Pages

13 Şubat 2018

Din ve Devrim


1999’da İlerici Ulusal Vaftiz Kongresi, gençliğimizi hapishanelerden ve ölümden kurtarmak adına bir ulusal strateji ilân etti ve bu amaçla eyaletlerdeki hükümetlerin hapishane inşaatı siyasetine karşı çıktı [bu haber, 22.09.1999 tarihli San Francisco Bay View’de şu cümleyle veriliyordu: “Vaftiz Kongresi, siyah gençlerin hapse atılmasına ve öldürülmesine artık bir son verilmesini istedi.”] Sahip olduğumuz dinî inançlara hiç bakmaksızın bizim, bu hedefleri yüksek sesle haykırmamız ve bu türden girişimlere destek vermemiz gerekiyor. Bu ülkede herkes, şu gerçeğin gayet net farkında: ABD hükümeti ile Yeni Afrikalıların ilişkisi, her daim sömürü temelli olagelmiştir. Hapishaneler üzerine kurulu endüstriyel kompleks, siyah gençlerden aşırı kâr elde etme girişimi dâhilinde atılmış son adımdır, zira bu gençler ırkçı, boğazına kadar suça batmış adalet sisteminin sürekli karşısına çıkartılıyorlar. Bugün İlerici Ulusal Vaftiz Kongresi, 2,5 milyon üyesi ve iki bin kilisesi ile bu meselede gayet ilerici bir politik konum almış. Dolayısıyla tüm dinî cemaatlerin de eyaletlerdeki hükümetlere ve özel bir iş sahasına dönüşmüş hapishane inşaatı meselesine sert bir dille, politik düzlemde karşı çıkması gerekiyor.

Ne var ki tüm dinî cemaatlerin hapishane inşaatına karşı çıkabilmelerini sağlamak için temelde ABD hükümeti ile Yeni Afrikalıların arasındaki ilişkinin bir sömürü ilişkisi olduğunun idrak edilmesi gerekiyor. Bu gerçek idrak edildiği vakit, vaizler ve papazlar cemaatlerinin karşısına çıkacak ve kurtuluş teolojisini vaaz etmeye başlayacaklar. Kurtuluş teolojisinin vaaz edilmesi noktasında Yeni Afrikalıların manevi gelişiminin muhtelif inanç sistemleri/dinler eliyle desteklendiğini görmek gerekli. Yeni Afrikalı Cemaati, Hristiyanlardan, Müslümanlardan, Yahudilerden, Budistlerden, animistlerden ve ateistlerden oluşuyor. Bunların hepsi de sadece inanç sistemleri değil, ırkları ve sınıfsal aidiyetleri yüzünden de zulüm görüyor. Bu bireylerin büyük bir kısmı politik bilince sahip, gençlerimizin ve insanlarımızın sömürülmesine son verme amacı doğrultusunda çalışmaya, taş üstüne taş koymaya ve örgütlenmeye hazır ve istekli. Kişisel manevi inanç sistemine bakılmaksızın bu kişilerin birleşik bir mücadele cephesi dâhilinde örgütlenmeleri gerekiyor. Belirlediğimiz siyaset gereği, üyelerinin sömürü ve zulme son verecek mücadeleye katılmalarına izin vermeyen her türden din veya inanç sistemi çöpe atılmalı. Dolayısıyla burada belirtmek gerekir ki kurtuluş teolojisi, esasen mazlum halkları ırkçılık ve kapitalist sömürüden kurtarılmasına dönük faaliyetleri destekleyen bir teolojidir.

Genelde anlaşıldığı biçimiyle, devrim, insanın belirli bir toplumsal-politik bilinç seviyesinden daha üst bir bilinç ve eylem düzeyine geçmesini sağlayan sosyo-ekonomik ve politik evrim sürecidir. Devrim ve evrim süreci, zalimlerin hâkim kültürüne, yani kültürel emperyalizme karşı çıkan, devrimci bir kültürün oluşmasını sağlayan ahlâkî öğeleri meydana getirir. Bu nedenle, mücadelenin gelişimi dâhilinde yeni bir değerler sistemi ve ahlâk ortaya çıkar, böylelikle yeni insan, devrimci insan oluşur. Hacı Malik Şabazz’ın ifadesiyle:

“İçinde yaşadığımız zamanda, ezilen, zalime yüzünü dönüp ondan bir mantık ve akıl ya da belirli bir sistem vermesini talep etmemektedir. Zira ezene mantıklı gelen, ezilene mantıklı gelmez, ezen için makul olan, ezilen için makul değildir. Bu ülkede siyahlar (Yeni Afrikalılar) bizi sömürenlere makul gelenin bize makul gelmediğini anlamaya başladılar. Dolayısıyla, ‘Zenci Devrimi’ adı verilen bu mücadelede bazı sonuçlara ulaşmak istiyorsak, dipte olan bizlerin oluşturduğu yeni bir akıl ve mantık sistemine sahip olmamız gerektiği artık kabul görüyor.”

Bu (d)evrim süreci sayesinde kendi mantığımızı ve aklımızı geliştiriyoruz, devrimci kültürümüzü oluşturuyoruz, ayrıca kendi mücadelelerimizi ve hareketlerimizi tümüyle kucaklayan kendimize ait bir kurtuluş teolojisini ve inanç sistemlerini inşa ediyoruz. Bunun yanında, bizdeki maneviyat, sömürüye ve ırkçılığa karşı verdiğimiz mücadelenin maddî gerçekliği dâhilinde ifade ediyor kendisini. Kendi varoluşumuzun maddî dünyasında kendisini ortaya koymayan, ifade etmeyen hiçbir inanç sistemi veya maneviyat, mücadelemizin sürmesi için gerekli her türlü temelden yoksundur.

Bu anlayışla kuşanmış olan bizler, kurtuluş teolojisinin amacının düşünce ve eyleme dönük taze bir teolojik yaklaşım üretmesi veya doğrudan mücadeleye iştirak etmesi gerektiğini söylüyoruz. Zira bugüne dek kurtuluş teolojisinin fıtratı, zamanla zulümden kurtulmak isteyen, yaşadıkları zulme Tanrı’nın veya ilahın müdahale etmesini isteyip ona yakaran insanların çabaları sonucu değişmiştir. Bu nedenle Hz. Musa, İbranileri Mısır hâkimiyetinden kurtardığında kurtuluş teolojisine başvurmuştur. Aynı şey Hz. Muhammed (sav) için de söylenebilir. O da Mekke’yi Arap aşiretlerin putlarından kurtarmıştır. Dolayısıyla teoloji, potansiyel bir kurtarıcı güç olarak tekrar keşfedilebilir ve başka bir safhaya taşınabilir. Bilhassa Hz. İsa’nın zalim Roma’nın O’nun yaşadığı topraklara hükmettiği koşullarda tefecileri, fahişeleri, hilekâr hahamları ve paragöz toprak sahiplerini azarladığı dikkate alınacak olursa, bu tespitin ne denli önemli olduğu daha iyi anlaşılır.

Bu nedenle ilgili bağlam dâhilinde ibadet, temelde kurtuluşa ihtiyaç duyulduğu tespitiyle icra edilmelidir. Allah’ın nurunun hüküm sürmesine izin verecek, hayat kalitesinin oluşmasına mani olan, ruhanî gelişme ve inkişafı engelleyen koşullardan kurtulmak gerekmektedir. Böylelikle Allah kurtarıcı hâline gelir, nuru ortaya çıkar, din kurtarıcı olan Allah’ın nurunun açığa çıkmasını sağlayacak araçlar ve yöntemi geliştirir. O nurun kendisini ifşa ettiği yolu kimse açmaz. Bilâkis kurtulmak için mücadele eden insanlar Allah’a yakarmalı, bu yakarış, yaptıkları ibadetin biçimi ve maruz kaldıkları sömürü ve zulüm koşulları ile uyumlu ve bağlantılı olmalıdır.

Bu teolojik pratik, sömürü ve zulme son verecek gerçek hareketi oluşturmak için gerekli sosyo-ekonomik ve politik öğeleri meydana getirecek bir faaliyet hâlini almalıdır. Fakat belirtmek gerekir ki söz konusu teolojik pratik, zulmün ortaya çıkmasına sebep olan maddi, tarihsel-diyalektik zemine karşı hassas olabilmelidir. Allah’ın kelâmını işitmek, vahyi devrime dönüştürmelidir: bu anlamda kurtuluş teolojisi, devrimin manevi vahyidir.

Paulo Freire’nin Eğitim Siyaseti isimli çalışmasında izah ettiği biçimiyle kurtuluş teolojisi, “takipçilerinden sosyo-politik bilimi bilmelerini talep eder, bilim tarafsız olamayacağından, insanlar belirli bir ideolojik tercihte bulunurlar.” Freire, devamında kilisenin gelecekten bahsetmesini ve onun kurtuluşun Tanrı’sı veya kurtuluşun ruhunu bir bedene kavuşturmak adına Mısır’dan çıkış hikâyesini bugüne tatbik etmesini ister. Sosyo-politik bilim bağlamında yapılacak ideolojik tercih, teolojik pratiği görev üstlenmeye iter, uygulamacılarının manevi inançlarının ve eğilimlerinin maddî düzlemde en iyi nasıl açığa vurabileceklerini düşünmelerini sağlar. Kuran-ı Kerim’de ifade edildiği biçimiyle, “zulüm ve kargaşa, kıyımdan beterdir. […] Karşınıza çıktığı yerde zulümle mücadele edin.” Yeni Afrikalı teolog James H. Cone’un dile getirdiği biçimiyle,

“Adil bir toplum, özgürlük mücadelelerinde Tanrı ile yüzleştiklerinde yoksullar nezdinde açığa çıkan umutları temel almalıdır. Bu nedenle yoksulun düşünceye dayalı, politik mücadeleler üzerinden tarif edilen, dinî hayatları dâhilinde yüceltilen vizyonları ciddiye alınmak zorundadır. […] Bence adil bir toplumsal düzen, tek değil birçok farklı dinî vizyona hesap verebilmelidir. Eğer tüm insanları kucaklayan bir toplum inşa edeceksek o vakit bizim bugün tek bir dinî inancı mutlak olarak görmememiz gerekmektedir. […] Her türden adil toplumsal düzen inşası, Tanrı’nın birçok farklı yoldan bilindiğini ve tecrübe edildiğini dikkate almak zorundadır. Tanrısal gerçekliği kusursuz bir şekilde kavrayabildiğimizden, bizim sınırlı vizyonumuzu mutlak kabul etmememiz gerekir. Bugün böylesi bir görüş kesinlikle reddedilmelidir.”

Dolayısıyla her türden teolojik pratik,

(1) zulmün ezdiği, cemaatlere ait öz kimlikleri dönüştürmeli, o cemaatlerin varlığını kabul etmelidir;

(2) belirli cemaatler arasında kurulacak dayanışma için gerekli vizyonu temin etmelidir;

(3) ve insanların kendileriyle ilgili değerlendirmelerini zenginleştirmeli, dayanışmayı güçlendirmeli, onlara güç ve yetki vermeli, tüm bu dayanışma pratiği, siyaset ve sosyo-ekonomik ilişkiler temelinde yürütülecek birleşik eylemler için gerekli hedefleri belirleyebilmelidir.

İlerici Ulusal Vaftiz Kongresi’ni alkışlamalı, gençlerimizin sömürülmesine son verilmesine dönük çağrısını desteklemeliyiz ama aynı zamanda bu mücadelenin başvuracağı yöntem ve yürüyeceği yol üzerine kafa patlatmaya devam etmeliyiz. Hacı Malik Şabazz, o ünlü Oy Sandığı mı Yoksa Mermi Sandığı mı? başlıklı konuşmasında şu tavsiyeyi dile getiriyor: “Yurttaşlık hakları mücadelesini daha üst bir seviyeye, insan hakları seviyesine taşımalıyız. İster farkında olun isterse olmayın, yurttaşlık hakları mücadelesi dâhilinde, Sam Amca’nın yasaları eliniz kolunuzu bağlar. Yurttaşlık hakları mücadelesi verdiğiniz sürece, dış dünyadan kimse sizin adınıza tek laf etmez.” Bu nedenle asıl talep edilmesi gereken, insan haklarıdır ve o, İlerici Ulusal Vaftiz Kongresi’nin yürütmesi gereken kurtuluş teolojisinin temelini teşkil eder. Bu pratiğin başka dinî cemaatler tarafından da ortaya konulması gerekmektedir. Eğer Kongre, ABD’deki tüm politik tutsaklara af ve hapishane inşaatlarının durdurulması talebi doğrultusunda, bütün dinî cemaatleri içeren bir birleşik cephe kurulması çağrısında bulunursa, o iki bin kilisesiyle Kongre, tüm Yeni Afrikalılara büyük bir hizmette bulunmuş olur.

Celil Abdul Müntekim

[Asıl adı Anthony Bottom olan Müntekim, 1951’de doğdu. Martin Luther King’in öldürülmesi sonrası Kara Panter Partisi’ne üye oldu. 1974’te iki polisi öldürme suçuyla, yirmi beş yıl hapse çarptırıldı. Kaynak: Jalil, A. Muntaqim, We Are Our Own Liberators, Arissa Media Group, İkinci Baskı, 2010, s. 259-263.]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder