Genel olarak sol; hukuk, özgürlük, saygı ve kabul
üzerinden ilerler. İlerlemecidir. Kendi varlığını bu kavramlar üzerinden kurar.
Özgürlükçü olması, onun eşitlikçi talepleri dillendirmesini beraberinde
getirmektedir. Ancak buradaki eşitlikçi söylemler, özgürlüğün verili nesnel
sınırlarına tâbidirler. Bütün nesnelerin düzlendiği bir gerçekte özgürlükçüler,
kendi özlerini öne çıkartma imkânını daha rahat bulabileceklerdir.
Sol, nesnelerle eşitlenmek için kendi özgürlüğünü
diğer insanların karşısına çıkartanların ortak vatanıdır. Bu anlamda sol,
nesnelerle eşitlenme meselesini özgürlük dolayımıyla insanlara kabul ettirmek
isteyenlere gerekli silâhları veren bir mühimmat deposudur. Bu noktada sol,
kendi çeperi içinde topladığı insanlara diğer insanları nesneleştirmeye ilişkin
teorik zemini verir.
“Tüm kadınlar aynı” sözünü eden bir kişi, kadını
nesneleştirmek için eşitlemektedir. Özgül olanın kendisine verdiği ya da
verebileceği zararı en aza indirmek için onu bir tümellik içinde eritir. Tekil
bir kadınla yaşadıklarının sonucunda oluşan acıyı hafifletmek için tekil kadın
bütünlenip kapatılarak geçmişe hapsedilir. O, artık bugünde değil, geçmiştedir
ve ancak nostaljiyle hayat bulur.
Sağ ise öznelerle özgürleşmek için kendi
eşitliğini diğer insanlara kabul ettirmek isteyenlerin ortak vatanıdır.
“Devrimi yapacak kadro sensin” diye “kandırılan”
bir insan, özneleştirilmek için özgürleştirilmiştir. Bu sözü eden, nesnel
olanın kendisine verdiği ya da verebileceği zararı en aza indirmek için insanı
belli bir tekillik içinde biricikleştirir. Onu bağlamından kopartır. “İnsanlık”
ve “toplum” gibi tümellerle yaşadığı acıyı hafifletmek için kadro olacak kişi
bir ve bölünmez bir bütünlüğün içine hapsedilir. O artık bugünde değil,
gelecektedir. Ancak ütopyalarla hayat bulur.
Sol nesne, sağ özne olmak isteyenlerin zeminidir.
Geçmişe hapsedilmek istenen nesneleştirilir,
geleceğe hapsedilmek istenen özneleştirilir.
Eşitleyenler kendi biricikliklerini,
özgüllüklerini ve nesnel özgürlük hâllerini; özgürleştirenler, kendi
nesnelliklerini, genel oluşla kurdukları aidiyet ilişkilerini ve öznel
eşitliklerini düşünüyorlardır. Kimse babasının hayrına bir iş yapmaz!
Bu söylenenler siyasetin diline çevrildiğinde şu
tespit yapılabilir: sol içinde kalıp, “nesnenin öznelliği” meselesini
tartışanlar sağcılaşma eğilimindedirler. Sağ içinde kalıp “öznenin
nesnelliği”ni tartışanlar ise solculaşmaktadırlar. Örneğin “işçi sınıfı”
meselesinde sol siyaset, onu nesne ya da özne olarak okuma konusunda ikiye
bölünmüştür. Nesne görenler, bu nesnelliğin özneliğini öne çıkartmak istediği
noktada sağa; özne görenler, bu özneliğin nesnelliğini öne çıkartmak istediği
noktada sola kapılanmışlardır. “Proletarya öncü politik güçtür” ve “proletarya
ideolojik öncüdür”, iki ayrı söylem olarak, sol tarihi biçimlendirmiştir. Ama her
iki kanalın ortaklaştığı düzlem, gene kendisini proletaryanın ve proleter
olanın dışında tanımlayanların varoluş alanıdır. Örneğin TKP, somut proletere,
bordrosunda işçi yazan adama; Dev-Yol, insanların proleter niteliğine
bakmıştır. Ancak zamanla ne somut, ne de soyut proleter için bir şey
yapılmıştır. Her iki kesimin kaymak tabakası ÖDP’yi var etmiştir.
İşçi üretim sürecine aittir ve onun disiplinine
göre biçimlenir. Üretim hiyerarşiye sebep olur. Bu, mal üretiminin doğasının
bir sonucudur. Ancak fiiliyatta üretimdeki doğal hiyerarşi ile hiyerarşik bir
örgütlenme olan devlet ve hatta örgütün bizzat kendisine karşı gelişen zulüm
edebiyatı, yani hiyerarşi karşıtlığı, işçilere de öğütlenir. Sömürülene
mazlumların, Kürt ve Alevî gibi mazlumlara sömürülenin dili öğretilir.
Fabrikadaki işçi özgürleştirilir, dağdaki Kürt Türk’le eşitlenir. Dünya
genelinde ise bunun karşılığı Troçki ve Mao’dur. Troçki her mazlumu sömürü, Mao
ise her sömürüleni zulüm süzgecinden geçirir. Sovyetlerin varlığı bu iki hattın
arasındaki gerilimle birlikte son bulmuştur. Arada varsayılan “denge” bozulmuş,
troçkistler ve maoistler ya soyut bir dünyacılığa ya da soyut bir yerelciliğe
kendilerini bağlamışlardır.
Denge kurgusu öznelci bir kurgudur. O, öznenin
gerçekle ilişkisinde bir tür huzur ve rahatlık alanı olarak resmedilir. Bu
noktada gerçeklik ve özne dengededir, yani eşittir. Özne, maddenin seyrini
madde olmama bilinci ile değiştirebileceğini, istediği zaman pat durumuna
getirebileceğini zanneder. Bu zan düşüncenin bedene oynadığı bir oyun, bedenin
maddeden uzaklaşmak için bir süre haz aldığı illüzyon (gözbağcılık)
gösterisidir. Bu simbiyotik ilişkide düşünce ve beden aslolarak bu oyunu
birbirlerine oynamaktadır. Böylesi bir oyuna, zanna, illüzyona, yani denge
anlayışına tav olan yaklaşım sömürülene de, mazluma da aynı pencereden bakar.
Sömürülen düşüncesini, mazlum bedenini kesip atar.
Sol, sömürülene mazlum, mazluma sömürülen muamelesi yaparak kendi dengesini
sabitlemeye ve bu denge noktasını zamanda askıya almaya çalışmaktadır. Sömürülenin
bedeniyle, mazlumun kafasıyla ortaya koyacağı mücadele her hâlükârda bu dengeyi
bozacağından, terazinin kefelerinin dengelenmesi için hassas ölçümler yapılması
zorunludur. Solun orta sınıf niteliği terazinin şirazesini kontrol eden
bakkalın gözüne tâbidir. Bu bakkal sürümden kazandığı dönemde farklı bir tavır
sergileyecek, stokçuluk yaptığında ise siyasî yaklaşımı farklı olacaktır.
Sovyetler’de zulüm görenler (örneğin Yahudiler)
iktidara (devlete) taşınmış, sömürülenler ise demokrasinin ana direği yapılmışlardır.
Bu yarılma ne ideolojik, ne de maddî saldırılara göğüs gerebilmiştir. Kafa bir
başka yöne, beden bir başka yöne ayrışmıştır. Dengeci siyaset, proletaryanın
kafası ile bedeninin çelik iradesi olduğunu düşünen Stalin dönemi kısmen
kenarda tutulursa, Sovyet tarihine hükmetmiştir. Bu siyaset, düşmanların
manevralarını da aynı mantık içinde anlamaya başlamış, onun güç kaynaklarının
taklidini yaparak gerçeğe yenilmiştir.
Eşitlik-özgürlük, meta-para, ahlâk-hukuk, sağ-sol
gibi ikilikler ancak fiilî, maddî ilişkiler içinde, bugünde kalarak
anlaşılabilir. Verili maddî gerçekte, bugünün devrimciliğinde bu ikilikler
mevcut değildir. Bu ikilikler verili durum, bugün, zamanda mutlaklaştırılmak ve
sabitlenmek için askıya alınıp ihtiyaçlara binaen geçmişe ve geleceğe dönük
atılan en ufak adımda açığa çıkar, kendini ele verir ve sanki sorunun bu
ikiliklerin bir tarafına abanmak gerektiğine dair bir hissin ve düşüncenin
oluşmasına sebep olur.
Birey, örgüt, her türlü “özne”, içinde bulunduğu,
hatta bizzat kendi varlığı ile kurduğunu düşündüğü ânı (bugünü) dondurduğunda
hareketin iki yönü olarak “geçmiş ve gelecek” önemli hâle gelecektir. Bu
noktada eşitlikçilerin zorunlu tercihi geçmiş, özgürlükçülerinki ise
gelecektir. Birinciler mutlak bir bütünlüğe biat edecekler; ikinciler göreceli,
kendinden menkul, biricik olan bir parçaya kendilerini kapatacaklardır.
Nâzım’ın dediği gibi “en tehlikeli hapishane yürekteki hücredir.” (F Tipleri bu
yönüyle içeriye değil, dışarıya dönük bir saldırıdır. Sol tüm bileşenlerince küçük,
parçalı, dağınık hücrelere sıkıştırılmak istenmiştir. Onun saldırıya topyekûn
bir cevap üretememesi sebebiyle sonuç oldukça vahim olmuştur.)
Solun en genel hatası, yukarıda bahsi geçen
ikiliklerin altında yaşanan somut gerilim, çelişki ve çatışmalara öznelci ve
nesnelci yaklaşmasıdır. Ya öznelliği adına onları ya da onların nesnelliği
adına kendi öznelliğini harcamaktadır. İkilikler arasında tercih yapacak kadar
özgür ve sözkonusu ikilikler arasında tercih yapabildiğini düşündüğü güçlerle
kendisini eşit zannettiği için böylesi bir yönelime zorunlu olarak girer.
Onları koşullayan maddî gerçekliği anlamaz. İkiliklerin ancak kendi zihnî ve
bedensel müdahalesiyle çözülebileceğini düşünür. Bu yanılsama, ikiliklerle
kurulan ilişkinin sebep olduğu bir yanılsamadır.
Sol sözde materyalisttir, ancak maddenin bilincini
madde olmanın bilinciyle kaynaştırmaz. Biyoloji yasalarını bilir, ama
kendisinin biyolojiye tâbi olduğunu unutur. Fiziği bilir, ama fizik yasalarının
üzerinde zanneder kendisini. Uçtuğunda ya da yüzdüğünde o yasalara kendisinin
hükmettiğini düşünür. Oysa o hâlâ sözkonusu yasalara tâbidir.
Örneğin bir zaman SİP’in, şimdilerde ÖDP’nin
“eşitlik-özgürlük” kurgusu baştan bir yalan üzerine kurgulanmıştır. İki olgu
tarihsel olarak karşıttır, sahip olduğu nesnellik uyarınca bu karşıtlık ancak
nesnellik tarafından çözümlenebilir. “Bu karşıtlığı ben çözdüm, onun yüzünden
acı çekmek istemiyorsanız benim gibi olun, bana katılın” demek yalandır. Oysa
söylenen budur. Bu, bir zamanların “Sivas’a deniz getireceğim” vaadi kadar
boştur.
Eşitlik ve özgürlük vaatleri ayrı ayrı ya da bütün
olarak tarafların sınıfsal politik sahiplerine hizmet eder. Özgür olmak
isteyenler örgütlenirler, ama örgüt üretime geçtiği noktada hiyerarşize olacak
ve özgürlüğün baki olduğunu zannedenler ayrışacaklardır. Aynı şey, eşitlikçi
söylem ve pratik için de geçerlidir. Buradaki kritik halka eşitlikçi ve/ya
özgürlükçü olmak değil, eşitleyici ve özgürleştirici olan nesnel pratiklerin
içinde, onların kaynaştığı kavşakta olup iş yapabilmektir.
Üç dinin kimi önemli isimleri özgürlük meselesini
tartışırken genel olarak şunu söylerler: “Nerede tanrı varsa orada özgürlük
vardır” (Aziz Paul). Engels de “özgürlük zorunluluğun bilincidir” sözüyle bu
alana ek yapar: Tanrı, nesnel zorunluluğun özbilincidir.
Sol, 1789’un kazanımlarının sonuna kadar
götürülmesini önerenlerin meclisteki oturum konumuna göre aldığı isimdir. Sağ,
devrimin kazanımlarını yeterli bulup onu verili yapının zarar görmeyeceği bir
yerde tutmak isteyenlerdir. Bu anlamda sol için özne halk, nesne Fransa iken,
sağ için özne Fransa, nesne halktır. Bir sağcıya göre Fransa olmazsa özgürlük
olmaz. Bir solcuya göre “birey-insan” olmazsa eşitlik ve her türlü eşitlik
düzlemi anlamsızlaşır. Biri için önsel olan, diğeri için sonsaldır.
Makine kıran işçiler, sonradan o makinelerin çok
hayrını görmüş kişilerce vandallık, barbarlık statüsünde değerlendirilmişse de,
onlar esasında özgürlükçüdürler ve nesnelerle kurdukları eşitlik ilişkisine
tâbi olarak yaşamayı sürdürmek istemektedirler. Makinenin fabrikaya girişi iş
sürecini parçalar, hiyerarşize eder, ast-üst ilişkisine dayalı olarak işçilerin
sosyal ilişkilerini böler. Bu kimilerinin “özne” olmalarını, en azından
başkalarınca “özne” olarak işaretlenmelerini beraberinde getirecektir.
Üretimin emek zemininde olanların, emekçilerin,
tarih boyunca somutladıkları isyanlar, geleceğe dönük bir talep için değil,
geçmişten isyan ânına dek gelen nesnelerle ilişki biçiminin sürmesi içindir.
Anadolu halk isyanları da bu minvalde okunabilir. Büyük bölümünün sonlara doğru
iktidarla uzlaşma yoluna gitmesi birçok solcu tarihçiyi şaşırtmaktadır. Oysa
bir kopuşla sonuçlanmadığı ölçüde tüm isyanlar, aynı zamanda halk iradelerinin
iktidarla yaptığı bir tür pazarlık kavgasıdır.
Bu yönüyle İdris Küçükömer’in tarih okuması “yerindedir”:
“solun zemini sağcı, sağın zemini solcudur.” Ancak Küçükömer de ilerlemecilik
hastalığından mustariptir. O hem Batılı kavram ve değerleri reddedermiş gibi
görünmekte, hem de onların üzerinden teorik bina kurmaktadır. Onun devlet ve
demokrasi karşıtlığında tarafı bellidir ve asla Marx ve Lenin gibi her ikisine
mesafe alamaz. Onun ve her tür demokrasicinin misyonu, ilerlemek isteyen
devletin demokrasi içinde alan tutma kavgasında ona yardımcı olmak, daha
doğrusu, (batılı) devletin ajanlığını, taşeronluğunu yapmaktır. Son
zamanlarında ülkedeki sivil toplumcu, II. Cumhuriyetçi eğilimlere hizmet etmesi
tesadüf değildir. Küçükömer yerelleşme vurgusu yapar, ama bu vurgu, batının
yerele ilişkin fikriyyatına yaslanır. Batı, örneğin Türkiye gibi bir yerelliği
kapalı bir bütünlük olarak analiz edemez. O, batı için kendi egemen dünyasına
tâbi olması gereken küçük bir parçadır. Küçükömer, İslamî ve Türkçü kesimler
içinde liberalist bir hat çizmesi için sola akıl vermektedir. Bu akıl ise tümüyle
batılıdır.
Küçükömer’deki hata, ast-üst gerilimini
hafifletmek ve zararlarını en aza indirmek için yatay ilişkileri düzene sokma
niyeti taşımasıdır. Ucuz bir devlet karşıtlığı, onu mikro-devletlû alanları
vurgulamaya itmiştir. Liberallerin en genel derdi budur.
Sol, bugün dolaylı ya da dolaysız olarak, şu
tespite kanidir: devlet Türk ve Müslüman’dır. Bu nedenle devleti yıkmak için
Türk ve Müslüman olana saldırmak gerekir. Bu anlayış, devletin Türk ve Müslüman
ol(a)madığını görmez. Bu imkânsızlık sebebiyle Türk ve Müslüman kitlelerin
devletin sömürü ve zulme dayalı siyasetine maruz kaldığını anlamaz. Bunu
anlamamakla söz konusu kitleleri devletin karşısında devrimci bir güç olarak
örgütlemeye fırsat bulamaz. Sol, Yahudi-Mason grupların batıya göbekten bağlı
ilişkiler ağıyla örülmüş bir devletin Türk ve Müslüman olamayacağını hiçbir
zaman anlamamıştır.
Bugün Yalçın Küçük’ten başlayarak Türklük ve
İslam’ın çetin coğrafyasına girip kalem oynatanlar da aynı yanlışa ortak
olmaktadırlar. Küçükömer gibiler toplumsal olana ayağını basıp demokrasicilik
yaparlarken, Küçük gibiler tarihsel olana ayağını basıp devletçilik
yapmaktadırlar. Bu isimler de batılı demokrasinin devlet içi ajanlığını
yapmaktadırlar. Her iki kesimin de Türk-Müslüman kitlelere samimi ve gerçek gelmemesi
komünist devrimciler için bir ölçü olmalıdır.
Küçükömer ve Küçük, ast-üst ilişkisini bir anlamda
baki kılmak adına aralarındaki gerilimi hafifletmenin ve zararlı sonuçlarını
azaltmanın yollarını arar. Birinin “ileri” dediğine diğeri “geri” der. Oysa
alta ve üste doğru yaşanan çift başlı harekete, altla üst arasındaki gerilimin
sebep olduğu bir başka hareket eşlik eder. İleri-geri ya da sol-sağ olarak
isimlendirilen bu hareketin mensupları belli durum ve dönemlerde ana ve
babalarını unuturlar. Altüst arasındaki gerilimin somut sonucu olduklarını
akıllarından çıkartıp, sanki tüm meselelerin sağ ile sol arasında yapılacak
akıllı bir tercihe baktığını söylerler. Bu anlamda alt-üst arasındaki gerilim,
çelişki ve çatışmaların en iyi okunacağı alan orta sınıflardır. Orta sınıflar,
en iyi alt-üstlerin yaşandığı momentlerde tanınırlar.
Belli durum ve dönemlerde sınıfsal, zorunlu
“tercih”leri uyarınca orta sınıflar, üstteki burjuvazinin aklı/proletaryanın
gövdesi, kimi zaman da proletaryanın aklı/burjuvazinin gövdesi oluverirler.
Gerilim, çelişki ve çatışmanın yakıcı sonuçlarından kaçınmanın en iyi yolu,
kafa ve bedeni ayrı kozmoslara bölmektir.
İslamî anlamda zekât, servetin ve paranın
yoğunlaşması sonucu onun akışını rahatlatmak için farz kılınan bir yöntemdir.
Bu açıdan zekât kan vermek gibidir.
Alt-üst arasındaki gerilimin çelişki ve çatışma
aşamalarında elbette ki belli miktar kan ve ter dökülecektir. Bunun hesabını
yapanlar, aklını ya da bedenini bir meta ya da sermaye olarak görenlerdir. Bu
noktada hiç de hoşlanmadan yaptığı şu tespitinde Küçük haklıdır: “yankesicilik,
gasp gibi olaylar fakirlerin kendi zekâtını almasıdır.”
İleri-geri, sağ-sol ayrımlarını öznel müdahaleye
ve öznel pratiğe tâbi kılan küçük burjuvazi, yaptığı bu lafzî ayrımla, kendi
bedeni zarar gördüğünde aklını, aklı zarar gördüğünde bedenini muhafaza etmenin
imkânını bulur. Küçük burjuvazinin mantığı “hem o, hem o”dur. Bir ayağı
minderin içinde, diğeri dışarıdadır. Bedeni zarar gördüğünde aklını kullanıp
doktora, aklı zarar gördüğünde ise bedenini kullanıp psikiyatriste gidecek, bu
meziyetini de “kutsal yaşam” adına meşrulaştıracaktır. Küçük burjuva, ancak
teorik bir işlemle yapılabilen madde-ruh ayrımını pratik maddî ilişkilerde de
uygulamakta mahirdir.
Orta sınıfların bugünkü siyasal dağılımı bu
anlamda iki başlıklıdır: burjuvazinin aklı, proletaryanın bedeni olanlar İP,
SİP gibi adlar; proletaryanın aklı burjuvazinin bedeni olanlar ise özellikle
radikal devrimci ekipler altında toplanmıştır.
İlk yönelim eşitlikçilik, ikincisi özgürlükçülük yalanı
arkasına saklanır. Birinciler maddeden ayırdıkları parçalanmış ruhlarını
bütünlüklü maddeye, ikinciler parçalanmış maddîliklerini bütünlüklü ruha tâbi
kılmak niyetindedirler. Orta sınıf siyaseti bu yönüyle orta yolu bulmaya muhtaç
olanlara hizmet eder. Eşitlikçiliğin “özne”leştirdikleri, özgürlükçülerin
nesneleşen kesimleri ile uzlaştırılır.
Ara bir not olarak şu söylenebilir: bugünün
marksist devrimci siyaseti orta sınıf siyasetine ve onun hükmü altındaki sola
dönük düşmanlıkla var olabilir. Düşman edebiyatı yaparak değil, belli bir
kavganın, mücadelenin ve savaşın ortak bilinç ve eyleminde hareket edilmelidir.
Devrimci dönüştürücülük geleceğin saflaşmalarına katkı sunacaktır. Bu
anlamda sağ-sol ayrımına bağlı kalmaksızın, orta sınıf siyasetin eşitlikçilik
bayrağı altında “özne”leştirdiklerine karşı nesneleştirdiklerini, özgürlükçülük
bayrağı altında nesneleştirdiklerine karşı özneleştirdiklerini kolektivize eden
bir teorik ve politik faaliyet içine girilmelidir. Burada oluşacak diyalektik
birlik, sol içindeki “devrim”in adı, daha doğrusu, gelecekte yaşanacak maddî
politik devrimin sol içinde bugündeki izi olacaktır.
Alt ile üst arasındaki sıkışmanın sancılarını,
zararlarını azaltmak için özellikle orta sınıflar sağa sola kaçışmaktadırlar.
Tersten şu söylenebilir: orta sınıfların maddî oluşum koşulu, bu gerilimin
tampon bölgesi olmaktır. Bu anlamda sol içi komünist devrimci mücadele, orta
sınıflara elde kılıç savaşmanın adıdır. Çünkü sol, en azından bugün itibariyle,
orta sınıfların önemli bölümünün ortak ideolojik kozası olmuştur. Maddenin
diyalektiği gereği solla savaşan sağla da savaşmalıdır. Sol içinde bir yaşam
alanı bulup işi gücü sağla savaşmak olan kesimlerin bir arpa boyu yol
alamamalarının nedeni, kendilerini de mücadelenin hedefi hâline getirememeleridir.
(Tersten ve dışarıdan, belki de tam da terste ve dışarıda olması sebebiyle,
bunu başarmış en güzel örnek PKK’dir.)
Sol içi tartışmalar genelde TV’de yayınlanan boya
reklâmında görüldüğü üzere biçimlenmektedir. Boya piyasası içinde olabilmek için
söylenmektedir o sözler. “En iyi kırmızı bende” ya da “tüm renklerin en
canlısını ben ürettim”den başka söylenen bir şey yoktur. Boş koltuklar aranıp
bulunmakta, yoksa imal edilmektedir. Oysa bu sözler, renk körü olmuş ya da
açlık ve zulümden renklerle uğraşacak zamanı olmayanlara hiçbir şey ifade
etmemektedir. Hele evi olmayanlara hiç!
Piyasadaki üç aylık dergi reyonları benzer
tartışmalarla yüklüdür. Hepsi de Sovyetler, Çin, Tiran ya da Havana gibi
güvendikleri dağlara kar yağdığı için “ah vah” ediyorlar. Bu “ah vah”ın
sonucunda bir tür hiddet ve teslimiyetle belli alanlara yöneliyorlar.
Tartışmaları pazarlığın bir aracı kılanlar gereken yerlere vuramıyorlar.
Y. Küçük’ün Caligula
kitabındaki psikolojik çözümlemeleri paralel bir bağlam dâhilinde değerlendirilirse,
bu dergi şeflerinin de birer “caligula” olduğu görülür. Küçük onu, başkalarının
tarifiyle şu şekilde betimler: “küstah ve köle.” “Küstah”, Farsçada “ölçüsüz”
demektir. Güvendikleri dağların ölçüsü kalmayınca şarampolden yuvarlanan bu
isimler küstahlaşmış, yukarıya, arşa teorik anlamda çıkmanın bir bedeli olarak
pratikte aşağının kimi güçlerinin kölesi olmuşlardır.
İki yüz yıl öncesinin ideolojik ve politik
tahayyülleri açısından eşitlik ve özgürlük sloganları, mülkiyet ve rekabetle
ilişkilidir. İlerlemeyi mülk sahipliğinin ve üretimin mi, yoksa rekabetin ve
tüketimin mi sağlayacağı sorusuna verilen cevaba göre bu iki slogan öne
çıkartılmıştır. Oysa ilerleme, bir maddî ilişkinin tahakküm iradesiyle ilgili
bir meseledir. Mülkiyetçiler bu anlamda bedenen kurulan maddî ilişkilerin tahakkümüne,
rekabetçiler fikren kurulan maddî ilişkilerin tahakkümüne hizmet ederler.
Ekonominin iki alanı olan üretim ve tüketim, bu
ayrımda tarafların niyetlerine göre öne çıkartılır. Örneğin sınıf olgusunu
üretime göre tasnif edenlere karşı seksenlerle birlikte onu tüketime göre tarif
edenler çıkmıştır. Eşitlikçiler üretime, özgürlükçüler tüketime bakarlar. Bir
ülkede üretim imkânları azalmışsa, üretimin zorunlu sonucu olan hiyerarşi ve
işbölümünün de anlamsızlaşması sebebiyle, orada devletin fiilî varlık gerekçesi
de silinir. Bu durumda tüketime, rekabete ve özgürlüğe düşkün olan, bu anlamda
hiyerarşiye karşı tavır geliştiren kesimlerin esamisi daha fazla okunur hâle
gelir. Tersi de geçerlidir.
Üretimin azalmasına koşut olarak tüketimdeki
azalma rekabetçi eğilimlerin kuyruğunu daha fazla acıtır. Bu noktada rekabet
için önsel olarak metaa ihtiyaç vardır, bu demektir ki özgürlükçüler, mülk
sahiplerinin politik çığlığını atarlar. Ne için özgürlük isteniyorsa onun
satılabilmesi için uygun zeminin oluşturulması talep ediliyordur. (Kadına,
düşünceye özgürlük vb.)
Kafanın ya da bedenin rahat ve huzuru için maddeye
tahakkümcü yaklaşmanın adı olan ilerlemecilik, eşitlik ve özgürlük şiarlarının
ortak zeminidir. Her dönem ilerlemecilik geçmişin ilerlemiş, yani belli maddî
ilişkilere tahakküm kurma noktasında kısmen başarılı olmuş güçlerin ortak
tarihine eklemlenir ve onun diliyle konuşur. Aynı şekilde geleceğe “başarılı”
ve güçlü bir kol çıkartmış toplumsal ilişkilerin hâkim öznelerinin dili de bu
noktada kendini hissettirir. Bu bağlamda örneğin “eşitlikçilik” sloganı
geçmişte üretim, mülkiyet ve ahlâk noktasında kendi dışını hükmü altına almış
olan kimi güçlerin tecrübesini taklit ediyor demektir. Aynı durum
özgürlükçülerin tüketim, rekabet, para ve hukukla kurdukları ilişki için de
geçerlidir.
“Taklit” Arapçada “yular geçirmek” kök sözcüğünden
türer ve bu anlamda başkasının tabiyetine girmek anlamını ihtiva eder. Sol
içinde ideolojik, politik ve teorik anlamda boyna geçirilen yuların iki adı
vardır: din ve bilim. Din ve bilim arasında batıda yaşandığı varsayılan
özgürleşme ve eşitlenme mücadelesinin kimi sonuçları sol tarafından farklı
biçimlerde içselleştirilmiştir. Teknik ve bilimin Hristiyanlık'tan özgürleşmesi
sözkonusu ise tersi de doğrudur: din de yeryüzünün sorumluluklarından
kurtulmuştur. Artık Eden Bahçesi’ni yeryüzünde kurmak isteyen ve dine ağır
gelen gelenek dışarı atılabilir.
Din ve bilim arasındaki gerilim, felsefe ve
politika düzleminde somut sonuçlar vermiştir. Solun teorik zemini bu açıdan
felsefî politika ve politik felsefe arasında salınır. Bilimden bahseden de en
fazla bilim felsefesi yapmaktadır.
Eşitlikçilerin ayakları dinde, özgürlükçülerinki
ise bilimdedir. Bilimin dinden özgürleşmiş olduğuna dair hikâyeler bilimi
özgürlüğün bayrağı yapar. Özgürlüğün teorik zemini bilim olunca teori hukukî
diline kavuşmuş olur. Tüm bilgi nesneleri, aralarındaki sınır çizgilerinin
mutlak kabul edilmesi suretiyle ayrıştırılır, her şeyin bir yeri vardır. İç
hukuk anlamında ahlâk teori düzleminde, kafada, yerini bilimle sağlamlaştırır.
Dış ahlâk anlamında hukuk (şeriat), pratik düzleminde, bedende ve bedensel
ilişkilerde, yerini dinle pekiştirir. Özgürlükçü solun teoride, kafada, yani
içte kurduğu ahlâkî düzlemin dışa yansıması, bedensel ilişkilere dönük
karşılığını doğal olarak üretmek zorundadır. Bu anlamda özgürlükçüler, batının
içte tuttuğunu dışta kurar, dışta kurduğunu içte tutarlar.
Sol, batı taklidiyle, batının hukukî, dış ahlâkî
zeminde kurduğu bilimi ile iç dünyasını; batının ahlâkî, iç hukukî zeminde
kurduğu dini ile dış dünyasını kurar. Solun her yönden Yahudi-Hristiyan
cereyana maruz kalıp hastalanmasının sebepleri burada aranmalıdır. Sol, iç
dünyasının kurgusunu batının dışta tuttukları ile dış dünya kurgusunu ise
batının içte kurdukları ile oluşturur.
Sol, hâlâ Yahudî ve Mason olan bileşenlerinin
bugün nasıl sağcılaşıp AB ve ABD’ye hizmet edebildiğini anlayamamakta, buna
bağlı olarak, onların kendisine çaldığı renkten kurtulamamaktadır. Onlar hem solcu,
hem sağcı olmuş, “bu ülkeye komünizm lâzımsa onu da biz getiririz.”
demişlerdir.
Solun neredeyse tüm özneleri, batının yakın
dönemde geliştirdiği doğuyla ilgili yirmi ilâ elli yıllık projelerinin bir
yerlerinde olmak niyetindedirler. Gizli ya da açık bu niyetini batıya beyan
etmektedirler. 14 ve 29 Nisan mitinglerindeki ortak çığlık, “batı, yanlış
anlama, biz doğudaymış gibi görünsek de esasen batılıyız. Senin ajanlığını
yapar, Truva atın oluruz.” şeklindedir. Laiklik ve demokratlık her şeye galebe
çalmaktadır.
Marx’ın kapitalizmin insanî hata, sapma değil,
doğal maddî bir zorunluluk olduğunu teorik anlamda ortaya koyma çabası devrim,
sosyalizm ve komünizm ütopyalarının insanlardan bağımsız nesnel zorunluluklar
olduğunu tespit etme çabasına eşlik eder. İki kanaldan birine burjuvazinin
“insan” ve “birey” anlayışını bir biçimde sokan kişi, adımlarını marksizmin
dışına atmış demektir. Bu tespit, ütopya ve nostaljilerle organik ilişki içinde
olanların öznelliklerini paranteze alıp onların maddî ilişkilerinin anlaşılıp
değerlendirilmesini engellemez.
Eşitlik ve özgürlük sözcüklerini sosyalizm için
kullananlar, sosyalizmin kapitalizm öncesine ait bağlarını kesip atarlar. Çünkü
onlar için sosyalizm, tarih zincirinin kapitalizm halkasını izler ve ondan
ileridir. Buradaki ilerilik sıfatı, madde ve gerçekle kurulan ilişki tarzlarını
verili mutlak kabul eder, onlara hiç dokunmaz, sadece bedenen ya da fikren
onlara daha fazla ve daha iyi nasıl hâkim olunacağının hesabını yapar. Buradaki
nicel (daha fazla) ve nitel (daha iyi) tanımlama, eski ve yeni hâkim sınıfların
hesabına yapılıyordur. Bu nedenle, bir devrimcinin devrim sonrasına ilişkin
kurgularına tâbi olması, esasında onun burjuvaziye dolaylı olarak hizmet
ettiğini gösterir.
Eşitlikçi pratiklerin özgürleştirici, özgürlükçü
pratiklerin eşitleyici yönleri mevcuttur. Bu yanıyla eşitlikçi olup
özgürlükçüleri, özgürlükçü olup eşitlikçileri eleştirmenin bir anlamı yok.
Kütlelerin maddeyle ve gerçekle kurdukları ilişkilerin geçmişten bugüne gelen
hâllerini dönüştürmek anlamında eşitlikçilerin özgürleştirici,
özgürlükçülerin eşitleyici yönlerine bakmak gerekir. Eşitlikçilerin fiilî
eşitleyiciliği ile özgürlükçülerin fiilî özgürleştiricilikleri daima hâkim
sınıflar ile yapıların hizmetindedir.
Sol öznelerin insanları tek tek ikna etme
girişimleri akamete uğramaya mecburdur. Tek tek ikna edilen, esasında
bireylerdeki eşitlikçi ve özgürlükçü niyetlerdir. Örneğin Türkiye’de sol,
özgürlüğün ana başlığı, çatısı hâline gelmiştir. Alevî, Kürt, işçi, köylü ya da
öğrenci olan bir kimse bu niteliklerinden kurtulmak için sola iltihak
etmektedir. Yaşadığı sömürü ve zulmün ana nedeninin belli yapılar ve sınıflar
değil, Alevî, Kürt, işçi, köylü ya da öğrenci olması olduğunu düşünür, buna
bağlı olarak, söz konusu niteliklerin silindiği bir alan olan sol kendisine
cazip gelmektedir. Orada başkalarıyla eşitlenmekte, bu tabiyet içinde
özgürleşmektedir. Sol özne, belli bir durum ya da dönem dâhilinde ideolojik,
teorik ve politik üretime geçtiği noktada hiyerarşi zorunlu olarak meydana
geleceğinden, bu kişi başkalarıyla eşit olmadığını görecek, kendisine dayatılan
yasaların ve zorunlulukların gölgesinde özgür olamayacağını fark edecek, bu
nedenle örgütten ayrışacaktır. Bu yönüyle sol kendi bindiği dalı kesmekte,
kendi kuyusunu kazmaktadır.
Tek tek bireyleri ikna etme siyaseti, II. Dünya
Savaşı sonrasında Avrupa solcularının düştüğü bir gayya kuyusudur. Faşizmin
peşinde sürüklenen kütlelerin kütlesel bilinç ve eylemlerinden korkan sol, bir
daha faşizm yaşanmasın diye, birey eksenli faşizmi, yani liberalizmi
içselleştirmiştir. Savaşta kitle eksenli liberalizm, yani faşizm yenilmiş,
varlığını bir mağlubiyet psikolojisi içinde yeniden üretmiş, öte yandan, birey
eksenli faşizm kendini üretecek yeni kanallar bulmuştur. Bu kanallara göre sol
kendisini yeniden tarif etmiştir.
Avrupa sol akademyasındaki iki temel yönelim olan varoluşçuluk
ile yapısalcılık marksizmi de bu açıdan ele almıştır. Birinciler “genç”,
ikinciler “olgun Marx”ı öne çıkartmışlardır. Marx’ı ve marksizmi birey-toplum
karşıtlığı temelinde bölen sol, bireyi toplumun karşısına çıkartmanın yanlış
olduğunu, bireyin toplumsal bir varlık olarak görülmesi gerektiğini söyleyen
Marx’ı rafa kaldırmıştır. İkna çabası tam da burada gündeme gelmiştir. Birey
nesnellikle eşitlenmeye, oradan da özgürlük bilinciyle sorumluluk almaya
çağrılmıştır. Yıkık ve yorgun Fransa halkı, bireyler nezdinde, yeni ve daha
bütünlüklü bir ülkenin inşası sürecine örgütlenmiştir. Aralara serpiştirilen
sol, sosyalist ve komünist söz ve pratikler ise burjuvazinin ekmeğine yağ
sürmüştür.
Halkın kolektif olarak bilinçaltında ve bilincinde
eskinin değerleri olduğu düşüncesiyle önce halk bireylere bölünmüş, yani
bireyler halktan özgürleştirilmiş, ardından da o bireyler yeni halk kurgusuna
örgütlenmiştir.
Ters bir kanalın da olduğu söylenmelidir: halkı da
bireyden özgürleştirmek ve onu yeni birey kurgusuna örgütlemek isteyen
politik-ideolojik bir hat mevcuttur. Bu işlemde Sovyetler'in devrimci anlamda
hiçbir katkısı olmamış, aksine süreci olumlamıştır. Ve artık Sarkozy ile bu
süreç bitmiştir. (Sarkozy’nin bizdeki muadili olan Erdoğan iktidarı da
Türkiye’deki sona tekabül eder.)
Bireylerin karşısında değil, bireylerin ait olduğu
kolektif, maddî, nesnel ve yapısal ilişki kanalları mevcuttur. Devrimci
siyasetin kendisini bu kanalların arterlerinde, kavşak noktalarında tanımlaması
zorunludur. O devrimci olanı ancak orada bulabilir.
Sol, örgütlediği bireyleri öncü, militan, diri
kadrolar olarak ciddîye almakla hata etmektedir. En genel anlamda onlar, ait
olduğu kolektivitelerin düşkünleridirler. Bu insanlar, yaşadığı tüm sömürü ve
zulmün günahını kolektifine yüklemekte, bedelini ona ödetmektedir. Örgütlenmiş
olan bir Kürt esasında yaşadığı sömürü ve zulmün sebebini Kürtlük olduğunu düşünen
bir bireydir. Böylesi bir birey oluşun ve bu tarz düşünmenin imkânlarını sol
bizzat kendisi inşa eder. Birey, Kürt olmak yerine solcu, sosyalist, örgütlü
vb. olmayı tercih etmektedir. Burada tercihmiş gibi görünen şey pazarın ya da
rekabet piyasasının ihtiyacıdır ki bu ihtiyaç da iktisadî, coğrafî ve biyolojik
saikler uyarınca biçimlenmektedir.
İktisadî alanda birey, meta ve parayla kurduğu
öznel ilişkinin nesnelliğinden ya da nesnel ilişkinin öznelliğinden
rahatsızdır. Hatayı kendi öznelliğinde buluyorsa sağcılaşır, nesnellikte
buluyorsa solculaşır. Nesnelliğin ilerlemesini ister. Ancak burada ilerlemenin
genel ve özel ölçütü geçmişte ilerlemiş, tahakküm kurmuş güçlerin fiilî
ölçütüdür. Meta ise sorun, onların mallarını talep eder, para ise onların parasına
tâbi olmayı ister. ABD dolarının hâkimiyeti buradan incelenmelidir.
İkna edilmiş bireyler mutlak ideal rekabet adına
ve onun için örgütlenmiştir. Rekabete örgütlenmiş bir bireyin ise meta ve
üretimle ilişkisi olmamalıdır. Rekabet için önsel olan eşitlik, üretim,
mülkiyet ve meta için sonsaldır. Rekabet ve mülkiyet ilişkileri ile yürüyen
burjuva kapitalist sistem eşitlikçiliğe bu anlamda muhtaçtır.
Ülke için çalışmak bu ihtiyacın coğrafî düzlemde
tanımlanmasıdır. Kanla tanımlı biyolojik alanda ise bu işin kolektif olana
aksettirilmesi ve onun iktidarının potansiyel anlamda kurulması gerekir. Sol
bir yandan da bu ikincil iktidar alanlarına oynamaktadır. Her
toplumsal-tarihsel bileşenin, her kolektifin kendisi gibi bir iktidar
mücadelesi olduğunu ön varsaymaktadır. Bu varsayımdan hareketle, bireyler
nezdinde kolektiflere, kolektifler nezdinde bireylere ulaşıp içlerindeki
iktidar hırsını açığa çıkartmak istemektedirler. Bu istek, Lenin’in tabiriyle,
devletin bir başka formu olan demokrasiye, dolaylı olarak devlete hizmet
etmektedirler. Sınıfsal ve devrimci olmayanın iktidar hırsını kendi iktidar
aşkı adına istismar etmektedir. Bu istismar genel sömürü ilişkilerinin bir
uzantısıdır.
Rekabet için eşitlik önsel, özgürlük sonsaldır.
Mülkiyet için eşitlik sonsal, özgürlük önseldir. Eşitlik sömürüyle, özgürlük zulümle
bağlaşıktır. Bu anlamda eşitlikçiler rekabetin nesnelliğini ve mülkiyetin
öznelliğini; özgürlükçüler ise tersten rekabetin öznelliği ile mülkiyetin
nesnelliğini kendi şahsında bütünleyenlerdir. Rekabetin nesnelliğinden kasıt,
üretim sürecinin nesnelerle eşitlediği insanlar ve metalardır. Öznelliği ise
esnaflar, tüccarlar, tekeller ve şirketlerdir. Mülkiyetin nesnelliğinden kasıt,
tüketim sürecinin özgürleştirdiği insanlar ve metalardır. Öznelliği ise paradır.
Tüccarlarla, şirketlerle tüketim sürecinin özgürleştirdiği insanlar ve metaları
buluşturanlar hep özgürlükçü sol siyasetler olmuştur. Eşitlikçi sol siyaset ise
üretim sürecinin eşitlediği insan ve metalarla parayı buluşturanlarla
bağlantılıdır. Özgürlükçüler sömürüye, eşitlikçiler zulme kördürler.
Tüm bu söylenenler, gündelik pratiğe ilişkin iki
bağlantılı örnekle pekiştirilebilir: çoklu bir muhabbet içinde başkasının
kendisinden farklı olan yönünü öne çıkarttığını görüp rahatsız olan ve bu yönü
ezmeye çalışan kişi, kendisini önsel olarak ötekiyle eşitlemiş olarak o
muhabbete dâhil olduğundan, her türlü farka alerji geliştirecek, her şeyi
farklı algılayacak, giderek, tüm konuşulanları kendisini ezmeye çalışan nesnel
olgular olarak anlamaya başlayacaktır. Muhabbetin kesildiği nokta burasıdır.
Aynı muhabbet içinde diğer kişinin kendisine
benzer yönlerini öne çıkartma gayretini gören kişi, bu tavrın kendisini
istismar etme (sömürme) niyetiyle oluştuğunu düşünecektir. Bunun nedeni,
kişinin kendi özgürlüğünün altını çizmek, özgüllüğünü, biricikliğini vurgulamak
ve geçici de olsa muktedir olmak için sözkonusu muhabbeti istismar etmek
istemesidir. Bu noktada kişi, her türlü benzerliğe alerji geliştirecek, onları
kendisini ezmek niyetinde olduğu fikri ve hissine kapılacaktır. Muhabbetin
tıkanacağı bir diğer nokta budur.
Oysa devrimci olan da, tâbi olunması gereken de,
özgürleştirip eşitleyecek de, eşitleyip özgürleştirecek olan da muhabbettin
bizzat kendisidir.
Nostaljilerden ve
ütopyalardan bağımsız bir muhabbet geçmişimizi özgürleştirecek, geleceğimizi
ortak hayatla eşitleyecektir.
Eren Balkır
2007
0 Yorum:
Yorum Gönder