Mariátegui’nin külliyatını Peru Gerçekliğine Dair Yedi Açıklayıcı Deneme isimli çalışma ile
okumaya başlamak gerekir. Latin Amerika’daki Marksist teorinin eşsiz bir örneği
olarak bu eserin yazılmasının üzerinden doksan yıl geçmiştir. Bu durum, o
mirası tekrar gözden geçirmek için mükemmel bir gerekçe olarak görülebilir.
Mariátegui, çok kısa bir hayat yaşamıştır ama bu
hayat dopdolu ve yoğundur. O, kendisini gençlik yılları boyunca yatağa mahkûm
eden hastalığı yüzünden okula da gidememiştir. Gene de iyileşme sürecinde
Mariátegui, kendi kendisini yetiştirir ve zamanla güçlü ama kimilerine göre
melankolik bir mizaca sahip olur. Delikanlı iken Lima’daki dergilere yazılar
yazmaya başlar. Ailesine bu şekilde destek olmaya çalışan Mariátegui, 1918
yılında Rus Devrimi’nin ve şehirde yaşanan bir grevin etkisiyle, kendisini
“davaya bağlı bir sosyalist” olarak tarif eder.
Mariátegui ile Antonio Gramsci arasındaki
benzerlikler gerçekten de çok çarpıcıdır. Az sayıda biyografi yazarı ikiliyi
kıyaslama ihtiyacı duymuştur. Ana çizgiye aykırı birer Marksist, militan
gazeteci ve kendi ülkelerindeki komünist partilerin kurucuları olarak Gramsci
ve Mariátegui, fiziken zayıf yapıdadır. Her ikisi de politik baskılarla
yüzleşmişlerdir. Bu tür benzerliklerin ötesinde Mariátegui ayrıca İtalya’da
bulunmuş, bu ülkede 1919-1920’de iki yıl boyunca işçilerin başını çektikleri
grev sürecine [Biennio Rosso –İki
Kızıl Yıl], aynı dönemde kurulan Torino fabrika konseylerine ve ertesi yıl
Livorno’da İtalya Komünist Partisi’nin kuruluşuna ilk elden tanıklık etmiştir.
İki devrimcinin yollarının kesiştiğine dair elde
herhangi bir delil bulunmamasına karşın, Mariátegui’nin İtalya deneyiminden,
Gramsci’ye hayrı dokunmayan ama onun hatırlanmasını sağlayan bir üslup
dâhilinde beslendiği bilinmektedir. İtalya’da Mariátegui, Fransa veya
Almanya’dakiler gibi aynı saygınlıkta sosyalist düşünce geleneklerinin
bulunmadığını görür. Ama gene de yarımadada canlı bir Marksist felsefe kök
salmış, Benedetto Croce’ta görülen İtalyan tarihsiciliğinden kimi sürgünler
vermeye başlamıştır.
İtalya’daki “praksis felsefesi”yle tanışan
Mariátegui, gelecekte bu felsefe üzerinden geliştirir formüllerini. Örneğin
buradan edindiği yerli Marksizm düşüncesi, süreç içerisinde Mariátegui’nin
“Yerli-Amerikalı Marksizm”inin alamet-i farikası hâline gelir. İtalya’nın yol
açtığı etki üzerinden ayrıca Mariátegui bir de Marksist yönteme dair özgün bir
iradeci anlayış geliştirir. Bu anlayış dâhilinde, düşünceyle eylemin, bilincin
dönüşümüyle maddenin dönüşümünün birliği üzerinde durur. Mariátegui’nin
önerdiği terminoloji üzerinden ifade edersek, “sosyalizm, epik bir yaratım
olmalıdır.”
Croce, Sorel, Marx, sürrealizm, yerlicilik gibi
birbirinden farklı isimlerin ve anlayışların etki ettiği bir isim olarak
Mariátegui, çalışmalarını yorumlayan birçok isme göre, dönemin yeni oluşan
devrimci imkânları üzerinden kendi kendine konuşan bir hayalperesttir.
Dolayısıyla onunla Gramsci arasındaki benzerlik, dolaysız kimi etkilerden çok,
müşterek ilgi alanlarına dayanmaktadır.
Örneğin Gramsci’nin “Güney Sorunu” dediği şey,
gerekçesini Mariátegui’nin “Peru’yu Perululaştırın” çağrısında bulmaktadır.
Gramsci’de Güney Sorunu, İtalyan ulusunun oluşum süreci üzerinden kıyıya köşeye
atılmış madunları politik düzlemde bütünleştirebilecek bir milli-halkçı
programın geliştirilmesi meselesi etrafında dönüp durmaktadır. Mariátegui ise
“Peru’yu Perululaştırın” derken, Peru’daki melezlerin başını çektiği oligarşiye
ve Avrupa’dan neşet eden şovenist yurtseverliğin milliyetçi dayatmalarına karşı
koyabilecek, aşağıdan inşa edilmiş bir milliyetçiliği kastetmektedir.
1923’te ülkesine döndükten sonra Mariátegui,
entelektüel çalışmasını olgunlaştırır. Yedi
Deneme yanında, yirmilerde Amauta
dergisi çıkartılmaya başlanır. Öğreti, sanat ve edebiyat dergisi olarak
olarak Amauta, avangart sanatı, Marksist polemikleri ve yerli siyasetini,
ülke genelinde yaşanacak kültürel yeniden doğuş sürecine öncülük etmek
amacıyla, bir araya getirecektir.
Ön yüzünde ve merkezinde sosyalist siyasetin
bulunduğu dergi, dönemin en gelişkin tespitlerine ve fikirlerine aracılık eder,
bunları kaynaştırır, böylelikle belirli bir Marksizm vizyonu geliştirir.
Marksizmin tutkal görevi gördüğü bu öncü kültür çalışması, zamanla kültürle
eşanlamlı hâle gelir.
Aynı dönemde Mariátegui, Peru solundaki
yoldaşlarıyla tartışma içerisine girer. Bu tartışmaların en çarpıcı ve
etkileyicisi, Amerikan Halkçı Devrimci İttifak’ın (APRA) kurucusu ve lideri
Victor Raúl Haya de la Torre ile yürütülür. Bu iki isim, yirmilerin başında
ortak bir politik zemini paylaşırken, 1928’de devrimci değişim meselesi üzerinden
ayrışır.
Haya de la Torre Marksizmi terk ederek, “halkçı”
bir çizgiye geriler ve yerliler, burjuvazi ve proletarya arasında kurulacak
ittifakı savunmaya başlar. Burada amacı feodalizmi aşmak ve emperyalizmi mağlup
etmektir. Ona göre, Marksizm fazla Avrupalı bir teoridir, bilhassa bu yaşlı
kıta için kesilip biçilmiş gibidir ama asla Latin Amerika’daki “yarı feodal”
gelişme aşamasına uygun düşmemektedir.
Mariátegui ona şu cevabı verir: gerçekten
anti-emperyalist olan bir konum dâhilinde gerekli olan programı ancak devrimci
sosyalizm temin edebilir. Haya de la Torre’nin başını çektiği APRA hareketinden
yükselen Avrupamerkezcilik suçlamalarına karşı Marksist yöntemin evrenselliğini
savunan Mariátegui, başka bir cepheden gelen, farklı nitelikte suçlamalara maruz
kalır: 1929’da Mariátegui’nin yeni kurduğu Peru Sosyalist Partisi (ki bir
komünist partinin sosyalist etiketi taşıması tuhaf bir durumdur) Komintern’in
düzenlediği Birinci Latin Amerika Konferansı’na davet edilir. Ancak
Mariátegui’ye bağlı Perulu delegeler, Komintern’in burjuva demokratik devrim
için önerdiği reçeteye biat etmemek suretiyle bir skandala sebebiyet verirler.
Komintern’e göre bu reçete, “sömürge ve yarı sömürge uluslar” için “doğru”
yoldur.
Hastalığı yüzünden konferansa katılamayan Mariátegui’nin
Yedi Deneme’si, Latin Amerika
Bürosu’nun başkanı, Arjantinli Victorio Codovilla’ya iletilir. Stalinist
çizgiye bağlı bir isim olarak Codovilla, kitaba dudak büker. Ona göre
“açıklayıcı denemeler” ve “ulusal gerçekler” türünden ifadeler, küçük burjuva
amatörlere hastır.
Skandala dair haberlerin Moskova’ya ulaşması
üzerine bürokrasideki isimler, Mariátegui’nin “İnka komünizmi”ne yönelik
savunusuna öfkelenirler. Bu anlayışa göre, komünist ütopyanın tohumları, tıpkı
Sovyetler Birliği’ndeki devrimci enternasyonalizm gibi, bölgede bin yıldır
yaşayan yerli topluluklarda zaten mevcuttur. Yedi Deneme’de ifade ettiği üzere, “tarımsal hayatta ve yerlilerin
hayatında yaşayan pratik sosyalizm üzerinden bakıldığında, topluluklar toprağın
toplumsallaştırılması için gerekli doğal faktörü temsil etmektedirler.”
Kuşkusuz, Mariátegui antikapitalist komünalizmden
sosyaliste devrime geçişin proleter bir özneye muhtaç olduğunu kabul eden bir
isimdir, fakat burada da yazar aklındakine ters şeyler söyler. And Dağları’nda
yaşayan köylüler, üretici güçlerin gelişimi değil de sosyalist devrim
aracılığıyla proleter olacak, devrim, devrimin öznesi hâline gelme süreci
üzerinden gerçekleşecek, Mariátegui’nin şiirsel ifadesiyle, sosyalist toplumun
“epik yaratım”ı için mücadele edilecektir (burada belirtmek gerekir ki
Mariátegui, esasen Che’nin İnsan ve
Sosyalizm isimli eserinde dile getirdiği iradeci, hümanist sosyalizme
benzer bir yaklaşımdan söz etmektedir.).
Komintern’deki aydınlarca “popülist” olmakla
eleştirilen Mariátegui’nin “romantik antikapitalizmi”, sonrasında
Fransız-Brezilyalı Marksist felsefeci Michael Löwy’nin düşüncesinin köşe taşı
hâline gelir. Löwy, “romantik Marksizm” panteonunun merkezine Mariátegui’yi
yerleştirir. Burada Benjamin, Gramsci ve Bloch gibi başka isimler de
bulunmaktadır. Bu düşünürler, her bir tarihsel yenilgiyi, devrimci süreçteki
açmazı, halkın mücadelesindeki yenilgiyi kendi tarzında kavrarlar. Bu isimler,
geçmişin harabelerinde direniş hattına ve geleceğe uzanan alternatif yollara
çekilebilecek kimi ütopik kırıntıların bulunulabileceği kanaatindedirler.
Kapitalizme yönelik romantik-devrimci eleştiri,
bilhassa Mariátegui’de somutlaşan radikal türevi, düz manada geçmişe geri dönme
meselesine değil, içinde yaşadığımız kapitalist bugünün olasılıklara açık
niteliğine ışık tutabilecek tarihsel referansların geri kazanılması ve
modernitenin ihanet ettiği özgürlükçü potansiyelinin tekrar gündeme gelmesi
meselesine işaret etmektedir.
Löwy’nin de Latin
Amerika’da Marksizm isimli eserinde kabul ettiği üzere, Komintern’le
kurulan ilişki türünden gelişmelerle birlikte, Latin Amerika Marksizminin
teorik yaratıcılıkla yüklü altın çağı da kapanmıştır (Küba Komünist Partisi
Juan Antonio Mella da bu döneme ait bir isimdir). Fikri kısırlıkla ve
Sovyetler’in kuyrukçuluğuyla geçen süreç, esasen Mariátegui’nin öldüğü 1930
yılıyla birlikte başlamıştır.
Peru’nun geride bıraktığı miras, altmışlarda ve
yetmişlerde kıtada güçlenen yeni sol bünyesinde yaşanan canlanmadan epey
beslenir. O güne dek Mariátegui’nin fikri projesi, on yıllarca Marksizmi
bölgedeki solcu eğilimleri akamete uğratan iki tehlikeden kurtarmaya dönük en
cüretkâr girişim olarak kalmıştır. Löwy’ye göre bunlar, evrenselliği amaç
edinen her türden teoriyi, esas olarak Marksizmi “yabancı” diye redde tabi
tutan yerlici-kökenci itiraz ve evrenselliği eleştirmeden kabul edip yerelliğin
özelliklerini görmezden gelmenin kurduğu tuzaktır.
Yedi Deneme,
Mariátegui’nin tekil ve evrensel arasında belirli bir denge noktası bulmaya
dönük çabasının en yalın tezahürüdür. Bu eserde Mariátegui, Peru toplumundaki
sosyo-ekonomik ve kültürel oluşumları, Marx’ın On Sekizinci Brumaire’ini veya Lenin’in Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’ni anımsatacak, diyalektik bir
üslup dâhilinde analiz edip açıklığa kavuşturur.
Nicolas Allen
15 Aralık 2018
15 Aralık 2018
0 Yorum:
Yorum Gönder