Modern
Türk düşünürlerinden(!) Alev Alatlı vefat etti. Vefatını “derin bir teessürle”
öğrenmiş değilim. Merhumenin “düşünür” yönü, ilk kez 20 Temmuz 2018 günü
Anadolu Ajansı’na verdiği mülakatla dikkatimi çekmişti. Vefatını
duyunca o mülakatı tekrar okudum.
“Liyakati
çözersek 21. yüzyıl Türklerin yüzyılı olur” diyordu Alatlı bu mülakatta.
Türkiye’nin son 250 yıldır başlıca sorununun liyakat sorunu olduğu tespitinde
bulunan düşünür, liyakati çözecek objektif yöntemlerin var olduğunu da ileri
sürmekteydi.
Düşünürün
liyakat kavramına değer atfederken ne söylemek istediği tam olarak anlaşılmasa
da LİYAKAT’in kendisini büyük harflerle düşündüğü, ona bir tür “kurtarıcı” rolü
atfettiği hemen fark ediliyordu. Bir solukta saydığı örneklere bakalım:
Eğitimden
adli sisteme, imardan enerjiye, tarımdan basına hemen her alanda
gözlemlediğimiz o müthiş savurganlığın sonu gelir. Zor kazanılmış
birikimlerimizi rasyonel yatırımlara dönüştürme imkânı doğar. Zaman yönetimi
mümkün olur. Bir günlük işi bir aya yayıp sürüncemede bırakmaz, ödenekleri
çarçur etmez, bütçeleri delmeyiz. Gözaltı süreleri kısalır. Mahkemeler daha
hızlı karar alır. Çocuklar hangi sınava gireceklerini bilir. Tesisatçı, gideri
yanlış yere bağlamaz. Elektrikçi, kabloyu izole eder, yangın çıkartmaz.
Caddeler, en ufak bir serpintide göle dönmez. Dünyayı doğru okur, doğru
yorumlar, kim dost, kim düşman doğru kestirirsek olası FETÖ'lere hazırlıksız
yakalanmayız.
Anlaşılan
o ki merhumeye göre 21. yüzyılın mehdisi, Liyakat kaftanı giymiş bir DEVLET
olacaktır.
Nesnelerin
ancak karşıtlarıyla bilinebileceği kadim kaidesine binaen ben de bu Liyakat
mehdisini Kakistokrasi deccalıyla olan dikotomik ilişkisi çerçevesinde
kavramanın daha filozofça olacağını düşündüm. Ancak vardığım sonuçlar
Alatlı’nınkilerden biraz farklı oldu.
* * *
Yönetim
bilimi literatüründe Meritokrasi
kavramı, liyakatin bir yönetim ilkesine dönüştüğü koşullara gönderme yapar. Meritokrasi,
adının çağrıştırdığı duygunun aksine, salt bir yönetim tarzı değil, hangi
pozisyonun nesnelerin doğasına “en uygun” olduğunu tayin eden, buyurgan bir
ilkedir.
Siyasal
ve yönetsel zaviyeden bakıldığında, yönetici pozisyonlarının “üstün”
nitelikleri olduğu düşünülen kişiler arasında dağıtılması “Meritokrasi” olarak
adlandırılır. Terimi dilimize “erdemlilerin yönetimi” ya da “liyakat sistemi” şeklinde
çevirmek mümkündür.
Meritokrasinin
temel varsayımları şunlardır:
(1)
Sıradan insanlar yönetmek için gerekli vasıflardan yoksundur,
(2)
Yönetmeye sınırlı sayıda insan ehildir,
(3)
Herkes yönetime katılırsa ya da üstün nitelikli insanlar yönetimden dışlanırsa “kaos”
ortaya çıkar; devlet yönetimi kötüleşir, kamu hizmetlerinin kalitesi düşer,
israf artar. Kötüye gidiş, üstün nitelikli insanlar geri dönüp işleri yoluna
koyuncaya kadar devam eder.
Disiplin,
adanmışlık, gayret ve çalışkanlık gibi kişisel-moral özellikleri nedeniyle ödüllendirilmeyi
[İngilizce ‘merit’ sözcüğünün birincil anlamı ‘ödül’dür] hak edenlerin yönetmesi
gerektiğini savunan meritokrasi ilkesinin kökenleri Platon’un Cumhuriyet
adlı kitabına dayanır. Platon burada, herkesin özel niteliklerine göre belirli uğraşlara
yönlendirildiği hiyerarşik bir toplumsal örgütlenmeyi yüceltir. Bu amaçla “Üç
Cevher Yalanı” olarak da bilinen bir “Metaller
Mitosu” geliştirmiştir.
Metaller
mitosunda, insanlar, cevherlerinde bulunduğu varsayılan madene göre üçe ayrılır:
Cevherinde bronz bulunanlar için tarım, zanaatkârlık gibi üretimle
ilgili meslekler uygundur. Cevherinde gümüş bulunanların muhafızlık,
askerlik gibi silah kullanımıyla ilgili mesleklere yönlendirilmesi gerekir. “Yönetmek”
ve siyaset yapmak ise cevherinde altın bulunanların işidir; bu
insanların mümeyyiz vasfı, bilgelik ve erdemdir. Öte yandan, sınıflar arası evlilikler
de sınırlandırılmalıdır ki cevherler bozulmasın. Erdemliler kendi aralarında
evlenip çoğalmalıdırlar.
Aynı
zamanda “İdealist” düşüncenin öncüsü sayılan Platon’un kuramında, en yüksek
idea İYİ ideasıdır. İyi ideasını üst düzeyde temsil eden ilke ise “Erdem”
ilkesidir. Öyleyse devleti de erdemliler yönetmelidir. Montesquieu’nün “cumhuriyet
fazilettir” sözü kaynağını Platon’un bu önermesinden alır. Kendilerinin
yokluğunda devletin sarsılacağına, düzenin bozulacağına inanan meritokrasi
yanlıları, bireysel düzeyde tevazu sahibi olsalar da bir araya geldiklerinde
iyilik ve erdem sahibi olmanın bahşettiği “kolektif gurur”la hareket etme
eğiliminde olurlar.
Meritokrasi,
tarih boyunca eşitsizliği besleyen temel yanılsamalardan biri olagelmiştir.
Günümüzde meritokrasi, eşitsizliği artırıcı politikaları haklı kılmak için
sıkça başvurulan bir retorik kavram, mevcut eşitsizlikleri gizlemeye yarayan
bir perde işlevi görmektedir. Weber’in bürokrasi ve “rasyonalizm” arasında
kurduğu farazi ilişkiden de beslenen meritokrasi, geçen yüzyılın sonuna kadar başta
ABD ve İngiltere olmak üzere Batı demokrasilerinin başlıca referansı olagelmiştir.
* * *
Gelelim
meritokrasinin karşıtı olan “Kakistokrasi”ye.
Aslına bakılırsa, kakistokrasi de meritokrasi gibi bir ilkedir. Bürokratik ve
siyasal kademelerin en ahlaksız, en vasıfsız ve ilkesiz bireyler tarafından işgal
edildiği rejimler “kakistokrasi” olarak adlandırılır. Terimi dilimize “kötülerin
yönetimi” şeklinde çevirmek mümkündür.
Yunancada
“en kötü” anlamındaki “kakistos” sözcüğünden türetilen kakistokrasinin
temel varsayımı, bir ülkenin, o ülkenin mesleki ve ahlaki vasıfları itibarıyla “en
kötü” bireyleri tarafından da yönetilmesinin mümkün olduğudur. Siyaset ve
bürokrasi çok özel yetenekler gerektirmeyen, en kötü insanların bile hakkını
vererek oynayabileceği bir roller setinden oluşur. Daha doğrusu, kakistokratik
rejimlerde “hakkını vermek” diye bir şey yoktur; hak ve vazifelerin, ilke ve pozisyonların
egemen çıkarlar doğrultusunda yeniden tanımlanıp dağıtılması esastır.
Anlaşılacağı
gibi, meritokrasi ve kakistokrasi rejimleri dayandıkları varsayımlar itibarıyla
iki ayrı ucu temsil etmektedir. Literatürde kakistokrasi ile ilgili
tanımlamaların meritokratik bakış açısını yansıtması şaşırtıcı değildir.
Bunlardan en özlüsü şudur: “Government by the worst citizens.” Buna göre
kakistokrasi, demokrasi ve piyasa ekonomisi sloganları altında, ülkenin ve
halkın varlıklarının -siyasal liderlik ve kriminal oligarşik yapıların evliliği
üzerinden- yağmalanmasına dayalı bir rejimdir. Ancak bunun neden “kötü”
olduğuna dair açıklamalar genelde normatiftir; bilimsel kanıtlardan yoksundur.
“Kakistokrasi”
terimi ilk kez Rusya dâhil eski Sovyet cumhuriyetlerinin geçen yüzyıl sonunda
içine düştükleri siyasal ve yönetsel kaosu [meritokratik bakış açısından kaos]
ifade etmek üzere kullanılmış ise de zamanla literatürde müstakil bir rejim
olarak tanınmış ve kabul görmüştür. Bu ülkelerle ilgili ekonomik-sosyal çöküş senaryolarının
boşa çıkmış olması da bunda etkili olmuştur.
Öte
yandan, demokratik Batı ülkelerinde bile kakistokratik yapılar -tedricen de
olsa- meritokratik eğilimlerle yarış halindedir. Günümüzde ABD ve Rusya gibi
iki süper güç, eylemlerine geniş kamuoyu ve medya desteğinin eşlik ettiği kakistokratik
ekipler tarafından yönetilmektedir. Yaklaşık 2500 yaşındaki meritokrasi, yarım yüzyıllık
geçmişi olmayan kakistokrasi karşısında hemen her ülkede mevzi kaybeder
görünmektedir.
Yakın
geçmişten birkaç örnek öğretici olabilir: Üyeleri kendisinden daha iyi olmayan
bir ekiple çalışan Trump, 2020’den önce -azil ya da başka bir yolla- görevden
ayrılmak zorunda kalacağı yönündeki meritokratik kehanetleri boşa çıkardı; profesyonel
anlamda hiçbir üstün vasfı bulunmayan Merkel Almanya’da dördüncü dönem için
hükümet kurabildi. Meritokrasinin beşiği sayılan İngiltere’de, Merkel’den daha
kötü olmayan Theresa May, parlamentoda çoğunluğa sahip değilken bile başbakan
olabildi. Bu ülkelerdeki güncel siyasal aktörlerin de eskilerden daha iyi olduğu
söylenemez.
* * *
Kakistokratik
eğilimler bir şirketi esir aldığında, gerekli vasıflardan yoksun bir
CEO ve ekibinin o şirketi kısa sürede iflasın eşiğine getireceğini tahmin edebiliriz.
Bu yüzdendir ki bilhassa yıllık ciroları itibarıyla devletlerle mukayese edilen
çokuluslu şirketlerin yönetim katlarında meritokrasi başat ilkelerden biri
olmaya devam ediyor. Bu şirketlerin orta ve üst kademelerinde değil vasıfsız,
deneyim ve yeterliği zayıf personele bile nadiren rastlanır. Böyle bir şirketin
CEO’su, teknik ve entelektüel vasıfları bakımından çoğu kez bulunduğu ülkenin devlet
ya da hükümet başkanından daha donanımlıdır.
Devletlerde
durum aksinedir: Devletler, şirketler gibi ticari rekabet
koşullarına ve iflasa tabi değillerdir. Bir başbakan ya da cumhurbaşkanının mevkidaşlarından
daha üstün vasıflara sahip olduğu için ülkesine uluslararası alanda önemli bir
avantaj sağlaması nadir görülen bir durumdur. Keza, kamu hizmetlerinden memnun
olmayan yurttaşlar bu hizmetleri başka bir devletten satın alamazlar ya da -ciddi
maliyetlere katlanmadan- ülke değiştiremezler.
Bugün
özellikle modern iletişim ve yönetişim tekniklerinin kamuda yaygınlaşmasına paralel
olarak en kötülerin de yönetim kademelerinde yükselme şansı artmıştır. Onlara
bu yolu açan gelişmenin, bir ölçüde -J. Schumpeter’den ödünç alarak- meritokrasinin
başını çektiği “yaratıcı yıkımlar” olduğunu görmek ilginçtir. Biz bunu
“meritokrasinin paradoksu” olarak da adlandırabiliriz: Yönetim süreçleri
yalınlaşıp tekdüze ve rutin hale geldikçe vasıflı personele olan ihtiyaç
azalmakta, vasıfsız personel sayısı oransal olarak artmaktadır.
Günümüzde
geçerliğini hala sürdüren Peter
İlkesi de aynı olguyu -farklı bir açıdan da olsa- doğrular:
Hiyerarşik bir düzende, her çalışan kendi yetersizlik düzeyine kadar yükselme
eğiliminde olmakla, son tahlilde her kadro yeteneksiz insanlarla doldurulma
eğilimindedir. Meali: Meritokrasinin yönetimle girdiği ilişki diyalektiktir; o,
kendi sözde başarısının kurbanıdır.
Keza,
özel sektör “başarı hikâyeleri” ile yaşarken kakistokratik eğilimlerin egemen
olduğu kamu yönetiminde başarı hikâyesine nadiren ihtiyaç duyulur. Ne de olsa başarısızlık
-mazeret üretme kapasitesine bağlı olarak- başarıya kıyasla daha kolay “açıklanabilen”
bir durumdur. Literatürdeki “accountability” ilkesi, kamu yönetimi ve
siyasette “hesap verebilirlik” olarak değil, “açıklayabilirlik” olarak
algılanır -ki sözlük anlamı itibarıyla bu da doğrudur. Meritokrasi başarıyı
tekelinde tutarken, kakistokratik yönetimlerde yeteneksizlik kimsenin tekelinde
değildir.
Hesap
vermeye gelince, başlıca mekanizma referandum ve düzenli seçimlerdir. Kakistokratik
rejimler Sayıştay’a ya da parlamentoya değil “sadece halka” hesap verirler.
Dini duyguların “tecime elverişli” olduğu Türkiye gibi ülkelerde, seçimleri
dahi gereksiz kılabilecek eğilimlerin varlığı sır değildir. Sıkça duyduğumuz
“biz ancak Allah’a hesap veririz” sözü bu muafiyet arzusunu ifade eder. Yoksa Allah’a
ve hesap gününe inanan biri böyle bir söz söyleyebilir mi?
* * *
Kakistokrasi
neden revaçta? Örneklerin gösterdiği gibi, kakistokratik
ekiplerin başlıca başarısı geniş halk yığınlarına dayanmaları, onlarla sadece iletişim
kurmayıp “etkileşim” içinde olmaları, kitlelerin taleplerini siyasal gündeme
taşıyabilmeleridir.
Kakistokratik
rejimlerde halk ve yöneticiler/siyasetçiler el ve eldiven gibidir; bronz da
altın kadar değerlidir; “Dindar Nesil” de Platon’un Altın Nesil’i kadar hak
sahibidir. Yönetime katılma anlamında insanlar arasında Platoncu ayrımlar
yoktur. Bu ayrımsızlığın doğal sonucu, akademiden eğitime, emniyetten yargıya
kadar bütün devlet kadrolarının başarılı olmak ve “hesap vermek” gibi kaygılar taşımayan
bireylere açılmasıdır.
Meritokratlar,
insanların her zaman “en iyisine” layık olduğu anlayışıyla hareket ederken
neyin en iyi olduğu konusunda kendilerini yetkin sayma eğilimindedirler.
Kakistokratik liderler ise insanları “layık oldukları şekilde” yönetirler. Onların
başarısının sırrı, toplumdaki yozlaşmayı “hasat etme” becerisinde gizlidir.
Meritokratlar, aksine kendilerini bu yozlaşmayla mücadeleye adamış naif
profesyonellerdir.
Meritokratların
yukarıda dokunup geçtiğimiz kolektif gururu, temenniyi fikir suretinde gösteren
“felaket senaryoları” üretme eğilimini destekler: Meritokratik zaviyeden
bakıldığında, vasıflı personelin kamu görevlerinden ve siyasetten dışlandığı
ülkelerde kamu hizmetlerinin kötüleşmesi, işlerin yığılması, kurumların
işlevsel açıdan çökmesi beklenir. Öyle ya, kötülerin başa geçmesiyle her şeyin
kötüye gideceği “muteber” hadis kitaplarında bile yazılıdır.
Peki,
neden böyle olmuyor? Kakistokratik eğilimler pek çok ülkede, hem siyasete hem
de kamu yönetimine egemen olduğu halde Devlet denen aygıt nasıl oluyor
da hâlâ ayakta duruyor?
Ayakta
duruyor; çünkü onu ayakta tutan şey, erdemlilerin adanmışlığı değil, bürokrat
ve teknokratların yaratıcı yıkımlarıyla gittikçe çeşitlenen zulüm ve baskı,
kahır ve şiddet araçlarıdır. Bir devletin kakistokratik uygulamalar nedeniyle
çöküş riski, iktidarın el değiştirme ihtimaliyle dengelenmiştir.
Ayakta
duruyor; çünkü modern devlet adaletle değil, zulümle ayakta durur. Vergilendirme
ve askere alma dâhil bugün devletin “rutin” işlevleri olarak görüp
kanıksadığımız pek çok uygulama özünde zulümdür. Onu içselleştirip benimsemiş olmamız
zulmü ortadan kaldırmaz; sadece onu “görünmez” kılar. Bu tür benimseyişler, Bourdieu’nün
“simgesel şiddet” olarak tanımladığı duruma karşılık gelir. Ona göre zulüm,
görünmezliği ve belirsizliği ölçüsünde habis ve yıkıcıdır.
Zulme
bağlı sosyoekonomik yıkımın tedricen gerçekleşeceğine, “şehrin büyüklüğü ve
işlerin çokluğundan dolayı” hemen fark edilemeyeceğine dikkati çeken İbn
Haldun, zulmün mahiyetini fıkhî bir referansla açıklar: “[…] Zina, öldürme
ve içki gibi herkes tarafından işlenebilecek kötülüklerden her birinin
karşısına, bu kötülükleri men edecek cezalar konmasına rağmen zulmün karşısına
böyle cezalar konmamıştır. Çünkü zulüm herkes tarafından değil, ancak
kendilerine güç yetirilemeyecek kimseler tarafından; yani güç sahipleri ve
hükümdarlar tarafından işlenir.”
Avrupa’nın
derin düşünceli ulema ve feylesofları da devlet aygıtındaki zulüm potansiyelini
evvelden teşhis etmişlerdir. Kadimden beri gücün “temerküz” eğilimine karşı denge
ve fren mekanizmaları üzerinde çalışmaları; demokratik katılım ve anayasal
güçler dengesini teminat altına alma keyfiyeti üzerine kafa yormaları
bundandır.
Bizdeki
organik ulemaya gelince, “devlet küfr ile durur ancak zulm ile durmaz” deyişini
tekrarlamaktan öteye geçmiş değillerdir. Halbuki bu söz -meritokraside olduğu
gibi- bir yanılsamadan ibarettir, bir mugalatadır, iyi ihtimalle hayırhah bir
temennidir. Eğer bilinçli değilse devletin doğası konusundaki cehaletin eseridir.
Çoğunluğun
“zalim bile olsa sultana itaat edilir” ilkesini virdi zeban etmiş olmasına
bakılırsa, temenni ihtimali zayıf olup, düpedüz zulmü onaylayan bir siyasal
tercih söz konusudur. Kınalızâde’nin “Daire-i
Adalet” şemasında adalet, tebaayı canını yakmadan sömürmenin
adıdır; sultana vergi ve asker sağlamanın karşılığıdır. Özetle, zulmün
daniskasıdır. “Adalet külahını zulüm başına geçirmiş” sözü bunu ifade eder.
Bugün
İslam coğrafyasındaki devletlerin yönetim tarzını -İbn Haldun’un
terimleriyle- kahır, şiddet, tahakküm ve tagallüp ilkeleri damgalarken adalet,
eşit muamele, insan onuru, yaşam hakkı gibi ilkelerin Hıristiyan Batı
dünyası dışında neden fazla revaç bulmadığı üzerinde düşünmeliyiz. Hatta bunu rahmetli
Alatlı gibi elit düşünürler değil, bizim gibi sıradan insanlar yapmalıdır.
Yukarıdaki
paragrafta İslam ve Hıristiyan dünyasını damgalayan ilkelerin öznelerini bilmek
önemlidir: İslam dünyasını damgalayan ilkelerin temsilcisi siyasal iktidarlardır;
savunucusu ve yayıcısı Ulema ve onları taklit eden geniş halk
yığınlarıdır. Hıristiyan Batı dünyasını damgalayan ilkelerin temsilcisi ise Ulema
ve Sivil Toplum’dur. Devletler, tarihsel süreçte dayatılan bu ilkeleri az çok benimsemek
zorunda kalmışlardır.
Batı
örneğinin gösterdiği şudur: Asıl sorun, Alatlı’nın düşündüğü gibi yönetenlerin
liyakati değil sistemin dayandığı ilkelerdir; bu ilkeleri savunanların “devlete
karşı” örgütlenme derecesidir. Yoksa Platon’dan beri varsayılanın aksine,
devlet yönetimi çok da üstün vasıflar gerektirmemekte; şeref, haysiyet ve ahlak
yoksunları da en az erdemliler kadar yönetebilmektedir. Hatta denebilir ki devlet
için daha fazlası israftır.
“Müslüman
Doğu – Hıristiyan Batı” farklılığının sonuçları salt teorik ya da politik değil,
pratiktir: Örgütlenme olanakları sınırlanmış halk yığınları, siyasal iktidarla
başları derde girdiğinde ya da insanca yaşama olanakları ellerinden alındığında
sıklıkla Batı’nın kapısını zorlar olmuşlardır. Akdeniz’e gömülen göçmen
tekneleriyle ve mülteci kamplarıyla belleğimize kazınan insani dramların
ardında, devleti ve onun ajanlarını kutsayan, Kur’an’ın nerdeyse her suresinde
lanetlenen zulmün “devletlû” karakterinden bihaber “İslami” tasavvur ve anlayışlar
vardır.
Alatlı’nın
düşünce seti de benzer bir anlayışla malul görünüyor: Devleti merkeze al, sırtına
Liyakat libasını giydir, böylece bütün sorunlar çözülsün. Sistem sorununu çözen
devlet, Alatlı sayesinde nihayet gerçek Mehdiyi bulmuş oldu: Liyakat. Alatlı da
böylece her faniye nasip olmayacak bir tatminkârlıkla bu dünyadan göçtü. Allah liyakatini
versin.
Muhsin Altun
3 Şubat 2024
0 Yorum:
Yorum Gönder