Kuzey
Amerika ve Avrupa’da sol, bugün belirli bir eşiğe gelip dayandı. O eşik, esasen
doksanların sonunda hareketçiliğin sınırlarına ulaştığı yer. Doğu Bloku’nun
çöküşü, Çin’in devlet kapitalizmi mertebesine gerileyişi, Küba gibi başka bir
güce bağımlı, artık sahipsiz olan küçük sosyalist ülkelerin yozlaşması sonrası
küresel kapitalizmin imtiyazlarla yüklü merkezlerinde sol, bir kaos dönemine
girdi. Kapitalizmin tarihin sonu olduğunu kabul etmek istemeyen, aynı zamanda
komünizmin de başarısız bir proje olduğuna inanan solcu örgütler, bu kafa
karışıklığıyla, geçmişten uzaklaşarak ya da o geçmişi un ufak ederek başa çıkma
yoluna gittiler. Eğer reel sosyalizmin tarihi büyük bir başarısızlık olduğunu
kanıtlamışsa, o vakit doksanlarda aktivistler, ancak yeni bir devrim yapma yolu
keşfetmeyi umabilirlerdi.
O
günlerde zaten kırılgan olan örgütler, rastlantısallığa ve kaosa sarıldılar.
Burada asıl olarak örgütsüzlüğün bir yöntem olarak devrime bir biçimde sebep
olabileceğini umdular. O dönemde cümlemizin hayali, yeni bir şey inşa etmekti.
Komünizmin o büyük başarısızlığından önce geçmişin örgütlenme yöntemlerini hiç
eleştirmeden taklit ettiğimizi ama o yöntemlerin zaten etkisiz olduklarını
idrak edemedik. İspanya Devrimi’ndeki anarşistlerin elini kolunu bağlayan
sınırlar üzerine hiç düşünmeden, anarşizme çevirdik yüzümüzü. Ütopyacı
fikriyatı aşacak tek bir şey bile inşa edememiş olan, iç tutarlılıktan yoksun
sosyalizm akımını anlamadan, örgütsüzlüğe sarıldık. Paris’teki komünarların
yüzleştikleri sınırları unuttuk, dolayısıyla devlet meselesi üzerinden fikir geliştirmeyi
reddettik. Komünizmin yaşadığı başarısızlığın asli manasını anlayamayan bizler,
sonuçta geçmişi tekrar ettik ama bir yandan da yeni bir şey inşa ettiğimizi
düşündük.
Sonra
1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü karşıtı gösteriler yaşandı. Onu 2001’de
Quebec’te Amerika Serbest Ticaret Bölgeleri Zirvesi karşıtı eylemlilik süreci
takip etti. Cenova’da 2001’de yaşanan G8 protestoları dâhil tüm bu olaylar,
küreselleşme karşıtı hareketin zirvelerini ifade ediyorlardı. Dünyanın ilk öfke
direnişlerine tanıklık eden diğer patlama anları ile birlikte bu mücadeleler
çok sayıda, birbiriyle bağlantısız hareketlerin kapitalizmi yıkabileceğine ve
bu hareketlerin parçalı çabalarının kesişip kritik bir kopuşa yol açabileceğine
dair bir inancın oluşmasını sağladılar. Nihayetinde söz konusu pratik ortaya
konuldu ama o pratik, örgütsel yapısı güçlü, askerîleşmiş devletlerin,
kapitalizmin iktidarına meydan okuyan o kaotik aktivistler aksine, mevcut
huzursuzluğu dindirme becerisine sahip oldukları bir ortamda icra edildi.
İlgili pratiğin diğer adı, hareketçilikti. Hareketçilik, her türden
Leninist “saçmalıktan” kurtulmuş, kimlik veya çıkar konusunda kimi vakit
ayrışma yaşamış belirli toplumsal hareketlerin kapitalizme son verebileceği
varsayımına dayanıyordu.
2010’da
Toronto’da yapılan G20 Zirvesi esnasında söz konusu antikapitalist metodoloji,
zaten bir karikatüre dönüşmüştü bile. Bu meydan okuma pratikleri, ya trajediyle
ya da komediyle sonuçlandı. Ağız ucuyla bile olsa hiçbir şeyin elde edilmediği,
kabul gören bir görüştü. Gözaltına alınan militanlar, sadece protesto hakkını
talep ettikleri için suçlu bulunuyorlardı. Küreselleşme karşıtı hareketin
ulaştığı tüm o yüksek noktalar, özellikle 1999 ve 2001 momentinde yapılan
eylemler, yorgun ve sıradan bir üslupla tekrarlandılar. Devlet hiç zarar
görmedi, devlete direnen aktivistler cezalandırıldı. Bu komedi öncesi, 2010
gösterilerini düzenleyen koordinasyon komitesi, tuhaf bir biçimde, o çok sayıda
eposta listesi üzerinden kazandıklarını iddia etti, oysa komite, ne
“biz” derken neyi kastettiğini biliyordu ne de “kazanma” iddiasının nereye
çıktığının farkındaydı. Asıl mesele, G20’ye karşı zafer elde edebilmek için bir
hafta gösteri yapmaktan daha fazlasının gerekli olduğunun unutulmasıydı. Oysa
tek derdimiz, gösteri tertipleyip liberal toplantı ve gösteri yapma hakkını
başarıyla korumak olamazdı. Böylesi bir başarının zafer olarak görülmesi
kesinlikle mümkün değildi. Her şeyin ötesinde, asıl tuhaf olan, zaferden başka
bir şey söylemeyen dilden sorumlu kişilerin dünya emperyalizminin aynı hafta
içerisinde mağlup edilebileceğine gerçekten inanmış olmalarıydı. Oysa bu
insanlar, zaten kendi beklentilerini kendileri suya düşürmüşlerdi bile, zira
onlar, kazandıklarını söylerken, esasen yenilgiyi kabullenmişliğin ürünü olan
düşük bir dizi beklentinin esiri olmuşlardı zaten.
2010’un
bir karikatür olduğunu görmeyen, bu örgütlenme tarzı ve stratejisinin yürünecek
yegâne yol olduğunu söyleyip duran bu insanlar, altmışların hippileri
gibiydiler: aradan geçen zamana hiç aldırış etmeden, doksanların sonu ve iki
binlerin başında yaşanan “zafer günleri”ne odaklandılar ve zaman-mekânın
sınırları ötesine bakamamalarına neden olacak bir tür miyopluğun ceremesini
çektiler. Aynı kişiler, günümüzde faal olan devrimci hareketleri incelemeye
karşı çıktıkları gibi, eski devrimleri de incelemeye tabi tutmadılar, ayrıca
hareketçi pratiğe meftun olmadan, emperyalizme karşı savunma savaşı veren
hareketlere hiç bakmadılar. Onlar, esasen reformizme razı gelme niyetindeler ve
devrimciymiş gibi yapıyorlar. Toplantı ve gösteri yapma hakkını başarıyla savunma
ve şikâyetlerin duyulmasını sağlama becerisini hareketin elde edebileceği
yegâne zafer olarak görüyorlar.
İçine
düştüğümüz açmazı anlamak için biz, yeni örgütlenme teorilerini, geçmişin
hatalarına hiç benzemeyen bir şeyleri benimsedik ve ümitsizce başka bir dünyayı
mümkün kılacak kutsal kâseyi bulduğumuzu umduk. Bazı teorisyenlerin insanın
başını döndüren o jargonlarını heyecan verici bulup teori alanına bodoslama
daldık. Artık rizomlar, çiçeklenmeler, yersiz yurtsuzlaşma, çokluk gibi
başarısızlıktan başka bir şeyi ifade etmeyen o modası geçmiş jargonu hiçbir
şekilde andırmayan kelimeler dökülüyordu dilimizden.
Oysa
yaşadığımız başarısızlıklar, dünya tarihsel olgular değildi. Biz, bu türden
alternatif ayaklanma pratiklerini benimsemeye itecek ölçüde disipline edici
büyük başarısızlık momentlerine gelip dayanmadan çok önce çuvallamıştık.
Bırakalım Rusya ve Çin’deki başarısızlıkları, Paris Komünü’nün yaşadığı
başarısızlığı bile tekrarlayamadık. Protesto etmekten başka bir şey gelmedi
elimizden, bazen de uzun erimli planlar hazırlamadan militan ajitasyon
faaliyeti içine girdik ve aktivizmimizin devrimle eşanlamlı olduğu zehabına
kapıldık.
Bu
esnada daha bizim toplumsal hareketçiliğin kafa karışıklığı ile malul yoluna
girmemizden çok önce “öldü” dediğimiz teoriyi kuşanmış olan birileri, temsil
ettiğimizi sandığımız bölgelerde halk savaşları veriliyorlardı. Kendi
pratiğimizin sınırlarının ötesini göremeyen bizler, çoğunlukla bu hareketleri
kabule hiç yanaşmadık, sadece kendi pratiğimize benzeyen direniş momentlerini
cımbızla seçip öne çıkarttık. Aydınlık Yol yerine Zapatistalarla ilgili olarak
geliştirilmiş özel bir anlatıyı benimsedik; Nepal yerine Venezuela’ya
odaklandık; Naksalcılar yerine Arap Baharı’nı methedip durduk. Kendimize ait,
yeni olduğunu iddia ettiğimiz dünyayı görme tarzımıza benzemeyen her şeyi göz
ardı etme imtiyazına kavuşmuş olan bizler, bize başka şeyler öğretebilecek her
şeyi elimizin tersiyle bir kenara ittik.
Ama
artık içimizden bazıları, bu sıradan ve yavan başarısızlığın başka bir dünyanın
ancak küreselleşme karşıtı hareketinin reklâmını yapıp durduğu yöntemleri terk
ederek mümkün olabileceğini öğrettiğini gördüler ve bir zamanlar sağduyunun ta
kendisi olarak görülen anarşizmi ve hareketçiliği sorgulamaya başladılar. Bugün
insanlar, o hareketçilik denilen rüyadan uyanıyorlar. Onun üzerimize serdiği
örtüde açılan yırtık yerlerinden dışarıya bakmaya başladık artık. Karşımızda
devrimci bir gereklilik duruyor farkedilmeyi bekleyen: hareketçiliğin
çocuksu yöntemlerini aşan bir tarzda örgütlenme gerekliliği, asıl yüzleşmemiz
gereken gerçek işte bu.
Bir
de bu süreçte komünizm kelimesi yeniden dirildi. Kapitalist merkezlerde
terk ettiğimiz o devrimci mirasa yeniden sarılma çabasının bir parçası olarak
söz konusu kelime tekrar can buldu. Fakat bu diriliş tamama ermedi. İsimle
kavram arasında belirgin bir açı var. Dünyada hâlâ varlığını sürdüren
komünist devrimci mücadelelerin bulunduğu gerçeğini kimse görmüyor.
Başarısızlık ile başarı arasındaki diyalektik ilişki kavranamıyor.
İlkin
isimle kavram arasındaki açıyı ele alalım. Birinci dünya aydınları ve
aktivistleri, bugünlerde “komünizm” ismini tekrar kullanabilmek için bir
çalışma yürütüyorlar. Ama bu ismin bir zamanlar ürettiği kavramları tekrar
kullanabilmek için tek bir adım bile atılmıyor. Söz konusu açı, hareketçiliğin
küreselleşme karşıtlığı denilen türevinden pek memnun olmayanlar nezdinde bir
miktar kafa karışıklığına yol açıyor ama bu insanlar, söz konusu bataklıktan
nasıl kurtulacaklarını daha henüz bilemiyorlar. Bu açı, kısmen komünizm
anlayışımızın birinci dünyanın tarihsel deneyimi ve toplumsal mücadele
birikiminden nasıl süzüldüğü ile ilgili. Daha da önemlisi, söz konusu açı,
teori ile pratik arasındaki açıyla örtüşüyor.
İkinci
meseleyse, günümüze ait komünist devrimleri kabule yanaşılmaması. Bu
mesele, muhtemelen ilk meselenin bir sonucu. Bugün elimizde, emperyalist
merkezler dışında patlak vermiş ve hâlen daha patlak vermeyi sürdüren halk
savaşlarının ortaya koyduğu deneyim konusunda sol akademyanın ilgisizliği
sonucu oluşmuş, somut bir analiz boşluğu var. Muhtelif muhafazakâr veya liberal
anlatılar uyarınca söz konusu devrimci hareketleri eleştirmesek, onları
“terörist”, “maceracı”, “katil”, “nihilist” vs. diye etiketlemesek bile sadece
onlar yokmuş gibi yapmayı matah bir yol belliyoruz.
Üçüncü
meseleyse şu: başarı ve başarısızlık arasındaki diyalektik ilişkinin
kavranamaması. Daha önce ifade edildiği biçimiyle, komünizmi büyük bir
başarısızlık olarak takdim etme noktasında sağduyu denilen o ideoloji başarılı
oldu. Geçmişin komünist hareketlerinin nihayetinde başarısız olduğu gerçeğinden
kurtulamasak da bu, onların aynı zamanda dünyayı sarsmayı bilmiş başarılar
olmadığı anlamına gelmez. Eğer biz, başarısızlık üzerine kurulu o anlatı
üzerinden kendimize bir yol açabilirsek, bu başarısızlıkları aşacak başarılar
aracılığıyla, zor da olsa edinilmiş devrimci gerçekleri anlayabileceğiz.
Komünizmin gerekli olduğu gerçeği, işte tam da burada kendisini ele verecek.
Onlarca
yıldır komünist ideoloji olmaksızın mücadele etmiş olan bizler, redde tabi
tuttuğumuz bir ismin anlamını idrak etmeye başlıyoruz sadece ve hâlâ onun
geride bıraktığı mirası tekrar anımsamaya çalışıyoruz.
J. Moufawad-Paul
[Kaynak:
Communist Necessity: Prolegomena to any Future Radical Theory,
Kersplebedeb, 2014.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder