19
Aralık Katliamı’ndan bir hafta önce Ankara’da bir yürüyüş gerçekleştirildi.
Polis ve ülkücüler, eylemcilere saldırdılar. Hızlarını alamadılar, o sırada
ölüm orucuna destek veren ailelerin bulunduğu ÖDP bürosuna da yöneldiler. Akşam
vakti, ailelerin büroda olmasını istemeyen parti yönetimi, aileleri bürodan
attı. Esasen 19 Aralık saldırısı, çok önceden başlamıştı.
Bugün
KESK kapısında yaşanan gerilimi buradan da okumak mümkün.
Denilebilir
ki Cephe, bir siyaset tarzı olarak, biraz da “ben herkesten devrimciyim” pozu
kestiği için bitap düştü. Herkesin, argo tabirle, ona “posta koyma”sının bir
sebebi bu. Her iki taraf da birbirlerine karşı güçlenmek derdinde, düşmana
karşı değil. Posta koymak ve poz kesmek, genel anlamda mücadeleyi de yoruyor,
bu görülmeli.
Mahallede
genç kızları fuhşa sürükleyen, onları pazarlayan kadın pezevenge sahip
çıkanlar, Nuriye’ye sahip çıkmadılar. Çıkmazlar. Daha önce ifade ettiğimiz gibi[1],
onu Yüksel’deki insan hakları heykelinden farksız görüyorlar. Kadın olarak
Nuriye’ye açlık grevinin dayatıldığından söz ediyorlar. Dolayısıyla Kesklilere,
kendisine uygulanan şiddetin izlerini gösteren kadın, boşa uğraşıyor, çünkü
karşısındakiler, onu kadın dahi görmüyorlar.
“Kadın”,
burjuva bireyin don değiştirmiş hâli aslında. Bu, başka kavramlar için de
geçerli. Burjuva birey, dışarıdan dayatma kabul etmeyen, kendi iç sezgileriyle
ve iradesiyle hareket edebilen, kendine hâkim, yüce bir varlık olarak tasavvur
ediliyor. Bu tasavvur, kimlerin yanına ilişildiğini ele veriyor.
Kesk
haberinde “kendini” kelimesi bu yüzden iki kez geçiyor. “Kendi”, “ben”, “birey”
kelimeleriyle kurulan cümleler, tüm Marksist-Leninist külliyatın yerini alıyor,
o cümlelerin sahipleri, külliyatı geri ve gerici kabul ediyorlar. Onlar, esasen
söz konusu külliyata ve durduğu zemine saldırıyorlar.
“Benim
sendikam direnişimize neden sahip çıkmıyor” diyen Yüksel direnişçileri, bu
sebeple hedefe konuluyorlar. Oktay İnce’nin tespitiyle, “Tecrit, ‘eylem bize
karşı yapılıyor’ hissiyatı devam ederse, bu direnişlerin her kazanımı,
direnenlere sağladığı onur ve prestij, insanlara olan pozitif etkisi KESK’i ve
Eğitim-SEN’i psikolojik zora düşüreceğinden” varoluşsal bir tepki
geliştiriliyor. Bu tepkiyi, birkaç sene önce, SES tüzüğünde yaptıkları
değişiklikle kendilerinden küçük olduklarını düşündükleri örgütlerin sesini
soluğunu kesenler veriyorlar.
“Kendini
dayatma!” feveranı da bu tepki bağlamında gündeme geliyor. “Kendini dayatma!”
diyenler, siyaseti ve teoriyi kendi özelinde, kendi çıkarlarının güdümünde
işleyen bir şey olarak görüyorlar. Kendini aşan şeyleri, siyasetin ve teorinin
dışına atıyorlar. Haz, yaşam enerjisi, birlikte eğlenme gibi olgular, merkeze
konuluyor.
Bugün
AKP Öcalan’ı hapisten çıkartsa, siyaseti bırakıp batı sahillerindeki veya
Avrupa’daki evlerine çekilecek olan kişiler yapıyorlar “kendini dayatma!”
eleştirilerini, ne tuhaf! Dayatma eleştirisi, kendilerini dayatanlara ait
aslında.
Oysa
oğlu-kızı mapus damında ölüm orucunda olan anaya yurt olmak, bir örgüte
verilmiş bir emirdir. Dolayısıyla, işinden atılan, bu sebeple direniş yoluna
revan olan insanlara “bana kendini dayatamazsın” denilemez, o eylem bir emir
telakki edilip o yola yoldaş olunur, tüm eleştirileriyle birlikte.
Örgütlü
siyaset, dinamik bir süreçtir: işbölümü, disiplin ve hiyerarşi bağlamında
işler. Birey değil kolektif; bireyin anı değil, kolektif süreç üzerinden
düşünülüp hareket edilir. Bireyin haz noktalarına değil, kolektif sınıfın,
kitlenin acı ve umut noktalarına örgütlenilir. Belirli bir süre, belirli bir
dönem hareket, kişiler şahsında somutluk kazanan toplumsal politik dinamiğin
emirlerine göre ilerler, ilerlemelidir. Harekete ve mücadeleye ise mülkiyet
değil, aidiyet üzerinden bakılır.
Bugün
gerilim yaşayan iki siyasi çizgi de birbirlerini birer bahane olarak
kullanmaktadır. Esas olan, bu emirle, aidiyetle düşünmektir.
“Konfederasyonumuz
itidalini koruyacak”[3] diyenler, itidali bir siyaset biçimi hâline
getirmişlerdir. Mesele, bir yanıyla budur. “Acaba masa yeniden kurulur mu?”
diyerek, sokakta yanan ateşe su dökülemez, o görmezden gelinemez. Resmi
kurumsal siyasetin koridorlarına sıkışmış bir sendikacılık, sermayeden de
devletten de kurtulamaz. Birilerinin siyaseti, çocuksu, zayıf, yersiz, radikal,
öznel bulunarak, mevcut siyaset aklanamaz. Yapılacak devrimci iş, bu değildir.
Yanda sunulan türden cümleler döşenen tvitşörlerin anlamadığı şudur: mesele, bir kişinin zihni, akli
melekesi değildir. Mesele, açlık greviyle, açlık grevi mücadelesi vermekle
dalga geçmek de değildir. Mesele, o kişide somutlanan mücadele sürecine,
tarihselliğe, toplumsallığa, işten atılanlara, zulme direnenlere, ekmek
davasını geleceğin kavgasına bağlayanlara örgütlenmektir. Teslimiyet,
egemenlerin yürüttükleri “sosyalizm bireyi görmüyor” saldırısı karşısında boyun
eğmekle alakalıdır.
Öte
yandan hakkını teslim etmek lazım. Aynı Sergen Sucu, kendisi ile ilgili olarak,
doğru bir tespitte bulunmaktadır: “Devlet çok vücutlu, fakat tek beyinli bir
yapıdır. Bazen ailede, bazen toplumda, bazense çok karşısında duran bizlerin
içindedir.” İşte mesele, o devlete kul olmamaktadır.
Eren Balkır
26
Ekim 2018
Dipnotlar
[1] Eren Balkır, “Sologami”, 16 Mayıs 2017, İştirakî.
[2]
“Kesk: Kimse Kendini Kesk’e Dayatamaz”, 25 Ekim 2018, Etha.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder