Baskı ve Direnişin Diyalektiği:
Siyonist İşgalindeki Topraklarda “Sumūd” İlkesinin İşleyişi
“Onlara sadece acılarımızdan bahsetmeyin.
Onlara güçlü olduğumuzu, hala direndiğimizi söyleyin.”
[Mahir Yamani, eski FHKC gerillası, Kasım 2001]
Giriş
“Marksizmin
bütün doğruları tek cümlede özetlenebilir: İsyan etmek haklıdır.”
Komünizmin
son büyük teorisyeni Mao Zedong’a bu sözü söyleten, insanların durup dururken
isyan etmeyecekleri gerçeği idi. Sınıfsal çelişkilerin uzlaşmazlığı gün gibi
ortaya çıktığında isyan da nesnel-tarihsel bir zorunluluk olarak kendini dayatmaktadır.
İnsanlar,
krizlerle baş etme konusunda şaşırtıcı bir “metanet ve esneklik” (resilience) geliştirmiş olmakla (Altun,
2023), yozlaşan rejimleri devirme konusunda genelde ağırdan alma eğilimindedir.
Yatağa aç giren adamın sabah kılıcına davranmayışında Ebuzer’i şaşırtan da
budur: Daha ne olması beklenmektedir?
Halkın çoğunluğu, eşitsizliğin doğallaştırıldığı ve kültürel bir mantık içine kazındığı “ulvî” amaç ve değerlere bağlı kalmayı tercih ederken, feleğin bütün imkân ve çarelerini kestiğini gören örgütlü bir azınlık silaha sarılır.
İktidar
sahipleri, onları basitçe “kana susamış teröristler” olarak damgalarken
“sağduyu” sahipleri yöntem ve etik ağırlıklı hayırhah eleştiriler yöneltirler:
Onlar aceleci davranmışlar, haklı iken haksız duruma düşmüşlerdir. Akademi, isyancılardaki
şiddet eğiliminin kökenlerini bilimsel yöntemlerle araştırmaya koyulur. Psikologlar,
normal insanları kararlı fanatiklere dönüştüren “radikalizasyon” süreçlerini
belgelemek için yarışırlar. Yayınevlerinin işi de zordur; kitlelerin terörizm konusunda
bilgilenme talebini karşılamak için tam kapasite çalışırlar. 11 Eylül
saldırıları hakkında, daha ikiz kulelerin enkazı kaldırılmadan, sadece
İngilizce olarak 800’den fazla kitabın yayımlanmış olması (Horgan, 2005: xiii) bu
anlamda önemli bir başarıdır.
Bu
çalışmada, Siyonist işgali altındaki Filistinlilerin bireysel ve kolektif
direniş yordamlarını belirleyen koşulları ve onları birer “terörist” olmaya
teşvik eden dert ve öfkenin arka planını tanımaya çalışacağız. Bunu yaparken,
çelişkinin uzlaşmazlığının, zalim ile mazlum, sömüren ile sömürülen arasındaki
ilişkinin doğasından kaynaklandığı gerçeğini rehber edineceğiz. Eş deyişle,
Filistin’de ve Filistinlilerin sosyal yaşamında meydana gelen hemen hemen her
şeyi, öncelikle çatışma ve çelişki merceğinden gözlemleme eğiliminde olacağız.
Özellikle gençlerde “teşhis” edilen çelişkili tutumların (azim, kararlılık ve
öğrenme isteği; öfke, şiddet ve kendini feda etme isteği), Siyonist işgalin
baskınlığından bağımsız olarak ele alınamayacağını savunuyoruz.
Azim
ve Kararlılık: Sumūd
Zalimin
kendini koruma hakkını önceleyen etik-rasyonel tepkilere karşılık, isyancıyı her
daim canlı tutan bir başka etik daha vardır: Teorik ve pratik anlamda sağlam
bir zemine sabitlenerek direniş kabiliyetini geliştirmek ve ölümcül bir darbe
için uygun momenti kollamak.
Bu
duygulanım modelinin Filistin halkının lügatindeki karşılığı, “sumūd” [صمود] sözcüğüdür. Konuya ilişkin İngilizce
yayınlarda genellikle “steadfastness” (metanet, azim) sözcüğüyle
karşılanan sumūd, çift anlamlı bir kavramdır: Bir yandan Filistin yaşamının
dikey bir boyutuyla, toprakta sağlam durmakla ve derin kökleri olmakla ilgili görünürken,
diğer yandan yatay bir zaman boyutuna (sabır ve sebat, ihtimallere rağmen pes
etmeme) işaret eder. Böylece sumūd, “kararlı ve toprağa kök salmış olarak var
olma azmi” anlamına gelmekle; Filistin halkının zor koşullarla baş ederken
geliştirdiği sosyal metanet ve esnekliğe gönderme yapar (Nguyen-Gillham vd.,
2008). Bu metanet ve esnekliğin kültürel sembollerinden biri, yüzlerce yıllık
zeytin ağacı; diğeri, tümüyle elverişsiz bir ortamda hayatta kalabilen -kökleri
toprağın derinliklerine uzanan- kaktüstür (van Teeffelen, 2006).
Sumūd’un
bir kavram olarak İsrail hapishanelerindeki Filistinli tutsakların sorgulanması
bağlamında ortaya çıkmış olması anlamlıdır. Kavramın ilk kez yazarı, yayıncısı
ve yayın yılı bilinmeyen “Falsafat Al-Muwajaha Wara’ Al-Qudban” (“Parmaklıklar
Ardında Yüzleşme Felsefesi”) başlıklı Arapça bir kitapçıkta kullanıldığı tahmin
edilmektedir. Kitapçık, muhtemelen 1970’lerde sumūd üzerine üretilen ve
sorgulama sırasında sumūd'un felsefesini özetleyen önemli metinlerden biridir. Keza,
Komünist yazar Aişe Udeh[1], 2007 yılında yayınlanan “Ahlam fi’l-hurriya”
(“Özgürlük Rüyası”) adlı kitabında, 1960 yılında maruz kaldığı sorgudaki sumūd’undan
bahseder (Ajour, 2021: 256).
Sosyal
antropolog L. Schiocchet (2012), sumūd'un İslam kültüründen esinlenmesine karşın
öncelikle seküler bir pratik olarak geliştiğine dikkat çekmiştir. Kavram, İslami
kültürden ödünç alınmış görünse de daha ziyade emeğin ve sosyal eylemlerin -işgal
altında- kolektif örgütlenmesiyle ilişkili görünür. Yine de sumūd, kendi yerel
politikalarını İslami terimlerle tanımlamayan Filistinli Hıristiyanlar ya da
Marksistler arasında bile kavramın Filistinli Müslümanlar için taşıdığı
kutsallıktan büyük ölçüde etkilendiğini gösterir biçimde kullanılmaktadır. Buna
rağmen sumūd, ortodoks İslam’ın teslimiyetçi öğretisine meydan okur. Baskı ve
zulüm karşısında, doğup büyüdüğümüz toprakları terk etmeyi ve bunu hicret
terimiyle kutsamayı reddeder.
1967’deki
Arap-İsrail savaşının ardından siyasal söylemlere dâhil olmakla kullanımı
yaygınlaşan sumūd, önceleri Filistin halkının bir topluluk olarak gösterdiği çabalara
atıfta bulunmak için kullanıldı: Topraklarda kalma hakkı, zorla yerinden
edilmeye direnme ihtiyacı, mücadeleyi miras alacak çok sayıda çocuğa sahip olma
arzusu ve zafer umudu. Kavram, 1978'de Amman merkezli Sumūd Aid Funds adlı bir örgütün
kurulmasıyla popüler hale geldi. Arap ülkelerinin mali destek sağladığı Sumūd Aid
Fund’ın pratik bir misyonu vardı: İşgal altındaki topraklarda kalmak için
yardıma ihtiyacı olan sakinlere mali destek sağlamak. Böylece sumūd, bu kapsamdaki
pragmatik çabalarla tanımlanmaya başlandı (van Teeffelen ve Biggs, 2011: 41).
Bu
ayrıntıdan hareketle sumūd’un “yukarıdan aşağıya” yönelen bir kavram olup
olmadığı ve “aşağıdan yukarı” bir topluluk inşası için ilham kaynağı olarak
kullanılıp kullanılamayacağı tartışılmış olsa da kavramı ikinci anlamda
kullanmamak için bir neden yoktur. Nitekim terim günümüzde, maddi temelli
hayatta kalma stratejilerinden (işgal altındaki tarım arazilerini işlemeye
devam etmek ya da geçimini sağlamak için küçük ölçekli projelere katılmak gibi)
kültürel direnişe (gelenekleri, folklorik şarkıları veya kıyafetleri ve diğer
gelenekleri korumak), oradan sosyal ve düşünsel direnişe (umudu ve normallik
duygusunu korumak gibi) kadar uzanan çok çeşitli eylemleri ifade etmek için
kullanılır olmuştur (Richter-Devroe, 2011: 33). Halk, “direniş ve beka” için
gerekli motivasyon ve bilinci, Filistin Yönetimi’nin ya da uluslararası
kuruluşların desteğinden ziyade yereldeki üretim ve yeniden üretim süreçleri üzerinden
sağlamaktadır.
Quaker
mezhebinden Filistinli bir Hristiyan olan Jean Zaru (2008) için sumūd, “kişinin
toprağında kararlı kalması ve daha genel olarak, anavatanına ve özgürlük
mücadelesine hizmette kararlı olması” demektir. Zaru, bu tanımı açıklamak için tanık
olduğu bir olayı anlatır: “Ramallah’ın kuzeyindeki Jalazon mülteci kampında,
sokağa çıkma yasağı sırasında ordu gaz ve elektrik tedarikini kesti. Kadınlar,
odun bittiğinde eski ayakkabılar ve paçavralarla tutuşturdukları ortak bir ateş
yaktılar. Askerler ateşi söndürmeye ve hamuru atmaya geldiklerinde kadınlar
direndiler ve bağırdılar: ‘Ne yaparsanız yapın, bize ne tür kısıtlamalar
getirirseniz getirin, çocuklarımızın açlıktan ölmesine izin vermeyeceğiz. Ekmek
pişirmenin bir yolunu bulacağız ve ruhlarımızı yok etmek için tüm çabalarınız
başarısız olacak. Allah’ın yarattığını kimse yok edemez!” Zaru, “ne tanıklık!
İşte sumūd budur” diyerek hikâyeyi tamamlar (2008: 69).
Filistinlilerin
işgale karşı günlük direniş rutinlerinin bütününü temsil eden sumūd, Scott’ın
(1985) “zayıfın silahları” olarak tanımladığı direniş sanatlarından daha etkili
bir stratejidir. Onların, efendilerine saygıda kusur etmeyen köylülerde olduğu
gibi gizli senaryoları (hidden transcripts) yoktur; senaryoları yeterince açık ve
okunaklıdır. İsrailli antropolog ve aktivist Jeff Halper (2006a), Filistin
liderliğinin İsrail hegemonyasına karşı savaşmak için tasarlanmış
stratejilerden yoksunluğuna yönelik bir eleştiride, sumūd’u “stratejisizlik
içinde bir strateji” olarak niteler. Halper’e göre, müzakere ve yıpratmayı
içeren bu stratejisizlik bilinçli olarak formüle edilmemiş olup, İsrail
ordusunun ve sömürge makinesinin galibiyetini -bugüne kadar- etkili bir şekilde
engelleyen kolektif bir tepkidir. Pek çok orta sınıf Filistinlinin kaçıp
gitmesine rağmen köylülerin, işçilerin ve küçük burjuvazinin işgal karşısındaki
kararlılık ve direnişi etkileyicidir. İster intifada, ister kontrol
noktalarından kaçınma, vergi ödememe ya da sadece bir “demografik tehdit”
oluştursunlar, İsrail Filistinlileri yurtlarından söküp atmayı başaramamıştır.
Sumūd,
literatürdeki bazı yorumların (örn. Kimmerling, 2008; Zaru, 2008; Shehadeh,
1982)[2] aksine “şiddetsizlik” ya da şiddetin reddi değildir. Bilakis, eğitim
ve diğer modern araçlar, sıradan halkın elinde ruhsatsız birer silaha dönüşebilir.
Bu anlamda sumūd, günlük direnişi biçimlendiren eylemlerin örgütleyici
ilkesidir. Bu eylemler ya da direniş taktikleri, güçle ilişki halindeyken gözlendiklerinde
hiç de edilgin olmadıkları anlaşılır. İsrail askerlerini azarlayan kadının
duygu durumu, Demir Kubbe’yi delip geçen roketlerden daha az şiddetli değildir.
Sumūd burada, teslimiyet ve edilginliğe değil, günlük hayatı normalleştirmeye
yönelik bireysel ve kolektif çabalara rehberlik eden bir ilkedir. Sıradan
günlük pratikleri, kırılgan bireysel normallik ile sosyal/siyasal amaç arasında
gezinen somut ve toplumsal olarak açıkça nitelendirilmiş bir kavrama dönüştürmeye
hizmet eder (Busse, 2022: 584).
Hammami’nin
(2010: 48) “mikro stratejiler” olarak tanımladığı eylemlerden ikisine bakalım:
Kontrol noktasında bekleyen direnişçilerden biri “kimlik kartımı asla çıkarmam,
her zaman istemelerini sağlarım” derken, diğeri “onlar kimlik kartımı isteme
şansı bulamadan çıkarırım” demektedir. Bu iki karşıt tutumun hiçbiri örgütlü ya
da bilinçli bir çaba olmayıp, daha ziyade Siyonist rejimin kontrolüne dolaylı
olarak meydan okumak için geliştirilmiş bireysel tepkilerdir. Kontrol
noktasında bekleyenler, esasen güçsüzdürler ve kolektif bir strateji
geliştirmek için gerçek bir olasılıkları yoktur. Keza, kontrol noktalarından
sıkça geçmek zorunda kalan bir kadının “her zaman onlarla tartışma fırsatını
yakalarım ve yaptıklarının insanlık dışı olduğunu söylerim -ki bir an bile yaptıklarının
doğru veya normal olduğunu hissetmesinler” demesi de “mâdunlaştırılmış”
topluluklarda yaygın olarak kullanılan bir direniş tekniğine işaret eder. Filistin
bağlamında İsrail askerine “karşılık vermek” (talking back) ve onunla
tartışmak, sumūd repertuarının bir parçasıdır.
Bir
başka örnek, Filistinli kadınların manadeel (başörtüsü, eşarp) takmasıdır.
Bu gibi dinsel-kültürel pratiklerin işgal bağlamında gündelik bir direniş ve
sumūd eylemine dönüşme keyfiyetini açıklayan Shalhoub-Kevorkian (2002: 183),
mülâkat yaptığı kadınlardan birinin sözlerini aktarır:
“Teyzem Ümmü Samir ve
kuzenim Nabiha gibi diğer akrabalarım, zihinlerimizin sömürgeleştirilmesini
kabul etmeyi reddetmemizin bir yolu olarak beni en sevdiğim manadeel seçimiyle
tanıştırdı. Manadeel, benim ve kadın arkadaşlarım için çok anlam taşıyordu.
Sadece başlarımızı onunla süslemekten zevk almakla kalmadık, aynı zamanda
halkımızın, toprağımızın, acımızın bir belgesi olarak hizmet ettiklerine olan
inancımızı suçlayıcı olmayan bir sesle ifade edebildik. Dolayısıyla
şarkılarımız, danslarımız, şiirlerimiz, sanatımız ve kıyafetlerimiz
kalplerimizin hissettiklerini ifade ediyordu.”
Burada
manadeel ile başını örtmek, Filistinli kadınların “zihnin sömürgeleştirilmesi”
olarak gördükleri bir süreç tarafından kontrol edilmeyi reddetmeleri anlamına
gelmektedir. Richter-Devroe’nun (2011) yukarıda değindiğimiz üçlü (maddi, kültürel,
sosyal) ayrımına göre, manadeel takmayı, hem kültürel direniş hem de sosyal ve
düşünsel direniş yoluyla sumūd ilkesinin uygulanması olarak değerlendirmek
mümkündür. Direniş niyetiyle girişilen her bir eylem, mevcut güç ilişkilerini
dengeleme ve nihayet tersine çevirme potansiyeline sahiptir.
Bu
gibi eylem ve tutumları sumūd’un parçası yapan şey, bireysel olmaları, büyük ve
organize bir koordinasyonun yokluğunda küçük informel gruplar halinde
yapılmalarıdır. Sumūd, kolektif mücadelenin bir parçası olan pratikleri
içerebilirse de bunlar, resmi bir örgütlenmeden veya merkezi ve planlı bir
siyasal stratejiden doğmaz. Onun ayırt edici özelliği, tahakküm deneyimine
bireysel bir tepki olarak, sıradan insanların günlük yaşamına eklemlenme
keyfiyetidir (Johansson ve Vinthagen, 2015: 114). Sumūd öznelerinin (sāmid,
sāmide) içsel gücü ve canlılığı, kendisini çeşitli şekillerde dışa vurur ve bu
çeşitlilik de sumūd’un anlamına dâhildir. Manadeel örneğinin gösterdiği gibi,
direnişçilerin yarattığı semboller, normlar ve ideolojik formlar, davranışlarının
vazgeçilmez arka planını oluşturur. Durumu anlamaları ne kadar kısmi ya da kusurlu
olursa olsun, eylemlerini koşullandıran niyetler, değerler ve amaçlılık ile
ödüllendirilirler (Scott, 1985: 38).
Eğitimde
Israr ve Sumūd
Sumūd
repertuarının bir parçası olarak tanımlanabilecek gündelik direnişler, topraklarını
terk etmeyi reddetmekten, işgale rağmen bir yaşam ve topluluk oluşturmak ve
kontrol noktalarında güçlük çıkarmaya kadar uzanan bir çeşitlilik gösterir. Batı
Şeria’da yaşayan 17 yaşındaki bir genç kadının “eğitim bizim en güçlü direniş
biçimimizdir. İşgalcilerden daha zeki olabilirsek kazanırız” (Baumung, 2012: 72)
demesi böyledir. Eğitim vurgusu, Siyonist işgali altındaki topraklarda hem
kadınlarda hem de erkeklerde 2000’lerin başından bu yana %95 düzeyinde seyreden
okuryazarlık oranı ile desteklenmektedir. Filistin’de okuryazarlık oranı, MENA (Ortadoğu
ve Kuzey Afrika) bölgesi[3] ortalamasından (%58-78) daha yüksektir (UNESCO,
2012).
Batı
Şeria’daki Birzeit Üniversitesi’nden sosyolog Viet Nguyen-Gillham[4] ve
arkadaşları (2008), Ramallah ve çevresindeki köylerden 15-18 yaşlarındaki 321 (164
kız, 137 erkek) öğrencinin “metanet” üzerine anlatılarını tematik analize tabi
tuttu. Anlatılar, bütün öğrenci gruplarında beş ortak tema ortaya çıkardı: (1)
İşgal altında şeytanlaştırma (dehumanisation), (2) destekleyici
ilişkiler ağı, (3) hayatı olabildiğince normal hale getirme, (4) siyasi katılım
ve eğitimin rolü ve (5) zorluklara rağmen devam eden iyimserlik. Tematik
analizin sonuçları, Filistin bağlamında acı ve direncin hem bireysel hem de
kolektif düzeyde yorumlanması gerektiğini gösteriyordu. Örneğin eğitim; sağduyu
sahiplerinin iyi bir yaşam sürmek için önem atfettiği kaynaklardan… Filistin’de
ise eğitim ideolojik direniş için vazgeçilmez bir silahtır. Mülakata alınan gençlerden
biri, eğitimin anlamını şöyle özetler: “Eğitim, bize yaptıkları bunca şeye
rağmen hayatımıza devam ettiğimizi görünce öfkelenen İsraillilere bir meydan
okumadır” (2008: 295).
Sumūd,
Necef çölündeki yaklaşık 250.000 Filistinli bedevi ile Siyonist rejim
arasındaki toprak mücadelesinde kendini diyalektik bir örüntüde gösterir:
Rejim, eğitim hakkını, bedevileri “planlı” köylere yerleştirerek onları ata
topraklarından sürmenin bir aracı olarak kullanırken bedevi aktivistler, topluluğun
kararlılık ve direniş kapasitesini güçlendirmek için kullanırlar (Rotem ve
Gordon, 2017). Necef’te eğitim hakkı için verilen mücadele, metropollerdeki
sağduyu sahiplerinin aşina olmadığı biçimde toprak için verilen mücadele ile iç
içe geçer. Bu mücadeledir ki Necef’teki Siyonist kontrolünü, yer yer Batı Şeria’dakinden
bile daha zayıf kılabilmektedir.
Kadimden
beri Necef çölündeki dağınık ve seyrek nüfuslu köylerinde küçük ölçekli tarım
ve hayvancılıkla geçinen bedeviler, 1948’den bu yana Siyonist rejimin hedefinde
oldular. Bedevilerin el-siyaj (İbr. sayag, ‘çit’ anlamında) adı
verilen dar bir alana toplanmış planlı köylerde oturmasını isteyen rejim, bu
amaçla mevcut bedevi köylerini hazine adına tapuya kaydetti. 1965 tarihli imar
kanunu, bedevileri hazine arazilerine yerleşmiş işgalciler olarak tanımlıyordu.
1960’ların
sonlarından bu yana rejim, eğitim ve diğer kamu hizmetlerinin yalnızca yasal
olarak “tanınan” köylere tahsis edileceğini duyurarak “tanınmayan” köylerin
sakinlerini planlı yerleşimlere taşınmaya zorladı. Bu köylere altyapı
hizmetleri götürülmeyecek, eğitim hizmeti verilmeyecekti. Rejim için eğitim,
bedevileri yurtlarından söküp atma mekanizmalarından biriydi. Eğitim
yatırımlarının çoğu, tanınan yerleşimlerdeki okullara tahsis edilirken
tanınmayan köyler kasıtlı olarak dışarıda tutuldu. Dahası, rejim sık sık
tanınmayan köylere buldozerlerle girip evleri yıktı. Bedeviler buldozer
tehdidine yeni evler yaparak karşılık verdiler. Buna dair ilginç bir hikâyeyi İsveçli
Marksist yazar Andreas Malm (2017) aktarır:
“Necef'te, adı ‘yumuşak
tepe’ anlamına gelen bir Bedevi köyü olan el-Araqib’de, bu sumūd takdire şayan absürtlükte
yeni bir düzeye ulaştı: Bu yazı yazılırken [01.05.2017], sakinler onu 99 kez
yeniden inşa ettiler. İsrail Devleti’nin buldozerleri ve silahlı kuvvetleri onu
100. kez dümdüz etti. El-Araqib yeniden inşa edilecek. Sürekli Siyonist
saldırganlığı koşullarında, sadece var olmak bile gerçekten direnmektir ve bunu
topraklarda yaşarken yapmak en inatçı muhalefet biçimidir.”[5]
1990’ların
ortalarında, kısaca “Eğitim Koalisyonu” adı altında örgütlenen Necefli bedeviler,
rejimin baskıcı politikalarına karşı harekete geçmeye başladı. Topraklarında
kalma mücadelesini ilerletmek için İsrail’in eğitim yasalarının evrensel
formülasyonunu değerlendirmekle, temel eğitim hakkını bir sumūd uygulaması
olarak kullandılar: İsrail’deki her çocuk, etnik kökeni veya ikamet yerine
bakılmaksızın eğitim alma hakkına sahipti ve devlet her çocuğa ücretsiz temel
eğitimi sağlamak zorundaydı (Rotem ve Gordon, 2017: 21).
Eğitim
yasalarının iskân politikalarından bağımsız bir mantıkla hazırlandığını keşfeden
bedevi aktivistler, eğitim sisteminde iyileştirmeler talep ederken toprak
mücadelesinin kilit bileşenlerinden birine de hizmet edebileceklerini fark
etmişlerdi. Dindar ve laik, İslamcı ve Komünist tüm toplumsal güçleri bünyesinde
toplamayı başaran Koalisyon, eğitim hakkına dair yasal düzenlemelere dayanarak eğitim
bakanlığı bünyesindeki Bedevi Eğitim Otoritesi’ne başvurdu; gösteriler düzenledi,
yeni okulların kurulması ve bütçe ödeneklerinin artırılması talebiyle dilekçeler
verdi. Kampanyalar ve sürekli başvurulardan bunalan Bedevi Eğitim Otoritesi
tarafından atanan bir özel komitenin hazırladığı rapor (Katz Raporu, 1998) bedevilerin
eğitimde eşitlik talebine açıkça atıfta bulunarak Eğitim Koalisyonu’nun
iddialarını güçlendirdi. Rapor, “bedevi eğitim sistemine Yahudi eğitim
sistemine eşdeğer kaynaklar tahsis edilmesi” gerektiğini belirtmekteydi.
1998’de,
Eğitim Koalisyonu başkanı ve bir grup bedevi, Yüksek Adalet Mahkemesi’ne
dilekçe vererek, tanınmayan köylerde bulunan ve yaklaşık altı bin çocuğun devam
ettiği on iki okula elektrik sağlanmasını talep etti. Dilekçe kamuoyunda büyük
ilgi gördü. Siyonist rejimin temsilcilerinde nadir rastlanan bir adalet duygusuna
sahip görünen Yargıç Aharon Barak’ın (daha sonra Baş Yargıç), bedevi okullarını
elektrik şebekesine bağlamayan yetkililere hapis cezası tehdidinde bulunmasını medya
görmezden gelemedi. Bakanlık yetkilileriyle röportaj yapan gazeteciler,
okulları elektrik şebekesine bağlamak için neden onlarca yıl beklendiğini soruyordu.
Hükümet yetkilileri, elektrik bağlantısı bulunmayan tüm okullara jeneratör
kurarak mahkemede görüşülmeye başlanan dilekçenin reddedilmesini sağladı.
Tanınmayan
köylerin kerhen de olsa tanınması anlamına gelen bu kısmi başarı, bedevi
topluluğu yüksek mahkemeye daha fazla dilekçe vermeye teşvik etti. Örneğin 2000
yılında, Bir Haddaj ve Abdih köylerinin sakinleri, köylerinde anaokulları ve
ilkokullar kurulmasını talep eden bir dilekçe verdiler. Sakinler, çocuklarının
okula gitmek için her gün otuz ila kırk kilometre yol kat etmek zorunda
kaldıklarını belirtiyorlardı. Duruşmalar devam ederken hükümet bu köylerde
okullar inşa etmeye karar verdi ve Kasım 2002’de sakinler dilekçelerini geri
çekti. Yeni okulların açılması ve altyapının iyileştirilmesi yönündeki
gelişmeler, bedevi topluluğun topraktaki egemenliğini güçlendirdi. Eğitim
Koalisyonu başkanı Abu Freich’in dediği gibi, “eğitim mücadelesinin merkezi ve
en önemli başarısı, köyler için bir tanınma süreci başlatmasıydı” (Rotem ve
Gordon, 2017: 18).
Özetle,
Filistinliler için metanet ve esneklik hayatta kalma iradesidir. Sumūd,
Filistinlilerin günlük direniş ve beka taktiklerinin tüm gerilim ve çelişkilerini
bünyesinde barındırır. Sumūd, yıkılan evini yeniden yapan adamla İsrail
askerlerine taş atan çocuğu buluşturan noktayı mühürler.
“Dert
ve Öfke” Sendromu
Birçok
Filistinli genç için, artan çaresizlik ve umutsuzluk, iyimserlik ve ahenk
duygusunu besleyen ortak anlatılarla iç içe geçmiş durumdadır. Toplumsal
ilişkilerin değişen doğası da bu çelişkiyi yansıtır: Sumūd ilkesi uyumlu bir
komünal yaşamı devam ettirirken işbirlikçilerin varlığı sosyal dokuyu parçalar
ve bireysel-kolektif kararlılığı zayıflatır. İşbirlikçilerle ilgili hikâyeler,
alttaki şüphe ve gerilim iklimine işaret etmektedir: “Kimseye bir şey söylemeye
cesaret edemiyorum. İsrail içindeki saldırılar veya siyasi meseleler hakkında
bir şey söylersem yanımdaki kişi bir casus olabilir ve beni İsrail makamlarına
ihbar edebilir. Bundan ne kazanırım? Karşılığında hiçbir şey almadan 15-20 yıl
hapis yatarım. Kimseye bir şey söylememek daha iyidir” (Nguyen-Gillham vd.,
2008: 294).
Buna
karşılık, Batı kaynaklı çok sayıda akademik çalışma, Filistinli gençlerin
anksiyete, depresyon veya travma sonrası stres bozukluğunun nesnesi olarak
kullanıldığı “risk altındaki bir nüfus” tasvir eder. Örneğin psikiyatrist Burdman
(2003), Filistinli gençleri, şiddet ve nefrete programlanmış patolojik ergenler
olarak gösterirken[6] Tel Aviv Üniversitesi’nden psikologlar Lavi ve Solomon
(2005), onlarda “terörün neden olduğu travmaya maruz kalmanın patojenik
sekellerini” (bir hastalıktan sonra yerleşip kalan işlev veya doku bozukluğu)
teşhis etmiştir! Neden acaba? Filistinli gençler neden bu kadar öfkeli ve şiddete
eğilimli görünmektedir?
Çünkü
bu gençler için şiddet, Instagram ya da Youtube sayfalarında izledikleri bir
performans değildir. Onlar için şiddet, sayısız kontrol noktasından geçmek, bir
yere ulaşmak için dağlarda uzun yollar kullanmak zorunda kalmak, başka
ihtiyaçlar için kullanabileceği parasını kısa mesafeler için yüklü miktarlar
ödeyerek tüketmek ve yakınındaki insanların vurulup düştüğünü görmekle
somutlaşır. 7/24 esasında deneyimlenen bu şiddetin çeşitli formları vardır.
Sözlü saldırı en yaygınıdır ve görünmeyen askerler tarafından hoparlörlerden
yaylım ateşi gibi yükselir: Filistinli işçi, kadın, erkek ve öğrenciler, kötü
bir Arapça ya da kötü bir İbranice ile savrulan hakaretler ve kısa komutlar,
anlaşılmaz haykırış ve bağırışlar altında saatlerce beklemek zorundadır.
Yumruklama, itme ve diğer açık fiziksel şiddet biçimlerine “çıplak arama” eşlik
eder. Çıplak aramalar aniden ve uyarı yapılmadan gerçekleşebilir ve insanlara
sıradaki herkesin gözü önünde kıyafetlerini çıkarmaları emredilir (van
Teeffelen ve Biggs, 2011: 27). Bir 11. sınıf öğrencisi her gün karşılaştığı
muameleyi şöyle anlatır:
“Ben (X) köyünden
geliyorum. Bu da her gün köprünün yakınındaki İsrail kontrol noktasından geçmem
gerektiği anlamına geliyor. […] Arandım, gömleğimi ve pantolonumu çıkarmaya
zorlandım. [...] Karşıya geçen kızlar bile otobüsü terk etmek ve aranmak
zorunda kalıyor. [...] Geçmek için İsraillilerin aramayı bırakmasını ya da
uzaklaşmasını beklemeyi tercih ederim. [...] Çoğu zaman okula geç geliyorum.
[...] Ayrıca öğleden sonra geç saatlerde okuldan eve dönüyorum” (Nguyen-Gillham
vd., 2008: 294).
Qalandiya kontrol noktasında bekleyen Filistinli kadın ve
çocuklar (Hammami, 2010)
Bu
koşullar altında sumūd, hayal kırıklığının sizi kendinizden uzaklaştırmasına ve
Filistinlilere dayatılan “öfkeli Arap” klişesine itmesine izin vermemek
anlamına gelir. Sumūd burada, konumunuzu ve haysiyetinizi korumanıza yardımcı
olan özel bir sabır türüdür. Sabrın zorlandığı ve nihayet taştığı momentte ise
isyan başlar. İsyan etmek haklıdır; isyan marazi bir öfke patlaması değil
sabrın uzantısı ve tamamlayıcısıdır.
Bu
öfke ve isyanın pratik sınırı, -hapiste açlık grevi, sokakta intihar saldırısı
ile somutlaşan- öznenin kendi bedenidir. CIA analistlerinden psikiyatrist J.M. Post
ve arkadaşlarının (2003) silahlı Filistinli örgütlerin hapisteki 35 üyesiyle
yürüttüğü yarı-yapılandırılmış mülakatlar, “İslamcı” kategorisindeki
katılımcıların çoğunluğunun bombalı intihar eylemlerini “en değerli cihat
tekniği” olarak onayladığını göstermiştir: “Bu intihar değil; intihar
bencilcedir, zayıflıktır, zihinsel bir rahatsızlıktır. Buna istişhad (Allah’a
hizmet uğruna şehadet veya kendini feda etme) denir.” Böylece fedai, cesareti,
onuru ve fedakârlığı ile Filistin direnişinin simgesi haline gelir.
ABD
iç ve dış kamu politikaları alanındaki araştırmalarıyla tanınan
Smith-Richardson Vakfı tarafından fonlanan çalışmada, örneklem dengesinin,
İslamcıları “içlerinde en tehlikelisi” olarak işaretleyecek şekilde belirlenmiş
olması anlamlıdır: İslamcı (Hamas, İslami Cihad, Hizbullah) örgütlerden 21;
seküler gruplardan (el-Fetih, FHKC, FDHKC) 14 katılımcı. Keza, örgütlenme ve
eylem kabiliyeti bakımından Hamas ve el-Fetih’ten geri kalmayan
Marksist-Leninist ve Maoist gruplar “seküler” terimi içinde eritilirken
İslamcıların gerçekliğinin “köktendinci” (fundamentalist) terimi ile artırılmış
olması, dâhiyane (!) bir sınıflandırmadır. “Mülakatların niteliksel lezzeti”
tatmin edicidir: “Ön araştırmalar, en büyük tehlikeyi oluşturan türün, İsrail
ekibinin kolayca erişebildiği bir nüfus olan köktendinci teröristler olduğunu
gösterdi. Görüşülen teröristlerden elde edilen materyaller beklentilerimizi fazlasıyla
aştı” (Post vd., 2003: 172).
Post
ve arkadaşlarının mülakatları bir şeyi daha gösterdi: Yetmiş yıldır süren
İsrail işgali, direnişçinin ona karşı girişebileceği herhangi bir eylemin
gerekçesini sağlar. İsraillileri “düşman” ve “yabancı işgalciler” olarak
tanıtan söylem, Filistinliler arasında karşı konulamaz derecede güçlüdür.
İsrailliler aynı topluluk içinde yaşayan insanlar olarak değil, “onlar” olarak
tasvir edilir. Filistinli bir eylemci için öldürmenin amacı ve anlamı
farklıdır: “Ben katil değilim; katil psikolojik sorunu olan kişidir. Siviller
öldürülse bile silahlı eylemlerin bir amacı var; hoşumuza gittiği ya da kana
susamış olduğumuz için değil. Bir halk mücadelesinde, grubun bunu -sivilleri
öldürmek istediği için değil- cihadın devam etmesi gerektiği için yaptığı,
hayatın bir gerçeğidir” (2003: 179). Şiddeti TV ekranlarında ve sosyal medya
mecralarından izlemeye alışkın sağduyulu bireylerin, etnik temizlik, yerinden
edilme, mülksüzleştirme, sürgün ve kayıplarla damgalanmış bu duygu durumu ile
empati kurması -imkânsız değilse de- çok zordur.
Filistinli
direnişçinin, bir araç olarak kendi bedenine başvurmasının -intihar saldırıları
dışındaki- etkili ama dramatik yollarından biri de açıklık grevidir. Siyonist
rejimin “idari gözaltı”[7] uygulamasını protesto etmek için Oslo Anlaşması’ndan
önce bazı münferit açlık grevleri kaydedilse de bunlar hem sayıca az hem de
dağınık olmakla, önemli bir fenomen oluşturmuyordu. Buna karşılık, 2012
sonrasında başlayan kapsamlı açlık grevi dalgası, 2014 yılında İsrail
hapishanelerindeki toplam 700 idari tutukludan yaklaşık 100’ünün açlık grevine
gitmesiyle zirveye ulaştı.
Açlık
grevindeki Filistinli tutsaklarla tahliyelerinin ardından bire bir mülakatlar
gerçekleştiren Ajour (2021), onların açlık sırasında yararlandıkları güç
kaynaklarını teşhis etmeye yönelir. Etik ve politik itici güçlerin yanı sıra
dava için fedakârlık yapma söyleminin analizi şunu gösterdi: Gücün kaynakları,
büyük ölçüde (1) Filistinlilerin özgürlük ve kendi kaderini tayin hakkı için
kolektif bir rüya anlatısıyla, (2) direniş ikonlarından ilham alan haklı bir
dava uğruna yapılan fedakârlıkla ve (3) iradeye meydan okurken sömürgeciyle
düşmanca mücadele etmekle ilişkilidir. Grevciler, Filistin direniş anlatısının
merkezinde yer alan sumūd kavramına, dayanıklılık, azim ve sebat arasında
değişen anlamlar vermişlerdi (2021: 256).
İsrail
hapishanesindeki 131 günlük açlık grevinin ardından serbest bırakılan Kayed
al-Fasfos, bu azim ve sebatı esprili bir “zafer” ilanıyla açıklar: “Ölmüş
olsaydım bile bunu bir zafer olarak görürdüm, çünkü sonunda hapishaneden çıkmış
olurdum.”[8] Burada sadece tahliye olmanın verdiği bir zafer sevinci değil,
aynı zamanda sağduyu sahiplerinin -açlık grevi ve intihar gibi eylemleri
onaylamayan- etik normlarına karşı bir “meydan okuma” (defiance) vardır.
Lübnanlı bir destekçinin açlık grevindeki Filistinli tutsaklar
için yaptığı zafer işareti (Ajour, 2021)
Meydan
Okuma Psikolojisi
Silahlı
direnişe katılımı anormal kişilik gelişimi ya da davranış bozukluğu ile
açıklayan indirgemeci yaklaşımların kuruntudan başka bir şey olmadığı konusunda
son yıllarda artan bir farkındalık gözlenmektedir. Örneğin Horgan (2005: 74), teröristlerin
eylemlerine dair kendi açıklamalarının çok az dikkate alınmasını eleştirerek özellikle
bir terörist gruba katılımın sağlayacağı gelişme duygusuna işaret edebilecek
süreçler arasındaki benzerliklerin teşhisinde bireysel vaka geçmişlerinin önemli
olduğunu savunur. Ona göre, insanların neden teröre karıştığına dair soruları
cevaplarken en iyi başlangıç noktası, mümkünse öncelikle terör örgütlerine
katılmış olanlara bu soruyu sormaktır: Neden katıldın?
Sivil
ve sıradan insanları İrlanda Kurtuluş Ordusu’na (IRA) katılmaya sevk eden
koşulları araştıran Ferguson ve Burgess’in (2009) vardığı sonuçlar bu anlamda önemlidir:
Süresiz sokağa çıkma yasakları, keyfi hapis cezaları vb. yollarla nüfusun
belirli bir kesiminin sistematik olarak haklarından mahrum bırakılması, psiko-sosyal
anlamda toplumsal bir kargaşanın tetikleyicisi olabilir. Keza, devlet eliyle
yaratılan ayrışma, travmatizasyon veya mağduriyetler, bu duygularla başa
çıkmanın bir yolu olarak bireyleri silahlı gruplara katılmaya motive etmede
önemli bir rol oynayabilir.
Bu
koşullar altında, yüksek düzeyde bir topluluk desteği de silahlı direnişe
katılımı artıracaktır. Çünkü katılım, bireye topluluk içinde yüksek statü
sağlar. “Terörist olmak”, sorumluluklar yanında bireye çok ağır fiziksel,
psikolojik ve sosyal yükler de getirir: Uzun süre saklanmak zorunda kalabilir,
izole edilebilir, ölüm veya hapis cezasıyla karşı karşıya kalabilir vs. Bununla
birlikte, katılım, artan sosyal statü ile birlikte finansal ve/veya cinsel
ödüller de getirebilir. Araştırmalar, daha yüksek dürtüsellik, daha yüksek
güven, risk almaya daha fazla ilgi duyma ve statü ihtiyacının, özellikle genç
erkekler için bir terörist olarak yaşamaya belirli bir çekicilik kazandırabileceğini
göstermektedir.
Katılımı
teşvik eden bir diğer faktör intikam duygusudur. Birey, intikam duygusuyla
motive olur ve karşılık verme ve yanlışları düzeltme ihtiyacı hisseder. Tanınmış
kriminolog ve terör uzmanı A. Silke’in (2003) tespitiyle, insanların neden
şiddete başvurduklarını sorgulayan araştırmaların en tutarlı bulgularından biri
budur. Silahlı isyancıların özgeçmişleri, kendilerinin, tanıdıklarının veya
topluluklarının “onlar” tarafından mağdur edildiği; harekete geçmeleri, intikam
almaları ve silahlı bir gruba katılmaları gerektiğine karar verdikleri olaylara
dair hikâyelerle doludur.
Araştırmalar,
bireyin kendi grubuyla güçlü bir şekilde özdeşleşmesinin yanı sıra silahlı
grubun eylemlerini destekleyen rol modellerle özdeşleşmesinin de şiddeti
sürdürmedeki rolünü ortaya koymuştur. Burgess ve arkadaşları (2005: 24), bazı IRA
üyelerinin, topluluklarındaki silahlı çatışmayı açıkça destekleyen “idoller”
nedeniyle şiddete yönlendirildiklerini saptadı. Post ve arkadaşlarının (2003:
172) mülakatları da bu olguyu doğrular: İslamcı katılımcılar şiddeti benimseyen
dini figürleri (Peygamber ya da radikal İslamcı Abdullah Azzam gibi); seküler
katılımcılar Ché Guevara ve Fidel Castro gibi devrimci önderleri kahraman
olarak görmektedir.
Burgess
ve arkadaşlarının (2005) IRA ve onun karşıtı UVF’nin (Ulster Gönüllü Gücü) eski
üyeleriyle yürüttüğü mülakatlar, yukarıda özetlediğimiz risk faktörleri
listesine bir madde daha ekler: Mülakat veren eski teröristlerin hepsi de örgüte
katılmadan önce bir “kritik olay” yaşamıştı. Tüm katılımcılar için bu kritik
olay, kendilerine, ailelerine ya da kendilerini özdeş tuttukları topluluğa
yönelik bir saldırı idi. Örneğin eski bir UVF üyesi, IRA’nın “Kanlı Cuma” olarak tarihe geçen bombalı
saldırıları (21.07.1972) sırasında ölen dokuz kişiden birinin, kendisiyle aynı
isim, yaş ve geçmişe sahip bir genç olduğunu öğrendiğinde örgüte katılmaya
karar verir: “Bu, benim kararsızlığımın bittiği gün diye düşündüm ve UVF’ye
katıldım. Cumhuriyetçilerle veya Loyalistlerle konuştuğunuzda bunun gibi pek
çok hikâye olduğunu ve bir ‘moment’ bulunduğunu anlıyorsunuz. Rubicon’u
geçtiklerinde de böyle bir moment vardı” (2005: 26).
IRA’ya
katılmaya karar veren genç bir kadının kritik olayı ise polisin bir grup
protestocuya uyguladığı şiddete tanık olmasıdır:
“Barışçıl bir şekilde
protesto eden birçok kadın ve çocuk coplarla dövülüyordu ve ortalık karmakarışıktı.
‘Bu iyi değil’ diye düşünmeye başlıyorsunuz. [...] 1969’da sorunların gerçekten
başladığına karar verdim. Birçok insanın yaralandığını ve çoğu arkadaşımın
inandıkları şey uğruna ayağa kalktıkları için öldüğünü görmüştüm. Çabucak,
öfkeyle değil ama hüzün ve korkuyla, ‘tamam, bu davayı üstleneceğim; deneyecek
ve değiştireceğim’ diye karar verdim” (Ferguson ve Burgess, 2009: 26).
Hapisteki
bir el-Fetih üyesinin kritik olayı ise daha “mütevazı” görünmektedir:
“Ben işgal kuşağındanım.
Ailem 1967 savaşından beri mülteci. Savaş ve mülteci statüsünde olmam, siyasi
bilincimi şekillendiren önemli olaylardı ve işgal altındaki ülkemizde meşru
haklarımızı yeniden kazanmamıza yardımcı olmak için elimden gelen her şeyi
yapmaya beni teşvik etti” (Post vd., 2003: 182).
Çok
sayıda yarı-yapılandırılmış ve derinlemesine mülakatın teröristlere dair ortaya
koyduğu iki gerçek vardır: (1) Derin bir kişisel ahlak duygusu ve kurbanlarla özdeşleşme
eğilimi, örgüte katılımla sonuçlanan süreçleri damgalarken (2) sosyo-politik ortam
ve koşullara yapılan atıflar görece basit ve sade bir şekilde tanımlanmaktadır.
Sonuç
Uyum
ve itaat psikolojisini analiz eden (Milgram’ın ünlü itaat deneyi gibi) başarılı
deneylerin hikâyesini çoğumuz biliriz. Buna karşın, şimdiye kadar otoriteye
meydan okumakla ilgili bir deney tasarlanmamış olması anlamlıdır. Otoriteyi,
itaat etmek, saygı göstermek, iznini almak gibi teslimiyetçi tutumlarla birlikte
düşünme eğilimi, akademiyi ve popüler siyasal/dinsel söylemleri adeta esir
almıştır. Bu durum, Filistin başta olmak üzere, dünyanın çeşitli yerlerinde insanları
silahlı direnişe teşvik eden ekonomik ve psiko-sosyal dinamiklerin kavranmasını
güçleştirmektedir.
Çatışmanın
küresel sistemin daha da büyümesine izin veremeyeceği kadar
istikrarsızlaştırıcı olduğunu bilen Filistinliler ise şunu söylemektedir:
“Sumūd olarak kalacağız,
kararlı olacağız. Bize bir apartheid sistemi dayatın, İsrail devlet terörünü
görmezden gelirken şiddet için bizi suçlayın, Amerikan İmparatorluğu
programlarınızı veya kendini beğenmiş bir ‘medeniyetler çatışması’ kavramınızı
sürdürün; biz Filistinliler boyun eğmeyeceğiz, işbirliği yapmayacağız, hileli
oyununuzu oynamayacağız. Ve sonunda gücünüz boşa gidecek. Bu çatışmayı
İsrail’e, ABD’ye ve uluslararası topluma o kadar pahalıya mal edeceğiz ki barış
faslını açmak için bize geleceksiniz. İsrailliler de dâhil olmak üzere
bölgedeki tüm halkların haklarına saygı duyan adil bir barışa hazır olacağız.
Ama bizi yenemeyeceksiniz” (Halper, 2006b).
Direnişçileri
etik ya da taktiksel gerekçelerle yargılamadan önce, hasarlı bir sosyal doku
içinde direncin anlamını nasıl inşa ettiklerini anlamaya ihtiyacımız var. Önder
Mao’nun tespitini rehber edinmeli, isyanları değerlendirirken, burjuvazinin
önerdiği etik-normatif yönergelere değil, somut duruma odaklanmalıyız.
Muhsin Altun
6
Kasım 2023
Dipnotlar:
[1] Aişe Udeh, 1969’da iki İsraillinin ölümüyle
sonuçlanan bir bombalama eylemine katılmaktan ömür boyu hapis cezasına
çarptırıldı. 1979 başında serbest bırakılan Udeh, o zamandan beri Filistinli
örgütlerde aktif bir katılımcıdır. 1989-1991 yılları arasında Filistin Halk
Kurtuluş Cephesi (FHKC) Merkez Komitesi üyesi olarak görev yapmıştır.
[2]
FHKC gerillası Mahir Yamani’nin girişte alıntıladığımız sözünü aktaran Shehadeh
(1982: 97), İngilizce olarak yayımlanan günlüğünde, sumūd kavramına sıkça
bireysel ve/veya kolektif bir nitelik (‘benim sumūd’um’ ya da ‘birlikte sumūd’umuzda
birdik’ gibi) atfeder ve onu “sessiz teslimiyet ve kör nefret arasında bir
üçüncü yol” olarak tanıtır: “Ben üçüncü yolu seçtim. Ben sāmidim.” Shehadeh’in sumūd
anlayışı, “kaderci pasif direniş” olmakla eleştirilmiştir (Khalili, 2007: 197).
[3]
BAE, Bahreyn, Cezayir, Fas, Filistin, Irak, İran, Katar, Kuveyt, Libya, Lübnan,
Mısır, S. Arabistan, Suriye, Tunus, Türkiye, Umman, Ürdün, Yemen.
[4]
Çinli bir anne ve Vietnamlı bir babanın kızı olan sosyolog Viet Nguyen-Gillham (1955-2011), toplum
temelli sosyal hizmet konusunda uzmandı. Bosna, Tayland, Doğu Timor, Gine,
Sierra Leone ve Ürdün’de, çatışma bölgelerindeki mülteciler ve işkence
kurbanları için çalıştı. En son Birzeit Üniversitesi Toplum ve Halk Sağlığı
Enstitüsü’nde çalışırken 56 yaşında kansere yenik düştü.
[5]
03 Nisan 2023 tarihi itibarıyla, al-Araqib köyü İsrail buldozerleri tarafından
215. kez yıkıldı. “Israel Demolishes Palestine Village of Al-Araqeeb for 215th
Time”, 3 Nisan 2023, Middleeastmonitor (Erişim: 05.11.2023).
[6]
Gençlerdeki şiddet ve şehitlik eğilimini -Siyonist işgalin baskınlığına değil
de- Filistin Yönetimi’nin eğitim müfredatına bağlayan Burdman’ın makale başlığı
bile bir bilim insanına yakışmayacak imalarla yüklüdür: “Eğitim, Beyin Yıkama
ve Kışkırtma: Şehitliğe Giden Yolda Filistinli Çocuklar”.
[7]
İdari gözaltı, şüphelinin, “gizli dosyalar” tarafından gerekçelendirildiği
şekilde, tanımlanamayan nedenlerle herhangi bir suçlama veya yargılama
olmaksızın tutulmasına imkân veren bir usuldür. Gözaltı kararı sık sık
yenilenir ve bu süreç süresiz olarak devam ettirilebilir (Ajour, 2021: 2).
[8]
Raja Abdulrahim, “Preparing to Die” 11 Ağustos 2022, NYT (Erişim: 02.11.2023).
Kaynakça:
Ajour, A. (2021). Reclaiming Humanity in Palestinian Hunger Strikes:
Revolutionary Subjectivity and Decolonizing the Body. Cham, CH: Palgrave
Macmillan.
Altun,
M. (2023). “Travma ve Esneklik: İki Neoliberal Kavramın Sınıfsal Analizi”. Sosyalizm.org (Erişim: 02.11.2023).
Baumung,
L.E. (2012). “Existing to Resist: Bulge Youth Theory in the Occupied
Palestinian Territories”. Thesis (Master of Arts). School for International
Studies, Simon Fraser University.
Burdman,
D. (2003). “Education, Indoctrination, and Incitement: Palestinian Children on
their Way to Martyrdom. Terrorism and Political Violence”, 15(1): 96-123. Doi:
10.1080/09546550312331292977
Burgess,
M., Ferguson, N. & Hollywood, I. (2005). “A Social Psychology of Defiance:
From Discontent to Action”. M.S. Breen (ed.), Minding Evil: Explorations of
Human Iniquity (19-38). Amsterdam: Rodopi.
Busse,
J. (2022). “Everyday Life in the Face of Conflict: Sumud as a Spatial Quotidian
Practice in Palestine”. Journal of International Relations and Development,
25: 583-607. Doi: 10.1057/s41268-022-00255-1
Ferguson,
N. & Burgess, M. (2009). “From Naïvety to Insurgency: Becoming a
Paramilitary in Northern Ireland”. D. Canter (ed.), The Faces of Terrorism:
Multidisciplinary Perspectives (19-34). West Sussex, UK: Wiley & Sons.
Halper,
J. (2006a). “A Strategy within a Non-Strategy: Sumud, Resistance, Attrition,
and Advocacy”. Journal of Palestine Studies, 35(3): 45-51.
Halper,
J. (2006b). “Apartheid versus Sumud”. New Internationalist, Sayı 390 (2 Haziran
2006). Newint (Erişim: 02.11.2023).
Hammami,
R. (2010). “Qalandiya: Jerusalem’s Tora Bora and the Frontiers of Global
Inequality”. Jerusalem Quarterly, 41: 29-51.
Horgan,
J. (2005). The Psychology of Terrorism. Londra: Routledge.
Katz
Raporu (1998). “The Committee for the Assessment of the Bedouin Education
System in the Negev [İbranice]. 16 Ocak 1998. Archive of the Negev
Coexistence Forum for Civil Equality, Beersheba.
Khalili,
L. (2007). Heroes and Martyrs of Palestine: The Politics of National
Commemoration. Cambridge: Cambridge University Press.
Kimmerling,
B. (2008). Clash of Identities: Explorations in Israeli and Palestinian
Societies. New York: Columbia University Press.
Lavi,
T., & Solomon, Z. (2005). “Palestinian Youth of the Intifada: PTSD and
Future Orientation”. Journal of the American Academy of Child and Adolescent
Psychiatry, 44(11): s. 1176-1183. Doi: 10.1097/01.chi.0000177325.47629.4c
Malm,
A. (2017). “The Walls of the Tank: On Palestinian Resistance”. (1 Mayıs 2017). Salvage (Erişim: 05.11.2023).
Nguyen-Gillham,
V., Giacaman, R., Naser, G., & Boyce, W. (2008). “Normalising the Abnormal:
Palestinian Youth and the Contradictions of Resilience in Protracted Conflict”.
Health & Social Care in the Community, 16(3): 291-298. Doi: doi10.1111/j.1365-2524.2008.00767.x
Post,
J., Sprinzak, E. & Denny, L. (2003). “The Terrorists in their Own Words:
Interviews with 35 Incarcerated Middle Eastern Terrorists. Terrorism and
Political Violence”, 15(1): 171-184. Doi: 10.1080/09546550312331293007
Richter-Devroe,
S. (2011). “Palestinian Women’s Everyday Resistance: Between Normality and
Normalisation”. Journal of International Women’s Studies, 12(2): 32-46.
Schiocchet,
L. (2012). “Palestinian Sumud: Steadfastness, Ritual, and Time among
Palestinian Refugees”. Birzeit University Working Paper 2011/51 (ENG).
Doi: 10.2139/ssrn.2130405
Scott,
J.C. (1985). Weapons of the Weak: Everyday Forms of Peasant Resistance.
New Haven: Yale University Press.
Shalhoub-Kevorkian,
N. (2002). “Growing from within: The Decolonisation of the Mind”. N. Abdo &
R. Lentin (eds.), Women and the Politics of Military Confrontation
(176-196). Londra: Berghahn Books.
Shehadeh,
R. (1982). The Third Way: A Journal of Life on the West Bank. Londra:
Quartet Books.
Silke,
A. (ed.) (2003). Terrorists, Victims, and Society: Psychological
Perspectives on Terrorism and its Consequences. West Sussex, UK: Wiley
& Sons.
UNESCO
(2012). Institute for Statistics. Data Center - Literacy Statistics. Unesco (Erişim:
01.11.2023).
Van
Teeffelen, T. & Biggs, V. (2011). Sumud: Soul of the Palestinian People.
Beytüllahim: Arab Educational Institute.
Van
Teeffelen, T. (2006). “Sumud Revisited: Sumud as Palestinian Value. Paper
Presented at the Celebrating Nonviolence Conference in Bethlehem”, 27-30 Aralık
2005. Beytüllahim: Arab Educational Institute. Family [Erişim: 01.11.2023].
Zaru,
J. (2008). Occupied with Nonviolence: A Palestinian Woman Speaks.
Minneapolis: Fortress Press.
0 Yorum:
Yorum Gönder