Kısa
bir süre de olsa Aleksis Çipras ve Syriza herkese umut aşıladı ve Yunanistan’ın
Avrupa’da uzun zamandır etkisiz olan solu diriltebileceği beklentisinin
oluşmasına neden oldu.
Tasarruf
tedbirlerinin yol açtığı acının içinden yeni bir Yunanistan doğuyordu. O
tedbirleri dayatan Avrupa Birliği ve onun aşırı güçlü ekonomik kurumları idi.
Troyka çok acımasızdı. Zira o baskılar üzerinden Yunan ekonomisi çöktü,
milyonlarca insan yoksullaştı, işsizliğin ve ümitsizliğin çilesini çekti.
Syriza’nın
[Radikal Sol Koalisyonu’nun] Ocak 2015’te iktidara gelişi, AB’nin halk arasında
yarattığı hoşnutsuzluğun doğrudan bir sonucuydu. O dönemde sıradan halk, bir
tür dayanışma ilişkisi içerisine girdi ve bu ilişkiye siyasetçiler, bankacılar
ve güçlü bürokratik kurumlar diz çöktüremediler.
Ama
ortaya çıkan sonuç, herkesi hayal kırıklığına uğrattı. Çipras, politik
söylemini değiştirdi ve zamanla ülkesine boyun eğdiren neoliberal politikalarla
uyumlu olan, yeni bir söylemi benimsedi.
Syriza,
sadece politik ve ideolojik değil, fizikî açıdan da ruhunu sattı.
2010-15
arası dönemde Avrupa bankalarından alınan (yaklaşık 262 milyar dolar
tutarındaki) kredilerin karşılığında ülke dilim dilim satıldı. Yunanistan’daki
havalimanlarını bugün Alman şirketleri yönetiyor. Telekomünikasyon şirketi
özelleştirildi ve en büyük payını Deutsche Telekom aldı.
Yunan
politik ekonomisti C. J. Polychroniou’nun dediğine göre, “Yunanistan’daki
özelleştirme idaresinin kapısında bir tek şu tabela eksik: ‘Satılık Ülke’ […]”
Ekonomik
düzlemde yaşanan teslimiyetin politik bağımlılık için ilk adım olarak iş
görmesinde şaşılacak bir şey yok. Syriza, sadece tasarruf tedbirleri ve
kurtarma paketlerine karşı kendisine oy veren halkın arzularına ihanet etmekle
kalmadı, ayrıca ülkenin komşularıyla geliştirdiği dostane ilişkilere dayalı o
köklü mirasa da ihanet etti.
Yunan
siyasetinin dümenini eline aldığı günden beri Çipras, ülkeyi İsrail kampına
soktu, onun gerçekleştirdiği askerî tatbikatlara katılmak, Akdeniz’de bulunacak
yeni gaz kaynaklarından istifade etmek amacıyla akıldışı kimi bölgesel
ittifaklara girdi.
İsrail,
Yunanistan’ın ekonomi düzleminde çektiği sıkıntılar konusunda belirli bir
politik gündem geliştirme fırsatı bulurken, Yunan hükümeti de bölgede dışlanmış
bir güç olarak görülen, öte yandan askerî işgal ve o korkunç insan hakları
karnesi yüzünden uluslararası düzlemde ağır eleştirilere maruz kalan bir
ülkeyle ilişki kurmanın muhtemel sonuçlarını değerlendirmeden, belirli bir role
soyunuyor.
İsrail,
Atina’yı kendi kampına çekmek için 2010’da hamle yapmıştı zaten. Bu hamle,
özünde Türkiye-İsrail arasında yaşanan, “Mavi Marmara” saldırısı sonrası
başlayan atışmadan kısa bir süre sonra gerçekleşmişti. İsrailli komandolar, o
gün Gazze’ye giden Türk gemisine saldırmış, dokuz Türkü öldürüp birçoğunu
yaralamıştı.
O
günden sonra Türkiye ve İsrail, diplomatik düzeyde anlaşma yoluna girmişse de
Tel Aviv, Balkan ülkeleri arasında alternatif ittifaklar kurma yoluna gitti ve
bu noktada söz konusu ülkelerin bir kısmı ile Türkiye arasında geçmişten gelen
çelişkileri istismar etti.
Bu
süreçte çift taraflı anlaşmalar imzalandı, üst düzey diplomatik ziyaretler
gerçekleştirildi, uluslararası cihadın cesaretini kırmak ve terörizmle mücadele
adına askerî tatbikatlar yapıldı.
Yunanistan
ve Kıbrıs, Türkiye karşısında politik açıdan dengeleyici birer güç olarak
görüldüğü günden itibaren İsrail’in yoğun ilgisini çekmeye başladı, bu ilginin
diğer bir sebebi de iki ülkenin sahip olduğu ekonomik potansiyeldi.
“Mavi
Marmara” saldırısından bir ay sonra o dönem başbakan olan George Papandrous
İsrail’i ziyaret etti, ardından Netanyahu da Yunanistan’a gitti. Bu düzeyde ilk
kez gerçekleşen ziyaret, esasen giderek derinleşen bir aşk ilişkisinin
başlangıcını teşkil etmişti.
Kurulan
ilişkilerin giderek güçlenmesinin arkasındaki ana motivasyon, Lübnan dâhil bir
dizi ülkenin karasuları içerisinde bulunan Leviathan ve Tamar gaz sahaları.
Eğer İsrail, Lübnan sahili açıklarında bulunan bir enerji kaynağından doğal gaz
çıkartma planlarını uygulamayı sürdürecek olursa, yeni bir bölgesel savaş
ihtimalini de artıracak.
Çipras,
büyük bir halk kitlesine yaslanan güçlü bir politik hareket sayesinde iktidara
geldiğinde, birçokları gibi Filistinliler de onun farklı biri olacağını
ummuşlardı.
Bu,
basit bir hüsnüzan da değil aslında. Zira Syriza, İsrail’i açıktan eleştiren,
Patrick Strickland’in yazdığı gibi, “iktidara geldiğinde İsrail’le kurulmuş
olan askerî ilişkileri keseceğine dair söz veren” bir partiydi. Oysa parti,
iktidara geldikten sonra “aradaki ilişkiler daha da güçlendi.”
Hatta
iktidara geldikten kısa bir sonra radikal sol hükümet, İsrail’le büyük bir
askerî anlaşma, kuvvetler statüsü anlaşması imzaladı ve bu imzanın ardından bir
dizi askerî tatbikat yapıldı.
Aradaki
ilişkiler bir de yeni ittifakı yere göğe sığdıramayan, İsrail’de devreye
sokulan propaganda kampanyası ile daha da perçinlendi, hatta süreç içerisinde
İsrail ve Filistin ile ilgili olarak Yunan medyasında kullanılan dil de büyük
ölçüde değişti.
İsrail-Yunanistan
ilişkileri konusunda en heyecanlı isimlerden biri George N. Tzogopoulo. Sağcı
İsrail gazetesi Jerusalem Post gibi gazetelere makaleler kaleme alan
Tzogopoulo, “eski kuşak Yunanların geçmişte Filistinlilerden yana saf
tuttuğunu, genç neslin muhtemelen İsrail yanlısı olacağını” söylüyor.
“Yunanları
İsrail’i seven kişilere dönüştürecek bu süreç elbette ki zaman alacak, çünkü
zaten mesele, okullarda verilen eğitimle doğrudan bağlantılı. Fakat Yunan
gazetecilerin İsrail yanlısı haberler yapmaya başlamasının iyiye işaret olarak
görülmesi lazım.”
Tzogopoulo’nun
Algemeiner’e yazdığı makalede bahsini ettiği haber dilindeki
değişikliği, İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’in Çipras ve diğer Yunan
yetkililerle yaptığı görüşmelere dair haberlerde de görmek mümkün.
Toplantılarda
Rivlin, Filistinlilerin inatçılığından ve “barış süreci”ne dönülmesine karşı
çıkmalarından şikâyet etti ve bu durumun “ciddi bir krize” yol açtığını
söyledi.
Radikal
solcu lider ise bu söylenenlerdeki yanlışlara hiç itiraz etmedi.
Yunanistan
tabii ki hep böyle değildi. Aramızdan ayrılmış bulunan Yunan lider Andreas
Papandreou’nun, Amerika ve İsrail’in tehditlerine rağmen, 1981’de FKÖ’ye
diplomatik statü verdiğini kim unutabilir ki?
Tzogopoulo
gibiler, işte bu neslin sonsuza dek yok olmasını ve yerini Çipras gibi ahlakî
açıdan esnek liderlere bırakmasını istiyorlar.
Gelgelelim
çatışmalarla yüklü bir bölgede İsrail’in başını çektiği bir ekonomik ve askerî
işbirliğine dâhil olmak, büyük bir sorumsuzlukla atılmış bir adım. Bu hamle,
politik açıdan deneyimsiz ve fırsatçı bir siyasetçi için bile fazla.
Yunanistan’da
faal olan Sosyalist İşçilerin Devrim Partisi liderinin de dile getirdiği
biçimiyle, “Yunanistan’ın bölgede emperyalizmin güçlü kolu olması tümüyle
aptallık, zira bu, Yunan halkı için feci sonuçlara yol açacak.”
Görünen
o ki Çipras uzağı görme becerisinden yoksun.
Remzi Barud
7 Şubat 2018
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder