Pages

28 Şubat 2018

Totalitarizme Karşı


Enzo Traverso ile Sohbet
Despina Lalaki
1 Eylül 2018

 

ABD’de Cornell Üniversitesi’nde tarih profesörü olarak çalışan İtalyan tarihçi Enzo Traverso, son on beş yıl içerisinde Avrupa’daki en etkili eleştirileri kaleme alan aydınlardan biri hâline geldi. Eserleri Yunanistan’da da hızla geniş kitlelere ulaştı: L’Histoire comme Champ de Bataille [“Savaş Sahasının Tarihi”], Nazi Şiddetinin Kökenleri, Ateş ve Kan, Solcu Melankoli gibi önemli eserleri ardından basılan Les Nouveaux Visages du Fascisme [“Faşizmin Yeni Yüzü”] yazarın Yunancaya çevrilen yedinci eseri. Daha az bilinen fakat tam da zamanında çıkmış olan çalışması Il Totalitarismo: Storia di Un Dibattito [“Totalitarizm: Bir Tartışmanın Hikâyesi”] yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden günümüze dek akademide ve siyaset sahasında tanık olduğumuz totalitarizm tartışması ile ilgili kapsamlı bir değerlendirme sunuyor. Onunla giriştiğimiz, totalitarizm kavramı ile ilgili tartışmamızın sebeplerinden biri de bu 2002 tarihli kitap. Ayrıca seksenlerde ve doksanlarda gündeme gelmiş olan, direniş hareketlerini “anti-totalitarizm”e itiraz etmeye iten totaliter iktidar biçimlerini da tartışıyoruz.

* * *

 

Marginalia’nın totalitarizm konusunu ele alan ilk sayısı için size ilettiğimiz sohbet davetini kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Genelde bu konuyla alakalı kalem oynatan bir tarihçi olarak bize söz konusu kavramın tarihini ana hatlarıyla aktarabilir misiniz? Yirminci yüzyıl Avrupa tarihinde yaşanan dehşet verici gelişmelerden kök alan kavramın, yeni anti-komünizm ve anti-İslamizm bağlamında, son dönemde varlığını sürdürme imkânı bulduğunu görüyoruz.

Yüz yıllık ömrü boyunca totalitarizm fikri, farklı aşamalardan geçti. Geriye dönüp baktığımızda, bu sürecin birçoklarınca itiraza mahal veren bir seyre sahip olduğunu görüyoruz. Yirmilerde “totalitarizm” kelimesini ilkin İtalyalı antifaşistler üretmişler. Kelimeyi üretmelerinin amacı, Mussolini’nin tesis ettiği politik rejimin monolitik niteliğini eleştirmekti. Kelime, hızla faşistlerce de benimsendi. Faşistlerin iddiasına göre, kelime “bütünsel devlet” inşa etme arzularını ortaya koymaktaydı. Kelime, hem faşistlerce hem de antifaşistlerce kullanılmaya başlandı. Ona negatif ve pozitif anlamlar yüklendi. Otuzlarda ise terim, Sovyetler’de Stalinizmin doğuşu ve Almanya’da Nazi iktidarının ortaya çıkışı ile birlikte daha fazla yayılma imkânı buldu. Totalitarizm kavramı, ilk kez 1939 yılında, saldırmazlık paktı imzalanması sonrası Hitler ve Stalin’in diktatör olarak takdim edilmesi ardından kayda geçti. Gelgelelim terim, altın çağını Soğuk Savaş’ın ilk aşamasında yaşadı. O dönemde kavram, Sovyetler’i “özgür dünya”nın düşmanı olarak mahkûm etmek için kullanıldı. O günden beri totalitarizm, Batı’yı suçlarından arındırma, onu her türlü eleştiriden muaf tutma amacına uygun olarak kullanıldı. Soğuk Savaş esnasında ABD’nin yürüttüğü dış siyaset pratiklerine eleştiri yönelten herkes, hemen “totaliter düşman”ın suç ortakları olarak yaftalandı. Makkarticilik dönemi boyunca “anti- totalitarizm”, kısa bir süre totaliter bir ideolojiye dönüştü. Bu türden ideolojik mecburiyetlere boyun eğmeyen akademisyenlerin şiddetle eleştirdiği kavram, altmışlarda ve yetmişlerde gözden düştü. Totalitarizm kavramı, 11 Eylül 2001’deki terörist saldırıları ardından yeniden doğdu. Bu dönemde kavram, İslamî köktenciliğe tatbik edildi. Bu dönemde kavramın içeriği önemli oranda değişti ve Batı’nın düşmanlarını ifade eden bir terim hâlini aldı. Buradan da geçen yüzyılda yaşan şiddet olaylarına seçmeci bir bakışla bakılmaya başlandı: Totaliter güçlerin işledikleri suçlar, yaptıkları soykırımlar, kurdukları toplama kampları karşısında Batı’da işleyen şiddet çarkı otomatikman meşrulaştı veya “tali zarar”a indirgendi. Elbette birden fazla totalitarizm teorisi mevcut, bunların bazıları gayet velut ve ilginç ama bu kavramın kamuoyundaki kullanım biçimlerinin büyük ölçüde Batı’yı günahlarından ve suçlarından arındırma amacı güttüğünü görmek gerek.

Ülkeler bu kavrama farklı anlamlar yüklüyorlar. Örneğin gördüğümüz kadarıyla Soljenitsin’in gulaglarla ilgili çalışması 1973’te yayınlanana dek totalitarizm kelimesi üzerine kurulu dil pek fazla ilgi görmemiş. Bunun dışında totalitarizmin Doğulu bir olgu veya kavram olduğunu söyleyebilir miyiz?

Düşünce tarihi açısından baktığımızda, totalitarizm bugün tüm küreyi kucaklasa da onun Batılı bir kavram olduğunu görüyoruz. Kavram, aynı zamanda coğrafî bir boyutu da içeriyor bünyesinde. İtalya, Yunanistan veya Fransa gibi komünist partilerin Nazi karşıtı direniş hareketlerine hegemonik bir konuma sahip olduğu kimi Akdeniz ülkelerinde totalitarizm fikri, savaş sonrası yıllarda şüpheli bir yaklaşıma yol açıyor. Faşizme ve Nazi diktatörlüklerine karşı mücadele etmiş politik aktörleri “totaliter” olarak resmetmek hiç kolay olmuyor. Michael S. Christofferson’ın ikna edici bir dille aktardığı ve ispatladığı biçimiyle, Fransa’da Soljenitsin’in Gulag Takımadaları isimli çalışmasının yetmişlerin başında, ihtilaflara neden de olsa, belirli bir kabul görmüş olması, esasen Solun Birliği’nin yaşadığı yükselişi durdurma çabası ile alakalıydı. Birçok Batı ülkesinde, yetmişlerde yaşanan “totalitarizm” tartışması, temelde “Marksizmin krizi”ne denk düştü ve sol aydınların önemli bir kesiminin muhafazakârlığa saparak, alabildiğine eski bir klasik liberalizm formuna, hatta antikomünist bir korumacılığa yönelmesini sağladı. Fransa’da “Yeni Felsefeciler” denilen kesim, bu düşünsel ve politik değişimin en bariz ifadesiydi. Seksenlerin “muhafazakâr devrim”i, “İnsan Hakları”nı ve anti- totalitarizmi alışkanlık hâline getirmişti.

Totaliter düşüncelerin kökleri nereye dek uzanıyor? Örneğin Karl Popper, Platon’da bir tür ön-totalitarizm buluyorken, Max Horkheimer ve Theodor Adorno ise totalitarizmin köklerinin aklın ve teknolojinin cazibesine kapılan araçsal Aydınlanma’ya dek uzandığını düşünüyor.

Popper’ın totalitarizm teorisine yönelik saygıya epey şüpheyle yaklaşıyorum: Açık Toplum ve Düşmanları isimli çalışmasında felsefenin soykütüğünü taslak hâlinde aktaran Popper, bu çalışmasında bir hat çiziyor ve Platon’dan Hitler’e Marx ve Hegel’e keserek ilerleyen, kendisinin çizdiği hat boyunca işleyen bir evrim süreci resmediyor. Üstelik bu çabanın tek bir hedefi var: totalitarizmi ve liberalizmi tarihe değil insanlığa ait olan, ezeli ve ebedi iki kategori olarak resmedebilmek. Popper’ın totalitarizm teorisi, Batı’yı günah ve suçlardan muaf tutma stratejisinin felsefî versiyonu. Horkheimer ve Adorno’nun Nazizmi resmetme tarzı ise Batı uygarlığının takip ettiği tüm izleği sorguluyor ve antik çağdan yirminci yüzyıla uzanan, başka bir doğrusal hat çiziyor. Aydınlanma’nın Diyalektiği’nde iki felsefeci, bir tür Hegelci teleolojiyi benimsiyor. Bu teleolojinin ana çıktısı ise mutlak aklın totalitarizm adı altında kazandığı zafer, yani özgürlükçü akıldan uzaklaşılıp araçsal rasyonaliteye geçilmesi. Söz konusu yaklaşım, eleştiri düzleminde bariz bir potansiyele sahip, bu potansiyelse, bilhassa antifaşizmin Nasyonal Sosyalizmi uygarlığın barbarlığa teslim olmuş hâli olarak görmesini ve tarih dışına atılmış bir olgu olarak Direniş hareketini Aydınlanma’nın intikamı şeklinde değerlendirmesini anımsadığımızda, daha net ortaya çıkıyor. Ayrıca Horkheimer ve Adorno’ya göre totalitarizm, modernitenin kaçınılmaz olarak yüzleştiği bir kader; ikili, her türlü politik bağlılıktan uzak duran, derin düşüncelere dalıp eleştirmen pozu takınmayı salık veren bir yaklaşımı benimsiyor (bu açıdan iki felsefeciyi, Benjamin veya Marcuse gibi diğer Frankfurt Okulu düşünürlerinden ayırmak lazım).

Hannah Arendt’in ilk olarak 1951’de yayımlanan Totalitarizmin Kaynakları isimli çalışması, son dönemde yeniden gündeme geldi ve ilgi gördü. Ocak 2017’de Başkan Donald Trump’ın göreve geldiği günlerde kitap Amazon’da tükendi. Nazizme ve Stalinizme bakarken Arendt, totalitarizmi toplama kampları ve ölüm kampları sistemiyle sonuçlanan, yeni bir seferberlik ve soykırıma dayalı bir tür diktatörlük olarak anlıyor. Bugünkü politik olguları anlama çabamızda Arendt’in bu değerlendirmesi bir işe yarar mı?

Arendt, kitabını İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllarda kaleme almaya başladı ve savaş bittikten hemen sonra tamamladı. O dönemde Nasyonal Sosyalizm ve Stalinizm kendi gününe ait politik birer olguydu ama asla tarihyazımına ait konu başlıkları değillerdi. Arendt tarihçi değildi, tarih üzerinden baktığımızda çalışması epey sorunlu. O, toplama kampları ve imha kampları arasında ayrım yapmıyor. Totalitarizm soykütüğünü antisemitizm, sömürgecilik ve bütünsel idare üzerinden aktarıyor ki bu, Stalinizmin ve diğer olguların tarihine tam olarak uymayan bir hikâye aslında. Öte yandan totalitarizmin tarihte yeni görülen bir mesele olduğu üzerinde duruyor: Arendt’e göre, yirminci yüzyıl, amacı siyasetin yani insanlararasındaki çeşitliliğin imhası olan yeni bir güç sistemini tecrübe ediyor. Başka bir ifadeyle, totalitarizm, toplumsal yapıdaki ayrışmanın ve her türden çoğulculuğun ortadan kaldırıldığı, monolitik, homojen bir toplum inşa etmeye dönük bir çaba. Arendt’e göre, siyaset ontolojik bir kategori, alttakilerin bulunduğu bir saha, müşterek bir siyasî alanı eşit failler olarak paylaşan alabildiğine farklı insanlar olarak yurttaşlar arasındaki etkileşimin gerçekleştiği mekân. Bana kalırsa, totalitarizmin siyasetin imhası olarak yapılan tanımı muhafaza edilmeli, hatta bu tanımın altı biraz daha çizilmeli. Bu şekilde idrak edildiğinde totalitarizm, bir bütünsel sistem anlayışı, her şeye galebe çalan devlet iktidarı fikri komünizme de taban tabana zıttır, zira komünizm özgür ve eşit insanların sınıfsız ve devletsiz toplumudur.

Anlaşılan o ki tarihsel özgüllük ve sosyo-tarihsel açıdan belirli bir bağlama oturtma çabası, totalitarizmi daha iyi anlamak için zaruri. Peki en önemli özelliklerinin belirli bir kısmını belirlemek adına, bir totalitarizm tanımı sunmak mümkün mü? En azından araştırmanın amaçları doğrultusunda, belirli bir değere sahip, ideal bir tipten söz edilebilir mi?

Birçok akademisyen, totalitarizm konusunda “ideal bir tip” belirlemeye çalıştı. Ellilerde oldukça başarılı bir teorik tanım sunmuş olan Carl Friedrich ve Zbigniew Brzezinski’ye göre totalitarizm, anayasal hakların ortadan kalkması, çoğunluğun ve temsilî demokrasinin ilgası, tek partili sistem, karizmatik lider, resmi ideoloji ve toplama kampları gibi farklı unsurların birbirleriyle ilişkilendikleri bir sistem. Bu ideal tipin sunduğu avantaj, esasen hem faşizmi hem de Stalinizmi yerden yere vurabilme becerisinden kaynaklanıyor. Arendt’in totalitarizm tanımını benimsediğimizde ve onu siyaseti yok eden bir iktidar sistemi olarak tanımladığımızda, bizim totalitarizmin “ideal tipler” hâlinde somutluk kazanmaksızın, farklı biçimler alabildiği gerçeğini de kabul etmemiz gerekecek. Dolayısıyla totalitarizm, yirminci yüzyılda tanıklık edilen biçimlerine indirgenmemeli. Bütün insanların ve ilişkilerin meta biçimi aldığı, piyasanın genel bir antropolojik modele dönüştüğü, insanların ilişkilerini bireycilik ve rekabet dışında bir yerde idrak edemedikleri, tümüyle şeyleşmiş bir dünya, totaliter bir dünya olmalı. Paradoksal biçimde yeni neoliberal totalitarizm biçimi oluşuyor ve bu totalitarizm, ırkî ve sınıfî kolektivizme karşı özgürlüğün birer sembolü olarak piyasayı ve bireyciliği anti-totaliter birer elbise olarak üzerine geçiriyor.

Dönemin diğer muhafazakâr hareketleri gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan ve liberalizmle komünizmin yükselişini durdurmaya çalışan Alman “muhafazakâr devrim”i, İkinci Dünya Savaşı sonrası sahneden çekildi. Günümüzde Avrupa ve ABD’de militan bir anti-komünizm yanında yükselişe geçen yeni korumacılık ve milliyetçilik dalgasını nasıl izah ediyorsunuz?

Yirminci yüzyılın başında Alman “muhafazakâr devrim”i, Isaiah Berlin ve Zeev Sternhell’in “karşı-Aydınlanma” olarak adlandırdığı muhafazakâr değerleri otantik bir modern teknoloji, endüstri ve bilim kültüyle birleştirmişti. Bu eğilim ortadan kalktı ama yirminci yüzyılın sonunda piyasayı, bireyciliği ve kapitalizmi komünist devrimlerin ve savaş sonrası dönemin hayal gücünün dillendirdiği eşitlikçi arzuların karşısına çıkartan yeni bir “yeni muhafazakârlık” biçimi ortaya çıktı. Neoliberal küreselleşmeye, yani totalitarizmin günümüzde edindiği biçime itiraz eden sağ hareketler, esasında totaliter değil muhafazakârlar. Bu hareketler, günümüzde mevcut olan totalitarizme yönelik olarak geliştirilmiş bir muhafazakâr tepkisi. Dolayısıyla bizim post-faşizmle, sağcı popülizmle ve diğer radikal sağ yapılarla mücadele ederken bu gerçeğin farkında olmamız gerek. Günümüzde mevcut olan totalitarizmle milliyetçilik ve korumacılık ile mücadele edemeyeceğimiz gibi, aynı şekilde post-faşizmle, neoliberalizmi savunanlarla birleşik cephe kurarak mücadele edemeyiz.


Yirminci yüzyılın önemli bir kısmı boyunca anti-faşizm barış mücadelesi ile tanımlandı. Ancak liberal anti-totalitarizmin genelde sağ aşırıcılığın yükselişine yönelik eylemliliği ve hareketleri şiddete meyilli, diyalektik dışı ve otoriter olarak resmettiğine tanık oluyoruz. Burada asıl sorunu nerede aramak gerekmektedir? Bugün anti-faşizm, ne tür bir tarihsel değere sahiptir, politik düzlemde hâlen daha geçerli midir?

Ben anti-faşizmi pasifizmle tanımlamıyorum. Otuzların sonunda, bilhassa 1938 Münih Konferansı sonrasında pasifizm faşizme teslim olmayı ifade ediyordu, dolayısıyla birçok “pasifist”, İkinci Dünya Savaşı esnasında birer işbirlikçiye dönüştü. 1941 sonrasında ise anti-faşizm, Avrupa’yı işgal etmiş olan Nazilere karşı verilen silâhlı mücadele ile tanımlandı. Bugün ABD’de Siyahların Hayatı Önemlidir veya Gazze ile Batı Şeria’daki Filistin Direnişi gibi hareketlerin benimsedikleri “şiddet”e dayalı eylem araçları, halk tarafından giderek daha fazla kabul görüyor. Bence Ortadoğu’da ABD’nin ve Batı’nın yürüttüğü savaşlara yönelik muhalefetin pasifizm değil, yeni sömürgeci zulme ve işgale karşı özgürlük adına yürütülmesi gerekiyor. Bugün Suriye’de “pasifist” olmak hiçbir anlam ifade etmiyor. Eğer demokrasinin çoğunluğun iktidarını örgütleme yönteminden, basit bir kurumsal yapıdan çok tarihsel bir fetih hareketi olarak görürsek, geçmişte faşizmi tecrübe etmiş birçok ülkenin de Jürgen Habermas’ın “anti-antifaşist” demokrasi anlayışını benimsememesi gerekirdi.

1989’da Berlin Duvarı ile birlikte bir dünya tasarımı da çöktü. Batılı liberal demokrasi cazipmiş gibi görünmeye başlandı. Bugün çoğunlukla yirminci yüzyıl tarihinde suçlarla yüklü bir parantez olarak tasvir edilen Rus Devrimi’ni izleyen yüz yıllık dönemin ve son birkaç yıl boyunca dünyada açığa çıkan devrimci dalgaların ardından Ekim’in dünya üzerinde bıraktığı kalıcı etkinin henüz tam mânâsıyla hissedilemediğini söyleyebilir miyiz?

Rus Devrimi’ni kurtarmak, antikomünizm ve Stalinizmle yüklü bir yüzyılın derinine dalıp devrimin bıraktığı mirası bir cevher olarak çıkartmak demektir. Bu, aynı zamanda yirminci yüzyılın yenilmiş olan devrimlerinin yasını tutma meselesidir. Söz konusu tarihsel yenilgi, Batı’da açığa çıkan, (Wall Street’i İşgal Et Hareketi, los Indignados [Öfkeliler Hareketi -İspanya], Gezi Parkı, la Nuit Debout [Gece Ayakta -Fransa] gibi) yeni anti-kapitalist hareketlerin aynı zamanda son on yıl süresince Arap dünyasını saran devrimci dalganın kimi özelliklerini izah ediyor. Bu hareketlerin tarihsel açıdan belirli bir süreklilik kazanması ve Ekim Devrimi’nin mirasını sahiplenmeleri mümkün değil. Bunlar, kendilerini yeniden icat etmek zorundalar. Bahsi geçen hareketlerin zincirsizliği ve yaratıcılığı ümit verici, lâkin kısa ömürlülüğü de ciddi bir sınır olarak kendisini dayatıyor. Bu hareketlerin somut yapılar inşa edebileceklerini, geçmişin komünist deneyimini “detaylı bir inceleme”ye tabi tutabileceklerini sanmıyorum. Dolayısıyla bence onlar, seksenlerin yeni muhafazakâr restorasyon sürecinden miras alınan “anti-totalitarizm”in tayin ettiği ufku da aşamazlar.

Kaynak

Kızıl Ordu’nun Kutsal Görevi

Kızıl Ordu’nun yoldaş askerleri! 8 Mart günü Samara kentinde doğmuş, ismi Kurmayef olan ihtiyar bir Tatar, Halkın Askerî İşler Komiserliği’ne gelip beni ziyaret etti. Kendi hemşehrilerini, Tatar köylüleri bulma arzusuyla gelmiş Moskova’ya, iki gözü iki çeşme, Dutov’a bağlı çetelerden kurtardığı için Sovyet iktidarına teşekkür etti.

Bana şunları söyledi.

“Kazaklar köyümüze konuşlandıklarında birçok talihsizlik yaşadık. Kazak subaylar, atlarımızı, hayvanlarımızı ve buğdayımızı, karşılığında hiçbir ödeme yapmadan, bizden almakla kalmadı ki bu, yoksul köylüler için zaten kötü bir şeydi, ayrıca bizi alaya aldılar, dövdüler, bize zulmettiler, ateş açtılar. Biz Tatarlar, herkesten daha fazla çile çektik. Sonra duyduk ki Kızıl Ordu, Samara kentine doğru ilerliyormuş ama o vakitler bunun bizim için hayırlı mı hayırsız mı olduğunu bilmiyorduk. Kazaklar köyümüzü terk edip Kızıl Ordu askerleri gelince bu insanların başka türden insanlar olduğunu anladık. Bize hiç hakaret etmiyorlardı. Askerler bizimle kardeşimizmiş gibi konuşuyorlardı, sonrasında köyde ve civarında düzen tesis edildi. Özgürce nefes almaya başladık ve Kızıl Ordu için dua ettik.”

Kalabalık bir ailenin reisi olan bu ihtiyar Tatar bunları söyledi bana. Evet yoldaş askerler, bunları duydu bu kulaklar. İşçilerin-köylülerin Kızıl Ordu’suyla gurur duydum. Bu küçük örnekte devrimci güçlerin gerçek niteliğini görüyoruz, mecburen yürüttüğümüz bu savaşın sahip olduğu önemi idrak ediyoruz. Diğer yandan burjuvazinin-toprak ağalarının askerleri ise pratikte, gittikleri her yerde, yoksullara, bilhassa farklı bir millete veya dine ait olan ya da farklı bir dil konuşan herkese tatbik edilen zulmü, çarların işlettiği adaletsizliği yeniden devreye sokuyorlar. Örneğin sakinleri Müslüman diye Avdet köyündeki insanlar kovalanıyor, atların nalları altında çiğneniyor, malları çalınıyor, boğazları kesiliyor! Bu alçak karşı-devrimci çetelerin pratikte bağlı kaldıkları tek ilke bu. Şuurlu devrimci Kızıl Ordu askerleri onlar gibi değil. Onlar, hangi millete ait olursa olsun, emekçi insanların kardeşleri olduklarını biliyorlar. Bizim askerlerimiz, halkın millet değil, sınıfa göre tasnif edilmesi gerektiğinin bilincinde. Tüm dürüst emekçi insanlar, tek bir aileyi meydana getiriyorlar ve o birlik için konuşulan dilin ne olduğunun, ecdadının ibadet ettiği mekânların neresi olduğunun bir önemi yok. Ne önemi var milliyetlerinin, tüm zalimler, sömürücüler, asalaklar ve saldırganlar emekçi halkın düşmanlarıdırlar. Kızıl Ordu askerlerinin görevi, kutsal görevi, yoksulları zenginlere karşı savunmaktır. Bizim ordumuzu dünyadaki diğer tüm ordulardan ayıran ana husus budur. Lâkin bunu henüz herkes anlamıyor. Kızıl Ordu’nun ne olduğunu ve hangi amaç için varolduğunu bilmeyen çok sayıda geri kalmış, bilgisiz, mazlum insan var. Evet yoldaş askerler, sizin göreviniz, bu gerçeği herkese izah etmek, daha da önemlisi, onu pratikte ispat etmektir. Her yoksul köylü, her emekçi, her mazlum ana, her evsiz yaşlı veya yardıma muhtaç yetim, Kızıl Ordu’nun kendilerini savunduğunu anlamalı. Dolayısıyla kendisine verilmiş olan görevi idrak etmemiş, elindeki gücü mazlum kardeşlerine karşı kullanan askere yazıklar olsun!

Öte yandan Kızıl Ordu’nun hakiki askeri, yoksulların haklarını ve çıkarlarını, onurunu ve şerefini cesaretle ve onuruyla savunan, emekçi kitlelerin minnettarlık duyduğu insandır.

Leon Trotskiy
10 Mart 1920
Moskova
Kaynak

20 Şubat 2018

Mağribî


Mesele, cesaretsizlik ve depresyon değil.[1]

Sol, zaten eli kolu rahat olmak, rahat hareket etmek, özgür olmak, disipline gelmemek, işbölümünü tanımamak, hiyerarşiye küfretmek demek. O nedenle kendisini Avrupa sömürgeciliğine ve emperyalizmine örgütlüyor. O nedenle burada, kendisine küçük avrupalar inşa ediyor, onları büyük Avrupa’ya köprü niyetine kullanıyor. Oralarda huzur içinde yaşamayı politiklik zannediyor. Bu zan da teorik ve politik eylemin gereklerini yerine getirmemeyi, hatta görmemeyi beraberinde getiriyor. Sol, sosyal medyasında iltica başvurusuna deli gibi sevinen kadrolar yetiştiriyor. Bu durumdan hiç utanmıyor.

* * *

YPG bünyesinde hareket eden yabancı savaşçıların önemli bir kısmının Müttefik ülkelerin eski askerleri olduğu görülüyor. Bunlara IŞİD karşısında “YPG’nin seküler ve demokratik olduğu” propagandası yapma görevi veriliyor. Mesele, direnilmesi vs. değil, çeşitli hamlelere, kararlara karşı çıkacak bağımsızlığın kalmaması, HDP’yi de içine alacak şekilde, Avrupa sağının hatta Neonazilerin diline dolanan ideolojik lafların solculuk diye pazarlanması. Havaya fırlatılan taş, demokratik cumhuriyetin kendi projesi olduğunu zannediyor, imal edildiği masaların kimlere ait olduğunu kimse sorgulamıyor, ağızdaki sloganların kimlere ait olduğu görülmüyor.

Geçmişte Özgür Gündem’in Aylan Kurdi karikatürü sebebiyle Charlie Hebdo’ya sahip çıkmasına itiraz etmemizin gerekçesini burada aramak gerek.[2] Emperyalizmin ve sömürgeciliğin ideolojik propagandasına kul köle olmak, Doğu’ya kurtuluşu getirmeyecek, bu bilinmeli. Ortadoğu’yu demokrasiyle ve cumhuriyetle aldatanlara kanmamak gerekiyor.

IŞİD’i gösterip bizi hangi sıtmaya razı ettiklerini sorgulamak şart. Mesele cesaret, kişisel beceri diyerek geçiştirilemez.

* * *

Tarikatlar, dinci gericilik gibi konularla alakalı haberlerin ardında devleti aramak lazım. Sol, bu haberlere mal bulmuş mağribî gibi atlıyor. Ardını arkasını sorgulamıyorsa, niye Marksist ki? Sağına soluna vurmuyorsa, niye Leninist ki?

Adnan Oktar’ın TV’deki görüntüleri ile birçok solcunun sosyal medyada takdim ettiği hayat, birebir aynı. İkisi de cenneti bu dünyada yaşadığını cümle âleme gösteriyor, böyle büyüyeceğini sanıyor, kendisini bu şekilde satıyor. Kendisine işaret ediyor duruyor, bundan büyük bir zevk duyuyor.

Oktar’ın ve solcunun bir cennet kavgası verdiğini iddia etmek mümkün mü? “Adalet ve Marksizm” başlığı altında Kılıçdaroğlu’na destek veren ultra-bütünsel Marksistler, Kılıçdaroğlu konusunda Adnan Oktar gibi düşünüyorlar. Zaten hepsi de budünyada cenneti yaşama derdinde değil mi? O cennetleri için herkese “avama, ezilene, yoksula düşman olun, ona karşı savaşın” demiyorlar mı?

O tarikat şeyhlerinin kendi cemaatlerine yaptıkları açıklamaları herkese sarfedilmiş sözler olarak sunuyorlar, sonra da küfrediyorlar, garip!.. Oysa o şeyhler, sol örgüt şefleri gibi, kendi tabanını diri ve bir tutmak zorundalar. O açıklamaların sebebi bu. En ufak sarsıntıda, imandaki en küçük zedede, şeyh veya adamları çıkıp, tarikatı bir tutacak sözler etmeye mecburlar. Sol örgütler de tabandaki en ufak tartışmayı kimi gösterişçi eylemler ve boyu aşan sözlerle bastırmaya çalışıyorlar, hepsi bu. Kitlelerden kopukluk sizi bozmasın, yalnızlık sizi üzmesin, zaten solculuk, Karl Popper’nın orman savaşçısı gibi olmaktır. Saldırın kitlelere, zavallı onlar, sizse biricikliğinizle kutsalsınız, sizi sıradanlaştıran, aşağı çeken, bozan, çürüten kitleye saldırın, tek dedikleri bu.

Tek yaptıkları, kitle-iktidar edebiyatı üzerinden, kitle içinde olmanın diken sızısı olduğunu söyleyip durmak. Kitleye, kitlesel olana küfretmek solculuksa, halkın daha ne yapması bekleniyor?

Düz, değersiz, kaba görülen kitle içinde her şey yapılabilir denildiği için örgüt sırları faş ediliyor. Kitleyle kurulacak maddi diyalektik ilişki, zeminini burada yitiriyor. Tek hedefi, Batı sahillerine veya Avrupa kentlerine gitmek olan, buradaki kitlenin sıçrama, kırılma, patlama noktalarını asla görmüyor, görmek istemiyor.

* * *

Solcusu sağcısı, herkesi liberal amentüye kul etmek için piyasaya sürülmüş olan Eric Hoffer, Ayn Rand gibi isimlere artık gerek yok. Herkes, onlarla aynı çizgide.

Hoffer, “insandan nefreti söküp alırsan, onu inançsızlaştırırsın” diyor. Tüm tezi, inanç, umut, korku ve öfkeyi insandan alıp onu egemenlerin sofrasına uygun bireyler kılmak üzerine kurulu. Sol, tam da bu hizada. Adına da öncülük, leninistlik, narodnik devrimcilik, süpermenlik vs. diyorlar. Hepsi rahat evlerinde, villalarında huzurla yaşamak derdinde...

Aynı hizayı, Afrika’nın sömürüsü dâhilinde, devasa güneş panelleri inşa edilmesi karşısında, o panellere elindeki baltayla saldıran Afrikalıya “gerici” diyen Müslüman da paylaşıyor. İleri olanı Batı’ya göre tarif ediyoruz, adımlarımızı ona göre atıyoruz.

Bir zamanlar erkekler olarak balık etli kadınlara güzel derken, şimdi laminat kadar düz, anoreksiyalıları beğeniyoruz. O kızlar da zayıflamak için bir bir ölüyorlar artık. Buna da feminizm diyoruz. Femen düzlüyor kadınlık denilen pürüzü. Ondaki yıkıcı yanları tek tek öldürüyorlar. Kadını feminizm öldürüyor.

* * *

Mağribîler, önlerine yığılan malların üzerine hücum ediyorlar. Gerçeği düzleyen bir zihin pratiği açığa çıkıyor. Derdin ve öfkenin tüm kıvrımları bireye küfürmüş gibi geliyor. Gülüyormuş gibi yapmak ve “cool” olmak, yeni tarz olarak benimseniyor. Ama düşman, ne sınıf savaşını unutuyor ne de o savaşın gereklerini yerine getirme konusunda imtina ediyor. Unutan da unutulan da biziz!..

Eren Balkır
20 Şubat 2018

Dipnotlar:
[1] İsmail Güney Yılmaz, “Solu İtibarsızlaştırmak”, 20 Şubat 2018,
Sendika.

[2] Konuyla ilgili bir eleştiri için bkz. Eren Balkır, “Kibir”, 17 Mart 2016, İştirakî.

18 Şubat 2018

Methiye

Jonathan Jackson 17 yaşındaydı. Ağabeyi George Jackson ve arkadaşlarını kurtarmak için Ağustos 1970’te mahkeme salonundan hâkimi, savcıyı ve üç jüri üyesini kaçırdı. Bindikleri aracı takip eden polisin açtığı ateş sonucu hâkimle birlikte Jackson ve eylem sırasında mahkeme salonunda bulunan, Johnson’a yardım eden William A. Christmas öldü. Aşağıdaki konuşma, kilisede yapılan cenaze töreninden ve Kara Panter Partisi kurucularından Huey P. Newton’a ait.

● ● ●

 

Herkes, yaşananları bir facia olarak görüyor, birçokları, Jonathan Jackson ve William A. Christmas için ağlayıp duruyor. Oysa Kara Panter Partisi, yaptığı açıklama ile bu iki kardeşimiz için ağlamamamız gerektiğini söylüyor. Onlar özgürleşti, bizse köle olarak yaşamaya devam ediyoruz hâlâ. Eğer birileri için ağlayacaksak, hâlen daha zincirlerini kıramamış olan bize, esir hâlimize ağlayalım.

Kara Panter Partisi, bu iki cesur devrimcinin sunduğu örnekliğin açtığı yoldan hiç ayrılmayacak. Halk, bu gezegende birkaç yıl daha yaşamak için köleliğe ve esarete teslim olmaya karşı çıkıyor. Eğer özgürlük kavgasının cezası ölümse, o vakit biz ölerek esaretten kurtulup özgürlük diyarına geçiyoruz demektir.

Özgürlük yoksa hayatın anlamı yoktur. Prangalarımızdan başka kaybedecek bir şeyimiz yok, özgürlüktür kazanılacak olan. Bugün burada sadece yoldaşlarımız Jonathan Jackson ve William Christmas’a saygılarımızı iletmek değil, onların eylemlerinde ortaya konulan hedeflere ulaşmak için canlarımızı ortaya koymak amacıyla bir araya geldik.

Zalimin yaptığı ve mazlumun saygı duymak zorunda olduğu tek bir yasa bile yoktur.

Yasalar halka hizmet etmek zorundadırlar. Halk, yasalara hizmet etmek zorunda değildir. Yasalar halka hizmet etmediğinde, bu tür yasaların boyunduruğundan kurtulmak halkın hakkı ve görevidir.

Genelde mazlum halk, özelde Siyah halk uzun süredir çile çekiyor, bugün artık işte tam da bu gerçek redde tabi tutmalıdır. Silâhsız otuz milyon Siyah ile tepeden tırnağa silâhlı otuz milyon Siyah arasında büyük bir fark vardır.

Yalnız değiliz. Her yerde müttefiklerimiz var. Zalimin indirdiği kırbacın sesini işittiğimiz her yerde yoldaşlar buluyoruz kendimize. Dünyanın her yerinde halklar ayaklanıyor. Devrimin dalgaları yükseliyor, Amerika’nın sahillerini dövüyor, günahkâr seçkinler ile yozlaşmış devlet yetkililerini önüne katıp süpürüyor.

Yoldaş Jonathan Jackson ve Yoldaş William A. Christmas bize bir devrimci ders veriyor. Onlar, mücadeleyi yoğunlaştırdılar ve onu daha üst bir mertebeye taşıdılar.

Tek bir resim bin kelimeden daha değerli, eylemse en yücesi. Yoldaşlarımız feda ettiler kendilerini. Onlar, devrime canlarını verdiler.

Huey P. Newton
15 Ağustos 1970
Aziz Augustine Kilisesi, Oakland, Kaliforniya

[Kaynak: To Die for the People: The Writings of Huey P. Newton, 1972, Vintage Books, s. 221-222.]

17 Şubat 2018

O Yol


Efrin için de yapmışlar: üstü çıplak kadınlar, sokağa dökülmüşler. Dökülen yer ve eylem biçimi, solun geleceğine dair, kalıcı bir resim sunuyor. Artık o resim ana ölçüdür ve o ölçünün gerisi, gericidir.

Çünkü sol, Avrupa’nın devrimine bağlanmıştır. Ondaki ilerlemeyi, gelişimi sevmektedir. Ardındaki sömürüyü, zulmü, kibri, üstenciliği içselleştirmiştir. Kendisini oradaki maddi çıkar ilişkilerine göre kurmuştur, bu topraklardaki sömürüye ve zulme karşı gizli veya açık mücadeleye göre değil. Dolayısıyla, bahsi geçen ölçütün gerisine düşmek, sağcılıktır. Sol, Avrupa’da zaten olmuş olan devrimin neferidir; olmamış, olacak olan devrimin militanı olmamaya ahdetmiştir.

Misal, İran’daki “molla diktatörlüğü”ne İstanbul’dan meydan okuyan liberal solcular, nedense Tunus’ta gerçekleşen benzer bir isyana dair tek laf etmemektedirler. Uzun süre sustuktan sonra, Tunus’taki halkın IMF’ye karşı isyan ettiğini söylemektedirler. Nasıl oluyorsa Tunus’ta mesele “emperyalizm”, İran’da “teokrasi” oluvermektedir. İran’daki ambargo, baskı, Suriye savaşı vs. umurlarında bile değildir. Batı neyi fısıldıyorsa onu “devrimci” soslarına daldırmaktadırlar.

Bunun bir nedeni de, Buazizi sonrası rejimin tesisine, restorasyonuna o ultra liberal solcuların (MLKP vs.’nin) Tunus’taki muadilinin dâhil edilmiş olmasıdır. Oradaki sömürü ve zulüm mekanizmasına, bir IŞİD saldırısı sonrası gündeme gelen iç güvenlik yasa tasarısına liberal solcular devlet adına onay vermişlerdir. Hatırlayalım: bizdeki liberal solcular da benzer bir tasarının gündeme geldiği dönemde, mecliste “hevî metal” işareti yaparak “dostlar alışverişte görsün” eylemleri yapmışlardı.

* * *

Faşizm vuruyor, liberalizm ikna ediyor. Liberal geliyor, Kürt’ün kulağına şunu fısıldıyor: “Demek ki onca zulmün sebebi Kürt olmak, ondan kurtulman gerek.” Aynı cümle, “Kürt” kelimesi yerine “işçi” veya “kadın” konularak dile getiriliyor. Eski işçiciler öne çıkıyorlar, işçiden tiksinmenin, ondan kaçmanın yollarını başkalarına öğretiyorlar. Her devirde işe yaramalarını sağlayacak fırsatları buluveriyorlar. Asıl becerileri bu.

Murat Belge, bu sayede sosyalizm dersleri vermeyi sürdürüyor hâlâ. Akademiye yönelik saldırıyı bahane edip, yurtdışına, dijital âleme kaçma planları yapıyor. Ona küfredenlerle destek olanlar, aynı madalyonun iki ayrı yüzü. Birbirleriyle didişmelerine aldanmamak gerekiyor.

İşçinin kıyamından korkanlar, Kürd’ün kıyamından nasıl kurtulacağımızı öğretiyorlar köşe başlarında. Kadın’ı erkekle arasındaki cinsel organlara indirgiyorlar, gördüğü zulmü, o organların gizliliğine bağlıyorlar, “cahil Müslüman Türk milleti, fazla meme görmediği için böyle” diyorlar, memeyi, görünürlüğü doğallaştırıyorlar. Görünümün tekeli kimdeyse onlara hizmet ediyorlar böylece. Mahremdeki mânâ, onlar için Batı’nın burjuva bireyine küfür olarak görünüyor. Meme keçeleşiyor, üzerine yazı yazılacak dövize dönüşüyor, döviz kasalarının geleceğine bağlanıyor.

Aklıyla değil, gözleriyle düşünüyorlar. Solu pratik imajlara, memelere, kalıplara, etiketlere indirgiyorlar. Bunun için her türlü geri teorik zemin parçalanıyor. Femenistler, her zihni ele geçiriyorlar. Batı’nın aşağılık ajanları gibi, Doğu’nun tesettürlü Müslüman kadınını kurtarılması gereken nesne olarak değerlendiriyorlar. “Hangi sınıf için?” sorusunu soran bile yok. Çünkü zaten, eskiden “işçi”de olduğu gibi, Kürd’de Kadın’da küçük burjuvanın sınıfsızlığına-sınırsızlığına dair bir imkân buluyorlar. Dertleri ne işçi, ne Kürd ne de kadın, o yalana sınıfsızlık ve sınırsızlık. Uyduruk patriyarka, eril dil, erkek egemenliği, binlerce yıldır sömürülen Kadın teranelerine bu sebeple sarılıyorlar. Burjuvazinin sınırsızını, devletin sınıfsızını seviyorlar.

Kürd ve Kadın, sömürü ve zulüm sahasından kaçırılıyor. Bu hayalî diyarda onlar, sınırsız ve sınıfsızmış gibi görünüyorlar. Birer imaja indirgeniyorlar. Söz konusu siyaset, ancak Avrupa’ya kaçma hayaliyle yaşayanları örgütleyebiliyor. Hayali bile olmayanları kendilerine düşman belliyorlar. Onları alaya almayı iş ve siyaset zannediyorlar.

Oysa devlet diye bir şey var ve o, Suriye’ye gönderilecek birlikleri, Ayvalık, Didim gibi yerlerdeki CHP kahvelerinden toplayamayacağını biliyor. AKP, bunun için biçilmiş bir kaftan. Didim’den Yozgat’a, Bayburt’a küfretmekle meşgul solcular ise bu ekmeğe yağ niyetine sürülüyorlar. Yoksula değil, devletin gönlüne sesleniyorlar. Onun vicdanı olarak konuşarak yükseleceklerini sanıyorlar.

Böylesi bir konjonktürde “başını açan kızlar” haberini yapanın da o haberin de adı geçen kişilerin de yalan olduğunu bilmek lazım. 28 Şubat, basit bir tarih değil zira. Sol, o sınırsızlığa-sınıfsızlığa kaçışını haki renge boyamak zorundaydı.

O kaçış, bugün bir kongreyle, yeniden “barış süreci” edebiyatına, üstelik daha geriden, örgütlenmeye başlandı. O yolun dışı gericiliktir. Yol açık ola!..

Eren Balkır
17 Şubat 2018

16 Şubat 2018

Mevsimler Derneği Üyelik Yemini

Yeni üye, huzura gözleri kapalı olarak getirilir.

Başkan yeni üyeyi takdim edene şunu söyler: Bize getirdiğin yeni kardeşimizin ismi nedir?

Yeni üyeye şunu söyler: Yurttaş yaşın kaç, mesleğin nedir, doğum yerin ve ikamet ettiğin yer neresidir? Geçimini nasıl sağlıyorsun?

Şuan attığın adım ve üstlendiğin sorumluluk konusunda hiç düşündün mü? Hainlerin öldürüldüğünü biliyor musun?

Evet yurttaş, bu sebeple burada olan biteni başkalarına ifşa etmeyeceğine yemin edeceksin.

Başkan aşağıdaki soruları sorar.

1. Kraliyet ve krallar hakkında ne düşünüyorsun?

Bir kaplan diğer hayvanlar için ne kadar tehlikeli ise onlar da insanlık için tehlikelidir.

2. Bugünün aristokratları kimlerdir?

Doğuştan gelen bir hakla aristokrat olma imkânı Temmuz 1830’ta ortadan kalktı. O aristokrasinin yerini eskisi kadar açgözlü olan para aldı.

3. Kraliyetin yıkılması ile yetinmeli miyiz?

Tüm aristokratların iktidarı yıkılmalı, tüm imtiyazlar kaldırılmalıdır.

4. Yerine ne getirilmeli?

Halkın hükümeti, yani cumhuriyet.

5. Halkın içinde de birileri, aristokratlar gibi bir iş görmeden hak sahibi olabilirler mi?

Halk böylelerini kucaklamamalı. Bu tür insanlar, bedendeki kanser gibidirler. Toplumsal yapının adalete kavuşmasının ilk şartı, aristokrasinin imha edilmesidir.

6. Halk, devrimin hemen ardından kendisini yönetebilecek mi?

Kangrenli olan toplumun sıhhatine kavuşabilmesi için kahramanların müdahalesine ve tedavisine ihtiyaç vardır. Bir süre halk, devrimci bir iktidara ihtiyaç duyacaktır.

7. Özetlersek, ilkeleriniz nelerdir?

Kraliyetin ve tüm aristokratların kökünü kurutmalıyız, yerine cumhuriyeti, yani eşitlik hükümetini getirmeliyiz. Fakat bu hükümeti kurabilmek için bizim halkın haklarının uygulanmasını güvence altına alabilmek adına devrimci bir iktidarı devreye sokmalıyız.

Yurttaş, biraz önce dile getirdiğin ilkeler, insanlığın nihai hedefe doğru yürümesini mümkün kılacaktır. Fakat bu ilkelerin yürürlüğe sokulması o kadar kolay değildir. Düşmanlarımız çoktur ve güçlüdür. Onlar, toplumdaki tüm güçlere sahiptirler, biz cumhuriyetçilerinse isimleri bile yasadışıdır. Elimizde cesaretimiz ve haklılığımızdan başka bir şey yoktur. Saflarımıza katılarak göğüslemeyi kabul ettiğin tüm o tehlikeler üzerine bir süre daha düşünme imkânın mevcuttur. Malını mülkünü cesaretle feda etmeye, özgürlüğünü yitirmeye, hatta belki de ölmeye kararlı mısın?

Vereceğin cevap, sahip olduğun kudretin ispatı olacaktır. Kalk ayağa yurttaş ve şu yemini et:

Cumhuriyet adına tüm krallardan, aristokratlardan ve insanlığa zulmeden herkesten ebediyen nefret edeceğime yemin ederim. Hain olarak cezalandırmaya yemin ettiğim aristokratlar hariç tüm insanlara kardeş olacağıma, tüm yüreğimle, namusum üzerine yemin ederim. Eğer fedakârlığım, eşitliğin ve halkın egemenliğinin hükmünün yürümesi için zaruri ise o vakit canımdan geçeceğime, o darağacına hür irademle yürüyeceğime söz veririm.

Başkan yeni üyenin eline bir hançer koyar.

Eğer bu yeminimden dönersem, ceza niyetine bir hain öldürsün beni, boğazımı bu hançer kessin. Bu derneğin üyesi değilse, en yakın akrabam bile olsa, birine en ufak şeyi ifşa etmişsem, hain muamelesi görmeye razıyım.

Başkan. Yurttaş otur. Dernek yeminini dinledi. Bugünden itibaren bu derneğin bir parçasısın, insanların kurtuluşu için bizimle birlikte çalışacaksın.

Yurttaş, artık ismin aramızda hiçbir şekilde anılmayacak. Kendine silâh ve cephane temin et. Biz silâhlanana dek derneğe yön veren komiteyi kimse bilmeyecek. Yurttaş, görevlerinden birisi de derneğin ilkelerini başkalarına duyurmak. Samimi ve ağzı sıkı yurttaşlar tanıyorsan onları bizimle tanıştır.

Yeni üye dışarı çıkartılır.

[Metni yazan bilinmese de muhtemelen o, Blanqui tarafından kaleme alınmıştır. Kaynak: V. P. Volguine, Auguste Blanqui: Textes choisis (Paris, 1971), s. 105-7, şuradan alındı: Rapport ala Cour, Affaire du 12 et 13 mai, M. F. Carre, procureur general. İngilizce Kaynak: Yayına Hz.: Paul E. Corcoran, Before Marx: Socialism and Communism in France, 1830-48, Macmillan Press, 1983, s. 34-35.]

13 Şubat 2018

Sol Avrupamerkezciliğin Niteliği


Avrupamerkezcilik, kapitalist topluma hâkim olan ideolojidir. Bu sebeple o, sol hareketler dâhil, toplumun belirli bir parçasını teşkil eden hareketler içerisinde kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Bu demek değildir ki, sol Avrupamerkezciliğe boyun eğmeli. Söz konusu tehlike, ancak kabul edildiği, böylelikle ona karşı mücadele yürütüldüğü takdirde savuşturulabilir. Bu da bir bütün olarak insanlığı esas alan bakış açısını benimsemiş bir hareket eliyle gerçekleştirilebilir. O hareketin ideolojisini ve siyasetini sadece ezilen milletlerin devrimci mücadelelerinden elde edilen derslerle değil, ayrıca o milletlerin kavramsal ve teorik bakış açılarıyla da beslemesi gerekir.

Avrupamerkezciliğin “sol” türevi, temelde burjuva Avrupamerkezciliğe benzese de biçim bakımından belirli, kendisine has özelliklere sahiptir. Sol Avrupamerkezcilik, şu türden özelliklere sahiptir:

1) Sol Avrupamerkezcilik, burjuvaziyi esas alan, tek doğrultulu “toplumsal ilerleme” teorisini baz alır ve onu geliştirir (bu teoriye göre, Avrupa insanlığın ulaştığı en yüksek noktadır, ona yön veren güçtür, Dünya tarihinin evrensel referans noktasıdır). Burjuvazi, bu öğretiyi kapitalizmi insanî gelişimin en üst ve nihai aşaması olduğunu söyleyip yüceltmek (“tarihin sonu” tezini ispatlamak) için kullanırken, sol Avrupamerkezcilik, bu öğretiyi bir adım ileri taşır ve bu gerici argümanı kapitalizmin yerini alacağı söylenen sosyalizm denilen sistemi meşrulaştırmak için kullanır. Ardından da sosyalizm, hem içsel niteliği hem de beynelmilel duruşu bakımından, içi boş, yoz bir tanıma kavuşturulur. Bu yoz versiyonu dâhilinde Avro-Amerikan dünyası, bir önceki kapitalist dünyada olduğu gibi, sosyalist dünya düzenine yön vermeyi sürdürür.

2) Sol Avrupamerkezciliğin başvurduğu tarihsel materyalizm versiyonu, özünde sahtedir. Burada amaç, kapitalizmi ilk döneminde, dünya genelinde ilerici bir işlev görmüş bir toplumsal düzen olarak takdim edebilmektir. Oysa kapitalizmde bir ilericilik varsa o da ancak büyük Avrupa devletlerindeki feodal sistemle ilişki bağlamında geçerli bir ilericiliktir.

3) Sol Avrupamerkezcilik, sömürgeciliği, köle ticaretini vs. kapitalist üretim tarzının tarihsel kökleri ve süregiden birikim sürecinin temeli olarak görmez.

4) Sol Avrupamerkezcilik, dünya tarihini Avrupa’daki deneyim temelinde şematize eder ve her şeyi o kalıba sokmaya çalışır. Buna göre, tüm toplumlar Avrupa’da görüldüğü gibi benzer üretim tarzlarını aynı şekilde (kölelikten feodaliteye…) tanıklık etmelidir. Bu yaşanmamışsa, o toplum “gericidir”.

5) Sol Avrupamerkezcilik, sanayi bakımından ileri düzeyde gelişmiş üretim güçlerinin ister istemez gelişkin mücadeleler üreteceğini söyler, köylülüğü hor görür, devrimi temelde ülkedeki pastanın proletarya ve burjuva sınıflar arasında pay edilmesi olarak anlar (küresel sömürünün o ülkelerdeki ilerlemeye ve o mecazî “pasta”nın üretimine sunduğu katkıyı görmezden gelir) ve pratik politik strateji ile taktiği ilgili hedefe ulaşma meselesine bağlar.

6) Uluslararası ilişkilerle alakalı yaklaşımı dâhilinde sol Avrupamerkezcilik, emperyalistlerarası çelişkileri zalim milletler-mazlum milletler arasındaki temel çelişkinin üzerine koyar ve büyük güçler arasındaki ilişkileri dünya siyasetindeki ana olay olarak değerlendirir.

7) Sol Avrupamerkezcilik, aşırı sömürünün niteliğini ve eşitsiz uluslararası işbölümünü emperyalizmin temeli olarak görmez ve krizin dayandığı dinamikle dünya ekonomisindeki yeniden yapılanma sürecini emperyalist ülkelerle Üçüncü Dünya arasındaki ilişkilere hiç değinmeden izah etmeye çalışır.

8) Sol Avrupamerkezcilik, kapitalist üretim tarzına ait ana çelişkilerin zalim milletlerle mazlum milletler arasındaki çelişkilerde ne ölçüde mündemiç olduğunu göremez, bu nedenle sömürge ülkelerdeki milliyetçiliği gerici, can sıkıcı ve “boğucu” bir etmen olarak kabul eder. Ona göre, milliyetçilik en fazla lütufkâr bir tutumla ele alınacak bir önyargıdır ve bu şekilde muamele görmelidir.

9) Sol Avrupamerkezcilik, genelde ulusal kurtuluş hareketlerini sanayileşmiş ülkelerdeki proleter hareketin çıkarlarına tabi birer unsur olarak görür ve onların ne yapmaları gerektiğini söyleyip durur.

Robert Biel

[Kaynak: Eurocentrism and the Communist Movement, Kersplebedeb, 2015.]

Din ve Devrim


1999’da İlerici Ulusal Vaftiz Kongresi, gençliğimizi hapishanelerden ve ölümden kurtarmak adına bir ulusal strateji ilân etti ve bu amaçla eyaletlerdeki hükümetlerin hapishane inşaatı siyasetine karşı çıktı [bu haber, 22.09.1999 tarihli San Francisco Bay View’de şu cümleyle veriliyordu: “Vaftiz Kongresi, siyah gençlerin hapse atılmasına ve öldürülmesine artık bir son verilmesini istedi.”] Sahip olduğumuz dinî inançlara hiç bakmaksızın bizim, bu hedefleri yüksek sesle haykırmamız ve bu türden girişimlere destek vermemiz gerekiyor. Bu ülkede herkes, şu gerçeğin gayet net farkında: ABD hükümeti ile Yeni Afrikalıların ilişkisi, her daim sömürü temelli olagelmiştir. Hapishaneler üzerine kurulu endüstriyel kompleks, siyah gençlerden aşırı kâr elde etme girişimi dâhilinde atılmış son adımdır, zira bu gençler ırkçı, boğazına kadar suça batmış adalet sisteminin sürekli karşısına çıkartılıyorlar. Bugün İlerici Ulusal Vaftiz Kongresi, 2,5 milyon üyesi ve iki bin kilisesi ile bu meselede gayet ilerici bir politik konum almış. Dolayısıyla tüm dinî cemaatlerin de eyaletlerdeki hükümetlere ve özel bir iş sahasına dönüşmüş hapishane inşaatı meselesine sert bir dille, politik düzlemde karşı çıkması gerekiyor.

Ne var ki tüm dinî cemaatlerin hapishane inşaatına karşı çıkabilmelerini sağlamak için temelde ABD hükümeti ile Yeni Afrikalıların arasındaki ilişkinin bir sömürü ilişkisi olduğunun idrak edilmesi gerekiyor. Bu gerçek idrak edildiği vakit, vaizler ve papazlar cemaatlerinin karşısına çıkacak ve kurtuluş teolojisini vaaz etmeye başlayacaklar. Kurtuluş teolojisinin vaaz edilmesi noktasında Yeni Afrikalıların manevi gelişiminin muhtelif inanç sistemleri/dinler eliyle desteklendiğini görmek gerekli. Yeni Afrikalı Cemaati, Hristiyanlardan, Müslümanlardan, Yahudilerden, Budistlerden, animistlerden ve ateistlerden oluşuyor. Bunların hepsi de sadece inanç sistemleri değil, ırkları ve sınıfsal aidiyetleri yüzünden de zulüm görüyor. Bu bireylerin büyük bir kısmı politik bilince sahip, gençlerimizin ve insanlarımızın sömürülmesine son verme amacı doğrultusunda çalışmaya, taş üstüne taş koymaya ve örgütlenmeye hazır ve istekli. Kişisel manevi inanç sistemine bakılmaksızın bu kişilerin birleşik bir mücadele cephesi dâhilinde örgütlenmeleri gerekiyor. Belirlediğimiz siyaset gereği, üyelerinin sömürü ve zulme son verecek mücadeleye katılmalarına izin vermeyen her türden din veya inanç sistemi çöpe atılmalı. Dolayısıyla burada belirtmek gerekir ki kurtuluş teolojisi, esasen mazlum halkları ırkçılık ve kapitalist sömürüden kurtarılmasına dönük faaliyetleri destekleyen bir teolojidir.

Genelde anlaşıldığı biçimiyle, devrim, insanın belirli bir toplumsal-politik bilinç seviyesinden daha üst bir bilinç ve eylem düzeyine geçmesini sağlayan sosyo-ekonomik ve politik evrim sürecidir. Devrim ve evrim süreci, zalimlerin hâkim kültürüne, yani kültürel emperyalizme karşı çıkan, devrimci bir kültürün oluşmasını sağlayan ahlâkî öğeleri meydana getirir. Bu nedenle, mücadelenin gelişimi dâhilinde yeni bir değerler sistemi ve ahlâk ortaya çıkar, böylelikle yeni insan, devrimci insan oluşur. Hacı Malik Şabazz’ın ifadesiyle:

“İçinde yaşadığımız zamanda, ezilen, zalime yüzünü dönüp ondan bir mantık ve akıl ya da belirli bir sistem vermesini talep etmemektedir. Zira ezene mantıklı gelen, ezilene mantıklı gelmez, ezen için makul olan, ezilen için makul değildir. Bu ülkede siyahlar (Yeni Afrikalılar) bizi sömürenlere makul gelenin bize makul gelmediğini anlamaya başladılar. Dolayısıyla, ‘Zenci Devrimi’ adı verilen bu mücadelede bazı sonuçlara ulaşmak istiyorsak, dipte olan bizlerin oluşturduğu yeni bir akıl ve mantık sistemine sahip olmamız gerektiği artık kabul görüyor.”

Bu (d)evrim süreci sayesinde kendi mantığımızı ve aklımızı geliştiriyoruz, devrimci kültürümüzü oluşturuyoruz, ayrıca kendi mücadelelerimizi ve hareketlerimizi tümüyle kucaklayan kendimize ait bir kurtuluş teolojisini ve inanç sistemlerini inşa ediyoruz. Bunun yanında, bizdeki maneviyat, sömürüye ve ırkçılığa karşı verdiğimiz mücadelenin maddî gerçekliği dâhilinde ifade ediyor kendisini. Kendi varoluşumuzun maddî dünyasında kendisini ortaya koymayan, ifade etmeyen hiçbir inanç sistemi veya maneviyat, mücadelemizin sürmesi için gerekli her türlü temelden yoksundur.

Bu anlayışla kuşanmış olan bizler, kurtuluş teolojisinin amacının düşünce ve eyleme dönük taze bir teolojik yaklaşım üretmesi veya doğrudan mücadeleye iştirak etmesi gerektiğini söylüyoruz. Zira bugüne dek kurtuluş teolojisinin fıtratı, zamanla zulümden kurtulmak isteyen, yaşadıkları zulme Tanrı’nın veya ilahın müdahale etmesini isteyip ona yakaran insanların çabaları sonucu değişmiştir. Bu nedenle Hz. Musa, İbranileri Mısır hâkimiyetinden kurtardığında kurtuluş teolojisine başvurmuştur. Aynı şey Hz. Muhammed (sav) için de söylenebilir. O da Mekke’yi Arap aşiretlerin putlarından kurtarmıştır. Dolayısıyla teoloji, potansiyel bir kurtarıcı güç olarak tekrar keşfedilebilir ve başka bir safhaya taşınabilir. Bilhassa Hz. İsa’nın zalim Roma’nın O’nun yaşadığı topraklara hükmettiği koşullarda tefecileri, fahişeleri, hilekâr hahamları ve paragöz toprak sahiplerini azarladığı dikkate alınacak olursa, bu tespitin ne denli önemli olduğu daha iyi anlaşılır.

Bu nedenle ilgili bağlam dâhilinde ibadet, temelde kurtuluşa ihtiyaç duyulduğu tespitiyle icra edilmelidir. Allah’ın nurunun hüküm sürmesine izin verecek, hayat kalitesinin oluşmasına mani olan, ruhanî gelişme ve inkişafı engelleyen koşullardan kurtulmak gerekmektedir. Böylelikle Allah kurtarıcı hâline gelir, nuru ortaya çıkar, din kurtarıcı olan Allah’ın nurunun açığa çıkmasını sağlayacak araçlar ve yöntemi geliştirir. O nurun kendisini ifşa ettiği yolu kimse açmaz. Bilâkis kurtulmak için mücadele eden insanlar Allah’a yakarmalı, bu yakarış, yaptıkları ibadetin biçimi ve maruz kaldıkları sömürü ve zulüm koşulları ile uyumlu ve bağlantılı olmalıdır.

Bu teolojik pratik, sömürü ve zulme son verecek gerçek hareketi oluşturmak için gerekli sosyo-ekonomik ve politik öğeleri meydana getirecek bir faaliyet hâlini almalıdır. Fakat belirtmek gerekir ki söz konusu teolojik pratik, zulmün ortaya çıkmasına sebep olan maddi, tarihsel-diyalektik zemine karşı hassas olabilmelidir. Allah’ın kelâmını işitmek, vahyi devrime dönüştürmelidir: bu anlamda kurtuluş teolojisi, devrimin manevi vahyidir.

Paulo Freire’nin Eğitim Siyaseti isimli çalışmasında izah ettiği biçimiyle kurtuluş teolojisi, “takipçilerinden sosyo-politik bilimi bilmelerini talep eder, bilim tarafsız olamayacağından, insanlar belirli bir ideolojik tercihte bulunurlar.” Freire, devamında kilisenin gelecekten bahsetmesini ve onun kurtuluşun Tanrı’sı veya kurtuluşun ruhunu bir bedene kavuşturmak adına Mısır’dan çıkış hikâyesini bugüne tatbik etmesini ister. Sosyo-politik bilim bağlamında yapılacak ideolojik tercih, teolojik pratiği görev üstlenmeye iter, uygulamacılarının manevi inançlarının ve eğilimlerinin maddî düzlemde en iyi nasıl açığa vurabileceklerini düşünmelerini sağlar. Kuran-ı Kerim’de ifade edildiği biçimiyle, “zulüm ve kargaşa, kıyımdan beterdir. […] Karşınıza çıktığı yerde zulümle mücadele edin.” Yeni Afrikalı teolog James H. Cone’un dile getirdiği biçimiyle,

“Adil bir toplum, özgürlük mücadelelerinde Tanrı ile yüzleştiklerinde yoksullar nezdinde açığa çıkan umutları temel almalıdır. Bu nedenle yoksulun düşünceye dayalı, politik mücadeleler üzerinden tarif edilen, dinî hayatları dâhilinde yüceltilen vizyonları ciddiye alınmak zorundadır. […] Bence adil bir toplumsal düzen, tek değil birçok farklı dinî vizyona hesap verebilmelidir. Eğer tüm insanları kucaklayan bir toplum inşa edeceksek o vakit bizim bugün tek bir dinî inancı mutlak olarak görmememiz gerekmektedir. […] Her türden adil toplumsal düzen inşası, Tanrı’nın birçok farklı yoldan bilindiğini ve tecrübe edildiğini dikkate almak zorundadır. Tanrısal gerçekliği kusursuz bir şekilde kavrayabildiğimizden, bizim sınırlı vizyonumuzu mutlak kabul etmememiz gerekir. Bugün böylesi bir görüş kesinlikle reddedilmelidir.”

Dolayısıyla her türden teolojik pratik,

(1) zulmün ezdiği, cemaatlere ait öz kimlikleri dönüştürmeli, o cemaatlerin varlığını kabul etmelidir;

(2) belirli cemaatler arasında kurulacak dayanışma için gerekli vizyonu temin etmelidir;

(3) ve insanların kendileriyle ilgili değerlendirmelerini zenginleştirmeli, dayanışmayı güçlendirmeli, onlara güç ve yetki vermeli, tüm bu dayanışma pratiği, siyaset ve sosyo-ekonomik ilişkiler temelinde yürütülecek birleşik eylemler için gerekli hedefleri belirleyebilmelidir.

İlerici Ulusal Vaftiz Kongresi’ni alkışlamalı, gençlerimizin sömürülmesine son verilmesine dönük çağrısını desteklemeliyiz ama aynı zamanda bu mücadelenin başvuracağı yöntem ve yürüyeceği yol üzerine kafa patlatmaya devam etmeliyiz. Hacı Malik Şabazz, o ünlü Oy Sandığı mı Yoksa Mermi Sandığı mı? başlıklı konuşmasında şu tavsiyeyi dile getiriyor: “Yurttaşlık hakları mücadelesini daha üst bir seviyeye, insan hakları seviyesine taşımalıyız. İster farkında olun isterse olmayın, yurttaşlık hakları mücadelesi dâhilinde, Sam Amca’nın yasaları eliniz kolunuzu bağlar. Yurttaşlık hakları mücadelesi verdiğiniz sürece, dış dünyadan kimse sizin adınıza tek laf etmez.” Bu nedenle asıl talep edilmesi gereken, insan haklarıdır ve o, İlerici Ulusal Vaftiz Kongresi’nin yürütmesi gereken kurtuluş teolojisinin temelini teşkil eder. Bu pratiğin başka dinî cemaatler tarafından da ortaya konulması gerekmektedir. Eğer Kongre, ABD’deki tüm politik tutsaklara af ve hapishane inşaatlarının durdurulması talebi doğrultusunda, bütün dinî cemaatleri içeren bir birleşik cephe kurulması çağrısında bulunursa, o iki bin kilisesiyle Kongre, tüm Yeni Afrikalılara büyük bir hizmette bulunmuş olur.

Celil Abdul Müntekim

[Asıl adı Anthony Bottom olan Müntekim, 1951’de doğdu. Martin Luther King’in öldürülmesi sonrası Kara Panter Partisi’ne üye oldu. 1974’te iki polisi öldürme suçuyla, yirmi beş yıl hapse çarptırıldı. Kaynak: Jalil, A. Muntaqim, We Are Our Own Liberators, Arissa Media Group, İkinci Baskı, 2010, s. 259-263.]

Yunanistan’ın İsrail’le Kurduğu Tehlikeli İttifak



Kısa bir süre de olsa Aleksis Çipras ve Syriza herkese umut aşıladı ve Yunanistan’ın Avrupa’da uzun zamandır etkisiz olan solu diriltebileceği beklentisinin oluşmasına neden oldu.

Tasarruf tedbirlerinin yol açtığı acının içinden yeni bir Yunanistan doğuyordu. O tedbirleri dayatan Avrupa Birliği ve onun aşırı güçlü ekonomik kurumları idi. Troyka çok acımasızdı. Zira o baskılar üzerinden Yunan ekonomisi çöktü, milyonlarca insan yoksullaştı, işsizliğin ve ümitsizliğin çilesini çekti.

Syriza’nın [Radikal Sol Koalisyonu’nun] Ocak 2015’te iktidara gelişi, AB’nin halk arasında yarattığı hoşnutsuzluğun doğrudan bir sonucuydu. O dönemde sıradan halk, bir tür dayanışma ilişkisi içerisine girdi ve bu ilişkiye siyasetçiler, bankacılar ve güçlü bürokratik kurumlar diz çöktüremediler.

Ama ortaya çıkan sonuç, herkesi hayal kırıklığına uğrattı. Çipras, politik söylemini değiştirdi ve zamanla ülkesine boyun eğdiren neoliberal politikalarla uyumlu olan, yeni bir söylemi benimsedi.

Syriza, sadece politik ve ideolojik değil, fizikî açıdan da ruhunu sattı.

2010-15 arası dönemde Avrupa bankalarından alınan (yaklaşık 262 milyar dolar tutarındaki) kredilerin karşılığında ülke dilim dilim satıldı. Yunanistan’daki havalimanlarını bugün Alman şirketleri yönetiyor. Telekomünikasyon şirketi özelleştirildi ve en büyük payını Deutsche Telekom aldı.

Yunan politik ekonomisti C. J. Polychroniou’nun dediğine göre, “Yunanistan’daki özelleştirme idaresinin kapısında bir tek şu tabela eksik: ‘Satılık Ülke’ […]”

Ekonomik düzlemde yaşanan teslimiyetin politik bağımlılık için ilk adım olarak iş görmesinde şaşılacak bir şey yok. Syriza, sadece tasarruf tedbirleri ve kurtarma paketlerine karşı kendisine oy veren halkın arzularına ihanet etmekle kalmadı, ayrıca ülkenin komşularıyla geliştirdiği dostane ilişkilere dayalı o köklü mirasa da ihanet etti.

Yunan siyasetinin dümenini eline aldığı günden beri Çipras, ülkeyi İsrail kampına soktu, onun gerçekleştirdiği askerî tatbikatlara katılmak, Akdeniz’de bulunacak yeni gaz kaynaklarından istifade etmek amacıyla akıldışı kimi bölgesel ittifaklara girdi.

İsrail, Yunanistan’ın ekonomi düzleminde çektiği sıkıntılar konusunda belirli bir politik gündem geliştirme fırsatı bulurken, Yunan hükümeti de bölgede dışlanmış bir güç olarak görülen, öte yandan askerî işgal ve o korkunç insan hakları karnesi yüzünden uluslararası düzlemde ağır eleştirilere maruz kalan bir ülkeyle ilişki kurmanın muhtemel sonuçlarını değerlendirmeden, belirli bir role soyunuyor.

İsrail, Atina’yı kendi kampına çekmek için 2010’da hamle yapmıştı zaten. Bu hamle, özünde Türkiye-İsrail arasında yaşanan, “Mavi Marmara” saldırısı sonrası başlayan atışmadan kısa bir süre sonra gerçekleşmişti. İsrailli komandolar, o gün Gazze’ye giden Türk gemisine saldırmış, dokuz Türkü öldürüp birçoğunu yaralamıştı.

O günden sonra Türkiye ve İsrail, diplomatik düzeyde anlaşma yoluna girmişse de Tel Aviv, Balkan ülkeleri arasında alternatif ittifaklar kurma yoluna gitti ve bu noktada söz konusu ülkelerin bir kısmı ile Türkiye arasında geçmişten gelen çelişkileri istismar etti.

Bu süreçte çift taraflı anlaşmalar imzalandı, üst düzey diplomatik ziyaretler gerçekleştirildi, uluslararası cihadın cesaretini kırmak ve terörizmle mücadele adına askerî tatbikatlar yapıldı.

Yunanistan ve Kıbrıs, Türkiye karşısında politik açıdan dengeleyici birer güç olarak görüldüğü günden itibaren İsrail’in yoğun ilgisini çekmeye başladı, bu ilginin diğer bir sebebi de iki ülkenin sahip olduğu ekonomik potansiyeldi.

“Mavi Marmara” saldırısından bir ay sonra o dönem başbakan olan George Papandrous İsrail’i ziyaret etti, ardından Netanyahu da Yunanistan’a gitti. Bu düzeyde ilk kez gerçekleşen ziyaret, esasen giderek derinleşen bir aşk ilişkisinin başlangıcını teşkil etmişti.

Kurulan ilişkilerin giderek güçlenmesinin arkasındaki ana motivasyon, Lübnan dâhil bir dizi ülkenin karasuları içerisinde bulunan Leviathan ve Tamar gaz sahaları. Eğer İsrail, Lübnan sahili açıklarında bulunan bir enerji kaynağından doğal gaz çıkartma planlarını uygulamayı sürdürecek olursa, yeni bir bölgesel savaş ihtimalini de artıracak.

Çipras, büyük bir halk kitlesine yaslanan güçlü bir politik hareket sayesinde iktidara geldiğinde, birçokları gibi Filistinliler de onun farklı biri olacağını ummuşlardı.

Bu, basit bir hüsnüzan da değil aslında. Zira Syriza, İsrail’i açıktan eleştiren, Patrick Strickland’in yazdığı gibi, “iktidara geldiğinde İsrail’le kurulmuş olan askerî ilişkileri keseceğine dair söz veren” bir partiydi. Oysa parti, iktidara geldikten sonra “aradaki ilişkiler daha da güçlendi.”

Hatta iktidara geldikten kısa bir sonra radikal sol hükümet, İsrail’le büyük bir askerî anlaşma, kuvvetler statüsü anlaşması imzaladı ve bu imzanın ardından bir dizi askerî tatbikat yapıldı.

Aradaki ilişkiler bir de yeni ittifakı yere göğe sığdıramayan, İsrail’de devreye sokulan propaganda kampanyası ile daha da perçinlendi, hatta süreç içerisinde İsrail ve Filistin ile ilgili olarak Yunan medyasında kullanılan dil de büyük ölçüde değişti.

İsrail-Yunanistan ilişkileri konusunda en heyecanlı isimlerden biri George N. Tzogopoulo. Sağcı İsrail gazetesi Jerusalem Post gibi gazetelere makaleler kaleme alan Tzogopoulo, “eski kuşak Yunanların geçmişte Filistinlilerden yana saf tuttuğunu, genç neslin muhtemelen İsrail yanlısı olacağını” söylüyor.

“Yunanları İsrail’i seven kişilere dönüştürecek bu süreç elbette ki zaman alacak, çünkü zaten mesele, okullarda verilen eğitimle doğrudan bağlantılı. Fakat Yunan gazetecilerin İsrail yanlısı haberler yapmaya başlamasının iyiye işaret olarak görülmesi lazım.”

Tzogopoulo’nun Algemeiner’e yazdığı makalede bahsini ettiği haber dilindeki değişikliği, İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’in Çipras ve diğer Yunan yetkililerle yaptığı görüşmelere dair haberlerde de görmek mümkün.

Toplantılarda Rivlin, Filistinlilerin inatçılığından ve “barış süreci”ne dönülmesine karşı çıkmalarından şikâyet etti ve bu durumun “ciddi bir krize” yol açtığını söyledi.

Radikal solcu lider ise bu söylenenlerdeki yanlışlara hiç itiraz etmedi.

Yunanistan tabii ki hep böyle değildi. Aramızdan ayrılmış bulunan Yunan lider Andreas Papandreou’nun, Amerika ve İsrail’in tehditlerine rağmen, 1981’de FKÖ’ye diplomatik statü verdiğini kim unutabilir ki?

Tzogopoulo gibiler, işte bu neslin sonsuza dek yok olmasını ve yerini Çipras gibi ahlakî açıdan esnek liderlere bırakmasını istiyorlar.

Gelgelelim çatışmalarla yüklü bir bölgede İsrail’in başını çektiği bir ekonomik ve askerî işbirliğine dâhil olmak, büyük bir sorumsuzlukla atılmış bir adım. Bu hamle, politik açıdan deneyimsiz ve fırsatçı bir siyasetçi için bile fazla.

Yunanistan’da faal olan Sosyalist İşçilerin Devrim Partisi liderinin de dile getirdiği biçimiyle, “Yunanistan’ın bölgede emperyalizmin güçlü kolu olması tümüyle aptallık, zira bu, Yunan halkı için feci sonuçlara yol açacak.”

Görünen o ki Çipras uzağı görme becerisinden yoksun.

Remzi Barud
7 Şubat 2018
Kaynak