Pages

29 Ekim 2018

Güvenlik Karşıtı Bildiri



Kısaca ifade etmek gerekirse, bu projenin amacı, güvenliğin “kendisinin bir yanılsama olduğunu unutmuş olan bir yanılsama” olduğunu göstermektir. Biraz daha detaylandırdığımızda şunları aktarmak gerekecektir: güvenlik, tehlikeli bir yanılsamadır. Tehlikelidir çünkü güvenlik, politikayı abluka altına almaktadır. Yani güvenlik söylemine ne kadar çok teslim olursak, o kadar az sömürüden ve yabancılaşmadan bahsederiz. Güvenlikten ne kadar çok bahsedersek, özgürleşme sürecinin maddi temellerine o kadar çok körleşiriz. Güvenlik fetişi önünde ne kadar çok diz çökersek, birbirimize o kadar çok yabancılaşır, polis güçlerinin uygulamalarına o kadar çok suç ortaklığı yaparız.

İlk başta bu noktaya nasıl gelindiğini ayrıntılarıyla ele almak gerekmektedir. Bu sürecin ne kadar çok zarar verdiğini anlamaksa daha da büyük bir meseledir. Asıl mevzu, radikal, eleştirel ve özgürlükçü bir politikaya katkı sunacak şeyler yapmaktır. Bu güçlüklere karşı konulmalı, bu karşı koyuş ise kolektif olmalıdır. İşin başında biz, güvenlik karşıtı politika konusunda aşağıdaki açıklamaları tam da bu sebeple yapıyoruz.

Biz, güvenlik sorununu somutlaştıran, onun üzerine perde geren, böylelikle sadece güvenlik anlayışının sahip olduğu gücü pekiştiren, aşağıda aktarılanlara benzer her türden hatalı ikiliği reddediyoruz:

Güvenliğe karşı özgürlük: Burjuva ideolojisi olarak liberal geleneğin kurucularına ait eserlerde özgürlük güvenlik, güvenlikse özgürlük demektir. Yönetici sınıf açısından güvenlik, her daim özgürlüğe galebe çalar, zira “özgürlük”te amaç, güvenlik karşısında bir ağırlık oluşturmak değildir. Bu anlayışa göre özgürlük, dün olduğu gibi bugün de güvenliğin avukatı olabilmelidir.

Özele karşı kamusal: Hesap verme, hukukî pozisyon, tek tip veya meşru güç kullanımı ile ilgili hukukî belirlemeler, kamu polisinin ve özel polisin, devlet ordularının ve paralı askerlerden oluşan orduların, şirket güvenliği ile devlet güvenliğinin ya da ulusötesi şirketlerle beynelmilel ilişkilerin tarihsel planda müşterek çalışmasını imkânsızlaştırabilir. Kamusal alan özel alanın işlerini yaparken, sivil toplum da devletin işlerini yapar. Dolayısıyla mesele, “özele karşı kamusal” veya “devlete karşı sivil toplum”u konumlandırmak değil, güvenlik adına asayişin sağlanması için devreye sokulan araçların ve burjuvazinin şiddetinin birliği üzerinde durmaktır.

Sert güce karşı yumuşak güç: Muhalifleri ezmek için sert polisiye önlemlere başvurmak yerine yumuşak müdahalelerin gerçekleştirilmesini esas alan bu tür ikiliklerden bahsedenler, bir yandan da yerelde süren direnişi ezmek için sert askerî müdahale yerine yumuşak müdahaleden; küresel emperyal hegemonyayı dayatma noktasında sert güç yerine yumuşak gücün kullanılmasından söz ediyorlar. Oysa bu yumuşak/sert müdahale ya da güç kullanımları, aynı sınıfsal şiddetin mevcut birliğine ait yönleridirler. Bu tür ikiliklere bel bağlamak, bizleri sermaye adına tüm dünya genelinde yürütülen asayişi sağlama girişimlerine karşı körleşmemize neden olacaktır.

Barbarlığa karşı medeniyet: Aydınlanma sonrası tanık olduğumuz medeniyet tarihi, esasen ücretli emek ilişkilerinin perçinlendiği, emperyalist hâkimiyetin maddi ve kültürel planda dayatıldığı, sınıf savaşının şiddetine tanık olunan bir tarihtir. “Medeniyetin ana ölçütü” olarak hukuk, tüm heybetiyle bu projenin merkezinde durmaktadır. “Medeniyet”, kapitalist ilişkilerin dayatılması ile ilgili bir şifreden ibarettir. Yani özetle: burjuva medeniyeti barbarlıktır.

Yabancıya karşı yerli: Güvenlik anlayışının uyguladığı en büyük zulüm, onun “öteki”nin inşası konusunda gösterdiği ısrardır. Güvenlik, hem içte hem de dışta yabancı tehdit unsurları yaratır, devletin çıkarlarına dayanak teşkil eden ayrışmayı ve korkuyu üretir. Ülke dışında halkların sömürgeci manada kontrol altına alınmasına dönük girişimler, kısa bir süre sonra ülke içerisinde devreye sokulmaktadırlar. Beynelmilel planda uygulanan polislik faaliyetleri, ülke güvenliğinin askerîleştirilmesi için işleyen bir tür laboratuvardan başka bir şey değildirler. “Terörle mücadele”, tüm barışçı insanları mücahidlerle, feministleri İslamcılarla, sosyalistleri suikastçılarla bir tutmaya dönük bir saldırı hâlidir. Kapitalist devlet, her yönden güvensizlikle cebelleştiğinden, herhangi bir bahaneye ile ihtiyaç duymamaktadır.

11 Eylül sonrasına karşı 11 Eylül öncesi: Lafı dolandırmanın âlemi yok: 11 Eylül’de üç bin insanın öldürülmesi korkunçtu ama bu olay esasen hiçbir şeyi değiştirmedi. Değiştirdiğine inanmak, kasten ve bilerek nisyan çukuruna düşmek demektir. 11 Eylül sonrası gazı kökleyen güvenlik aygıtı, sınıf savaşının zemini kaydığından, zaten yirmi-otuz yıllık süreçte oluşum hâlindeydi. Bu sefer teröre karşı verilen yeni “mücadele” esasında hiç de yeni değildi. “Güvenlik yok!” çığlıklarına bir kez daha iki aşina olduğumuz taleple karşılık verildi: “sen yeter ki tüket, biz onları yok ederiz. Disneyland’e git ki devletin nesiller boyu yaptığı işi yapmaya devam etsin.” 11 Eylül, güvenliği saldırılardan muaf, tartışma götürmez bir olgu hâline getirmekten başka bir şey yapmadı.

İstisnai duruma karşı normallik: Karşımızdaki şey, hiç de istisnaî olan bir devlet değil. Kapitalist devletin güvenlik adına insan haklarını atlarının nallarıyla çiğnemesidir asıl normal olan. Yönetici sınıfın birikim adına şiddet uygulamasıdır asıl normal olan. İtaat etmeyenleri disipline edip cezalandırmak için yeni tekniklerin geliştirilmesidir asıl normal olan. Normal diye bir şey aranıyorsa, o da sivillerin bombalanması, insanları mahkemeye çıkartmadan hapse tıkılmasıdır. Bu konularla ilgili olarak kendilerini yırtıp duran liberaller, tüm bu işleri meşrulaştırıyorlar ki bu da normal.

Bizse bugün güvenliği şu şekilde anlıyoruz:

Güvenlik, burjuva toplumuna ait, ulvileştirilmiş bir kavramdır.

Güvenlik anlayışı, söylemi sömürgeciliğe teslim eder ve devrimci olandan uzaklaştırır. Bu noktada açlık söylemini gıda güvenliği; emperyalizm söylemini enerji güvenliği; küreselleşmeyle ilgili söylemi tedarik zincirlerinin güvenliği; refah söylemini toplumsal güvenlik, kişisel emniyeti özel güvenlik önünde diz çöktürür. Güvenlik, tabiatı gereği komünal olan her şeyi burjuvalaştırır. Bizi devletin aklı, şirketlerin çıkarları ve bireysel egoizmden bahsetmeye zorlar ve doğalında toplumsal olan çözümlerden uzaklaştırır. Ellerimizdekileri paylaşmak yerine, onları biriktiririz. Aşımızı başkalarıyla bölüşmek onların açlıktan ölmelerini izleriz ve bunların hepsini güvenlik adına yaparız.

Güvenlik, işçilerin sömürülmesi, yabancılaştırılması ve yoksullaştırılması noktasında öncü bir rol oynar. Kendi fetişini yaratır, tüm diğer mallara kendisini yedirir, bizleri doğalında güvensiz kılan sömürünün maddi koşullarını görmememizi sağlayıp o sömürü sürecini yoğunlaştırırken bir yandan da daha fazla riske ve korkuya sebep olur. Güvenlik, kapitalist ilişkilerde bizi daha da güvensizleştirir. Ancak devrimle elde edilecek şeyi tüketmek suretiyle kendisini tatmin etmeye çalışır.

Biz bu bildiriyle aşağıdaki çağrıları yapıyoruz:

Güvenliği gerçekte olduğu biçimiyle ortaya koyun;

Politik söylemin güvenlik temelli inşa edilmesine karşı çıkın;

Güvenliğin otoriter ve gerici niteliğine itiraz edin;

Güvenlik politikalarının bizleri maddi koşullardan ve meselelerden uzaklaştıran adımlarına işaret edin, bu politikaların özgürlükçü politikayı polise ait bir güce dönüştürdüğü üzerinde durun;

Burjuvazinin güvenlik ve polis gücü üzerine kurulu ufkunun ötesine uzanmamızı sağlayacak alternatif bir politik dili oluşturmak için mücadele edin.

Mark Neocleous
George Rigakos
2011
Kaynak

Umudunuzu Yitirmeyin



Brezilya’daki dostlarımız, yoldaşlarımız, eleştirilerini esirgemeyen müttefiklerimiz, ilerici düşünürler ve aydınlar, umudunuzu yitirmeyin, o muhteşem ülkenizde yaşanan bu cinnet hâli, geçicidir.

ABD’de faşizmin yükselişine karşı gece gündüz mücadele yürütüyor, ona karşı ayakta kalmaya çalışıyoruz.

Sizinle omuz omuzayız, sesiniz sesimiz, sesimiz sesinizdir.

Faşizmin o esasen hakir görülmesi gereken yükselişine, o aşağılık faşizme karşı mücadele edeceğiz, Trump’tan Bolsonaro’ya, Viktor Orbán’dan Netanyahu’ya, Sisi’den Muhammed bin Selman’a cümle elebaşlarına karşı koyacağız. Hep birlikte diz çöktüreceğiz o eli kanlı şarlatanlığa.

Biz kazanacağız. Onlar kaybedecek.

Zafer aklın, sevginin, muhakemenin, saygının ve onurun olacak.

Hamid Dabaşi

Corc Abdallah: “Pişmanlık da Yok Taviz de”

Yoldaş Corc Abdallah, bugünkü koşullarda nadiren rast geleceğimiz türden bir devrimci simadır. Bence o bugüne, Bin Selman’ın, Mahmud Abbas’ın ve Sisi’nin sergilediği teslimiyetin ve kralların, sultanların, zalimlerin, tüm o mezhepçilik ve gericilik tacirlerinin, yenilgiden başka bir şey bilmeyen sınıfların “ulusal düzeyde yöneldikleri bir tercih olarak “normalleşme”nin hüküm sürdüğü bugünkü döneme değil, tarihe aittir.

Bugün tutsak olan Corc Abdallah, tüm bu düşmanları karşı safa fırlatıp atmıştır. O, bilhassa bu emperyalist ve sömürgeci çağda, Arap dünyasının yüzleştiği çöküş ve yıkım sürecini gören biridir. Abdullah, tüm kalbiyle ve tüm imanıyla bize şunu sormaktadır: “Benim hürriyetimi kimler istiyor? Hatta Araplar içerisinde bu hürriyeti isteyen birileri var mı?” Hayır yok; birçokları, o cin şişenin içinde kalsın, dünya yüzü görmesin, ışığa ve insanların arasına çıkmasın istiyor. Ona dokunsalar, devrim denilen hastalığın kendilerine bulaşacağını, isyana ve direnişe bağlılığın, itiraz etmedeki o kızgınlığın kendilerine geçeceğini iyi biliyorlar. İşte bu yüzden Condoleeza Rice ve Hillary Clinton, o müştereken paylaştıkları hedeflerini açıktan ilân edebiliyor: Corc Abdallah, memleketi olan Kubaiyat’tan, Aynu’l Helve’den, Birzeit’ten, Tangier’den, Aswan’dan ve tüm Araplardan uzak tutulmalı. Hatta o, Lannemezan denilen, o kuş uçmaz kervan geçmez diyardaki hapishanede kalmaya devam etmeli.

Lübnan’da birbirinin ardı sıra işbaşı yapan hükümetler, Corc Abdallah’ı 35 sene boyunca görmezden geldiler. Devlet, bu sessizliği ile tutuklama ve hapis sürecinde suç ortaklığı yaptı ki esasen bu, kimsenin gizleyemeyeceği bariz ve apaçık bir gerçeklik. Eğer Corc Abdallah, Falanjist lider Samir Caca gibi uyuşturucu ve silâh kaçakçısı olsaydı, o da kendi ülkesinde büyük bir lider olabilirdi. Corc’un kendi vatanına dönme ihtimali petrol ve savaş prenslerini korkutmakta, bize ölümden, yıkımdan ve ırkçılıktan başka bir şey getirmeyen tüm mezhepçi yapıyı ifşa etmektedir.

Abdallah, tarihin öğrettiği dersleri iyi almış biridir. Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürgeleştirdiği Arap halkı, beş yüz yıl sonra kendisini Batı sömürgeciliğinin boyunduruğu altında bulmuştur. Araplar, siyonist harekete karşı koyarken, Filistin adında büyük ve adil bir davaya sahip olmuşlardır. Hürriyet, kurtuluş ve kendi kaderini tayin hakkının okyanustan Körfez’e tüm coğrafyada uygulanacağı süreç, Filistin’de başlayıp gene Filistin’de biter.

Corc, Arapların kurtuluş mücadelesinin kendisini devrimci bir tarzda yenilemesinin ancak solcu geleneklerin ve halk dinamiklerinin o “geleneksel” ve gerici mekanizmaları ve yaklaşımları geride bıraktıkları takdirde mümkün olabileceğine inanan bir isimdir. Dolayısıyla Corc, her şeyden önce Filistin’e aittir, Filistin de bir dinin, mezhebin veya ırkın malı değildir. Filistin halkının yarısı işgal altında, diğer yarısı ise sürgündedir. Filistin, temel haklarının ve ana davasının bilincinde olmak dâhil her şeyden mahrum kalmış, mazlum Arap sınıflarının davasıdır.

Fransız “hukuk” sistemi, Corc Abdallah’ı her huzuruna çıkarttığında, evine dönmesine izin verme karşılığında ondan nedamet getirmesini ve pişmanlığını bildirmesini istemiş, Corc ise “Ben Arap’ım, Filistin benim davamdır ve bundan asla pişman değilim” demiştir. Corc için Arap olmak, insan ya da bir hiç olma arasında yaptığı bir tercihin ürünüdür, o esasen gerici değil devrimci olmayı seçmiştir. Burada biçimci, mezhepçi bir yaklaşım, tuhaf ve dar bir münhasırlık ve dışlayıcılık söz konusu değildir.

İlk andan, eline aldığı ilk silâhtan itibaren Corc Abdallah, sadece kendisinden sorumlu olmadığını, sadece kendisi için karar vermediğini, kendisinin yüz milyonlarca mazlum insanı temsil ettiğini görmüştür. Siyonistlerin mapus damlarına attığı, mücadele içerisindeki her bir Arap’ın gerici Araplardan, Fransızlardan ve diğer emperyalist ülkelerde yaşayan insanlardan farkı yoktur. Filistin gibi hürriyet de herkese ait bir davadır. O, kimsenin bölemeyeceği bir ülkedir. Corc, her türden tavize karşı koyar, bunu ifade etmek için de tüm mektuplarını zihinlere mıh gibi çakılması gereken şu cümlesiyle bitirir: “Yoldaşlar ricat etmek, geri çekilmek utanç verici bir şeydir. Hep birlikte muzaffer olacağız, zafere ancak birlikte ulaşacağız.”

Halid Bereket
28 Ekim 2018
Kaynak

26 Ekim 2018

İtidal


19 Aralık Katliamı’ndan bir hafta önce Ankara’da bir yürüyüş gerçekleştirildi. Polis ve ülkücüler, eylemcilere saldırdılar. Hızlarını alamadılar, o sırada ölüm orucuna destek veren ailelerin bulunduğu ÖDP bürosuna da yöneldiler. Akşam vakti, ailelerin büroda olmasını istemeyen parti yönetimi, aileleri bürodan attı. Esasen 19 Aralık saldırısı, çok önceden başlamıştı.

Bugün KESK kapısında yaşanan gerilimi buradan da okumak mümkün.

Denilebilir ki Cephe, bir siyaset tarzı olarak, biraz da “ben herkesten devrimciyim” pozu kestiği için bitap düştü. Herkesin, argo tabirle, ona “posta koyma”sının bir sebebi bu. Her iki taraf da birbirlerine karşı güçlenmek derdinde, düşmana karşı değil. Posta koymak ve poz kesmek, genel anlamda mücadeleyi de yoruyor, bu görülmeli.

Mahallede genç kızları fuhşa sürükleyen, onları pazarlayan kadın pezevenge sahip çıkanlar, Nuriye’ye sahip çıkmadılar. Çıkmazlar. Daha önce ifade ettiğimiz gibi[1], onu Yüksel’deki insan hakları heykelinden farksız görüyorlar. Kadın olarak Nuriye’ye açlık grevinin dayatıldığından söz ediyorlar. Dolayısıyla Kesklilere, kendisine uygulanan şiddetin izlerini gösteren kadın, boşa uğraşıyor, çünkü karşısındakiler, onu kadın dahi görmüyorlar.

“Kadın”, burjuva bireyin don değiştirmiş hâli aslında. Bu, başka kavramlar için de geçerli. Burjuva birey, dışarıdan dayatma kabul etmeyen, kendi iç sezgileriyle ve iradesiyle hareket edebilen, kendine hâkim, yüce bir varlık olarak tasavvur ediliyor. Bu tasavvur, kimlerin yanına ilişildiğini ele veriyor.

Kesk haberinde “kendini” kelimesi bu yüzden iki kez geçiyor. “Kendi”, “ben”, “birey” kelimeleriyle kurulan cümleler, tüm Marksist-Leninist külliyatın yerini alıyor, o cümlelerin sahipleri, külliyatı geri ve gerici kabul ediyorlar. Onlar, esasen söz konusu külliyata ve durduğu zemine saldırıyorlar.

“Benim sendikam direnişimize neden sahip çıkmıyor” diyen Yüksel direnişçileri, bu sebeple hedefe konuluyorlar. Oktay İnce’nin tespitiyle, “Tecrit, ‘eylem bize karşı yapılıyor’ hissiyatı devam ederse, bu direnişlerin her kazanımı, direnenlere sağladığı onur ve prestij, insanlara olan pozitif etkisi KESK’i ve Eğitim-SEN’i psikolojik zora düşüreceğinden” varoluşsal bir tepki geliştiriliyor. Bu tepkiyi, birkaç sene önce, SES tüzüğünde yaptıkları değişiklikle kendilerinden küçük olduklarını düşündükleri örgütlerin sesini soluğunu kesenler veriyorlar.

“Kendini dayatma!” feveranı da bu tepki bağlamında gündeme geliyor. “Kendini dayatma!” diyenler, siyaseti ve teoriyi kendi özelinde, kendi çıkarlarının güdümünde işleyen bir şey olarak görüyorlar. Kendini aşan şeyleri, siyasetin ve teorinin dışına atıyorlar. Haz, yaşam enerjisi, birlikte eğlenme gibi olgular, merkeze konuluyor.

Bugün AKP Öcalan’ı hapisten çıkartsa, siyaseti bırakıp batı sahillerindeki veya Avrupa’daki evlerine çekilecek olan kişiler yapıyorlar “kendini dayatma!” eleştirilerini, ne tuhaf! Dayatma eleştirisi, kendilerini dayatanlara ait aslında.

Oysa oğlu-kızı mapus damında ölüm orucunda olan anaya yurt olmak, bir örgüte verilmiş bir emirdir. Dolayısıyla, işinden atılan, bu sebeple direniş yoluna revan olan insanlara “bana kendini dayatamazsın” denilemez, o eylem bir emir telakki edilip o yola yoldaş olunur, tüm eleştirileriyle birlikte.

Örgütlü siyaset, dinamik bir süreçtir: işbölümü, disiplin ve hiyerarşi bağlamında işler. Birey değil kolektif; bireyin anı değil, kolektif süreç üzerinden düşünülüp hareket edilir. Bireyin haz noktalarına değil, kolektif sınıfın, kitlenin acı ve umut noktalarına örgütlenilir. Belirli bir süre, belirli bir dönem hareket, kişiler şahsında somutluk kazanan toplumsal politik dinamiğin emirlerine göre ilerler, ilerlemelidir. Harekete ve mücadeleye ise mülkiyet değil, aidiyet üzerinden bakılır.

Bugün gerilim yaşayan iki siyasi çizgi de birbirlerini birer bahane olarak kullanmaktadır. Esas olan, bu emirle, aidiyetle düşünmektir.

“Konfederasyonumuz itidalini koruyacak”[3] diyenler, itidali bir siyaset biçimi hâline getirmişlerdir. Mesele, bir yanıyla budur. “Acaba masa yeniden kurulur mu?” diyerek, sokakta yanan ateşe su dökülemez, o görmezden gelinemez. Resmi kurumsal siyasetin koridorlarına sıkışmış bir sendikacılık, sermayeden de devletten de kurtulamaz. Birilerinin siyaseti, çocuksu, zayıf, yersiz, radikal, öznel bulunarak, mevcut siyaset aklanamaz. Yapılacak devrimci iş, bu değildir.

Yanda sunulan türden cümleler döşenen tvitşörlerin anlamadığı şudur: mesele, bir kişinin zihni, akli melekesi değildir. Mesele, açlık greviyle, açlık grevi mücadelesi vermekle dalga geçmek de değildir. Mesele, o kişide somutlanan mücadele sürecine, tarihselliğe, toplumsallığa, işten atılanlara, zulme direnenlere, ekmek davasını geleceğin kavgasına bağlayanlara örgütlenmektir. Teslimiyet, egemenlerin yürüttükleri “sosyalizm bireyi görmüyor” saldırısı karşısında boyun eğmekle alakalıdır.

Öte yandan hakkını teslim etmek lazım. Aynı Sergen Sucu, kendisi ile ilgili olarak, doğru bir tespitte bulunmaktadır: “Devlet çok vücutlu, fakat tek beyinli bir yapıdır. Bazen ailede, bazen toplumda, bazense çok karşısında duran bizlerin içindedir.” İşte mesele, o devlete kul olmamaktadır.

Eren Balkır
26 Ekim 2018

Dipnotlar
[1] Eren Balkır, “Sologami”, 16 Mayıs 2017, İştirakî.

[2] “Kesk: Kimse Kendini Kesk’e Dayatamaz”, 25 Ekim 2018, Etha.

23 Ekim 2018

Yerli Muhbir

Baştan belirtmek gerek: İrfan Aktan’ın Ortadoğu ile ilgili kılavuzu, karga! “Ortadoğu’da şiddet, siyasal hareketler, toplumsal dönüşümler, Kürt sorunu gibi konular”da cahil olan birinden medet umuyor kendisi. Cahillikse, bir şey bilmemeyi değil, bir şey bilmek istememeyi, o iradesizliği anlatıyor.

Hamit Bozarslan’ın sözlerini imaları, dolayımları, söylemedikleri, akisleri üzerinden okumak mümkün.[1] Mesela, İsrail’le ilgili sözleri, Türkiye’ye dair aslında. İntifada değerlendirmeleri, PKK’ye gönderme. Uri Ben-Eliezer ise kendisi.

Ortadoğu uzmanımıza göre, İntifada yüzünden İsrail’de askerî çözümü esas kabul edenler güçlenmiş. Suçlu, bu açıdan Filistinliler! Esasen “barışçı, sivil toplumcu güçler” tam devleti ele geçirecekken, “arsız Filistinliler” tekere çomak sokmuşlar. Gaflet ve dalalet içerisinde olan bu meczuplar, güzelim modern, ilerici İsrail’in kendilerini aydınlatmasına izin vermemişler. “Barışçı, STK’cı güçler var mı? O gördüğünüzü sandığınız kişiler, askerî gücün uzantıları olarak iş görüyor” demek bile suç, bu tür aydınlara göre.

Çünkü Bozarslan, esasen ABD’li İsrail’e karşı Avrupalı İsrail’den yana konuşuyor. Onun adına ve onun için dönüyor dili. Bu da ona kimi zaman Fransız, kimi zaman İsrailli imiş gibi tavır takınma imkânı veriyor. Aydının zenginliği de bu! İsrail’e laf ettiğinde Fransız sokaklarında yürüyemeyeceğini iyi bilen biri o ve tabii ki hepimizden zeki!

İsrailli gibi konuşurken Bozarslan, İsrail’in kuruluşunda “sosyalist” olduğunu iddia ediyor. Ama Seraj Assi, bu konuyla ilgili şunları söylüyor: “Yahudi kibbutzu, ortak mülkiyet, ekonomik eşitlik ve üretimde işbirliği ilkelerine dayanan komünal bir yerleşimdi. Oysa esasında onda söz konusu olan, Yahudi mülkiyetiydi, Yahudi eşitliğiydi ve Yahudi işbirliğiydi.”[2] O sosyalist gördüğü adımlar, bir sömürgeciliğin tezahürü olarak iş görüyorlardı, ama Bozarslan, bu sömürgecilik iyi olduğundan, bu tür yol kazalarına pek aldırış etmiyor. Genel olarak İsrail’deki askerîliği, sertliği de bu türden bir kaza olarak değerlendiriyor.

Bugün ultra-solcuların küfrettikleri Bakû Kurultayı’nda bu bağlamda bir tartışma yaşanıyor.[3] Bir kısım Rus Yahudisi, Yahudi Devleti talep ederken, RKP(B) içindeki Yahudiler, “Nüfusunun büyük bir çoğunluğunu Arapların oluşturduğu Filistin’de bir Yahudi devleti kurma isteği, İtilaf Devletleri’nin (özellikle Britanya’nın) bir politikasıdır ve bu politika, Yahudi halk kitleleri arasında siyonist burjuvazinin siyonizm propagandası yapması için gerekli zemini hazırlayan sarı II. Enternasyonal tarafından desteklenmiştir” diyerek bu öneriye karşı çıkıyorlar. Bugün Saçılık türünden ultra-solcular, ekmek yedikleri kap gereği küfrediyorlar demek ki Bakû Kurultayı’na!

Bozarslan, II. Enternasyonalci Avrupa’nın parçası olduğu için, İsrail’i meşru kabul ediyor, onu barbarlığın ortasındaki “küçük müreffeh, demokrat, ilerici bir ada” olarak görüyor, ama onun ABD’ye yakınlığı, Avrupa’ya uzaklığı üzerinden sorun yaşadığını söylüyor. Tümüyle yanılıyor. Çünkü II. Enternasyonal solcuları, o günlerde “her türden sömürge politikalarına karşı çıkmamak gerektiğini” söylüyor, “sosyalist sömürgeler”den söz ediyorlardı.[4]

İsrail’in Avrupalı özüne geri dönüşünü talep etmek, boş. Bozarslan, ekmek yediği kap uyarınca düşünüyor, süreçleri ve olguları buna göre değerlendiriyor. Bu bölgenin dertleri, çaresi o kaba sığmıyor. Aydınımız, Ortadoğu değil, İsrail uzmanı olarak konuşuyor ve bu cangılda, bu keşmekeşte İsrail için öneriler sunuyor.

O kap ve o düşünce, kendi Avrupa’sında, her yere götürülmek istenen İsveç’inde bir Kürt’ün aşırı sağcı partiden vekil seçilip mültecilerin ülkeye girişine mani olunması fikrine arka çıkışını açıklamıyor.[5] Bu Kürt, “Filistinlilerin annelerini de öldürmek gerek” diyen İsrail adalet bakanına fazla benziyor.[6]

O bakan gibi Bozarslan da El Aksa’dan, onun politik açıdan kazandığı rolden fazlasıyla rahatsız. Etiyopyalı Yahudileri ülkeye sokmayanlar, kadınlara çocuk doğurma yasağı getirenler, Filistin’in doğasını yıkıma uğratanlar, derin bir gözetim toplumu kuranlar vs. nasıl oluyorsa, “özgür bir basına sahip olmak ve müreffehlik” üzerinden göklere çıkartılıyorlar, ama El Aksa’da direnenler, çer çöp derekesinde görülüyorlar. O direnenlere ve bir zamanlar Paris’i yakan gariplere nefretini teorik kılıflarına kavuşturuyorlar. Bozarslan, Hamid Dabaşi’nin tarif ettiği “yerli muhbir”i fazlasıyla andırıyor.[7]

Özgür basın ve müreffeh olmak, anlaşılan Bozarslan için önemli göstergeler. Üstelik bu lafı, ABD dışişleri bakanı Pompeo’nun “İsrail demokratik ve müreffeh. Barış istiyor. Özgür basın için bir yuva ve büyüyen bir ekonomisi var. İleride Ortadoğu’nun tamamının böyle olmasını istiyoruz” sözünü onaylamak için dile getiriyor. Kendisi de Pompeo gibi düşünüyor (ki düşünmeye mecbur!), sadece Avrupa’nın yavan ABD eleştirisi uyarınca, onu fazla kaba, avam ve köksüz buluyor, o kadar.

Bu açıdan eski kıta, Bozarslan’da dil buluyor ve bize “İsrail benim yavrum, ona dokunmayın” diyor ve tabii “Ey Kürtler, İsrail’e öykünmeci tarzınızı muhafaza ettiğiniz sürece varsınız” diye bağırıyor. Gerekli yerlere gerekli mesajları ilettikten sonra aracından inip ATM’sine doğru ağır adımlarla ilerliyor. Birilerinin dünyalığı birilerinin cehennemliği oluyor ve aydınlarımız, o cehenneme “iyi niyetli” taşlar döşüyorlar.

Eren Balkır
23 Ekim 2018

Dipnotlar:
[1] İrfan Aktan, “Hamit Bozarslan Söyleşisi”, 20 Ekim 2018, Duvar.

[2] Seraj Assi, “Kibbutzculuk Neden Sosyalist Değil?”, 8 Ekim 2016, İştirakî.

[3] “Bakû ve Yahudiler”, 13 Ekim 2009, İştirakî.

[4] Eren Balkır,” İştirakiyyun Fırkası: İlk Huruc”, 31 Ocak 2012, İştirakî.

[5] “İsveç’te Göçmen Düşmanı”, 2 Ekim 2018, Evrensel.

[6] Eren Balkır, “Baldaki Zehir”, 8 Mayıs 2015, İştirakî.

[7] Hamid Dabaşi, “Ev Müslümanı”, 13 Kasım 2017, İştirakî.

22 Ekim 2018

Fra Dolcino

Havariciler İhvanı üyesi Fra Dolcino, çoğunlukla ön-komünist fikirlerin seleflerinden biri kabul edilir. “Zındıklık” olarak değerlendirilen görüşleri şu şekildedir:

Özel mülkiyetin ve feodal sistemin ilgası, karşılıklı yardıma ve saygıya dayalı, eşitlikçi bir toplumun örgütlenmesi, tüm mülkün müşterek olması, her türlü kısıtlamadan ve yerleşikleşmiş iktidar yapısından kurtuluş ve kadınların kurtuluşu.

Ortaçağ’da toplumsal protesto, genelde dinî tarikatlar üzerinden ilerliyordu.

1300 yılında müritleri Kuzey İtalyalı köylüleri lordlara ve kiliseye karşı ayaklandırdı ve böylelikle silâhlı bir ayaklanma başlamış oldu.

1307 yılına dek İtalyan dağlarında süren gerilla savaşı, Haçlılar tarafından ezildi. Haçlılar, hareketin Rubello Dağı’ndaki kalesine saldırdılar. Papa V. Climent’in emriyle kamplara ve tüm kalelere saldırı düzenlendi. Fra Dolcino, eşi Margareth ve tüm müritler yakılarak öldürüldüler.

Aşağıdaki fotoğrafta görülen anıtı 1907’de Biella ve Sesia Vadisi’ndeki devrimci işçiler Fra Dolcino anısına dikmiş. Anıt, hareketin son direnişi sergilediği yere inşa edilmiş. Fotoğrafsa 1920 tarihli. Sonrasında, 1927 yılında Mussolini’ye bağlı faşist güçler anıtı yıkmış.

Dmitri Kovaleviç

20 Ekim 2018

Devrim Mücadelesine Doğru Yaklaşım



Siyah kitleler direnişi yanlış ele alıyorlar. Watts’de verdikleri mücadele üzerinden direnişi öğrenmiş olan Doğu Oakland’daki kardeşlerimiz, sokaklara dökülüp dükkânlara taş ve Molotof kokteyli attıklarında, karmaşaya sebebiyet verdiklerinde, Gestapo polisince küçük bir yere istiflenip zalimin elindeki fırtına birliklerinin uyguladığı şiddete maruz kaldılar. Bu tarz direniş, münferit, kısa ömürlü ve maliyetli olmasına karşın, ülke genelinde Siyah milletinin yaşadığı tüm gettolara taşındı.

Molotof kokteylini atan ilk kişiyi kimse tanımıyor ama herkes onun bu eylemini saygıyla yâd ediyor ve taklit etmeye çalışıyor. Aynı şekilde, eğer insanlar bu tür faaliyetlere saygı gösterirse, halk partinin eylemlerini illâki taklit edecektir.

Partinin asli işi, halka liderlik etmektir. Parti, uzun soluklu direnişin doğru stratejik yöntemlerini söz ve eylemle öğretmelidir. İnsanlar, kalabalık hâlinde sokaklara dökülerek direnmenin artık avantajlı olmadığını öğrendiklerinde, gerilla savaşı yöntemi üzerine kurulu faaliyetlerin avantaj sağladığını anladığında, hemen sunulan örneğin peşinden gidecektir.

Fakat önce insanlar, bu mesajı aktaran partiye saygı duymalıdırlar. Öncü örgüt, zalimin elindeki mekanizmayı üçerli-dörderli küçük gruplarla yok ettiğinde, ardından da zalimin kudretinden kurtulduğunda, kitleler bundan etkilenecekler ve muhtemelen bu doğru stratejiye bağlanacaklardır. Kitleler, bir Gestapo polisinin kafede tezgâha yaslanıp kahvesini yudumlarken infaz edildiğini, infazı gerçekleştiren devrimcilerin peşine adam takmadan kaçtığını işittiğinde, kitleler bu türden bir direnişin geçerli ve doğru olduğunu anlayacaklardır. Otuz milyon siyahı ikişerli-üçerli gruplar hâlinde örgütlemek gerekmez, zira önemli olan, partinin halka bir devrimi nasıl gerçekleştirileceğini göstermesidir.

Öğrenmek, üç yoldan gerçekleşir: çalışmak, gözlem ve deneyim. Temelde siyah toplumu eylemcilerden müteşekkil olduğundan, bu toplum, esas olarak bir eyleme katılmak veya bir eylemi gözlemlemek suretiyle bir şeyler öğrenmektedir. Çalışarak öğrenmek iyidir ama deneyim yoluyla öğrenmek daha iyidir. Siyah toplumu okuyan bir toplum olmadığından, asıl önemli olan, öncü örgütün tümüyle eylemcilerden oluşmasıdır. Siyah toplumuna dair bu bilgi olmaksızın, ırkçı Amerika’da siyah devrimini gerçekleştirmek kesinlikle mümkün değildir.

Partinin asli görevi, insanları uyandırmak ve onlara sadece halkın direnişini büyük bir şiddetle ezmeye değil, Siyahları tümden yok etmeye hazırlanan iktidara karşı yürütülecek direnişin stratejik yöntemini öğretmektir. Eğer iktidar, siyahların elinde şu kadar sayıda silâh olduğunu öğrenmişse, bu bilgi yüzünden iktidar silâhlanma yönünde hazırlık içine girmeyecektir, o zaten hazırlıklıdır.

Bu devrimci eğitim, siyahların direnişi ile ilgili olarak olumlu bir sonuca yol açacak, iktidar nezdinde olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Bunun sebebi, partinin her daim devrimci başkaldırıyı örnekliyor olmasıdır. Eğer parti, halkı kurtuluşun araçları ve yöntemleri konusunda bilinçlendirmiyorsa, halkı harekete geçirecek yolu da bulamaz.

Öncü parti ile kitleler arasındaki ilişki, tali bir ilişkidir. Asli ilişki, öncü parti üyeleri arasındaki ilişkidir. Eğer parti denilen mekanizma etkili olacaksa, parti üyelerinin birbirleriyle yüz yüze ilişkilerini muhafaza etmeleri şarttır. İşlevsel bir partiyi veya programı bu doğrudan ilişki olmadan bir araya getirmek mümkün değildir. Tom Amca’ya bağlı muhbirlerin ve oportünistlerin yol açtıkları tehlikeleri asgari düzeye çekmek için öncü örgüt, mücadelenin içerisinde sınanmış devrimcilerden oluşmalıdır.

Öncü örgütün ana amacı, kitleleri eğitim programları ve başka türden faaliyetler üzerinden bilinçlendirmek olmalıdır. Uyuyan kitleler, doğru mücadele yaklaşımı ile bombardımana tabi tutulmalı, parti eldeki tüm araçları, bu bilgiyi kitlelere yaymak için kullanmalıdır. Bunların gerçekleşebilmesi için öncelikle kitlelerin partinin varlığından haberdar olmaları gerekir. Öncü parti, başlarda asla yeraltında faal olamaz. Bu durum, onun etkileme imkânlarını daraltacak, eğitim ile ilgili hedefleri bağlamında elini kolunu bağlayacaktır. Halk sizi bilmiyor ve size saygı duymuyorsa, ona bir şey öğretemezsiniz. Parti, aşağılık iktidar izin verdiği sürece açıkta faaliyet yürütmeli, yeraltına çekilmek durumunda kaldığında, mesajı kitleler tarafından zaten benimsenmiş olmalıdır. Öncü partinin açık alanda yürüttüğü faaliyetleri ister istemez kısa ömürlü olacaktır. Dolayısıyla parti, yeraltına çekilmeden önce halka fazlasıyla tesir etmeyi bilmelidir. O andan sonra halk, partinin varolduğunu bilecek, yeraltındaki partinin faaliyetlerini öğrenmeye çalışacaktır.

Kendisine “devrimciyim” diyen birçok insan, şu hatalı görüş üzerinden faaliyet yürütmektedir: öncü parti, gizli bir teşkilât olmalı ve bu teşkilât iktidar tarafından hiç bilinmemeli, kitleler, ara sıra geceleri evlerine getirilip bırakılan mektuplar dışında, ondan haberdar olmamalıdırlar. Yeraltında faal olan partilerin yeraltında gerçekleştirilecek bir mitingi ilân edecek bildiriler dağıtması pek mümkün değildir. Bugün devrimci olduğu iddiasında olanlar, bu türden çelişkileri ve tutarsızlıkları kabul etmemektedirler. Esasında bu insanlar, halkın yüzleşmesini istedikleri tehlikenin kendisinden korkmaktadırlar. Bu güya devrimci olan kişiler, halkın kendilerinin söylemeye korktukları şeyleri söylemesini, yapmaya korktukları şeyleri yapmasını istemektedirler. Bu türden bir devrimci, korkaktır ve riyakârdır. Gerçek bir devrimci, halis duygularla yüzleşeceği ölümün eli kulağında olduğunu bilir. Ağzından çıkan sözler ve tüm yaptıkları, alabildiğine tehlikelidir. Bunu bilmeyen birinin bir devrimci olarak yola koyulmasının bir anlamı yoktur.

Eğer bu sahtekârlar, devrimler tarihini inceleyecek olurlarsa, öncü örgütün her daim açık çalışmayla işe başladığını, iktidarın baskısı sonucu yeraltına çekildiğini görürler. Küba Devrimi buna örnektir: Fidel Castro, yolun başında kasap Batista’ya ve Amerikalı köpeklere karşı koymuş, Havana Üniversitesi kampüsünde insanlara yaptığı konuşmalarla mücadeleye adım attı. Sonrasında süreç onu dağlara yönlendirdi. Mülksüzler üzerinde muazzam bir tesire sahip olan Castro’nun öğretileri büyük bir saygıyla karşılandı. Castro saklanmak zorunda kaldığında Küba halkı, on iki kişilik ekibini ve kendisini arayıp bulmak için dağlara çıktı.

Castro, devrimci mücadele meselesini doğru ele aldı. Çin Devrimi incelendiğinde de komünist partinin kitlelerin desteğini almak için açık çalışma yürüttüğü görülecektir. Doğru yaklaşımı öğrenebileceğimiz bir yığın başarılı devrim mücadelesinden bahsedilebilir: Kenya’daki devrim, Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri’nde tartıştığı Cezayir Devrimi, Rus Devrimi, Başkan Mao Zedung’un çalışmaları vb.

Milyonlarca ezilen, öncü parti üyelerini şahsen tanımayabilir fakat partinin faaliyetlerini ve kurtuluş stratejisini kitle iletişim araçları üzerinden temin edilen dolaylı bilgiler aracılığıyla öğrenebilir. Gelgelelim iktidarın elindeki medyaya asla bel bağlanamaz. Asıl önemli olan, öncü partinin gazete türünden kendi haberleşme araçlarını geliştirmesi, aynı zamanda stratejik öneme sahip devrimci bir sanatı üretmesi, zalimin elindeki mekanizmayı paramparça etmesidir. Örneğin Watts’de zalimin sahip olduğu ekonomi ve mülk öylesine yok edildi ki zalimin Siyah kardeşlerimizin faaliyetlerini örtbas etme yönündeki çabalarının hiçbir anlamı kalmadı, zira tüm siyahlar, yürütülen faaliyetin gerçek niteliğinden ve sebebinden zaten haberdarlardı. Örneğin zalim, Stokely Carmichael Kardeş’in mesajını kendi medyasıyla çarpıtmak, başka yöne çekmekle ilgili ne tür yöntemlere başvurmuş olursa olsun, siyahlar, tüm ülke genelinde o mesajı kusursuz biçimde idrak etmiş ve bağrına basmışlardı.

Son tahlilde Özsavunma İçin Kara Panter Partisi, savunma için gerekli olan tabancaların, el bombalarının, bazukaların ve diğer teçhizatın iktidardan alınması gerektiğini söylüyor. Vietkong gerillalarının da örneklediği biçimiyle, bu silâhlar, zalimden tedarik edilmelidirler. Bu nedenle zalimin kendi adına yürüttüğü askerî hazırlık ne kadar büyükse, siyah toplumunun elindeki silâhların miktarı da o kadar çok olur. Bazı riyakârlar, öncü örgüt halka direnişe hazırlığı öğrettiğinde, bunun sonucunda şiddet ve zorbalığın artacağına inanmaktadırlar; oysa gerçek şu ki, iktidarın zulmü arttıkça devrimci gayret de artar, devrim ateşi harlanır. Dolayısıyla eğer ezilenler için her şey daha kötüye gidiyorsa, devrime ve direnişe daha fazla ihtiyaç duyarlar. Halk devrimi yapar; zora dayalı eylemleri ile zalimler, halkın direnişine sebep olurlar. Öncü parti, sadece doğru direniş yöntemlerini öğretir.

Riyakârlar, Özsavunma İçin Kara Panter Partisi’nin halka giderek daha fazla çile çektiklerini ortaya koymasından şikâyet ediyorlar ve bu tespitin yanlış bir gözleme dayandığını söylüyorlar. Oysa ülke genelinde isyan ateşini körükleyen siyahlar, ırkçı köpek polisin uygulayacağı her türden baskıya asla müsamaha göstermeyeceğini ortaya koyuyorlar. Özünde halk, bugün mücadelesini büyütüp güçlendirmek için bir rehber arıyor. Öncü parti, liderlik yapacak vasıf ve özellikleri kendi bünyesinde barındırıyor.

Huey Newton

[Kaynak: Black Revolutionaries in the United States: Communist Interventions, Cilt II, Communist Research Cluster, 2016, Brooklyn, s. 241-243.]

19 Ekim 2018

Ronin

Harekete kimse mani olamaz.
[Âşık Veysel]


Bugün solun, sosyalist hareketin şu Gagabulut denen gence neden sahip çıkmadığını, onun için sosyal medyada ve sokakta neden eylem yapmadığını anlamak mümkün değil. İzmir’in dağlarında çiçek açtıran, “laiklik kazanacak”, “burası İzmir” diyen bu gence onca LGBT hakkından söz eden örgüt destek sunmuyor. Bu genç, hetero genç erkekleri öpüştürüyor, birini diğerinin ayağını öptürüyor, diğerini sokak ortasında soyuyor, eşcinselliği pratikte meşrulaştırıp yayıyor. Bu “devrimci” dönüşüme örgütlenmiş olanlarsa susuyorlar.

Bu, bir işlem galiba. Bir-iki sene önce bir eşcinsel gençle röportaj yapılıyor. Bu genç, bir sosyalist örgüte üyeymiş. Oradan nedense ayrılmış, başka bir örgüte gitmiş. Sonra, dediğine göre, “fazla erkek” görünmesine rağmen Maoist bir örgüte girmiş, burada LGBT çalışmaları yapmış. Nasıl oluyorsa ve nedense o Maoist örgüt, LGBT gibi başlıklarda siyaset yürütmek üzerinden bir gerilim yaşayıp bölünmüş. Hatta bu gencin ilk ayrıldığı sosyalist örgüt, bu ayrışmaya dair bir bildiri kalem almış ve taraflardan birini bir ağabey gibi ikaz etmiş.

Bu söylenenler, sol-sosyalist hareketin genel seyri, nereye örgütlendiği, muhtevası ve biçimi dert edinildiği için gündeme getiriliyor. Meram, örnekler üzerinden aktarılıyor. Özünde ülkedeki siyasette yaşanan dönüşüm, sol-sosyalist harekete de yansıyor.

Misal, üçüncü TİP kuruluyor. Gerekçesini, adını, içeriğini, şeklini-şemalini kimse tartışmıyor. Parti de bir tartışma üzerinden kurulmuyor. Oldubittiye getiriliyor, “ben yaptım oldu” tavrıyla gündemleştiriliyor. Bir örgütün içte yaşadığı sancının ceremesini emekçiler, solcular çekiyor.

Özünde TİP, bir ana rahmi... Bugünkü tüm örgütler oradan çıktılar. Madde ve diyalektik gereği, ayrışmalar, kavgalar, sıçramalar yaşandı. Kıvılcımlı’nın dediği gibi, parlamentarizm ve sendikalizm çerçevesine sıkıştırılmaya çalışılan hareket, o bentleri aştı ve hayatın, toplumun ara sokaklarına, kılcal damarlarına kadar ilerledi. Galiba bugün tüpten çıkmış olan diş macununu geri tüpe sokmak istiyorlar. Ortalıkta dolanan, farklı örgüt geleneklerinden gelen insanları bu “parti”ye mecbur etmeye çalışıyorlar. Ama o parti, kurulduğu koşulların sınırlarını hiç aşamıyor, dolayısıyla oraya, belli bir ayıklama işleminden sonra, dolduruluyor insanlar.

O tüpün sınırlarını parlamentarizm ve sendikalizm tayin ediyor. On yıl önce bir EMEP yöneticisinin dediği gibi, bugün solun bir kesimi, “keşke hiç uğraşmasaydık, TİP olsaydık” diyor. Bu, dedirtiliyor. “Zaten parlamentaristiz ve sendikalistiz, ne gereği var başka heyecanlara, maceralara” deniliyor. Dolayısıyla, Erkan Baş’ın “TİP Mahirlerin, Denizlerin yeşerdiği partidir” demesinin bir anlamı bulunmuyor. Çünkü TİP, Mahirlerin, Denizlerin ayrıldığı, kavga ettiği parti aynı zamanda. Bugün de TİP üzerinden, kimilerine boncuklar dağıtılıyor, belirli boşluklar dolduruluyor, ihtimaller ortadan kaldırılıyor ve geçmişte Kuğulu Park’taki propaganda düzeyine çekiliyor herkes ve her şey. O “yeni cumhuriyet”te Kürd’e de Müslüman’a da yer yok.

Deniz, Mahir, İbrahim, dar anlamda gençlik kategorisine hapsediliyor ve “boylarından büyük iş yapmış, yaramaz çocuklar” olarak takdim ediliyorlar. Olgun, kâmil, yetişkin ve bilgili âlimler, partinin başına çörekleniyor ve dümeni her daim sağa kırıyorlar. O cumhuriyette Deniz’e, Mahir’e, İbrahim’e de yer yok.

Seksen öncesinde, seksende ve sonrasında devlete bağlı isimler, “sol örgütlerin tabanının inançlı, tepesinin inançsız” olduğunu söylüyorlar. Kamayı buradan sokuyorlar. Bu türden analizler yapanların bugün bu analizleri yapmadığını, buna göre adımlar atmadığını kimse iddia edemez.

Dolayısıyla, bir “içtima” emri duyuyorsak, huylanmak gerekiyor. Cümlemizi bir koğuşa doldurmak istiyorlarsa, bir mıntıkaya gönderiyorlarsa, durup bir sorgulamak şart. Bu yöndeki emirleri tartmak, tartışmak gerek.

Misal, birileri çıkıp “ele silâh almayan adam değildir” diyorsa, durup bu sözün ardına arkasına bakılmalı. Hele “CHP’yi ‘demokratik halk muhalefeti’nden sayan bir anlayıştan düzen dışı muhalefet olmaz. Neredeyse cumhuriyetle yaşıt olmakla övünen legal bir kuruluştan devrimcilik çıkmaz. Devrimci Yolculuk, devrimin yolunu dün de göstermiyordu, bugün de gösteremez” (Teori ve Politika dergisi) diyorsa, bu sorgulamayı daha derinden yürütmek gerek. Burada da sinsi bir alan kavgası, geçmişin üzerini örtüp yeni pazarlar arama çabası var. “Devyol’a vuralım, aklanalım, yükselelim” diye düşünüyorlar. Seksen öncesi ve sonrasında da bunu söylediler.

Bu cümleleri yazan kişinin son birkaç yılda attığı, dergisinde yer verdiği tweet’lere baktığımızda, onun CHP muhalefetine “devrimci” dediğini, Adalet Yürüyüşü’ne destek verdiğini, altmış darbesini onayladığını, kentli orta sınıfın diline örgütlendiğini vs. görüyoruz. Üstelik “Devrimci Yolculuk devrimin yolunu dün de göstermiyordu” diyen bu zat, yirmi beş sene önce “nasıl bir yayın çıkartılmalı?” sorusunu soran yazısında, “Devyolculaşmalıyız, onun boşluğuna oynamalıyız” diyordu.

Demek ki Gagabulut ve bu son tweet konusunda da sol örgütlerde tutarlılık aramamak gerekiyor. Ama o tutarlılığı halk da sınıf da aramıyor maalesef.

Halk ve sınıf, kendi ikbaline, dünyalığına, nefsine, şahsına, mevkisine, kariyerine örgütlenmiş olanları pek ciddiye almıyor.

Evet, ortalıkta sayıca çok Ronin varmış gibi görünüyor, ama bunların hiçbir karşılığı bulunmuyor. “Dalgaya benzer insan” anlamına gelen Ronin, Japonya’da efendisiz kalmış samurayları ifade ediyor. Bu oradan oraya savrulan, yüzer-gezer roninlerin aristokrat vasıfları, olduğu gibi korunuyor. İçlerinde işçileşene rastlanmıyor. Bunlardan kurulacak bir ordunun kalk borusunu duymasına bile imkân yok!

Eren Balkır
19 Ekim 2018

18 Ekim 2018

Louis Althusser Söyleşisi

Marksizmin Krizi


Renato Parascandolo

30 Nisan 1980

 

“Roma’da olduğum için memnunum. Biz Fransızlar için Roma kentinin, hatta genel olarak tüm İtalya’nın olağanüstü özelliklere tanık olunacak yerler olarak görüldüğünü söylemem lazım.” Söyleşiden[1] önce Louis Althusser, söze bu cümlelerle başlıyor. Söyleşi[2], Vatikan’da bulunan San Pietro Kilisesi’ne ait kubbeye tepeden bakan, Roma’daki çatılardan birinde gerçekleştirildi. Arka planda kalmayı tercih eden Marksist teorisyen Louis Althusser, TV’lere sık sık mülâkat veren biri değil. Bu söyleşi, Nisan 1980’de bir TV’ye, eşi Hélène’i öldürmeden birkaç hafta önce verildi. Söyleşi, deneme yazarı ve öğretim görevlisi Renato Parascandolo tarafından hazırlanan “Felsefi Bilimler Çoklu Ortam Ansiklopedisi” isimli program için İtalyan Radyo Televizyonu RAI için gerçekleştirildi.

§ § §


Althusser nasıl Althusser oldu?

Pek ilgilenilecek bir mesele değil bu…

Yolculuğunuzu izah edebilir misin?

Benim yolculuğum aslında oldukça basit. Cezayir’de doğdum. Annem, Fransa’nın ortasında bulunan Movo kasabasında doğmuş küçük fakir bir köylünün kızı. Sonrasında dedem, orman bekçisi olarak çalışmak için Cezayir’e gelmeye karar vermiş. Babamsa, aslen Alsaklı olan bir adamın oğlu. 1971’de Fransa’ya gelmek istemiş ama Fransa Hükümeti Cezayir’e sürgün etmiş onu. Babam ve annem bu şekilde tanışmış. 1980’e[3] dek Cezayir’de yaşadım. Sonra altı yıl Marsilya’da kaldım. Üç yılım da Lyon’da geçti. Bir yıl orduda kaldım, ardından tutuklandım, beş yıla mahkûm edilip Almanya’ya gönderildim. Sonra Fransa’ya döndüm. 1948’de felsefe bölümünden mezun oldum. École Normale Supérieure’de kaldım ve burada profesör oldum.

Entelektüel ve kültürel yolculuğun konusunda ne söylersin?

Karşıma iki insan çıktı. İlki, Jean Guitton’du. Jean Katolik bir felsefeci, Papa XXIII. John’un arkadaşı, Papa VI. Paul’ün dostu idi. Tezimi tamamlamama o yardımcı oldu. Diğer isimse Joseph Hours adında bir tarih profesörüydü. Muhteşem bir adamdı. 1936–1939 dönemi boyunca olup biten her şeyi, savaşı, yenilgileri, Petain’in yenilgisindeki mucizeyi konuştuk onunla. Bana Petain’in nasıl iktidara geldiğini, yaşanan her şeyi anlattı… muhteşemdi. Dolayısıyla bu hat üzerinden kendimi Katolik olarak gören ben, okuduğum lisede bir Katolik dernek kurdum. Tepeden tırnağa Katolik’tim ve iki bakış açısına sahiptim. Bir yanımda toplumsal sorunları büyük bir saygı ile ele alıp incelememizi isteyen kilise, diğer yanımda Katolik ama aynı zamanda Jakoben bir Galatlı, yani tarih profesörü (Hours) vardı. Hours, bana üzerine çalıştığı her şeyi anlatıyordu, esasında bu, tüm o özgüllüğü ile, inanılmaz bir dünyaydı. İşte ben bu şekilde oluştum.

Hangi noktada komünist oldun?

Ben Katolik iken komünist oldum. Dinimi değiştirmedim, en içten duygularımla Katolik kalmaya devam ettim. Kiliseye gitmiyorum, zaten bu, önemli de değil. İnsanlardan kiliseye gitmelerini istemezsiniz. Katolik kalmaya, yani enternasyonalist bir evrenselci olmaya devam ettim. Komünist parti içerisinde evrensel kardeşliği gerçekleştirmek için daha fazla sayıda araç bulunduğunu düşündüm. Sonra bir de karımdan etkilendim tabii. Karım, o korkunç Direniş sürecinde savaşmış biriydi ve bana çok ama çok şey öğretti. Bana her şeyi kadınlar kazandırdı, kadın hareketine baskın ve önemli bir rol atfetmemin sebebi bu aslında. Kadınlar, sahip oldukları kapasiteden, imkânlardan ve politika yapma yeteneklerinden bihaberler.

Katolik kültür bugün ne tür bir role sahip?

Ah… devasa bir role sahip aslında. Kanaatimce bugün toplumsal devrim veya kapsamlı bir toplumsal değişim, Katoliklerle (tabii her ne kadar kilise bu değişimin parçası olabilse de, burada esasen kiliseden söz etmiyorum) dünyadaki tüm dinlerle komünistler arasındaki ittifaka bağlı.

Bilim ve hümanizm ile ilgili olarak sen, genç Marx’ın düşüncelerini eleştirdin ve onun bilimin temelini atmadan felsefe yapamadığını söyledin. Bugün Marx’ın Kapital isimli çalışmasında attığı adımları takip ediyorsun ve bir Marksist felsefe kuruyorsun. Marksist felsefe diye bir şey var mı peki?

Marksist felsefe diye bir şey yoktur, olamaz. Bunu uzun zaman önce, Kapital’in İtalyanca baskısına yazdığım kısa giriş bölümünü kaleme aldıktan iki ay sonra söylemiş idim. Kitabın yayınlanmasından sonra söylediğim şeylerin neredeyse tamamının yanlış olduğunu anladım. Nihayetinde felsefe dâhilinde belirli bir Marksist konumdan söz edilebilir ama kimse, Marksist felsefe diye bir şeyden bahsedemez. Bugün on beş yıllık tecrübemle söyleyebilirim ki, Marksist felsefenin varolması imkânsızdır, o asla varolamaz.

Diyalektik materyalizm de mi var olamaz?

Daha da kötüsü, bence ikisi aynı şey…

● Komünizme Dair…

“Kendi kendine belirlenim” terimi “komünizm”i mi ifade ediyor?

Bence değil.

Aradaki fark nedir?

“Kendi kendine belirlenim” terimi, bugüne dek herhangi bir maddeye/içeriğe kavuşamadı. Kendi kendine belirlenim yok ama komünizm var. Örneğin burada, Roma’daki bir çatıda olan insanlar olarak bizim aramızda mevcut.

Ne anlamda?

Komünizm, sömürüye dayalı herhangi bir ekonomik ilişkinin ama aynı zamanda hâkimiyet üzerine kurulu herhangi bir politik ilişkinin bulunmadığı üretim tarzıdır. Bu üretim tarzında ideolojik köleliğe, baskıya veya gözdağına dayalı herhangi bir ilişkiye rastlanmaz. Şuan burada, bizim aramızda da bu türden ilişkiler mevcut değil.

Burada, şuanda, bizim aramızda yok öyle mi?

Evet şuan yok. Dünyanın her yerinde komünizm adaları var; kilise, belirli sendikalar, hatta komünist partiye ait, komünist olan, belirli hücre ve birimler, birer komünizm adası aslında. Yani esasen komünizm gerçekleştirilmiş bir şey… Futbolun nasıl oynandığına, orada olan bitene bakalım mesela… Futbol, pazar ilişkileriyle, politik hâkimiyetle veya ideolojik gözdağıyla ilgili bir mesele değil. Birbirlerinin karşısına çıkan, farklı takımlara mensup insanlar var ve bu insanlar kurallara, yani birbirlerine saygı duyuyorlar. Komünizm insanlığa duyulan saygıdır.

Peki saygı ile sevgi arasında ne tür bir fark vardır?

Aralarında büyük bir fark var. Kiliseye bakalım mesela. İsa, “komşunu sevmelisin” dediğinde, sevgi bir düzene dönüşür. Ötekini kucaklayan bu düzende komşunu kendini sever gibi sevmek zorundasındır. Fakat ben, düzen müzen isteyen biri değilim. Ötekine saygı duymak, sana ait bir vasıftır. “Başkalarını sevmek zorundasın” dediğinde, o başkaları, sendeki sevginin parçası hâline gelirler ve o sevgiden kaçıp kurtulamazlar. O başkası, sendeki sevgiyi umursamaz ise elinden ne gelir? Israrla “seni sevmek zorundayım, İsa istediği için seni sevmeye mecburum” dediğinde ne yaparsın? Kaçarsın. Gelgelelim, başkasına saygı göstermek zorundasındır, o noktada öteki, ne istersen onu yapmana izin verir. Eğer o kendisini sevmeni isterse, her şey yolundadır. Fakat istemezse, sorun var demektir. Onu seversen, ötekiye onu sevdiğini izah etmeye çalışırsın ama onu sevmezsen dilediğin şeyi yaparsın.

Lenin, anarşistlerle Marksistler arasındaki ilişkinin yüzde doksanının benzerlik, yüzde onununsa farklılık üzerine kurulu olduğunu, komünistlerin devletin yok olmasını, anarşistlerinse derhal ilga edilmesini istediğini söylüyor. Sen Lenin’le aynı görüşte misin?

Evet aynı görüşteyim. Ben anarşistim, sosyal anarşistim. Sosyal anarşizm, komünizmin ötesine geçtiği için ben esasen komünist değilim.

Anarşizmle komünizm arasındaki bu kültürel birlik neden dağıldı?

Bu, aslında oldukça hüzünlü bir hikâye. Sizin de bildiğiniz gibi, Marx ve Bakunin arasındaki ilişkide Marx’ın kişiliğine ait izler baskın. Korkunç bir hikâye aslında yaşanan. Marx’ın anarşistlere hiç de adil davranmadığını, onları çıkışı olmayan bir yola sürüklediğini söylemem lazım. Bu da sonuçta verili hâlleriyle belirli durumlarda zapt edemeyeceğin kitlelerin öfkesine yol açtı. Burada bazı şeyler baki kaldı. Öteki sana kötü davrandığında, yaşananları ona söyleme noktasında İsa olmayı gerektiren durumlar yaşandı, yani başkalarını bağışlayamayacağınız durumlar… Marx’ın Bakunin’e yaptığı türden, bir insana saldırdığınızda ondan nasıl saygı beklersiniz? Bakunin biraz deliydi ama bunun pek bir anlamı yok. Her yerde bizden deliler var. Ben de deliyim mesela.

● Devrime Dair…

Biraz da Batı’da devrim meselesinden bahsedelim. Bugün Batı’da devrimci bir sürecin açığa çıkması için ne tür tarihsel koşullara ihtiyaç vardır?

Bu, esasen bizim araştırma sahamızın dışına taşan, oldukça zor bir soru. Cevaplanması çok zor bir soru bu. Misal, Fransa ve İtalya’da engellerle karşı karşıya olan mevcut duruma bakalım. Kanaatimce buradaki durum, Fransa’ya kıyasla daha fazla engele sahip, bu gayet açık. Lenin, bize genel koşulları sunuyor. Yönetenlerin yönetememesi, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi, geçerliliğini her zaman koruyan hususlar. Bunlar birer koşul ama bu koşullar henüz mevcut değil. Yönetenlerin eskisi gibi yönetemedikleri doğru bir tespit ama aynı ölçüde yönetilenler, yani işçiler, köylüler, aydınlar vb. hâlen daha mevcut rejime destek veriyorlar. Dolayısıyla yönetilenler rejime karşı çıkıyorlarsa, devrim patlak verecek demektir.

Yani sen, sosyalist devrimin patlak vermesinin sadece kapitalist yeniden üretim tarzlarında yaşanan krizler sayesinde gerçekleşeceğini söylüyorsun, öyle mi?

Kapitalist yeniden üretim tarzları her daim krizdedir. Yani Marx’ın kapitalizm tanımı gereğince, kapitalizm her zaman krizdedir. Başka bir tabirle kriz kapitalizm için olağandır.

Sen devletin ideolojik aygıtlarının bir sınıf üzerinde hâkimiyet kurma noktasında oldukça önemli yapılar olduğunu söylüyorsun…

Evet öyle. Fakat ben, devlete ait olması üzerinde duruyorum. Zira mesele şu: herkes “ideolojik aygıtlar” tabirini kullanıyor. Gramsci’nin “hegemonik aygıt” terimini kullandığını bilmiyordum. Aynı şeyden bahsediyor aslında, sadece ifadede “devlet” kelimesi geçmiyor. Ben, tüm dikkatimle “devlet” demeye devam ediyorum, zira devlet en önemli şey: bu aygıtlar, devlete ait ideolojik aygıtlar. Elbette bu, devleti nasıl tanımladığına bağlı olarak değişir, anlıyor musun? Başka bir devlet tanımı yapmalıyız. Marx’ın verdiği klasik tanım yerine başka bir devlet tanımı geliştirmeliyiz, zira bence Marx devletten zerre anlamazdı. Evet o, devleti hâkim sınıfa ait bir araç olarak anlıyordu ki bu, doğru bir tespitti fakat Marx, devletin belirli bir uzamda nasıl çalıştığını hiç anlamadı.

Örneğin Gramsci de gazetelerden bahsediyor ve şöyle diyordu: “Kamusal ya da özel olmalarından bağımsız olarak, gazetelerin tamamı hegemonik aygıtlardır.”

Evet, tümüyle katılıyorum. “Devletin” demiyor ama bu tespit doğru.

Yeniden üretim araçları, kitle iletişim araçları ile sınırlı değil bugün, partiler, sendikalar ve aileden de söz etmek gerek. Ayrıca fabrikalar da hiyerarşi ve kariyer gibi belirli yeniden üretim araçları üretiyorlar.

Ah evet, elbette öyle. Bundan hiç söz etmedim ama doğru tabii.

Her şeyin ötesinde sen, “üst-belirlenim” diye yeni bir kavram ortaya attın. Bunu izah edebilir misin?

Bu kavramı Freud üzerinden geliştirdim ve onu Freud’la herhangi bir bağı olmayan bir teorik saha dâhilinde kullandım. Bugün Freud’un ve Marx’ın düşünceleri arasında herhangi bir ilişki kurmanız mümkün değil. Bu ilişki, ancak felsefeyle, felsefi bir analojiye başvuracak olursak, materyalizm gibi alanlarla kurulabiliyor. Eskiden toplumsal, tarihsel olayların dayandığı gerçeklikte bulunan muhtelif unsurlardan bahsediyordum. Burada belirlenim, üst ve alt belirlenim üzerinden ele alınıyordu. Kavram, tekil değil çoğul. Düşündüğünüz, düşündüğünüze inandığınız, araştırmanızda elde edeceğinize inandığınız şeyde az çok olan “belirlenim”, çoğul bir şey.

Bir örnek verebilir misin?

Örneğin Stalin vakasını ele alalım. Bu, esasen üst belirlenmiş bir vaka. Kruşçef açıklamasını sunuyor ve özetle Stalin’in “deli” olduğunu söylüyor. Birden deli oluyor Stalin. Bu, temelde önceden “tayin edilmiş, belirlenmiş” bir izahat. Fakat kâfi gelmeyeceği net biçimde görülüyor. Bu izahatın Stalin’in kişiliğini ve dünyasını anlamamız noktasında yeterli gelmeyeceği anlaşılıyor. Başka belirlemelere, üst ve alt belirlenime ihtiyaç var, çünkü “belirlenim”in dayandığı dayanakları anladığınıza inandığınız vakit, gerçekliğin önünde mi yoksa ardında mı olduğunuzu, gerçekliğin içinde olup olmadığınızı tam olarak bilmezsiniz, gerçekliğin üzerinde de olabilirsiniz altında da. Bu noktada gerçekliğin üzerine çıkmak, onun ötesine geçmek veya altına inmek zorunda kalırsınız.

“Üst gerçeklik”, gerçekliğe nispetle ileride olmak anlamına mı geliyor peki?

En genel manada sizin gerçeklik dâhilinde geç kaldığınız anlamına geliyor. Belirli durumlarda, örneğin şairler, müzisyenler ve ütopyacı filozoflar, gerçeğin önüne geçiyorlar. Örneğin burada, bu çatıda biz gerçeklik dâhilinde geç kalmışız. Bu kesinlikle doğru, zira biz gerçekliğin farkında değiliz, sadece farkında olmaya çalışıyoruz.

Alt belirlenime mi tabiyiz yani?

Evet alt belirlenime tabiyiz.

Ernest Bloch, insanın kaderinin her daim anakronik olduğunu, onun her şekilde tarihinin öncesinde yaşadığını, kendi tarihini yirmi yıl veya yüz yıl öncesini düşündüğü için esasen düşünerek yaşadığını söylüyor.

Evet insan her zaman geç kalıyor. Kendisine faydası olmuyor. Kendisinden değil, başkalarından bahsediyor.

● Politika

Gazeteci: Çalışma yöntemin araştırma yapma üzerine kurulu…

Meylim bu yönde. Bunun her konuda en önemli husus olduğunu düşünüyorum. Bence “düzen” denilen kelime, başa yazılmalı. Onu muhakemedeki değişim, düşünme tarzındaki değişim ve eylem tarzındaki değişim tabirleri izlemeli. Burada kitleleri örgütleme ve seferber etme tarzımızı, başkalarının meseleleri anlamalarını sağlama biçimimizi, insanları eyleme geçmeye teşvik etmeye dair yol ve yordamlarımızı, sendikalarda, politika bünyesinde eylem örgütleme yöntemlerimizi değiştirmekten bahsediyorum.

Yani aslında politika yapma tarzımızı değiştirmekten bahsediyorsun. Peki ama politika nedir?

Politika nedir? [Gülüyor]. Özgürlük ve eşitlik için eyleme geçmektir.

Örneğin politikanın nasıl yapılacağını bilmek ne anlam ifade etmektedir?

Şu anlama gelir: politika ve diğer şeyler hakkında fikirleri olan insanlar arasındaki gerçek ilişkilerin bilincinde olmak.

Bir keresinde “politikanın nasıl yapılacağını bilmek için piyano çalmayı bilmek gerektiğini” söylemiştin. Ne demek istemiştin?

Evet aslında o Mao’nun sözüydü. Bu sözü yayınlanacak olan bir makalede izah ettim… Burada tekrar etmeye gerek yok.

Bir de meşe ağacı ve eşek hikâyesi anlatıyorsun…

Evet, bu oldukça basit bir hikâye aslında. Bana aktarıldığı kadarıyla, bu hikâyeyi Lenin İsviçre’deyken anlatmış. Bu hikâye üzerinden Lenin, insanlara düşünme tarzlarını değiştirmeleri gerektiğini söylüyor. Hikâye şöyle. Rusya’da, köylük bir yerde, yarı çorak bir bölgede gece saat üç civarı kapı çalınıyor. İvan ismindeki ihtiyar köylü, kapıya vurulan yumruk yüzünden uykusundan uyanıyor. İvan, neler olup bittiğini anlamak için kapıya ilerliyor. Kapıyı açınca karşısına Gregori ismindeki genç bir adam çıkıyor. Gregori, bağıra çağıra “korkunç bir şey var, korkunç… gel benimle lütfen” diyor. Genç Gregori, İvan’ı alıp tarlaya götürüyor. Tarlanın ortasında devasa bir meşe ağacı. Hava karanlık, bu yüzden iki adam da etrafı iyi göremiyor. Gregori diyor ki: “Bana ne yaptılar bir baksana. Meşe ağacımı eşeğe vermişler.” Bir eşeğin meşe ağacına bağlı olduğunu gören İvan’sa şu cevabı veriyor: “Sen kafayı yemişsin Gregori. Artık düşünme tarzını değiştirmelisin. Meşe ağacı eşeğe bağlanmış deme, eşek ağaca bağlanmış de.”

Soracağım başka bir soru kalmadı, senin söyleyeceklerin yoksa tabii.

Sahile inelim mi? Güzel bir gün.

Söyleşinin son kısmına bu çeviride yer verilmemiş. Son kısımda gazeteciyle Althusser arasında kısa bir muhabbet geçiyor. Althusser, terasta karşılarında duran kilise kubbesini merak ediyor. Gazeteci, orasının Vatikan’daki San Pietro Kilisesi’nin kubbesi olduğunu söylüyor. Devamında gazeteci, Papa’nın orada yaşadığını söyleyince Althusser, gece-gündüz, yaz-kış fark etmez, herhangi bir vakit Papa’yı ziyaret etmeye hazır olduğunu söylüyor, hatta gazeteciyi kendisine eşlik etmesi konusunda yüreklendirmeye çalışıyor.

Çeviri: Ron Salaj
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Bu mülâkat, bir televizyon programı için yapıldı. Birçok cümle yarıda kesiliyor, bazıları da net değil. Mülâkat yazıya dökülürken biz, özgün versiyona olabildiğince sadık kalmaya çalıştık.

[2] Özgün mülâkatı şuradan izlemek mümkün: Althusser söyleşisi.

[3] Althusser, Fransa’ya taşındığı ve çalışmalarını sonlandırdığı tarihi yanlış söylüyor. Bunun aradaki dille alakalı engelden kaynaklanıp kaynaklanmadığını bilmiyoruz. Althusser’in babası, ailesini Marsilya’ya 1930’da götürmüş. Diplomasını 1947’de almış. O tarihte okulun başında ise Gaston Bachelard var.