TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın devletin yeniden
organizasyonu ve müesses nizamın devamı için gündemde olan yeni anayasaya ve bu
anayasada laikliğin yerine ilişkin sözleri, gündemin baş sıralarına oturdu.
Bazı sol-sosyalist, liberal demokrat çevreler, “laikliğin yurttaş özgürlüğünün
güvencesi” olduğunu iddia ederek bu açıklamalara karşı tepki gösterdiler,
AKP’nin “gizli gerici ajandasının” ortaya çıktığını yazdılar, söylediler. Oysa
AKP’nin -aynı söz öbeğini kullanacak olursak- “gizli ajandası”, zaten en başından
beri apaçık ortadadır ve müstekbirin dilini mazluma tercüme etmek, müesses
nizamın dayanaklarını kuvvetlendirmek bu hareketin başlıca görevidir. Bu
noktada, burjuva devletin temel ideolojik dayanaklarından “laikliğin yurttaş
özgürlüğünün güvencesi” olduğunu söylemek, kimin dilinin halk kitlelerine
tercümesi olmaktadır? “Laiklik”, “yurttaşlık” veya “özgürlük” kimi, neyi ifade
eden kavramlardır? Bu kavramların içi boş mudur? Althusserci bir ifadeyle
söylenecek olursa, “devletin ideolojik aygıtları” olabilirler mi?
Kemalistler tarafından Türkiye’de laikliğin
demokrasinin, din-devlet ayrımının, din özgürlüğünün, eşitliğin güvencesi
olduğu iddia edilir. Bu iddia genel hatlarıyla -kimi farklılıklar olsa da-
Türkiye sol-sosyalist hareketinin geniş kesimlerince de paylaşılır. Oysa şu
soru bir türlü sorulmaz: Türkiye’de o dönem için sermaye birikiminin geldiği
aşamada finans kapitalin sınıf diktatörlüğünü temsil eden ve emperyalizmle
işbirliği içerisinde olan bir kurucu devlet ideolojisinin, sadece tarihsel
bağlamda “ilerici” olduğu iddia edilen modern döneme ait olması, o ideolojinin
sosyalist kesimlerce savunulmasını meşrulaştırır mı? Bu soru, şüphesiz başka
soruları da doğuracaktır: Demokrasi, özgürlük ya da eşitlik sınıfsal, kültürel,
sosyal bağlamlarından kopuk biçimde ele alınabilecek şeyler midir? Bir kavram
bütününün parçası olarak laikliğin Türkiye’de sağladığı -veya sağlayacağı-
iddia edilen eşitlik ya da özgürlüğün, burjuvazinin “mülk sahibi” birey için
kurguladığı eşitlik ya da özgürlükten farkı var mıdır? Türkiye’de -ve dünyanın
herhangi bir yerinde- laiklik, burjuva devletin ve egemen sınıf gücünün
isteklerinden, stratejilerinden, sınıfsal politikalarından bağımsız işlemiş
midir? Devletin modernite öncesi bir dinden arınmış olması onu burjuvazinin
dinine karşı bağışık hale getirir mi? Gündemde olan tartışmayı -verili
konjonktür içinde- başlatan İsmail Kahraman’ın 1969’daki Kanlı Pazar olayının
düzenleyicilerinden olması, burjuva devlet ideolojisinin, Aydınlanma’nın
bileşeni olan laikliği savunmayı sosyalistler için zorunlu kılar mı? Kanlı
Pazar olayının görünür yüzünde Kemalist devlet ve sermaye adına çalışan, bugün
de aynı devletin tepe noktalarında oturan muhafazakâr İslamcı
grupların/şahısların bulunması, bu ve yaşanan sonraki kontrgerilla
tertiplerinde senarist ve yönetmen olarak görev alan sermaye devletini, laik
burjuvaziyi ve emperyalizmi gözden kaçırmayı gerekli kılar mı? O zaman Marx’ın
“her şey göründüğü gibi olsaydı bilime gerek kalmazdı” sözünü ne tarafa
koyulmalı?
Bu noktada sol-sosyalist laiklik savunucularından
gelebilecek en temel itiraz, Türkiye’de laikliğin kötü ve yanlış biçimde
işliyor olmasının “genel olarak laikliğin” sosyalistler ve ilericiler(!)
tarafından savunulmasını haksız ve gereksiz hale getirmediği tezine
dayanacaktır. Bu durumda ise ortaya daha büyük bir sorun çıkmaktadır ve aslında
Türkiye sol-sosyalist hareketinin bugün gelinen noktada devlet ve burjuvazinin
bir kanadıyla ideolojik zeminde yakınlaşmasına neden olan da bu sorundur. Bu
sorun, sosyalist hareketin, Marksizmin ya da komünizmin burjuva tarihsel
ilerlemeciliğinin mirasını sahiplenmesi gerektiğine ilişkin bir önyargının,
hatta yanılgının sonucudur. Sorun, laikliğin ya da Aydınlanma’nın ideolojik ve
tarihsel bağlamından kopuk bir biçimde araçsallaştırılması, başına “sosyalist”
etiketi getirince sosyalizme ve kolektif mücadeleye dair dönüşüm geçireceği
yanılgısıdır. Sorun, tarihsel bir gerçeklik olarak laikliğin ve Aydınlanma’nın
bireycilikle, mülkiyetçilikle, sermaye egemenliği ile bağlarının görülmek
istenmemesidir. Bu sorun, Mustafa Suphi hareketi ve THİF’in Kemalist burjuva
önderlik tarafından tasfiye edilmesinin ardından bu coğrafyada sosyalizm adına
hareket edenlerin Kemalizmi ve burjuvazinin “ilerleme” mitini bir veri ve
başlangıç noktası alarak hareket etmelerinden kaynaklı bir sorundur. Bu sorun,
sosyalist hareketlerin, burjuva ideolojisinin hakikati perdeleyen akıl, bilinç
ve özgürlük mitlerine ezilen kitlelerin kolektif mücadele gücünden ve
örgütlülüğünden daha çok inanmaları ile ilgili bir sorundur. Bu sorun,
Türkiye’de sol-sosyalist hareketin ana akımının kendisini devletin iki rakip
geleneksel fraksiyonundan birine her daim daha yakın hissetmesi sorunudur.
Sorun, İbrahim Kaypakkaya’nın “Emekçi halkımız, büyük burjuvazinin ve toprak
ağalarının iki kliği arasında savrulmuş durmuştur. Türkiye’nin tarihi gerçeği
budur. Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek
söz konusu olamaz.” uyarısının göz ardı edilmesi sorunudur.
Egemen sınıf fraksiyonları ve devletin hâkim kanatları
arasında yaklaşık 150 yıldır devam eden mücadele, sol-sosyalist hareketin bu
topraklardaki mücadelesini biçimlendirmemelidir. Kemalist dönemi ve laikliği
tarihsel kazanımlar olarak gören Aydınlanmacı sol ile, -İdris Küçükömer’in
tezlerinden mülhem- bir dönem ilericiliği devletin muhafazakâr popülist
kanadına ve “otantik burjuvaziye” yakıştıran liberal-sivil toplumculuk aynı
ilerlemecilikten, kapitalist kalkınmacılıktan, burjuva birey kurgusunun övgüsünden,
aynı liberalizmden beslenmektedir. Tarihten bir örnek olarak bunun, sözgelimi
Rusya’daki Menşevik hareketten pek bir farkı bulunmamaktadır.
Bugün devletin yönetim kademelerinde ön planda bulunan
muhafazakâr İslamcıların, kapitalizme ve sermayenin dinine iman edenlerin,
Şeriati’nin tabiriyle “şirk dini” savunucularının “İslam” etiketi altında
kodlanması, Kemalist kurucu döneme ait kültürel bir gelenektir ve devlet
ideolojisinin çift taraflı yayılımını kolaylaştırıcı etki göstermektedir.
Müesses nizamın birinci yayılımı, kültürel ve sınıfsal olarak dışlanan Müslüman
dindar yoksul halk kitlelerinin AKP hapishanesine kapatılması yoluyla gerçekleşmektedir.
Bu noktada Hikmet Kıvılcımlı’nın “[…] ‘Aklımız eriyor, gücümüz yetmiyor’ diyen
sevgili çocuk halkımız, yedi bin yıllık ağız yanmışlığı ile Devletçiliğimizden
ürker. Devletçiliğimize karşı en sahte çıkışları dört elle tutar: DP ve AP
zaferleri ondandır. Devletçiliğimizin eleştirisi de, gene Devletçiliğimizin
buyrultusuyla, demagojinin en ikiyüzlüsüne bırakılmıştır.” tespiti önemlidir.
Demek ki devlet ve burjuvazi, dışarıda bıraktığı toplumsal katmanları içermek
için gerektiğinde restorasyonu gündemde tutmakta, her daim ideolojik bir
darbeyi işletmektedir. Müesses nizamın ikinci yayılımı ise, sol-sosyalist
muhalif kitlelere gerektiğinde burjuva ideolojisinin ve devletin kurucu
değerlerinin taşıyıcılığının yaptırılması yoluyla gerçekleşmektedir.
İsmail Kahraman’ın ya da AKP ileri gelenlerinin dine,
İslam’a dair yaptıkları her açıklama boştur ve işin özüne dair bir şey
içermemektedir. Tıpkı, laiklik adına söylenenlerin içinin boş olduğu gibi…
Laiklik, kapitalizm ile, neoliberal sömürü ile, “birey” kurgusunun ve
mülkiyetçiliğin yaygınlaşması ile, İslam’da mazluma ve kolektif olana dair ne
varsa yok edilmeye çalışılması ile, halka ve mazluma düşman sınıf devleti
gerçekliği ile birlikte bugün Kemalist devletin muhafazakâr yöneticileri
tarafından zaten sürdürülmektedir. Muhafazakâr kapitalistlerin ya da laik
burjuvazinin bayrağını taşımak, seslerine kulak vermek yerine devrimi, mazlumun
ortak itirazı ve mücadelesini ilmek ilmek örmeye çalışmak daha anlamlıdır ve
hakikat de burada, mazlumların safındadır. Sosyalistler de, Müslümanlar da
müstekbirlere karşı ezilenlerin, fukaranın safında olduğunda, efendilerin
çektiği sınır çizgilerini reddettiklerinde, kulaklarını ve gönüllerini mazlumun
derdine, sesine açtıklarında hakikate yaklaşmış olacaklardır.
Tevfik Ziya
12 Nisan 2016
0 Yorum:
Yorum Gönder