Pages

31 Ocak 2024

Devrim Ocağı


Mustafa Suphi’nin 19 Aralık 1918 günü Petrograd’da, Zinovyev başkanlığında yapılan enternasyonalist toplantıda yaptığı konuşma. Bu toplantı, Mart 1919’da ilk kongresini yapacak olan Komintern’in kuruluş sürecinde atılan ilk adımdı.

* * *


Petrograd’da, tüm dünyanın geleceğini değiştirmek zorunda olan o büyük devrimin merkezinde ezilen Türkiye ve Türk köylüleri, zorba emperyalizmin zulmü altında çile çekmiş, Batı’nın şiddetin ürünü olan medeniyetinin demirden pençeleri arasında canını vermekte olan o halk adına konuşmak, ne büyük bir mutluluk!

Köleleştirilmiş olan, ezilen Türk halkına “barbar halk” diyorlar. Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de cinayet işleyen ve halkın kanını emen bir avuç barbar ve haine elbette ki rastlanıyor. Bunlar, yalnızca Ermenilerin değil, aynı zamanda yoksul Türk halkının da ölümüne kanını emen Türk paşalarıdır. Köleleştirilen halk kitleleri değil, padişahlar ve paşalar bu türden barbarlardır.

Yoldaşlar!

Ekim Devrimi’nden beri Rusya’da bulunan işçi-köylü temsilcileri, sermayeye karşı savaşmaya ve hepsinden de öte, kendilerine “yönetici” diyen açgözlü barbarları yok etmeye karar vermiştir.

Sekiz ay önce Türk generalleri, Hazar Denizi, İran ve Türkistan kıyılarını işgal edip ele geçirmek amacıyla Türk ordusunu göndermeye niyetlendiklerinde, Türk devrimcileri, cesaretle Moskova’da kızıl bayrağı dalgalandırıp, Türk generallerinin bu maceraperest özlemlerine karşı çıktılar. Sesimizi kısmak için Türk büyükelçisi, Moskova’ya, Rus Cumhuriyeti hükümetine bizim Rusya’dan derhal kovulmamızı talep eden, alelacele yazılmış notalar yağdırdı. Aynı zamanda büyükelçi, Taşkent, Orenburg ve Kazan gibi Müslüman halkların yaşadığı merkezlerde bize karşı propaganda faaliyeti yürüttü, çalışmalarımızı baltalamak için elinden gelen tüm çabayı ortaya koydu. Burjuva gazetelerinde şu türden soruları içeren makaleler yayımlandı: “Bunlar ne biçim insanlar ki Müslüman dünyanın Türk ordusunun Asya içlerinde elde ettiği zaferi kutladığı günlerde Türk-Tatar milletinin inancı ve kutsallarıyla alay ediyorlar? Bunlar hangi dine ve hangi millete mensuplar?”

Büyükelçinin bu türden Cizvitlere has sorularla Doğu’yu, tüm Müslüman âlemini kandırmaya çalıştığı günlerde biz Türk enternasyonalistleri, vatanımızın tüm dünya, milletimizin tüm insanlık olduğunu net bir dille ifade ettik. Böylelikle, devrimin kızıl bayrağını cesaretle yükselten bizler, akıntıya karşı yüzmeye, Türk emperyalizminin dümenine girmiş insanların yürüdüğü yolun aksi yönde yürümeye karar verdik. Fikirlerimizi gerçekleştirmek için yürüdüğümüz o yolda elbette bir süre yalnız kaldık. Ama bugün tüm Doğu bizimle birlikte yürüyor.

Yoldaşlar!

İngiliz-Fransız hırsızlar, Türk emperyalistleriyle birlikte İstanbul’u işgal ettiklerinde, bizimle ilgili yalanlar söyleyen herkes ortadan kayboldu. O an net bir biçimde görüldü ki ezilen yoksul sınıfın büyük Rus devriminden daha iyi bir dost yoktur!

1908 gibi erken bir tarihte Türk gençliğinin belirli kısmı, halkın ancak sosyalist devrimde kurtulabileceğini anlamıştı. Fakat sosyalizmle kurulan her türden bağ kopartıldı, o karanlığın içerisinde sadece, ezilen halkın savunulması işini kendince üstlenmiş olan, ismini kimsenin unutamayacağı [Jean] Jaurès’in o gür sesi işitilmekteydi. Sadece Jaurès’in dostları, onun başladığı işi yarıda bırakmadılar.

Bugünse Rusya’da devrim ocağı örgütlendi. Rus yoldaşlarımızın Doğu’nun dünya genelinde gerçekleşecek toplumsal devrim aracılığıyla ekonomi ve toplum düzleminde yeniden dirilebileceğine dair inancı, Ekim Devrimi’nde yaşanan o büyük olayların ardından, bizim içimizde daha da güçlendi.

Sizlere bu inancın yalnızca Türk proletaryası değil, aynı zamanda Türk aydınlarında da hâkim olduğunu ispatlayan ilginç bir örneği aktarmak isterim.

Ekim Devrimi sonrası İstanbul Üniversitesi’nde Nobel Ödülü’nün kime verilmesi gerektiği sorusunun tartışıldığı dönemde, Türk profesörlerinden gelen baskılara rağmen, Türk gençliği, ödülü Lenin Yoldaş’a vermeyi uygun buldu. Bu olay, toplumsal devrim fikrinin Doğu’da derin köklere sahip olduğunun kanıtıdır.

O fikirleriyle, gayretleriyle ve eylemleriyle büyük öğretmenimiz Lenin Yoldaş, devrimci dünyayı temsil ediyor. Bu açıdan, Türk gençliği, yaptığı tercihle bu dünyayla sıkı bir bağ içerisinde olduğunu göstermiştir. Kanaatimce artık Türk halkının Rus devrimine yönelik sevgisi konusunda bundan daha fazla şey söylemeye gerek yoktur. Verdiği mücadelelerde, dünya toplumsal devriminin sunağında birçok kurban vermiş olan Rus toplumsal devrimi, savaş sahasında yalnız olmadığını, Türk proletaryasının ve Türk aydınlarının Rus devrimcileriyle aynı duyguları paylaştığını, kalplerinin birlikte attığını bilsin.

O kahramanlar şu konuda emin olsunlar: o güneyde ışıyan güneşin altında, Rus proletaryasıyla aynı düzeyde ezilen Türk proletaryasının bağrında öyle bir öfke birikiyor ki bu öfke, bugün sadece eski Rus yoldaşlarından gelecek savaş narasını bekliyor.

Yoldaşlar!

Ortadoğu’da bile Rus devrimini tüm kalbiyle seven Türk halkının içerisinde gayretli devrimciler mevcuttur!

Bu noktada Doğu’daki hareketin dünya devrimiyle nasıl ilişki kuracağı meselesine kısaca değinmek isterim. Ben, Doğu’da devrimin Batı’daki devrimle doğrudan bir ilişkisi bulunduğuna kesin olarak inanıyorum. Rus devrimi saflarında çalışan biz Türk devrimcileri, Doğu’da devrimin sadece Doğu’yu Avrupa emperyalizminden kurtarmak değil, ayrıca Rus devrimine destek sunmak için de zaruri olduğuna tereddütsüz inanıyoruz.

Yoldaşlar!

Fransız-İngiliz kapitalizmi, başı Avrupa’da olsa da gövdesi Asya ve Afrika’nın bereketli topraklarındadır. Biz Türk sosyalistleri için en öncelikli görev, Doğu’da kapitalizmin altını oymaktır. İngiliz-Fransız emperyalizminin sömürüye dayalı üretim faaliyeti ancak bu sayede hammaddelerden mahrum kalabilir. Türkiye’nin, İran’ın, Hindistan’ın ve Çin’in kapıları İngiliz-Fransız sanayicilerin suratına kapatıldığı takdirde bu kişiler, Avrupa borsalarında işlem yapma imkânını yitirirler ki bu da kaçınılmaz olarak krize yol açar, böylelikle iktidar proletaryanın eline geçer, böylece sosyalist sistem kurulur. Fakat bu da ancak muhtelif ülkelerde devrimci hareketi inşa edip, İngiliz-Fransız emperyalizmine karşı Doğu halklarını ayaklandırmak suretiyle başarılabilir.

Peki ama Doğu’da devrimin kıvılcımını nasıl çakabiliriz?

Ben, Doğu sorununun tartışıldığı, insanların Doğulu halkların gizemli hayatından dem vurduğu, bu halkları daha iyi tanıma arzularını dile getirdikleri toplantılara sıklıkla katılıyorum. Doğu geçmişte, Çarlık rejimi zamanında, buradaki ülkeleri sömürmek için daha iyi araçlar bulmak amacıyla inceleniyordu. Oysa bugün Doğu sorunu, ezilen Doğu’yu özgürleştirmek için inceleniyor. Doğu’yu inceleme işini deneyimli araştırmalara bırakarak, elimizdeki silâha sıkı bir biçimde sarılmalı, Doğu’da devrim ocağı örgütleme hedefimizi ihmal etmemeliyiz.

Doğu halklarının Avrupa sermayesine karşı gerçekleştirdiği isyan, sadece Rus devrimi değil, bugünkü gelişim seyri itibarıyla tüm ülkelerin proleterlerini şüpheyle yüklü bir beklenti içerisine sokmuş olan genç Alman devrimi için de zaruridir. Alman devrimi de sürekli İngiliz-Amerikan emperyalizmi tarafından ezilme tehdidiyle karşı karşıyadır. Bu devrim de Doğu’nun yardım elini uzatmasını beklemektedir.

Sovyet iktidarı birleşik devrimci cepheyi kurmak istiyorsa ilk işi, Alman askerlerinin boşalttıkları toprakları ele geçirmek olmalıdır. Batı kapitalizminin dikkatini Almanya’daki genç devrimin üzerinden çekmek için Doğu’daki devrimci hareketinin sunacağı destek de hiç azımsanmayacak bir öneme sahiptir.

Türkler, hâlihazırda Rusya’da askeri-devrimci örgütler kurmuş durumdalar. Türk Kızıl Ordusu’na bağlı binlerce asker, şu an Sovyet Cumhuriyeti’nin muhtelif cephelerinde Kızıl Ordu saflarında savaşmaktadır. Kısa bir süre sonra bu askerler, hep birlikte Türkiye yoluna revan olacaklardır!

Bizim, dünya devriminin proletaryanın müşterek zaferiyle taçlanmasının hemen ardından İstanbul’un, dünyanın bu en güzel şehrinin Enternasyonal’in başkenti olması gibi bir hayalimiz var. Bugüne dek açgözlü emperyalizmin sürekli yol açtığı kanlı çatışmaların ardındaki sebep olarak gösterilen Aya Sofya, uğruna yüzlerce yıldır kanlı savaşların yürütüldüğü haç ve hilâlin değil, Sovyet Sosyalist Dünya Cumhuriyeti’nin mabedi olmalı, Aya Sofya Camii’nin tepesinde Enternasyonal’in kızıl yıldızı parıldamalıdır!

19 Aralık 1918
Petrograd
Kaynak

30 Ocak 2024

Yaşam İçin Sanat: Toplumsal Gerçekçilik

“Sorun” [Neşet Günal -1964]


Yaşamımın bir parçası olarak sanata merak duyuyorum,
yaşamımı idame ettirmek için değil.

[Robert Henri]


Sanatın bağımsız ve görevsiz olduğuna inanmış ve sanatı; hedonist yaşamının, salt bireysel duygularının, filtreli düşüncelerinin, ticari amaçlarının oyun sahası alanı gören egoist şov yıldızlarına, sanatın gerçek manada ne olduğunu, ölümsüz sanatçıların hangi anlayışla sanat hafızasına yerleştiğini hatırlatmak gayesiyle, yakın tarihe giderek, Toplumcu Gerçekçilik anlayışını anlatmaya çalışacağız.

Sanatta toplumsal gerçekçilik, ilk olarak plastik sanatlarda, özellikle resim dalında ortaya çıkmıştır. Yüceltilmiş idealizme ve özellikle de bireyci/egosantrik gördüğü Romantizm’in sanat anlayışına tepki olarak doğmuştur. Döneme ve koşullarına baktığımızda, bu akımın ortaya çıkışında tetikleyici asıl sebep Sanayi Devrimi’nin sonuçlarıdır. Küresel pazarın hızla kurulduğu bu dönemde kent merkezleri büyümüş, gecekondu mahalleleri oluşmuştu. Burjuva sınıfının zengin, hoyrat yaşamı yoksulun gözü önünde yaşanıyor, bu haksız toplumsal zıtlık emekçilerin sinesinde büyüyordu. Aynı toplumda yaşayan, toplumun tüm sinir uçlarını ruhunda hisseden dönemin sosyal realistleri, bu tezatlığı yıkmak adına; “Sanatla Savaşma” sözü vermişti.

Toplumcu realist manifesto, ilk olarak Amerika’da on dokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyıl başlarında Robert Henri ve Edward Hopper’in öncülüğünde Aschan Okulu, The Eight (Sekizler) diye de anılan bir grup ressamın “Sanat için sanat ilkesine karşın yaşam için sanat” manifestosuyla zemini atmıştır. 1929’da Amerika’da yaşanan büyük buhran, bu akımın ressamlarını şüphesiz etkilemişti. Sekizler grubu, Avrupa estetiğini ve yaşamın öz damarlarından uzak konu tasvirlerini reddederek çizimlerini oluşturuyorlardı. Konularında New York’un hareketli hâlini, doğal yaşamını, gecekondularını ve sıradan insanlarını idealize etmeden, realist bir bakışla eserlerinde yansıtıyorlardı. Mücadele ve devrim, her emekçinin kendi sahasında, deyim yerindeyse elinden ne geliyorsa, tüm gayretiyle ilerliyordu. Sanatını ölümsüz kılmış, bugün dahi duygularını okuyucusuna hissettiren, bir dizesiyle devrim ateşini yakan şairler, bugünün karanlığını renkleriyle yok edip umut olan ressamlar, acının ve sömürünün filtresiz fotoğraflarını aktaran sinemacılar, müziğiyle haklı mücadeleye ses olmuş müzisyenler işte bu anlayışla sanatını oluşturuyorlardı.

Yapıtlarını toplumcu anlayışla oluşturan tüm sanatçılar; insanı, sorumlulukları olan bir varlık olarak ele alıyorlar, bu sorumluluğu ise bir bayrak yarışı ruhuyla sanatına yansıtıyorlardı. Bu sanatçılar, gerek sosyal atmosferi, gerek çağın yeni dinamiklerini sanatına yansıtarak, kendinden sonra gelecek olan nesillere aktarmayı bir borç olarak görüyordu.

Bugünün sanatçı geçineni ise, sanat diye sunulan “piyasalarında” yalnız kendi tezgâhını kuruyor. Dili, dini, ırkı, mezhebi ayırmadan, “insanı saf olarak insan” olarak ele alamadığından, yüzyılın en vahşi anlarını yaşadığımız Filistin katliamlarına tek yorum yapmıyor, yalnız kesesini düşünüyor, hiçbir şey yokmuş edasıyla, patolojik bir sevinçle yaşıyor.

Bir yerde, onları da anlamak, haklarını da teslim etmek gerekir! Onlar ki çok değerli, bu sebeple halkına mesafeli, seçkin sanatçılar! Nasıl diğerleriyle bir olsun “O”! Yetenekleriyle diğerlerinden ayrılmıştır ne de olsa. Haklı bir kibrin içindedir. Okuyucuyu hayran bırakan keskin zekâsının güçlü bir kalemi vardır belki. Dinleyicisini hipnotize eden billur gibi bir sesi de olabilir. Ne bilelim, izleyici mermer gibi bir vücut, ya da Venüs’ün güzelliğini görebilirler onda. Az şey mi bunlar! Ya ne olacaktı!

İzleyicisine, dinleyicisine, okuyucusuna yabancı, sadece işini yapan bir sirk maymunudur artık “O”! Yeteneklerini gösterir, alkışını toplar, sevinçle kafesine döner… Ama bir dakika, durun! Hemen çıkmayalım sirkten. İzleyiciye hizmet henüz bitmemiş! Gösteri sonunda gökten üç elma düşecek. Biri sirk sahibine, biri maymuna, biri de alkış tutan kalabalık izleyicilere… -“Bir elmaa?”, “-Eeee, artık elmayı da bölüşsünler canım…”

İdil Mevsim
30 Ocak 2024

29 Ocak 2024

Tekeliyet Karşısında Tekillikler


1.

İnsanlıktan çıkmış bir düzende yaşıyoruz. Her şey hızın ve tüketimin saltanatıyla bir bir çürüyor. Bizi kurtaracak tek yolun sınıfsız sömürüsüz bir düzen olduğunu biliyoruz. Geçmişin deneyimlerini, kitleselliğini ve mücadele dinamizmine hasret duyuyoruz.

2.

Sınıfsız sömürüsüz düzenin kitleselleşerek mücadele etmekten geçtiğini biliyoruz. “Geçmişte de böyle oldu” diyoruz fakat geçerken değişime uğrayan ne çok şey olduğunu, değişenlerin şimdiyi ve yarını belirlediğini gözden kaçırıyoruz.

3.

Tüm değerlerine kadar sömürülen insanın neden mücadele etmediği sorusuna çözüm aranıyor. Geçmişte mücadele ediyorlardı. O zaman, kitlelerin ideolojisini biçimlendiren propaganda odağı ve yapı birkaç kutup arasında gidip geliyordu. Tıpkı tek kanaldan çok kanal TV devrine geçiş gibi. Bunun yanında internet ve sosyal medya da eklenince çok özlenen eskinin propaganda aracı olan radyo bile hükmünü yitirmiş durumda.

4.

Günümüz insanı çok sesli -özünde tek ses- koronun/sömürünün ideolojik aygıtlarının kuşatılmışlığı altında gitgide yalnızlaşıyor. Buna rağmen halen en yüce değer olan emek, fabrikalarda, iş yerlerinde, atölyelerde, tarlalarda ve meydanlarda kendini gösteriyor. Her emek mücadelesi de kazanımla sonuçlanıyor. Asıl büyük kazanım olan farklı iş kollarının ve emekçilerin kazanımla sonuçlanacak mücadelelerinin birleşememesi. Bu olmadığı sürece de insanca yaşanılacak düzenin gelmesi gecikecek ki reformizm de geciktirme hareketidir. Birleşemeyen her mücadele kendiliğinden reformizme sürükleniyor.

5.

Mücadeleyi birleştirecek olan volan kayışı sendikalardır, fakat mevcut solların yansıması olan sendikalar, bu tarihsel görevden uzakta bir anlayışla yönetiliyor. “En geri sendikada bile kalınmalı, hatta mücadele edilmeli” önermesi doğrudur fakat bunu yapacak olan tekil üye midir? Tekil üyenin fedakâr mücadelesi kendisi istemese de anarşizme evriliyor. Sadece yaşama karşı duruş güçlendiriliyor, hatta ses de oluşturuluyor çığlık da, hatta insanlar da etkileniyor ama mücadeleye katmak tek üyenin çabasıyla olmuyor. “Sen haklısın, sana yüzde yüz katılıyorum, bu gidişattan biz de çok rahatsızız!” serzenişini duymamak mümkün değil, fakat onaylanmak ve duruşunuza saygı gösterilmesi sonucu değiştirmiyor. Etkilenen insanlar da birleşemeyeceğini biliyor. Haklı olmanın yetmediği koşullar bir kez daha yeniden üretiliyor. Bir sonuç daha ortaya çıkıyor, o da reformistlerin yönetimde olduğu ve buna karşı birlikte hareket edilmediği sürece sonucun değişmeyeceği.

6.

Birleştirilmediği sürece her yerde kazanımla sonuçlanan emek mücadeleleri düzeni değiştiremeyip reformizme kapı aralayacak. Hangi yapı, sınıf hareketi, yayın, sendika birleştirecek? Peşin hükümde bulunmayı göze alarak belirtmek gerekirse öyle bir dinamizm mevcut değil. Olsaydı, bunu tartışmıyor olurduk. Amaç, umutsuzluk yaymak değil, gerçeği kabul etmek. Yaşama geçirilmeyen haklılık, düşünce, yazı, değer, amaç, yöntem, hedef sadece dar alanda kalmak, duruş göstermek, onurlu yaşamaktır, fakat düzeni değiştirmeyecektir.

7.

Sınıf partisi, hareketi, sendikası ve bir bütün olarak sanatı, değerleri, kollektivizmi olan bir emek hareketi olmadığı sürece mevcut sollar, sınıf dinamiklerinin ve mücadelelerinin yönünü tayin etme konusunda atıl kalacak. Geriye, kendiliğindencilikle mevcut sendikalar ve sol çevrelerden “medet” ummak ya da işçi ve emekçilerin yayılan mücadeleleri sonucunda onların “da” değişeceğini bekleme arasında seçim yapmak kalıyor. Nesnel anlamda sömürünün en geri biçimlerinden iş cinayetleri, maden göçükleri, işsizlik intiharları, toplu işten atılmalar, depremler, enflasyon, barınma sorunu yaşandı/yaşanıyor fakat değişen bir durum varsa o da kendiliğindenciliğin gitgide güçlenerek farklı emek dinamizmlerinin mücadele seyrindeki olumlu değişim. Kendiliğindencilik de ekonomik kazanımı elde etse de ideolojik ve siyasi kazanımı getirmemektedir.

8.

Solun neden bu hale geldiği siyasi, felsefi, sosyolojik olarak tartışıldı/tartışılıyor ve ideolojik olarak kimyası bozulmuş bir meyveden eski haline dönmesi beklenemez. Küçük burjuvalar ülkesinde yaşıyoruz. Onun ideolojik hattı her alana sirayet ediyor ve halen aşılamamış feodalizm, siyasi hareketlerin yapısını ve hareket biçimini belirliyor. Sınıfa yön vermesi ve siyasi amaç göstermesi gereken sol ve sendikalar, emperyalizmle ilişkisi açık olan ve bunu inkâr etmeyen kimlikçi radikal demokrasi hareketiyle ittifaklar kuruyor. Böyle bir solun emek mücadelesini güçlendirmesi beklenemez. O yüzden, bizdeki en büyük boşluk bir sınıf partisi ve volan kayışı eksikliği. Mevcut çevrelerin ve sendikaların tarihine bakıp onları geçmişteki değerler ve bedeller üzerinden değerlendirip umut kırıntısı beklemek ya da üyelerinin de değişime açık ve gidişattan memnun olmadıklarına umut bağlamak gerçeği görmemekte ısrarla eştir.

9.

Ya gerçeği kabul ederek kendiliğindenciliğe razı olup onurlu duruşumuzu ve komünsüz tekil mücadelemizi güçlendireceğiz ya da mevcut sollara rağmen sınıf hareketimizi inşa edeceğiz. Bir mağarada uyuyup 300 yıl sonra uyanan kişilerin halen 300 yıl önceki parayı cebinden çıkarıp ekmek almaya çalışması gibi geçmişin devamcısı olduğunu iddia edenlerden özüne döneceğini ya da sınıfın onları bu öze dönüşe mecbur bırakacağını düşünmek sınıfsız bir düzenin kuruluşunu ertelemektir.

10.

Küçük burjuva ideolojisi, reformistleşen sol, sendikalar, yayınlar, radikal demokrasi hareketleri yeterince eleştirildi hem de tüm çelişkileriyle ve zaaflarıyla. Sonuç değişmedi, değişmiyor. En çok eleştirilenler bir tarihin içinden çıkıp gelenlerdi ama öze dönmediler.

11.

Haklı olmak meşruiyetin ilk şartı ve onur meselesi fakat tarih, haklılığını tekil savunanların ya da iradeciliği geçer yol sananların yanında akmıyor. Bu kadar haklı ve doğru noktadaysak demek ki bizim dışımızda olmayıp halen bizim eksik bıraktığımız bir şeylerin olduğunu kabul etmemiz gerekiyor çünkü doğa da mücadele de boşluk tanımıyor. Bütün tekillerin -grup halinde hareket etse de tekillerin- daha fazlasını yapamadığı konusunda “gerekçeleri” varken, o bilinçte olmayan halkın da sınıfın da aynı “gerekçeleri” var, bunu da kabul etmek gerekiyor. Yoksa bu insanlık dışı düzenden kimse memnun değil. Aranılan, sadece güven ve birlikte hareket etmek. Öyle olunca da “yel değirmenlerine tek başına da olsa saldırmıyor” dediklerimize de sitem etme hakkımız kalmıyor. Bu da küçük burjuva ideolojisinin başka bir yansıması. Emeklemeden koşmasını istemek.

S. Adalı
27 Ocak 2024

28 Ocak 2024

İnkişaf

Lenin bir yerde, “Marksist, toplumsal barışı değil, sınıf mücadelesini temel alır” der.[1] Başka bir yazısında ise şu tespitini aktarır: “İç savaşı reddetmek veya onu akıldan çıkartmak, uçlara savrulmuş oportünistlerin, sosyalist devrimden vazgeçmişlerin işidir.”[2]

Bugün Türkiye'de “Marksistler”in önemli bir kısmı devrimden vazgeçmişlerden ve oportünistlerden oluşuyor.

Komünist hareket, kuruluş aşamasında ezilen-sömürülen halk kitlelerinin kavgasını, mücadelesini, savaşını omuzlayamamış olması sebebiyle, Türk devletinin Sovyetler’le kurduğu ilişkilere kul ve râm olmuş bir siyasetten başka bir şey değildir. O ilişkilerin seyrine tabidir.

Ülkedeki burjuva partinin lideri Sovyetler’e teknik sebeplerle yanaştığında, içteki komünist hareket de başka bir hâle ve merhaleye geçmiştir. İçteki eleştirilere bu geçiş biçim vermiştir. Demirel’in ilişkisi, 1931’de Rusya’yı ziyaret eden Falih Rıfkı Atay’ın “inkişaf” dediği süreç için atılan adımların bir devamıdır.

CHP zihniyeti Atay’da özetlenir: Atay, “Rusya’nın kabuğunu, şeklini, inkişafını alalım, özünü çöpe atalım”dan başka bir şey söylemez. Şura hükümetleri, Halk Zümresi faaliyetleri, Yeşilordu pratiği, Halk İştirakiyyun’un ve TKP’nin kavgası mas edilip kontrol altına alınsın diye var edilen CHP, tarihsel süreç boyunca bu görev yerini hiçbir vakit terk etmemiştir. Tabii ki bu CHP’ye “Demirel’i Sovyetler’e işçi sınıfı olarak bizim mücadelemiz yanaştırdı” diyen “komünistler”, eklenti olarak eşlik etmek zorundadır. O yanaştıkları, eklendikleri Atay Kemalizmi için komünizm, şeriat kadar tehlikelidir:

“İsmet Paşa, Moskova’da 1 Mayıs geçit resmini seyrederken, Süleymaniye Camii’ne asıldığını işittiğimiz kırmızı bayrak da bizi tasalandırmaz. Bu, tıpkı yeşil şeriat bayrağıdır. Bu bir iktisadî sistem, bir içtimaî nizam bayrağı değil, bir anarşi bayrağıdır. Nizamsızlıkta menfaat arayanlar, hiç değişmeyen direğe, o günkü iktidara karşı, o günün moda rengine boyanmış bez parçasını çekeceklerdir: Ya şeriatın yeşil rengi, ya demokrasinin beyaz rengi, ya anarşinin kırmızı rengi! Türk inkılâpçılarının adı, Kemalizmdir.”[3]

Falih Rıfkı’ya göre “Moskova’dan yığın terbiyesi yöntemleri, faşist Roma’dan korporasyon yöntemleri” alınmalıdır. İlerleme ve kitlelerin terbiye edilmesi için her tür yönteme başvurulmalıdır. Atay, Moskova’da sadece “Kara kalabalığa ilk emri veren adamlar, muharrirler, âlimler ve hatipler”[4] görür. Görmek istediği şeylere kilitlenir. “Lenin’in ameleyle aydın arasında mütareke imzaladığını” düşünür.[5] Bu mütarekeyi buraya öğütler.

Atay, Anadolu’da gördüğünü ve görmek istediğini Rusya’da görmekte, Moskova’yı kendi çıkarlarına göre konuşturmaktadır. 70 yıl sonra Sovyetler’e gönderilen TKP kadroları da orayı buranın ihtiyaçları ve çıkarları ölçüsünde değerlendirecektir. O kadrolar, kabuğu öz olarak algılamış, gelecek kuşaklara o kabuğu ezberletmiştir.

Bir muharririn “Bütün yeni Rusya ilme bağlanmıştır. İhtilalin başlıca kelimelerinden ilki tekniktir”[6] sözünü aktaran Falih Rıfkı, buranın CHP’sini konuşturur. Komünist hareketin Sovyet devletleriyle kurulan ilişkiler dolayımıyla, devlete içerildiğini, burjuvaziye yedeklenildiğini görmek gerekmektedir. Bugün konuşan, güç sahibi olan, sahnede dolaşan odur. “Devleti tehdit eden akımlar”ı[7] tespit eden, şiddet karşıtı laflar sıralayan Falih Rıfkı gibilerde temsil olunan, oralarda üretilen Kemalizmi “komünizm” olarak önkabul etmekte, o vantrologun kuklası olmayı içine sindirebilmektedir. TKP şahsında küçük burjuva sol, “çakma Atatürk” olma derdindedir. Bugün TKP’nin tek siyaseti, Falih Rıfkı’nın Kemalizmini millete “komünizm” diye pazarlamaktan ibarettir.

Çünkü:

“Falih Rıfkı Atay’ın bu yıllardaki Kemalizm tanımı içindeki önemli vurgularından biri, inkılabın ideolojisinin durağan olmadığı, daima hareket halinde olduğudur.” [8]


Demirel’in Moskova’ya gittiği dönemde Almanya’da TKP’nin çıkarttığı İşçi Postası gazetesinde “Dinamik Atatürkçülük” yazısı yayımlanır.[9] “Ata’yı Anıyoruz” ana başlığıyla çıkan sayıda yer alan yazıda asıl dert, “Atatürk ve Atatürkçülük”te “Sovyetik bir öz” bulmak, böylelikle bir yerlerden icazet almaktır. Bu özün bulunması gerektiğini söyleyen yazar, Atatürkçülüğü Osmanlı’ya karşı gerçekleştirilmiş bir devrim olarak tanımlar. Çar’ın yerine padişahı koyan yazar, kendisine göre Atatürkçülüğün içini doldurduktan sonra, devletin temelinin “akıl ve müspet ilim” olduğunu söyler. Halkçılığı ve devletçiliği “çağdaş uygarlığa ulaşma”; devrimciliği “sadece yapılan devrimleri korumak değil geliştirmek” olarak tanımlar. Sonra da şunu söyler:

“Eğer toplum hâlâ istenilen düzeye ulaşamamışsa, bunun sorumlusu elbette Atatürk değildir. Sorumluluk, Atatürk’ü devam ettiremeyen, her ölüm yıldönümünde onu bir matem ve övgü çemberi içinde yeniden öldüren sonraki kuşaklardadır. Düşüncelerimiz şu sonuca bağlanıyor: Statik Atatürkçülük yoktur, dinamik Atatürkçülük vardır.”[10]

Bu TKP’nin inkişafçı, ilerlemeci “dinamik Atatürkçülüğü”, Falih Rıfkı’nınkinden farksızdır. Bu anlamda, “bu ülkede hiç burjuva devrimi olmadı” diyenlerle, “oldu, onun adı da Kemalizm, onu sonuna kadar savunmak gerek” diyenler, aynı yerde durmaktadırlar.

Burjuva siyasetinin tasmasından kurtulamamanın sebeplerini, bir yönüyle, TKP’nin Orak Çekiç dergisinin 5 Mart 1925 tarihli nüshasında yapılan “kara kuvvet bizim de burjuvazinin de düşmanıdır, biz her şeyden evvel bu müşterek düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile de ayrıca kozumuzu paylaşırız”[11] diyen açıklamada aramak gerekmektedir. Çünkü bildiğimiz üzere, hep bir “kara kuvvet bulunmuş, onun düşman olduğu burjuvaziyle ortaklık edilmiş, o koz hiçbir vakit paylaşılmamıştır. Dünyaya ve hayata her daim Falih Rıfkı gibi bakılmıştır.

O Falih Rıfkı, 7 Nisan 1970 günü gazetesinde şunları söylemektedir:

“Biz İnönü Harbi sıralarında yalnız emperyalizme karşı değil, ileride o kırk gencin şimdi temsil ettiği aşırı solculuğa karşı savaşıyorduk. Yahya Kaptan o sıralardadır ki, İsmail Suphi ve onunla birlikte Türkiye’ye sokulan Lenincileri denizde boğmuştur. Ankara’dakiler de hapiste idiler.”[12]


Falih Rıfkı kurban edilecek olan İsmail’i kasten mi yanlışlıkla mı andı, bilinmez, ama onun Lenincilere ve Ankara’dakilere düşman olduğu açıktır. Onun Kemalizminin kurucu ideoloji olarak temelinde antikomünizm vardır. O katliam inkişaf için yapılmış, o komünistler o sebeple hapse tıkılmıştır. Demek ki bugün o takada Falih Rıfkı’nın ideolojisine örgütlenenler, o katliamın ortağıdır. “Emperyalizme ve Osmanlı gericiliğine karşı” inşa edilmiş mutlak ve tartışma götürmez gücün gölgesine sığınıp, kendilerini sağlama alanlar, bugünde antiemperyalist mücadeleyi de Leninciliği de boğmaya mecburdur.


Kendisini sınıf mücadelesi değil toplumsal barış temelinde inşa edenler, sınıfı o barışın sunağında kurban ederler. “Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rastgeliyordum”[13] diye yakınan Falih Rıfkı, bu ırkçılığı, başkalarını yaban, aşağı ve barbar görmeyi bugünün sosyalistlerine öğretmiştir. Bugün solcular, sınıfı, halkı, ezilenleri, bireyciliğin yüce, tanrısal hâli olarak Türk ölçütüne göre değerlendirmeye tabi tutmaktadırlar.

O sosyalistler, bugün olduğu gibi geçmişte de “kara kuvvet” bulmakta hiç zorlanmadılar. İş tanımları ve varlık gerekçeleri buydu. Onlara bu ölçüt üzerinden kum havuzu açılmıştı. Orada oynamaya, oyalanmaya mecburdu.

Örneğin, doksanlarda metal sanayicileri sendikası MESS için raporlar hazırlayan TKP yöneticisi Ahmet Kardam[14], partide 1973 tarihli, Akgünler başlığını taşıyan CHP seçim bildirgesini sosyalistlere tanıtma, benimsetme işini üstlendi. Güya CHP eleştirisi sunan CHP Nedir Ne Değildir? isimli kitabında, Ecevit’in “Ortanın solu, aşırı sol akımların yaratacağı seli durduracak duvardır”[15] sözünü aktarıyor, devamında, “başta işçi sınıfı olmak üzere halkın büyük bir çoğunluğu, oylarını CHP’ye vererek faşizme bir kez daha ‘hayır’ dedi” diyor.[16] Daha ileride, “CHP, 1930’ların ve 1940’ların faşizan tek şef partisi iken, bugün işbirlikçi burjuvazinin, toprak beylerinin, faşizmin boy hedefi bir parti haline gelmiştir”[17] tespitini yapıyor. CHP’ye ısındırma girişimi dâhilinde, “Saldırılar ve kitle basıncı ile CHP, işçi sınıfına yakınlaşacaktır”[18] öngörüsünde bulunuyor. Bugün de sosyalistler, benzer değerlendirmeler yapıyorlar. CHP’ye onun kendisine inandığından daha fazla inanıyorlar, bu partiye onun kendisine yüklediğinden daha fazla anlam yüklüyorlar.

“Ecevit’in emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin programını uyguladığını” söyleyenler, sele karşı inşa edilmiş duvarı tahkim ediyorlar. O emperyalistler ve işbirlikçileri, bugün Harari türü ajanlarını İş Bankası üzerinden Türkiye’ye getiriyor. Aklın, ilmin ve tekniğin iplerini tutanların ajanı olarak Harari, o sempozyumda, “geleceğe bakın, arının, geçmişi unutun” diyor.

Bu unutmaya uygun bireyler yetiştirme görevini, genel inkişafçılığı dâhilinde, sol üstleniyor, emperyalistler ve işbirlikçileri için toplumsal araştırmalar yapıyor, kültür-sanat çalışmaları yürütüyor, bu bağlamda, bireylere yoga ve yaratıcı dans dersleri veriyor. Şiddetten arınmayı ve barışmayı öğretiyor. Yeni kent ve yeni ülke için uysal kâhyalar ve bekçiler yetiştiriyor. Toplumsal barış için sınıf mücadelesini öldürüyor. Suphi, tam da bu inkişaf için İsmail oluyor, bu sebeple kurban ediliyor.

Eren Balkır
28 Ocak 2024

Dipnotlar:
[1] V. I. Lenin, “Gerilla Savaşı”, 30 Eylül 1906, İştiraki.

[2] V. I. Lenin, “Proleter Devrimin Askeri Programı”, Eylül 1916, İştiraki.

[3] Falih Rıfkı Atay, Moskova, Roma, Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, 1932, s. 4-5.

[4] Falih Rıfkı Atay, Yeni Rusya, Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, 1931, s. 57.

[5] Falih Rıfkı Atay, a.g.e., s. 58.

[6] A.g.e., s. 61-62.

[7] “TKP Asıl Güvenlik Tehditlerini Açıkladı”, 13 Ocak 2024, Sol.

[8] Funda Selçuk Şirin, “Ulus Devlet İnşasında Bir Aydın: Falih Rıfkı Atay”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, Cilt 10, Sayı 1, s. 140.

[9] Fazıl Sağlam, “Dinamik Atatürkçülük”, İşçi Postası, 2 Kasım 1967, Sayı 2, PDF.

[10] A.g.e., s. 3.

[11] Orak Çekiç, “Şeyh Said Ne Biçim Eşkıyadır”, Sayı 7, s. 3. PDF.

[12] Aktaran: Ant Dergisi, “İşte Mustafa Suphi’nin Katilleri”, 14 Nisan 1970, Sayı 172, s. 16, PDF.

[13] Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Cumhuriyet, Aralık 1998, s. 37.

[14] Atılım, “Kriz ve Çıkış Yolu”, Kasım 2011 TKP.

[15] Ahmet Kardam, CHP Nedir, Ne Değildir?, Ülke Yayınları, Ankara 1976, s. 12.

[16] A.g.e., s. 16.

[17] A.g.e., s. 174.

[18] A.g.e., s. 175.

27 Ocak 2024

Faşist Almanya ve Kemâlistler


Kemâlistler Faşist Alman Emperyalist Sermayesinin

Türkiye’ye Nüfuzuna Yol Açıyorlar


Dünya savaşının arifesinde ve ondan önceki yıllarda emperyalist Alman sermayesi, Türkiye’ye iyiden iyiye girmiş bulunuyordu. Savaş içinde ise Alman sermayesinin iktisadî ve siyasî nüfuz cephesi daha fazla arttı. Savaştan sonra bu cephe bir sarsıntıya uğradı. Almanya savaşta yenildi. Emperyalist Alman sermayesinin sömürge ve yarı sömürgelerdeki faaliyeti azaldı.

Türkiye’de milli kurtuluş hareketi başladı. Türkiye’nin milli siyasî kurtuluşu halk kitlelerinin kanı pahasına alındı. Kemâlist burjuvazi üstün çıktı; diktatöryasını işçi sınıfının, emekçi köylülüğün ve fakir halk kitlelerinin üzerine kurdu. Kemâlist burjuvazi, demokratik halk devrimine zorla karşı geldi. Bu suretle o, emperyalist sermayenin Türkiye’deki varını yoğunu halk devrimi süngüsünce zapt edilmesine mani oldu. Bundan ötürü, diğerlerinin yanında Alman sermayesinin de Türkiye’deki bankaları, şirketleri, imtiyazları vs. yerinde kaldı.

Alman sermayesi, savaştan mağlup ve kuvvetten düşük çıktığı için, bir aralık aktif rol oynayamadı. Fakat Alman proletaryasını kana boğan faşistler başa geçtikten sonra iş tazelendi. Faşistler ve emperyalistler yeni bir dünya savaşına hazırlanıyorlar. Bu savaşın kundakçılarından birisi Alman faşizmidir. Dünyayı kana boğmaya hazırlanan Alman faşistleri, emperyalist Alman sermayesinin eski nüfuz alanlarına yeniden girmeye, oralardaki cephelerini yeniden kuvvetlendirmeye koyuldular. Son zamanlarda emperyalist faşist Almanya, kendisinin iktisadî ve siyasî nüfuzunu Türkiye’de ve Kemâlistler üzerinde artırmak için devamlı bir gayret gösteriyor. Kemâlistler, faşist Almanya’nın bu meyline yol açıyorlar.

Almanya ile Türkiye arasındaki alışverişler arttı. Dış ticaret sahasında Kemâlistler günden güne Alman sermayesinin nüfuz alanına giriyorlar. 1932’de Türkiye’nin Almanya’ya yaptığı ihracat, bütün Türkiye ihracatının ancak yüzde 19’unu tutuyordu. 1933’te bu rakam yüzde 30’a çıktı. 1934’te yüzde 36,6’ya ulaştı. 1935’te ise yüzde 84,7’yi buldu. Yani Türkiye’nin tüm ihracatının hemen hemen yarısı Almanya’ya yapılmaktadır. Buna karşılık, Türkiye’nin de Almanya’dan ithalatı arttı: 1932’de tüm ithalatın ancak yüzde 18’i Almanya’dandı. 1936’da bu rakam yüzde 37’yi buldu.

Bu alışverişin asıl ilginç tarafı şudur: Almanya, Türkiye’nin ihraç ettiği üzümün yüzde 75’ini, incirin yüzde 61’ini, fındığın yüzde 25’ini, tütünün yüzde 24’ünü alıyor. Meyve ihracatının yüzde 30’u Almanya’yadır.

Almanya bu nesneleri neden Türkiye’den alıyor? Türkiye’de bu mahsuller ucuz, ondan mı? Hayır! Almanya, bu mahsulleri dünya pazarlarındaki fiyatlarından daha pahalıya alıyor. Almanya’da yağ, et, yiyecek kıtlığı varken, halk bunları vesika ile alırken, faşistler Almanya’ya yağ, süt yerine demir, çelik, bakır,yani ham savaş materyalleri sokarken neden böyle üzüm incir alıyor? Emekçi halk refah içindedir de onları fındık içiyle mi besliyor? Kat’iyen hayır! Yoksa Türkiye’nin emekçi halkını mı seviyorlar? Hiçbir zaman sevmediler! Faşistlerin bu el açıklığı Kemâlistleri kendilerine kul köle etmek içindir. Türkiye’deki nüfuz cephelerini artırmak içindir. Kemâlist ihracat tacirleri bu yola bayıla bayıla gidiyorlar. Çünkü üretici fakir köylüden ucuz ve yok pahasına aldıkları mahsulleri dolgun fiyatla satıyorlar. Ama bu alışverişin neticesinde Alman faşizmi ülkeyi kendi nüfuzu altına alıyor. Bunlar onlara vız gelir. Onlar, ülkenin istiklâlini ve emekçi kitleleri değil ceplerini düşünüyorlar.

Almanya ile olan alışverişler şimdi hangi düzeydedir? Times gazetesinin 13 Mayıs 1936 tarihli nüshasında çıkan bir yazıda şu satırlar yer alıyor: “Almanya, Türkiye’den 7 milyon sterlin değerinde mal aldı, Türkiye’ye 4 milyon sterlin değerinde sanayi mamulü sattı. Neticede Türkiye 3 milyon sterlin alacaklı kaldı. Fakat Almanlar bu paranın yerine şunu teklif ediyorlar: ‘Bizden dışarıya para çıkartılması yasaklandı, bu paranı karşılığı kadar mal alınız.” Donmuş kalmış sermaye. İster al ister alma. CHP hükümeti ne güne duruyor! İhracat tüccarlarını korumalı. Takas edip bir şeyler yapmalı. Yapmaya da başladı bile. Deniz yolları idaresi hesabına Krupp fabrikasına altı vapur sipariş edildi. Savunma bakanlığı top vesair satın alacak. Denizaltılar için ana gemi aldılar. Uçak satın aldılar. Alman sermayesi yalnız dış ticaretle iş görmüyor. O, Türkiye pazarına daha başka kollarla da bağlıdır. Bir sürü inşaat, taahhüt, sipariş, alacak verecekleri vardır. Alman bankaları ve şirketleri Türkiye’de sinek avlayacak değil ya.

Faşist Almanya, Türkiye ile alışverişi artırdıkça dişlerini de göstermeye ve Kemâlistlere söz geçirmeye başladı. Alman büyükelçiliğinin protestosu ile antifaşist yayınlar toplattırıldı. Gazetelerde “Türkiye, Sovyet-Fransız Paktına İştirak edecek” şayiaları çıkınca, Alman faşist gazeteleri şu tehdidi yükseltti: “Sovyet-Fransız paktı Almanya’nın aleyhine çevrilmiş olduğundan Türkiye Almanya ile ciddi bir anlaşmazlığa girmeye asla cesaret edemez.” Fıçı göbekli Yunus Nadi 23 Temmuz 1936 tarihli Cumhuriyet’te buna şu karşılığı veriyor: Almanya bizimle kocaman bir cihan savaşında silâh arkadaşlığı yapmış bir millettir. Eski silâh arkadaşımız. […] Almanya’yı rencide etmek için bir sebep yoktur.”

Evet, Yunus Nadi ve Kemâlist burjuvazi Alman faşistlerini “incitmek” istemiyor. Evet onlar, bir avuç ihracat tacirinin kazançlarına zarar gelmesini hiç istemiyorlar. Evet, onlar, Alman sermayesinin Türkiye’deki cephesine asla dokunmak istemiyorlar.

Fakat, Türkiye’nin işçisi, emekçi halk kitleleri Alman faşizminin Türkiye’ye uzanan soyguncu kanlı ellerine ağır darbeler indirmek istiyor. Alman faşizmine karşı Türkiye proletaryasında Yunus Nadi nezaketi yoktur. Türkiye proletaryası ve emekçi halk kitleleri kanlı Alman faşizminin düşmanıdır. O, Alman proletaryasının silâh arkadaşıdır!

Türkiye proletaryası, ihracatçı bir avuç Türk tüccarının çıkarlarına hesabına Türkiye’nin istiklâlini faşist Almanya’ya peşkeş çektirmeyecektir! Bu uğurda çetin bir savaş yürütecektir.

Orak-Çekiç
TKP Merkezi Organı
10 Ağustos 1936
Kaynak

26 Ocak 2024

Devrimimiz Ahlak Yasamızdır

Haziran 1970’te, Ürdün’deki Batı destekli rejimin ülkede bulunan Filistinli mülteci kamplarını bombalamasının ardından Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Genel Sekreteri Corc Habeş liderliğinde, İsrail’in başlıca destekçileri ABD, Batı Almanya ve İngiltere vatandaşlarından oluşan bir grubu başkent Amman’daki iki otelde rehin aldı.

Rehinelerin serbest bırakılması karşılığında FHKC, bombardımanın sona ermesini ve Filistin direniş hareketinin tüm taleplerinin karşılanmasını talep etti. Rehineler birkaç gün sonra, 12 Haziran 1970’te güvenli bir şekilde serbest bırakılmadan kısa bir süre önce Habeş, Amman’daki Ürdün Intercontinental Oteli’nde onlara hitap etti ve grubun eylemlerini Filistin devrimci perspektifinden nazik bir dille izah etti.

Habeş’in aşağıda tamamı yayımlanan sözlerine, özellikle Filistin davasına sempati duyan, fakat Filistinliler dövüşmeye cesaret ettiklerinde dayanışmalarında tereddütler yaşayanlarca dikkatle kulak verilmelidir. Son dönemde Gazze’de FHKC’nin de içinde yer aldığı birleşik gruplar tarafından başlatılan eşi benzeri görülmemiş silâhlı direniş, Habeş’in gayet bir şekilde tarif ettiği bağlam dâhilinde anlaşılmalıdır.

Halkımız 22 yıldır haklarının iade edilmesini bekliyor ama hiçbir şey olmadı. […] 22 yıl süren zulmün, insanlık dışı muamelelerin, kimsenin bizi umursamadığı kamplarda geçen hayatın ardından devrimimizi korumaya sonuna kadar hakkımız olduğunu düşünüyoruz.

Mesajında ısrarla dile getirdiği hususlar, Habeş’in dediği gibi 22 değil, 75 yıl boyunca sefil koşullarda yaşayan ve eli kolu bağlı bir kurban olmaya sürekli olarak karşı çıkan Filistinliler için, aradan elli yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına karşın, hâlen daha somut ve canlı.

* * *

Yaptığımız şeyi neden yaptığımızı size açıklamanın görevim olduğunu düşünüyorum. Elbette, liberal bir bakış açısıyla baktığımızda, yaşananlar için üzgün olduğumu belirtmeliyim. Son iki üç gündür size kimi sıkıntılar yaşattığımız için özür dilerim. Fakat bunu bir kenara bırakarak, yaptığımız şeyi neden yaptığımızı anlayacağınızı, en azından anlamaya çalışacağınızı umuyorum.

Belki bizim bakış açımızı anlamak sizin için zor olabilir. Farklı koşullarda yaşayan insanlar farklı şekillerde düşünürler. Aynı şekilde düşünemezler. 

Filistin halkı olarak bizi ve düşünce tarzımızı uzun yıllardır yaşadığımız koşullar şekillendirdi. Buna engel olamayız. Çok temel bir gerçeği bildiğinizde düşünce tarzımızı anlayabilirsiniz. Biz Filistinliler, 22 yıldır, son 22 yıldır kamplarda ve çadırlarda yaşıyoruz. Ülkemizden, evlerimizden, topraklarımızdan sürüldük, koyun gibi sürüldük ve burada mülteci kamplarında insanlık dışı koşullara maruz bırakıldık.

Halkımız, 22 yıldır haklarının iade edilmesini bekliyor ama hiçbir şey olmadı. Üç yıl önce koşullar elverişli hâle geldi ve böylece halkımız, davasını savunmak için ele silâh alma imkânı buldu, haklarını geri almak, ülkelerine geri dönmek ve ülkelerini özgürleştirmek için savaşmaya başladı. 22 yıl süren zulmün, insanlık dışı muamelelerin, kimsenin bizi umursamadığı kamplarda geçen hayatın ardından devrimimizi korumaya sonuna kadar hakkımız olduğunu düşünüyoruz. Devrimimiz, bizim ahlak yasamızdır.

Devrimimizi kurtaran, devrimimize yardımcı olan, devrimimizi koruyan şey doğrudur, çok doğru, çok onurlu, çok asil ve çok güzeldir, çünkü devrimimiz adalet demektir, evlerimizi geri almak demektir, ülkemizi geri almak demektir ki bu çok adil ve asil bir amaçtır. Bu noktayı göz önünde bulundurmalısınız. Eğer bizimle şu ya da bu şekilde işbirliği yapmak istiyorsanız, bizim bakış açımızı anlamaya çalışın.

Sabah uyanıp bir fincan sütlü neskafe içmiyoruz ve sonra aynanın karşısında yarım saatimizi İsviçre’ye uçmayı ya da bu ülkede bir ay, öbür ülkede başka bir ay geçirmeyi düşünerek geçirmiyoruz. Amerika ve İngiltere’de sizin sahip olduğunuz binlerce ya da milyonlarca dolara sahip değiliz. Her gün kamplarda yaşıyoruz. Eşlerimiz sabah saat 10’da mı, 12’de mi yoksa öğleden sonra saat 3’te mi geleceği belli olmayan suyu bekliyor. Sizin gibi sakin olamayız. Sizin düşündüğünüz gibi düşünemiyoruz. Sizin gibi sakin olamayız. Sizin düşündüğünüz gibi düşünemiyoruz.

Bu koşullarda bir, iki ya da üç gün yaşamadık. Bir hafta değil, iki hafta değil, üç hafta değil. Bir yıl değil, iki yıl değil, tam 22 yıl boyunca o çileyi çektik.

İçinizden herhangi biri bu kamplara gelip bir iki hafta kalsa sarsılır. Etkisinden kurtulamaz. Yaşayacağı koşullardan bağımsız olarak düşünemez ve işlerini halledemez.

Üç yıl önce devrimimiz başladığında, devrimimizi vurmak için pek çok girişim planlandı. Aslında sizin de çok iyi bildiğiniz tarih olan 1967 Haziran’ından sonra tüm askeri örgütler yola koyuldular ve gözlerini işgal atındaki topraklara diktiler. Fakat devrim devam ederken, düşmanlarımız olan pek çok güç bu devrimi yenmek için pek çok plan yaptı. Amerika bize karşı. Biz bunu çok iyi biliyoruz. Bu gerçeği iliklerimize kadar hissediyoruz. Bize karşı olduğunu geçen yıl Amerikan savaş uçağı Phantom’ların düşmana sunduğu yardım sayesinde gayet iyi anladık. Amerika, devrimimize karşı. Devrimimizi ezmek için çalışıyor. Ürdün ve Lübnan’daki gerici rejimler üzerinden devrimimizi ezmek için uğraşıyor. Amerika 4 Kasım 1968’de devrimi ezmeye çalıştı.

Buna rağmen biz buradaki eylemlerde asıl hedefimiz işgal altındaki topraklardı. Devrimi ezmek için çabayı 4 Kasım 1968’de ortaya koydular. İkinci girişim dört ay önceydi, 10 Şubat’ta ve geçen hafta boyunca ortaya konulan girişimse üçüncüsüydü.

Düşman aslında her gün bizi ezmek için uğraşıyor. Bu bahsini ettiğim tarihler sadece ortaya koydukları çabanın zirveye ulaştığı, belirli bir seviyeye geldiği momentler. Her seferinde insan kaybediyoruz, kan kaybediyoruz, kurbanlar veriyoruz. 10 Şubat’ta en az elli kadar kayıp verdik.

Gerici rejimin devrimi parçalamaya yönelik bu üçüncü girişimi konusunda şu söylenmeli: burada Ürdün’de yaşayan insanlar gayet iyi biliyor ki çatışma sürecini gerici rejim başlattı. Ürdün’de yaşayan herkes bunu çok iyi biliyor. Devrimimizi yalanlar üzerine kuramayız. Ben, burada gerçeklerden bahsediyorum.

Geçen Cumartesi günü burada, Amman’da bir olay yaşandı. Pazar günü Zerka’da bir olay oldu ve ardından olaylar alevlendi. Bu kez, açık konuşmak gerekirse, bu girişimin, en azından kendi bakış açılarına göre, son girişim olduğunu düşündük. Demek istediğim, bu kez fedakarlıklar ne düzeyde olursa olsun devrimi parçalamaya kararlı olduklarını anladık.

Çekilen tüm acıları, onca zulmü, halkımızı ve içinde yaşadığı koşulları, dünyanın davamıza bakarken geliştirdiği görüşteki soğukluğu anımsayınca onların bizi ezmesine izin vermeyeceğimizi gördük. Kendimizi ve devrimimizi her yol ve araçla savunacağız. Çünkü, tam da size dediğim gibi, devrimimiz bizim ahlak yasamızdır. Devrimimizi koruyan her şey doğru olacaktır. Bizim düşünce tarzımız budur. Bu sebeple kazanmamız gerektiğine karar vererek karşı planlar yaptık.

Bu plandaki maddelerden biri de burada yaşananlardı. Burada gerici rejime, Amerika’ya ve tüm güçlere baskı yapma hakkımız olduğunu ve bunun elimizde bir koz olacağını düşündük. Çok açık konuşuyorum ve açık konuşmak zorundayım ve size bir şey söylemek zorundayım. Biz gerçekten kararlıydık. Şaka yapmıyorduk.

İşler ve koşullar olması gerektiği gibi gittiği için çok mutluyum çünkü, açık söylemek gerekirse, bizi kamplarda ezmeleri durumunda, tüm bu binayı ve Philadelphia’yı [Otel] havaya uçurmaya tümüyle kararlıydık. Bunu yapmaya gerçekten kararlıydık: Neden mi? Çünkü bizi burada Amman’da ezseler bile devrimimizin devam edeceğini biliyoruz ve hükümetlerinizin şu andan itibaren Cephe’nin söylediği her sözün arkasında duracağını bilmesini istiyoruz.

Bu oteli ve Philadelphia Oteli’ni tek bir şartla ve tek bir durumda havaya uçurmaya karar vermiştik. Sinirlerimize hâkim olmak için çok istekliydik. Sinirlerimize hâkim olmak için çok istekliydik. Onlar tanklarıyla, toplarıyla, uçaklarıyla bizi ezmeye fazlasıyla kararlıydılar. Siz bizim halkımızdan daha iyi değilsiniz. Son olaylarda 500 civarında kayıp vardı ki bu, oldukça düşük, asgari düzeyde bir sayı.

Dün sadece bir hastaneye uğrayabildim, orada doktorlar hastanede 280 yaralı, 60 ölü olduğunu söylediler. Ölenlerin her biri savaşçıydı.

Bayanlar ve baylar,

Köşeye sıkıştırılmadığımız ve koşulların bu yönde gelişmesi halinde yapmaya kararlı olduğumuz her şeyi yapmak zorunda bırakılmadığımız için şimdi kendimi çok rahatlamış hissediyorum.

Liberal düşünce tarzını biliyorum. Hem de çok iyi biliyorum. Sizi ikna etmenin ne kadar zor olacağını da biliyorum. Bazılarınızın şu anda şöyle diyeceğini biliyorum: “Bu koşullarla benim ne alakam var? Bu çok adaletsiz, çok haksız, kaba ve bencilce.” Pekâlâ.

Esasen insanların düşünce tarzlarını ve ahlak kurallarını içinde yaşadıkları koşullar belirler.

Cephe’nin himayesinde otelde bulunduğunuz süre boyunca size en iyi şekilde muamele edilmesini sağlamak için elimizden gelenin en iyisini yaptık. Umarız başarılı olmuşuzdur.

Neticede hayatımızda ilk kez otel işletiyoruz. Adamlarımızın savaşmayı çok iyi bildiklerinden eminim, ama oteli yönetme konusunda ne kadar iyilerdi, bilmiyorum. Ama talimatlar çok açıktı. Umarım bunda başarılı olmuşlardır. Sinirlerimize hâkim olarak size her zaman yardımcı olduğumuzu düşünüyorum. Önceki gün Vahdet Kampı yarım saatten fazla bombalandı. Herhangi biriniz Vahdet Kampı’na gidebilir, saldırıdan etkilenen yerleri görebilirsiniz. Böyle bir zamanda insanın aklına infaz etmenin gelmesi gayet doğal aslında. Ama gene de bizim sinirlerimize çok iyi hâkim olduğumuzu söylemeliyim.

Bayanlar ve baylar,

İngilizcemin kusuruna bakmayın. Kişisel olarak sizden özür dilediğimi söylememe izin verin. Üç ya da dört gün boyunca yaşadığınız sıkıntılar için özür dilerim. Fakat devrimci bir bakış açısıyla, yaptığımız şeyi yapmaya çok ama çok hakkımız olduğunu düşünüyoruz, böyle düşünmeye de devam edeceğiz.

Corç Habeş
12 Haziran 1970
Kaynak

25 Ocak 2024

Fiyasko ya da Aç Tavuk: Değirmen, Buğday, Un


KESK “olağan” kongresi, 19-20-21 Ocak’ta Ankara’da tamamlandı. Yeni yönetim ve kongrede öne çıkan başlıklar tartışmaya açıktır.

Öncelikle yeni yönetim oluşturulurken, iki yöneticinin Eğitim-Sen genel merkezinden değil, şubelerinin yönetiminden geldiği görülüyor. Özellikle iki yıl önce İstanbul’da 180 üye kaybederek bir önceki yıla göre düşüşe geçen tek sendika, Eğitim-Sen oldu, fakat bunun ne bir özeleştirisi verildi ne de bu konu hakkında bir açıklama yapıldı.

Şahıslardan bağımsız olarak yönetici konumu esas alınıp tartışma yürütülecek olursa, ki öyle olmalı, ilgili yöneticilerin bağlı olduğu şubede hangi sendikal politikayı hayata geçirip iş yerleriyle bağ kurduğu sorgulanabilir. Eğitim-Sen genel merkez seçiminde aday olmayıp KESK’e geçmek de bir geleneğe dönüştüğünden KESK’e 3+3 yıl süresine doldurduklarında Eğitim-Sen genel merkezine geçiş yapabilirler. Böylece 12 yıl “profesyonel” sendikacılık yaparak iş yerlerinden kopuk şekilde emekli olmak mümkün.

Şu an Eğitim-Sen’de altı yılını dolduran bir yönetici KESK yönetimine geçti, daha önce de benzer durumlar yaşandı. Teknik yönden KESK’in geldiği durum bu.

Sendikalarımızı, genel oy hakkını yerellerde uygulamayan ve ısrarla bunu görmezden gelen sendikal anlayışların kurduğu ittifak “yönetiyor”. Kendi içinde demokrat olmayanlar, KESK’i demokratik mücadelenin önemli merkezi sayıyorlar.

Eğitim-Sen üyelerinde hem genel merkez hem de konfederasyon kongreleri için herhangi bir heyecan ve gündem oluşmadı. Ne şubelerde kongrelere dair talepler tartışılıp öne çıkan başlıklar talep olarak sunuldu ne de buna yönelik iş yeri ziyaretleri gerçekleştirildi. Online sendikacılık yapıldığı hâlde buna yönelik basit bir Google form anketi bile düzenlenmedi. Üyede heyecan yok çünkü umut ve güven yok. Bunun temel nedeni, güveni ve umudu aşılayacak olan sınıf bilinci ve kültürüyle sendikacılık yapılmaması.

KESK kongresinde hemen her başlık konuşuluyor. Neredeyse bir parti kongresinde bu kadar çok konunun gündeme getirildiği görülmemiştir. Her şey sadece bir şeyleri söylemekten ibaret, günlük yaşamda söylemin pratikle somutlaştırılması yok denilebilir.

Uluslararası ilişkiler başlığında Filistin halkının “amasız fakatsız” yanında olunması gerektiği söyleniyor. Söylemekle bir şey kaybedilmiyor, sadece kaydediliyor. Konuşmakla dünya değişmiyor. Filistin halkının yanında olan KESK’i 7 Ekim’den beri sokakta ve eylem alanlarında görmedik. Buna yönelik bir yürüyüş, konsolosluk önü açıklama, boykot çağrısı, gazete ilanı, açık mektup, yardım gönderme talebi ve daha yapılabilecek birçok şey yapılmadı.

KESK, askeri paktların gitgide genişlediğini iddia ediyor. Doğru, genişliyor. Bu iddiasını da Ukrayna’nın askeri pakta alınacak olması üzerine Rusya’nın işgali başlatmasıyla askeri pakta yeni ülkeler katılıyor ve bunu da “bir ironi” diyerek açıklıyor. O tam olarak ironi değil, tarihsel materyalizmin ilkelerini ve emperyalizm kavramını manipüle etmek demek. Şöyle düşünelim, işçiler greve çıkıyor fakat zor aygıtlarıyla karşılaşıyor. Sonra da zor aygıtlarının greve müdahale etmesine yönelik bir yasa kabul ediliyor ve hak arama mücadelesine yönelik şiddet yasal hale geliyor. Şimdi ne demeliyiz? İşçiler greve çıkmasaydı bu yasa da gelmeyecekti mi demeliyiz? Bu “ironi” mi oluyor?

“Aksa Tufanı başlamasaydı 11 bin çocuk katledilmeyecekti zaten siyonistlerin hedefi soykırımdı, bak o da gerçekleşti, bu da ironidir” mi demeliyiz? Bırakınız yapsınlar, geçsinler, ezsinler, sömürsünler yıksınlar anlayışını KESK tarihin yasası olarak algılatmayı hedefliyor. Bu anlayış Filistin’e de öyle bakıyor, ihraç edildiği için direnen üyesine de. Daha başka örnekler verirsek liberal anlayış daha da zararlı çıkar.

İran’daki toplumsal olaylarda sınıf dinamiğinin etkili olduğunu söylüyor fakat sadece oradaki slogandan dolayı İran’ı sahipleniyor. Filistinli kadınlar yaşam biçiminden dolayı Hamas’a karşı çıkan gösteriler düzenleseydi onlara ilk sahip çıkacak olan da KESK olurdu. Niyet okumuyoruz, verili gerçeklik esas alındığında Taliban başa geçince Afganistan akıllarına geldi, sonra da unutuldu. Şu an öyle bir gündemi yok KESK’in.

Emperyalizme ve askeri paktlara karşı olduğunu söyleyen KESK, Suriye’nin kuzeyine sahip çıkıyor fakat bu bölgedeki emperyalistlere ve onların kurduğu radar üstlerine dair tek sözcük sarf etmiyor. Ekoloji mücadelesi verdiğini söylüyor, “Akbelen” diyor fakat radar üslerini ekolojik tahribat olarak da görmüyor.

Barınma sorunu hakkında konuşuyor fakat KESK’e bağlı sendikalarda bu soruna yönelik ne bir komisyon kuruluyor ne de kiracı haklarını savunacak avukatlarla geçici süreli sözleşme imzalıyor. TMMOB ve DİSK ile birlikte sorunun çözümüne yönelik geliştirilen bir mücadele hattı bile yok. Ev kiraları bir asgari ücret tutarına ulaşmışken söylemde bile olsa hiçbir çözüm getirmiyor.

Salgın döneminde eşitsizliğin arttığını, aşıya ulaşmada da eşitsizlik yaşandığını, yoksulluğun derinleştiğini söylüyor fakat eve kapanmanın tek çözüm olarak sunulup balkonda 1 Mayıs kutlamayı sendikacılık sayan anlayış, doğrudan salgın döneminde bankaların yüzde sekiz yüz kâr yapmasına katkı sağlıyor. Aynı şekilde, TTB’ye kayyum atanmasına tepki gösteriyor fakat TTB salgın döneminde zaten kendine kayyum atamıştı. TTB üyelerinin özgür iradesiyle seçilen yönetime kayyum atanması anti demokratik bulunuyorsa o zaman siz neden aynı şekilde seçilmiş sendika şubesine kayyum atadınız? Doğru ya, değirmen sizin, buğday sizin, un sizindi değil mi? Aç tavuk hikâyesi de var, kendini buğday ambarında zanneden.

Şu an Almanya’da aşı tazminatları verilirken KESK de TTB de başka bir türküyü söylüyor. İnsanların günlük kazançla ayakta kalmaya çalıştığı ülkemizde temel ihtiyaçların karşılanmayacağını bildiği halde eve kapanmayı savunanlar, maaşlarının yatacağını bilmenin güvencesiyle hareket etti, evlerine paket siparişler verdi, kargosunu ve yemeğini kapıya bıraktırarak başta o karşılaşmak istemediği işçiyi yok saydı. Trendyol işçilerinin direnişini sahiplenmeleri sadece bir söylemden ibaret.

“Başta Kürt sorunu olmak üzere” diye söylem geliştirilen başlıkta güvenlik harcamalarının derin bir ekonomik krize neden olduğu iddia ediliyor. Bu da ekonomi-politiğe liberal bakışın sonucu. Güvenlik harcamaları gerçekleşmese ülkede sınıfsız sömürüsüz bir düzen mi oluşacaktı? Mesela çözüm sürecinde Soma gerçekleşmedi mi? Gezi gerçekleşmedi mi? Çedes ve Mesem’in hazırlığı olan 4+4+4 gerçekleşmedi mi? Çocuklarını fön makinesiyle ısıtmaya çalışan bir ana, başka bir odaya geçip intihar etmedi mi? Uyuşturucu çeteleri, onlara karşı çıkan gençleri katletmedi mi? Ataması yapılmadığı için intihar etmedi mi öğretmenler? TÜSİAD’da halay çekmedi mi radikal demokratlar?

KESK kongresinde emekçilere dair hiçbir gelişme yaşanmadı. Radikal demokrat partiler ve onların ardına takılanlar kongreyi selamladı, konuşmalar yapıldı, yüce söylemler geliştirildi; ihraç edilen üyelerin durumu görüşülmedi, barınma sorununa dair nasıl bir mücadele hattının hayata geçirileceği belirlenmedi, kamudaki güvencesizleşmeye dair mücadele takvimi belirlenmedi ama her şey konuşuldu.

Akvaryumdaki balık gibi turun yarısı tamamlanınca baştan aynı yol takip edildi, ediliyor. Geçmişin mirası da tüketildi. STK’cılığa devam sözü verilerek egemenlere, burjuvaziye, emperyalizme güven verildi.

Değirmenin elinde olduğunu sananlar buğdaya sahip değil, o yüzden havanda dövebilirler ama son sözü yine emekçiler söyleyecek çünkü değirmensiz de buğdaydan un çıkarılacak yolu emekçiler bulur. İmkân dâhilinde ve gündemde olmayana hazır olan sadece işçi ve emekçilerdir, sınıfsız sömürüsüz düzen de yine bizim ellerimizde size rağmen.

S. Adalı
25 Ocak 2024