Vijay Prashad ile Venezuela Üzerine Söyleşi
Cira
Pascual Marquina
16 Mart 2019
16 Mart 2019
Bu özel
röportajda, tanınmış Hintli entelektüel, emperyalizmin zamanımızda nasıl
işlediğini incelerken Venezuela ile özel dayanışma biçimleri öneriyor.
Vijay
Prashad Hintli bir tarihçi ve Marksist aydındır. Çok sayıda kitabından The
Darker Nations, Üçüncü Dünya’nın 20. Yüzyıldaki örgütlenme çabalarının tarihsel
anlatımıyla tanınmaktadır. Prashad, bugün LeftWord Books’un baş editörü
ve Tricontinental: Institute for Social Research’ün başkanıdır. Prashad,
geçen hafta Uluslararası Halk Meclisi[1] için Caracas’taydı ve
Enternasyonal’in tarihi, Venezuela ve emperyalist kuşatma altındaki diğer
ülkelerle dayanışma keyfiyeti hakkındaki bazı sorularımızı yanıtlamak için
zamanı oldu.
►◄
Uluslararası
dayanışmanın uzun bir tarihi var, fakat Kuzey-Güney dayanışması anlamında
önemli bir işaret, 1961’den itibaren bugün Küresel Güney olarak adlandırdığımız
coğrafyadan hükümetleri bir araya getiren Bağlantısızlar Hareketi’dir. Bu
mirasın günümüzde ne anlama geldiği hakkında konuşabilir miyiz?
Bunu neden anlamamız gerektiğine dair iki neden
var. Karl Marx ve Friedrich Engels’in, 1848’de Komünist Manifesto’da
“Dünyanın bütün işçileri! Birleşin” diye yazdıklarını görmek önemlidir. Ne var
ki 1848’de dünyanın işçileri birbirleriyle iletişim hâlinde değillerdi.
Hindistan ve İngiltere arasında ilk telgraf hattı 1870’de hizmete girdi.
Dolayısıyla, bugünden geriye bakıp Londra’da toplanan Birinci Enternasyonal’in
hatta ikincisinin gerçekten uluslararası olduğunu söylemek biraz saçma olurdu.
Yine de sömürge dünyasında işçi hareketleri gerçekten 19. yüzyılın ikinci
yarısı ve sonrasına kadar gitmedi.
Dolayısıyla, enternasyonalizmin Güney’deki
hikâyesinin “antik çağ”daki küçük bağlantılar konusunda çok coşkulu olmaması
gerçekten önemlidir. “Antik çağ” derken 18. ve 19. yüzyılları kastediyorum.
Bütün bunlar çok saçma olacaktır, çünkü gerçek bağlantı Rus Devrimi’nden hemen
sonra başlar. Rus Devrimi ya da Sovyetler Birliği, çarpıcı biçimde, çağın
oldukça ötesinde bir karar aldı. 1919’da, bundan [Mart] yüzyıl önce, Komünist
Enternasyonal’i oluşturmak için dünyanın her yerinden insanları davet etti.
Komünist Enternasyonal, sadece Avrupalı sendikacılar, radikaller vs. tarafından
değil, Arjantin ve Porto Riko gibi uzak memleketlerden gelen insanlarca
oluşturuldu. Başlangıçta yalnız Batı yarımküresini ve eski Rus imparatorluğunun
Türkmenistan gibi sömürgeleştirilmiş bazı parçalarını kapsıyordu.
1920’de, Komintern’in İkinci Dünya Kongresi’ne
dünyanın her yerinden pek çok insan katıldı (ve bildiğiniz gibi, bu hareketin
gerçek mirasçısı, 1960’ların sonunda La Habana’da toplanan Tricontinental
Konferansı idi).
1928’de, sömürgecilik karşıtı burjuvazi Brüksel’deki
Emperyalizme Karşı Birlik toplantısında bir araya geldi. Bütün bunlardan
hareketle, uluslararası mücadelelerin -sömürgeleştirilmiş halkların kendi
içlerindeki ve aralarındaki dayanışmanın- tarihinin yaklaşık yüzyıllık bir
geçmişe sahip olduğunu söylüyorum. Yüz yıl, şeylerin uzun vadeli doğası
karşısında uzun bir zaman değildir. Dolayısıyla, sömürgecilik karşıtı sınır
aşırı dayanışmanın değeri ve yararı konusunda yargılanmaya hazır olduğumuzu
düşünmüyorum.
Kuşkusuz, 1950’lerden itibaren sömürgecilikten
çıkan Hindistan, Mısır, Ekvator Ginesi ve Endonezya gibi yeni devletlerin
1961’de Belgrat’ta -hükümetler arası bir hareket olması itibarıyla farklı bir
süreç olan- Bağlantısızlar Hareketi’ni yarattıklarını belirtmek önemlidir. O
zaman devlet gücüne dayanmışlardı ve eski dünyanın kurumlarını ve rutinlerini
değiştirmeye çalışıyorlardı. [Bağlantısızlar Hareketi] çok farklı bir tartışma
ölçeği idi. Alternatif olarak, 1974’te BM Genel Kurulu’nda kabul edilen Yeni
Uluslararası Ekonomik Düzen diye adlandırılan akıl almaz bir vizyona
sahiptiler.
Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucuları. Soldan
sağa: Cevahirlal Nehru (Hindistan), Kwame Nkrumah (Kenya), Cemal Abdunnasır
(Mısır), Sukarno (Endonezya), Josip Broz Tito (Yugoslavya). New York, 30 Eylül
1960 (Arşiv).
Emperyalizm
ve özellikle Amerikan emperyalizmi, bu Kuzey-Güney ittifaklarını mütemadiyen
bozmaya çalışıyor. ABD emperyalizminin Latin Amerika’da nasıl işlediğini ve
bugün özellikle Venezuela’ya yönelik saldırgan tutumunu görmekteyiz.
Venezuela’nın özel durumuna da bağlayarak emperyalizmin geniş anlamda nasıl
işlediğine dair bir şeyler söylemek ister misiniz?
Emperyalizm statik bir fenomen değildir. 19. yüzyılda
ve 20. yüzyılın başında sahip olduklarımız bugünkünden farklıdır. O zamanlarda
üretim büyük ölçüde ulusal düzeyde idi. ABD’de yerleşik Ford Motor Company,
Almanya’da yerleşik Daimler ile rekabet hâlinde idi ve Daimler’in çoğu arabası
Almanya’da imal edilirken Ford arabaları ABD’de üretilirdi. Onlar üçüncü,
dördüncü ya da beşinci ülkelerdeki kaynaklar, piyasalar, finans vs. için
rekabet ediyorlardı. Bu, kapitalistler arası bir rekabet formu idi ve ülkeleri
diğer ülkeler üzerinde avantaj sağlamak için kendi siyasal, askerî ve ekonomik
güçlerini kullanmaya itti. Emperyalizmin eski günlerdeki klasik formu buydu.
1960’lardan itibaren eski fabrika düzeni çözülmeye
başladı. Fabrikaların parçalandığını ve “global meta zinciri”nin doğuşunu
gördünüz. General Motors çoğu arabayı ABD dışında üretmeye başladı. ABD
arabaları ne kadar ABD’de üretiliyorsa Alman arabaları da o kadar Almanya’da
üretilir oldu. Dünya üretiminin genel yapısı değişti.
Bunun emperyalizm üzerinde bir etkisi oldu, çünkü
1960’ların sonu ve sonrasında bizim Triad
[Üçlü] olarak adlandırdığımız ABD, Avrupa ve Japonya ittifakı doğdu. Üçlü
ılımlı biçimde bir araya gelmiş değildi -her konuda anlaşmıyorlardı- ancak
ABD’nin eşitler arasında birinci olduğu, yeni ticari rejimler yaratılması ve
yürürlüğe konulması, Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen gibi Üçüncü Dünya
projelerinin yıkılması gerektiği konularında kesin bir anlayış vardı.
Bu, emperyalizmin dişlerini keskinleştirdiği bir
dönemdi. Şimdi artık hava bombardımanları şart değildi. Her şey ticaret kanunlarını
yazarak, finansın nasıl işlemesi ve paranın nasıl hareket etmesi gerektiğini
belirleyerek hallediliyordu. Yedi ülkeden oluşan bir grup tarafından -1995’te
Dünya Ticaret Örgütü’nü doğuracak olan- Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel
Anlaşması kullanılarak kapalı kapılar ardında kapsamlı bir altyapı oluşturuldu.
1980’lerde, bu ülkeler [fikrî] mülkiyet hakları ile ilgili yeni düzenlemeler
dayattılar.
Bütün bunlar, Üçüncü Dünya ülkelerinin gelişme,
birbiriyle ticaret yapma ve finansa erişim kabiliyetini kısıtladı. Emperyalizm
tarafından yeni bir “kurumsal boğma pratikleri” (asphyxiation) seti oluşturuldu. Bu çok akıllıca idi, çünkü artık
silahınızı göstermek zorunda değildiniz. Silah oradaydı ancak gizlenmişti,
çünkü özellikle 1980’lerin başındaki borç krizinden sonra gücünüzü “üzgünüz,
sizi finanse edemeyeceğiz” diyerek gösterebiliyordunuz.
Venezuela gibi ülkeler çok savunmasız ve kırılgan
durumdadır… 1974’te, Venezuela bütün petrol kaynaklarını millileştirse de
fiiliyatta bunu yapamadı. Fiiliyatta olan, şirketlerin hükümete “petrolü
millileştirebilirsiniz, çünkü biz artık o işle uğraşmak istemiyoruz. Ülkenize
yatırım yapmak ya da risk almak istemiyoruz. Yatırımı yapar, riski alırsınız.
Biz sadece kâra bakarız” demiş olmalarıydı. Emperyalizmin yeni yapısı budur.
Buradan
bugüne gelelim. Şimdi, Venezuela’nın ekonomisini boğmak ve hükümeti devirmek
(ki sosyalist projeyi öldürmekten başka bir şey değil) için yoğun bir çaba var
gibi. Venezuela’ya hem doğrudan bir askerî müdahalenin hem de daha az
görünürlüğü olan ekonomik yaptırım gibi diğer şiddet formlarının risklerine
dair değerlendirmenizi öğrenmek istiyorum.
Sovyetler Birliği çöktüğünde, ABD, Üçlü adına
liderlik yapacağı yeni bir tam tahakküm asrının başlayacağını düşündü. Gerçekte
ABD, Üçlü’yü oluşturan ortaklara karşı oldukça cömerttir: Her şeyi kendisi için
istiyormuş gibi görünmez. İşbirliklerinin büyümesini ister, çünkü bu, ABD ve
müttefiklerinin menfaatine bir şey olarak görülür. Onlar, yaklaşmakta olan
şeyin ABD ve müttefiklerinin başını çektiği yüzyıllık (kim bilir, belki de bin
yıllık!) bir kapitalizm olduğunu düşünmüşlerdi…
Ancak Sovyetler’in çöküşünden sonra [bu basit
kapitalist başarı hikâyesi yerine] korkunç bir moral bozukluğu… muazzam bir
moral bozukluğu vardı, çünkü daha önce sosyalizmi denemiş ve geçiş yapmış
ülkelerin pek çoğu şimdi borç, düzensizlik vs. nedeniyle birbiri ardına çökmeye
başlamıştı. Dolayısıyla, ABD “haydut devletler” olarak adlandırdığı devre dışı
bırakılması gereken birkaç ülke hakkında konuşmaya başladı. Ondan sonra bin yıl
kuralı işlemeye başlayacaktı! Diğerlerinin (bildiğiniz gibi, dışarıda duran ve
Dünya Ticaret Örgütü’nün işleri yönetmek için belirlediği ticaret düzenine izin
vermeyen herhangi bir ülke) yanı sıra İran ve Kuzey Kore’yi de böyle
tanımladılar.
Kuşkusuz belirgin olmaya başlayan şey,
çelişkilerin bulunduğudur. Bu çelişkiler, Iraklıların “bakın, İranlılara karşı
sizin adınıza savaştık ve şimdi de ülkemizin yıkımından dolayı ödeme yapmanızı
istiyoruz” demesi gibi rahatsız edicidir -kötü bir tatları vardır!- [Iraklılar]
bunun üzerine Kuveyt’i işgal ettiler ve bu da Üçlü’yü rahatsız etti ve ardından
Irak’a girdi. [Başka bir örnek] sosyalizmin çimentosu çözülmeye başladığında
ulusalcılığın en zehirli formlarının görülmeye başladığını gördüğünüz
Yugoslavya’dır. Ardından Yugoslavya yıkım amaçlı bombalandı.
Savaşlar devam etti, hayret verici savaşlar.
Bunlar, kalan ülkeleri -sosyalist olduğu düşünülen ülkeler değil ABD
liderliğindeki Üçlü’nün iradesine direnen ülkeler- bitirmek için girişilen ilke
savaşlarıydı. Bu ülkeleri salt ABD tarafından bombalandıkları için idealize
etmek yanlıştır. Bunlardan bazıları (diğer nedenlerle saldırıya uğramış olsalar
da) çok distopik iç ilişkilere sahipti. Bu, bir sürprizdi ancak savaşın
“Yugoslavya’nın etrafındaki duvarlardan kurtulalım ve onu IMF’ye ve Dünya
Ticaret Örgütü’ne açalım. Bu pazarları ve bu çalışanları ele geçirelim… ”
demenin bir yolu olduğunu anladık.
ABD, 2000’lerin başında yaptığı savaşlarla Irak ve
Afganistan’ı allak bullak etti. Bu arada bakışlarını Güney Amerika’dan uzaklaştırdılar.
Arazi görüşünü kaybetmişler, ne olup bittiğini görememişlerdi. Birbiri ardına
ülkede, çeşitli toplumsal hareketler, yerli halklar ve halk kitlelerinin
seçimlere dönüşü. Ve birbiri ardına ülkede halkların sol kanat liderleri
işbaşına getirmesi!
Şurası açık ki ABD, Irak ve Afganistan’a bu kadar
gömülmemiş olsaydı [Latin Amerika’da] durumun bu noktaya kadar gitmesine izin
vermeyebilirdi. Yine de -son zamanlarda tekrar ortaya çıktığı gibi!- bu
bölgenin arka bahçeleri olduğu fikrini taşıyor. Ancak 2002’de bakışlarını [Irak
ve Afganistan’dan] çevirip Venezuela’da darbe yapmaya giriştiklerinde artık çok
geçti. Venezuela’daki deneyimlerle Brezilya’daki İşçi Partisi [PT] deneyimi
arasında (farklı tempolarda çalışmak gibi) farklılıklar olsa da [ikisi de] aynı
sayfadaydı.
Venezuela’da Chavez, bir ülke içinde yeni bir
proje inşa edilemeyeceğini fark etti. Proje bölgesel olmalıydı ve yeni ticaret
politikalarına ihtiyaç vardı. Venezuela, emperyalizmin nasıl çalıştığını
anladı: Bu, finans ve ticaretin emperyalizmiydi ve bu nedenle Venezuela
bölgedeki hükümetlerin ve devletlerin dâhil olduğu ALBA [Bolivarian Alliance for the Peoples of Our Americas: Bizim
Amerika’nın Hakları için Bolivarcı İttifak] projesini denedi.
ABD, bu projeyi birçok kez yıkmaya çalıştı. Bakın,
Venezuela’nın ABD’nin ihtiyaç duyduğu ve arzu ettiği türden bir petrolü yoktur.
ABD, petrol kaynakları için gelmiyor! Bu proje için geliyor ve çok iyi bir iş
çıkardığını söylemek lazım. Dürüst olmak gerekirse, bu sosyal medya döneminde
yönettikleri en etkileyici darbe, Honduras’taki [2009] darbeydi. Ayrıca, daha
önce, Aristide’yi iki kez kaçırdıkları Haiti’de darbeler vardı. Ve kıtanın geri
kalanında [sol dalgayı] azar azar geri ittiler.
Ancak mesele, sadece Amerikan emperyalizmi değildi
ve bunun farkında olmamak bizim zayıflıklarımızdan biriydi. Solun tam olarak
farkına varamadığı yeni toplumsal güçler devreye girmişti. Örneğin,
“Pentekostalizm” ve alttan gelen tutkulu isteklerin [diğer] çeşitli formları.
İşler yeniden biçimlendiriliyordu ve insanlar yeni Pembe Dalga ve Bolivarcı
Proje ideolojisinin dışındaki yönlere doğru ilerliyorlardı.
Bu projeyi zayıflatan iki büyük dinamik olduğunu
düşünüyorum. Mesele, sadece emperyalizm değildi. Güçlü bir solun dinamiğine
ters içsel gelişmeler ve kuşkusuz emtia fiyatlarının çöküşü vardı. Fakat burada
vurgulamak istediğim, bu sorunu yaratan şeyin tek başına meta fiyatlarının
çöküşü olmadığıdır.
Bu konuda söylemek istediğim birkaç şey daha var.
Birincisi, yoksul bir ülkede sosyalizm zaman alır ve burası da yoksul bir ülke.
[Venezuela] asla zengin bir ülke olmadı. Tıpkı Nijerya gibi çok fazla petrolü
bulunan yoksul bir ülke. Kaynakları bakımından zengin ancak servetin,
özlemlerin, umudun vs. dağıtımı bakımından çok yoksul bir ülke. Sosyalizm uzun
zaman alır ve esasen on yıl [bu iş için] yeterli değil…
Thomas Sankara, “sizi besleyen, sizi kontrol eder”
derdi. Ancak bu ülke gıdanın çoğunu ithal ediyor. Henüz bir özgürlük yoktu.
Oraya ulaşmak otuz, kırk, elli yıl alacaktı. Kapitalizmin gelişmesi yüzlerce
yıl aldı. Sosyalizm ise iki, üç, dört ya da beş yılda bir yalnızca
kapitalistler tarafından değil, soldaki sabırsız ve öfkeli insanlar tarafından
da sürekli saldırıya uğrar, çünkü onların rüyalarını ve ütopyalarını
karşılamaz. Bu çok çirkin bir süreç, çünkü umutsuzca yeni formlar yaratmaya
çalışıyorsunuz ve bu arada insanların aç olmadığından emin olmalısınız.
Bu birinci nokta; diğeri siyasal bir sorundur: ABD
“şunu yanlış yaptığınız için size yaptırım uygulayacağız” derken ülkelerin
etrafına yasal sınırlar çekme konusunda çok ustaydı. Obama’nın 2005’teki
kararnamesi kapıyı açtı ve ardından başka bir yaptırımı, bir başkasını ve daha
da fazlasını o kapıdan geçirirler. Ve parayı, onun hareketini ve kendi malınızı
nasıl alıp satacağınızı kontrol ettikleri için gerçekten bir mengeneye kısılmış
durumdasınızdır ve kimse sizi kurtarmaya gelemez.
Yarın bu hükümet düşer ve Amerikan destekli bir
hükümet gelirse, Çinliler ve Ruslar ne diyecek? “Bize nakit olarak ödeme yapın”
diyecek. Gerçek şu ki ister Bolivarcı hükümet [iktidarda] kalsın ister Amerikan
kuklası bir hükümet gelsin, Venezuela iyi durumda değil. Amerikalıların
Çinlilere ve Ruslara verecek parası yok. Sadece bu da yaşanmayacak! Eğer [yeni
kurulan] hükümet, “borçlarımızı yeniden müzakere etmemiz gerekiyor” derse, bu
Amerikalıların istemeyeceği kötü bir emsal olur. Bazı ciddi ekonomik zorluklar
bulunduğu gerçeğiyle yüzleşmelisiniz; oligarşinin ve diğerlerinin bunu
görmemesi çok trajiktir. Kendi ülkelerine karşı umursamazdırlar. Bu
umursamazlıktan dolayı çok büyük bir tarihî bedel ödeyeceklerini düşünüyorum.
Venezuela, tahıl ve halkın beslenmesinde önemli
yer tutan diğer çoğu gıda maddesinde dışa bağımlı olmakla savunmasız ve kırılgan
durumdadır (Arşiv).
Son
olarak, bugünlerde uluslararası planda ortaya çıkan dayanışmayı sormak
istiyorum. Özellikle Venezuela ile ilgili olarak nasıl bir dayanışma içinde
olunmalı?
Bolivarcı Süreç ile dayanışma, tüm müdahalelere
son verilmesini talep ederek başlamalıdır. Bugün müdahale, yeni emperyalizm
koşullarında alabildiğine çetrefilli bir sözcüktür. Yani ilk mesele “askerî
müdahaleye ‘hayır!’ demektir; Fakat bu hiç ambargo olmayacak anlamına gelir mi?
Evet, bu da ikinci meseledir. Hiç ekonomik yaptırım yok mu? Bu da diğer bir
meseledir. Ayrıca, finansman engellenmemeli ve bunun için Venezuela’nın kendi
parası mevcut olmalıdır. Tabii ki, bunların hepsi de önemli.
Ancak ben “bundan daha fazlasına gerek var”
diyorum: Dayanışma, ülkelerin gıda güvenliğine, gıda ile ilgili olarak tam
bağımsızlığa sahip olmalarına yardımcı olmalıdır. Biliyorsunuz, Küba tahıl
üretmesine yardım edecek bir dayanışmaya ihtiyaç duyuyor ve yeterli miktarda patates
üretemediği gibi tükettiği buğday veya pirinci karşılayacak yakında bir üretici
de bulunmuyor. Bu sorunlar insanî bağlantılar üzerinden çözülür. Gıda
güvenliğini sağlamak için gerçekten birlikte çalışmak zorundayız. Açlık,
emperyalizm tarafından sıkça kullanılan bir silahtır. Sizi aç bırakırlar ve
ardından size “yardım al” derler. Çok kurnazca; işte üstesinden gelinmesi
gereken şey bu.
Şu yeni bir haber değil:
Chavez, tüm siyasi kariyeri boyunca gıda sorunu hakkında konuştu. Ülkeyi nasıl
besleyeceği hakkında düşünmek onun için çok önemliydi. Mesela, bu ülkeyi yerli
tahılla beslemek mümkün müdür? Ayrıca, hayvanları besleme sorunu. Her zaman bu
konular hakkında konuştu. Fidel, hayatının sonuna doğru, hayvanların beslenmesi
için şu anda Venezuela’da üretilmekte olan organik gıda yaratma hayali
kurmuştu. Bu tür seçenekler olmak zorunda. Bu anlamda, dayanışma bir slogan
olarak düşünülmemeli; dayanışma bir süreçtir. Açlık sorununu nasıl çözeceğiniz
ve toplumu nasıl örgütleyeceğiniz hakkında ilginç yeni düşünceler geliştirerek
dayanışmayı inşa etmek zorundasınız.
Çeviri: Muhsin Altun
Dipnotlar
[1] “International Peoples Assembly”, 4 Mart 2019,
venezuelanalysis.com.
[2] Fidel Castro, “Food and Wholesome Jobs”, 17
Haziran 2012, cuba.cu.
0 Yorum:
Yorum Gönder