva “sınıfî öfke”, egemenlerden aldığı
iradesini, elmalı şeker misali, marksizm-sosyalizm boyasına daldırır. Bugün bu
küçük burjuva tarzın “devrimci pozlar”ı, esasında liberalizm ordusuna asker
toplamak içindir. Burjuvazinin dükkân sahiplerini örgütlemesi, proletaryanın
örgütlemesinden daha kolaydır. Dükkân sahiplerinin bunalımlı dünyasını
alevlendiren “promete” masalları, tarihsel-toplumsal mücadelenin kolektif
niteliğine işaret eden “proleter”e elbette ki düşman olacaktır.
Promete, “ateş benim, herkes benim etrafımda
toplansın” diyecek, başı-sonu belli olmayan bir pratiğe iştirak eden proleteri
öldürmek zorunda kalacaktır. Burada küçük burjuva, her şeyin mutlak ölçüsünü
kendisinden çekecek, diyelim, kendisinin fazla kası var ya da sırtını dayadığı
belirli bir yer, hakikat o kasa ve yere göre diz çöktürülecektir. Proleterdeki
tarih, prometedeki liberalizm tarafından tasfiye edilmek zorundadır.
Mülkiyete ve rekabete göre kurulmuş öznellik ve irade,
solun içine gömüldüğü çamurdur. Bugün akıntı durmuş, sel gitmiştir. Herkes,
elindeki mülke ve rekabet ilişkilerine yapışmaya mecburdur. Bu debelenmeden
kurtulmak mümkün değildir.
Haziran Kıyamı, yalnızca kurumuş çamuru alıp
götürmüştür. Yaşanan Kıyam’da promete fazla; proleter azdır. Bu iki sözcüğü
niceliksel/şekilsel anlayanlar, kendi değersiz niteliklerini ve şekillerini
mutlaklaştırmış kişilerdir.
Mülkiyete ve rekabete göre kurulmuş öznellik ve irade,
zorunlu olarak, bireye işaret etmek zorundadır. Bu anlayış, sürekli kendi
bireyliğini vurgulamakla yükümlüdür. Tarihsel kişilikler, Marx’tan bugüne,
bireylik üzerinden ele alınacaktır. Salt, bireyin nelere kadir olduğu,
yinelenen bir dua gibi, hatırlatılmak zorunda kalınacaktır. Yani öne
çıkartılan, bayraklara, pankartlara konulan tarihsel kişilikler,
bireylikleriyle anlam kazanacak, dolayısıyla, sadece kitle içerisinden uygun
bireyler çağrılacaktır. Elbette bu bireyler, mülkiyeti ve rekabeti yaşatacak
güce ve iradeye sahip olmalıdırlar. Buradan, örneğin, Marx, sadece dünyayı
titretmiş bir kişi olarak önemsenecek ve oradan okunacak, gerisi çöpe
atılacaktır. Sonraki adımsa, ondaki kolektifi ve proleteri tasfiye etmektir.
Sol, kendisini inşa eden mülkün ve rekabetin kuludur. O
mülke balta ve kılıç sallamış peygamber geleneği, ona fazladır. Solun ağzında,
İslam’da işittiğimiz “Ümmet” veya “Cihad” gibi kelimelere veya bu kelimelerin
muadillerine yer yoktur. O, en fazla, “hanif” diyerek, Peygamber’i tarihten
silecek, ümmete hamle yapan Kürd’e küfredecektir. Sadece kendisini tanıdığı
için, Kürd’de ve İslam’da az buçuk kıymetli bir şey varsa, onu da kendisine mal
edecektir. Gerilla da Ebuzer de onun dükkândaki herhangi bir malı gibidir.
Başka bir kıymeti yoktur.
Sol, mülk üzerinden kendisini öz; rekabet üzerinden de
kendisini hep neden olarak kodlayıp satmaya çalışıyor. Öz ve neden ile ilgili
teorik tartışmaya da asla izin vermiyor. Bu açıdan, “sahte tanrı” olma
derdindeki bu sol, pratikte efendilerin dinine hizmetkârdır. Başka yol yoktur.
Bu yolsa ne gerilla ne de Ebuzer doğurur.
Öz ve neden olunca sol, her şeye hükmedeceğini
zannediyor. Buradan da kitleler, biçim ve sonuç olarak anlaşılıyorlar.
Nihayetinde örgütlere, “bir avuç adam toplarız, polisle çatışırız, kitleler de
bizi izlerler, hangimizi beğenirse ona giderler” demek düşüyor.
Kitlelerin özsel ve nedensel bağları olan belirli
ideolojik ve politik yönelimleri olabileceği, solun aklının hiç kesmediği bir
şeydir. O öz ve neden, ancak özel, biricik, mutlak kimi bireylerde
varolabileceğinden, kitlelere yönelik hamleler, en fazla, oralardan kendine (az
buçuk) benzerlerini çıkartmakla sonuçlanacaktır. Sol, mülkiyetin ve rekabetin
kendisine irade ve akıl bahşettiğini asla unutmamaktadır. Her sözü ve her
eylemi mülkiyete ve rekabete yazgılıdır.
Gezi Direnişi ile Haziran Kıyamı arasında yapılan
ayrım, politik-teorik bir ayrımdır. Böylelikle burjuva siyasetle iştirakçi
siyasetin imkânları arasına geri dönülmez, politik-teorik bir hat çizmek mümkün
olacaktır.
Gezi Direnişi, burjuva bireye, ilerlemeye, üretkenliğe
işaret eder; Haziran Kıyamı, kolektife, kavgaya ve ortaklaşmaya. Sürekli, kendi
bireyliklerinin altını çizenlerin bunu anlaması mümkün değildir.
Bireysel varlığını daima göze sokanın, teori, ideoloji
ve politika gibi derdi yoktur. Demek ki, o birey, teori, ideoloji ve politika
ile kendi bireysel çıkarları için ilgilenmektedir. Tersten, Gezi, bireyselliği,
biricikliği, mutlak kapalılığı öne çıkartarak teoriyi, ideolojiyi ve politikayı
daha fazla, meslekî ideolojilerin tahakkümüne sokmaktadır. Bu dönemde bireyi
yücelten ne varsa raflardan indirilecek, tozları alınacak, tezgâhlara
yerleştirilecektir. Bireyler, bireysel mülklerine ve rekabetteki kudretlerine
göre pazardaki yerlerini almaya zorlanacaklardır.
Marx’ın “eğitenlerin eğitilmesi” tespitine atıfla,
asıl önemli olan, örgütleyenlerin örgütlenmesidir. Şekilsiz, kontrolsüz, ucu
açık ve tehditkâr bir kitleye örgütlenmek, özneler için mümkün değildir. Özün
ve nedenin bizatihi kendisi olan bir özne, bu örgütlenmeye karşı olanlarca
teşkil edilecektir. Örgüt büzüşünce, bu sefer, kitleye küfredilecek, ona
tepeden bakılacak, “ben savaşıyorum, o savaşmıyor” denilecektir. O kitle
savaştığında da “bana gelmiyor” diye sitem edilecek, kitlenin verdiği savaş,
hor görülecektir. Burada savaş da örgüt de bireyci, küçük burjuva bir kibrin
ifadesidir sadece.
Yalnızca kendi gördüğüne madde, başkalarının gördüğüne
hayal muamelesi yapanın materyalizmi, açmazdadır. Savaş ve örgüt, mutlak idea
veya madde olarak ele alınır, onun dışındakilerin yaşamadığı, ruhlar âleminde
gezindiği, aslında olmadığı iddia edilir. Tersten bakıldığında, demek ki, bu
iddiadaki kişi, aslında birilerinin savaşına ve örgütüne bağlanmıştır. Bir
savaş ve örgüt hor görülüyorsa, burada başka bir savaş ve başka bir örgüt söz
konusudur. Bunlar, içe sızmış ajandan başka bir şey değildirler.
Bireyin kolektife yönelik saldırısı, onu iğdiş etme,
birey sınırına çekme, “üretken ve ilerici” kılma, burjuvazi için yol açma
amaçlıdır. Lafı üretkenlikten ve ilerlemeden açan kimse, o, burjuvazi olarak
veya onun adına konuşuyordur. Tırnakları kir, elleri nasır tutmamış bu
bireylerin kolektif işe düşmanlığı barizdir. Burada eller vücudun fazlalığıdır
ve bir metafordan ibarettir. Mülk, efendiler için kudret; rekabet, onlar için
canlılıktır. Bireyin kolektife düşmanlığı, tam da bu kudrete ve canlılığa biat
etmiş olmasındandır.
“Örgütleyenlerin örgütlenmesi” meselesi, düşman
arazisinde ilerlemenin, mevzilenmenin imkânlarına dairdir. Bugüne dek yapılan
devrimlerle kurulan ilişkide oluşan bir eğilim de bu devrimlerin belirli özel
bireylerin gene özel başarıları olarak görülmesidir. Dolayısıyla burada, sırda,
kitleler ısrarla birey-özneye çağrılmaktadırlar. Devrim imkânları da, buradan,
belirli özel bireylerin iki dudağına, nöronlarına, adımlarına bağlanmaktadır.
Gezi ile birlikte böylesi sahte tanrıların sayısında görünür bir artış olmuştur,
ancak bu, illüzyondan ibarettir.
Haziran Kıyamı, doğası gereği, Müslüman’ın ve Kürd’ün
kolektif öfkesine ve yürüyüşüne açıktır, ama Gezi, tam da bu bireylerin
tahakkümü altında olduğundan, onların kum havuzlarında boğulmuştur.
Bireyin mevcudiyetine insan örgütlenmesinden değil,
örgütlü politik mücadelenin devrimci ve politik olası tüm dinamikleri
örgütlemesi ve kendisini ona örgütlemesinden söz edilmelidir. Bu açıdan Haziran
Kıyamı’na örgütlenmenin mümkün olmadığı görülmelidir. Bunun önemli bir
göstergesi, sol yapıların bir yıldır herhangi bir konferans, kongre vs.
toplamamış olması, süreci analiz etmemesi, sürecin öne çıkardığı dinamikleri
görmemesi, o dinamiklere göre kendisini yıkıp kurmamış olmasıdır. (Örneğin
Taksim’de tinercilerle dost olurken, onlara yer açanlar, iki gün sonra onları
tekme tokat kovmuşlardır.) Yıkım kıyamın; kuruluş devrimin emridir.
“Dolayısıyla yıkmıyor, kurucu pratik sergiliyor” diye
bir özneyi eleştirmek doğru değildir. Devrimle isyanı karşı karşıya getirenler,
isyandaki otoritesizliği ve hiyerarşisizliği sevmektedirler. Buradan da kurucu
pratikteki yıkıcılığı asla anlamamaktadırlar, yıkıcı pratikteki kuruluşu da
anlamadığı gibi. Onlar, hep mutlak öz ve neden olduklarından, her şeyi biçim ve
sonuç olarak göreceklerdir. Bir devrim olsa, onun devrim olma ehliyeti de o
bireylerden alınacak, tasdik mührünü gene onlar vuracaklardır. Geçmiş
devrimlerle ilgili değerlendirmelerde de bu yaklaşım hâkimdir.
Tarihsel kişilikler, birey ölçütüne göre anlam ve
değer kazanıyorlar. Bugün müstear isimle yazı yazana, “sen devletten
korkuyorsun, o nedenle müstear isim kullanıyorsun” diyen kafa, Lenin, Stalin ve
Troçki’nin de birer müstear isim olduğunu gayet iyi bilmektedir. Bu isimler de
korktukları için müstear (takma) isim kullanmışlardır, onlara göre. Dolayısıyla
ilgili isimlerin ait oldukları tarihsel-toplumsal gerçeklik ve teorik bağlam
önemsizleşmektedir. Buradan da bu tip tarihsel kişiliklerin temsil ettikleri iç
kavga ve tartışma öldürülmekte, bugüne biat etmiş veya etmek isteyen bireylere
yer açılmaktadır. Yer açma işlemi, ilgili tarihsel kişiliklere öykünerek onları
tanrısallaştırıp göğe çıkartarak da olabilir, yerin dibine gömerek de. İlgili
isimler, belirli bir kolektif bağlam ve süreklilik içinde okunmamakta, bireysel
bir başarı hikâyesi olarak önemsenmektedir. Bireysel zaafların mesele edilmesi,
üstünlüklerin altının çizilmesi, kendini satma biçimidir. Demek ki Marx ve
diğer isimler de bu bireyin giydiği gömlekten başka bir şey değildir.
Bugün hemen sonuca giden, şipşak çözümler devridir.
Melih Gökçek kafasıyla, projeler üretmek lâzımdır. Facebook ve Twitter’da
yakışıklı, afili cümlelerle teori ve ideoloji kurgulanmaktadır. Devir, başarı
ve sonuç devridir. Bu da kendisini öz ve neden olarak görenlerin niceliksel
planda artmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu artışın kitleselleşme olarak görülmesi
doğru değildir.
Örgütlenen bir kişi, dinî, millî, sınıfî ilişkilerini
örgütün eşiğinde bırakıyorsa, o örgüt ne örgütlenmeyi biliyordur ne de
örgütlemeyi. Başarıcılığın hâkim olduğu dönemde, belirli bir bağlam ve
süreklilik (fikr-i takib) dâhilinde düşünmek de imkânsızlaşmaktadır. Her şey
bireye, bireyin nasıl göründüğüne kilitlenince, dil ve zihin de ona göre
biçimlenmektedir. Buradan da korktukları için müstear isimler kullanan
kişilerin ait olduğu teorik bağlam da önemsizleşmektedir. Adsız adressiz,
başı-sonu olmayan, kolektif bir kavgaya ait olmak, bu saldırıyla öldürülmek
istenmektedir. Herkes bir ad, bir adres sahibi olma, rekabet piyasasında başı
ve sonu tayin etme derdindedir. Satılan budur.
Gezi sürecinin yarattığı öfori, tehlikelidir. Daha
derine nüfuz etmenin, kitlelerle daha kalıcı ve yerleşik ilişkiler kurmanın,
örgütsel kurguların yıkılıp mücadelenin önemli bir bileşeni olan kitlelerle
birlikte yeniden tanımlanması gerektiğinin anlaşılması zaruridir.
Diyelim, bir dönemde gençlik hareketi başat hâle
geldi, örgüt o gençlik hareketinin mevzilerine örgütlenmeli, önderlerini şef
kılmalı, onlarla birlikte, başka alanlarla bağlar kurabilmelidir. Bunun için,
Haziran Kıyamı’nın sırda fısıldadığı, “mülkiyete ve rekabete göre kurulmuş
olmaktan kurtul” emrine tabi olmayı bilmelidir.
Ölenler dövüşerek ölmüşlerdir, önden ve önce
gitmişlerdir, dolayısıyla önder ve öncü olanlar, onlardır. Ölmemek için onların
önder ve öncü oluşlarını karikatürleştirmek, vitrin malzemesine dönüştürmek,
yarıştırmak, mülk edinmek, nafiledir. Daha güçlü dövüşmek için bu önderlik ve
öncülük, gereğini yapabilmelidir. Tarihsel kişiliklerde somutlanan bu önderlik
ve öncülük, başkaları onlara ait olabiliyorsa, anlamlıdır.
Bireyi devrime ve sosyalizme ikna etmeye çalışmanın
vakti geçmiştir. Kitleye bireye yaklaşır gibi yaklaşmanın anlamı kalmamıştır.
Dövüşerek ölenler, bireyler değil, adsız-adressiz, başı-sonu olmayan kavganın
kolektif neferleridir. Onlar ölüyor, örgütler hayatta kalmak için
çırpınıyorlarsa; yeni, fason örgütçükler pıtrak gibi çoğalıyorsa, yenilmişiz
demektir.
Vurunca ses gelir, o sesi laboratuvar ortamında simule
ettiğimizde, tekrar ürettiğimizde, vurma eyleminin gerçekleşeceğini düşünmek,
anlamsızdır. Ses gelmemesinin nedeni olarak devleti veya tanrıyı görmekse, bu
yanılsamaya tutsak olmuş öznenin burjuvalığındandır.
Eren Balkır
13 Mayıs 2014
0 Yorum:
Yorum Gönder