Kapitalizmin
ve emperyalizmin ilerleyişi karşısında ellerini ovuşturanlara, toy düğün edenlere,
bir de yalandan timsah gözyaşı dökenler, ağıtçılık yapanlar eşlik ediyor.
Bunlara kanmamak gerekiyor.
Bu
ağıtçılar, olanı biteni az çok anlıyorlar, anlatıyorlar, üretim güçlerindeki
gelişimden bahsediyorlar, yaşanan yıkımı ve zulmü görüyorlar, onlara kapitalizmdeki
ilerlemeye göre biraz daha vurgu yapıyorlar, ama sadece ağıt yakmakla yetinip,
o ağıtla belirli kesimlerde ve kendilerinde vicdani arınmayı sağlamaya çalışıyorlar.
Bu solcular, “1900 filmindeki toprak ağasının züppe oğlu kıvamında.
Marabayı acıyarak seviyor, o sevgiyle çarkları döndürüyor.”[1]
Bu
ağıtçı solcular, özellikle pandemiyle birlikte işleyen süreci görüyorlar,
değişimleri, dönüşümleri tespit ediyorlar, bir yandan da proletarya için ağıt
yakıyorlar. Düğüncüler onun öldüğünü açıktan, ağıtçılarsa örtük olarak kabul
ediyorlar. Düğüncüler, proletarya denilen kirli yabani yükten kurtuldukları
için sevinirlerken, ağıtçılar, ölümünü resmen kabul edip, proletaryanın
arkasından son güzel cümlelerini diziyorlar. Düğüncüler de ağıtçılar da
proletaryanın ölüp bittiği tespitinden hareket ediyorlar. Her ikisi de yaşanan
seçim yenilgisinin ardından, bugün “gerici halk kitlelerini anlamak lazım,
onlarla temas kurmak gerek” diyor.[2] Gene yalana sığınıyorlar.
Düğüncüler
gibi ağıtçılar da robot savaşçılara ve robot işçilere boyun eğiyorlar. Gerçek
savaşçılara ve gerçek işçilere ancak acıyarak bakabiliyorlar. Esasında yaşanan
dönüşümü çatalsız, çapaksız, çelişkisiz bir yerden sahipleniyorlar, ona uyum
sağlıyorlar. Bu dönüşüme uyum da esasen meslekî ideolojilerinin bir emri. O
ideolojiler, bugün arınıklığı, sterilliği, hijyeni ve yalnızlığı telkin ediyor.
Ezilenciler
düğüncü; işçiciler ağıtçı oluyorlar. İkisine de kanmamak gerekiyor. Ezilenci,
kendi demokrasi mücadelesinin kıymete bineceği günün nihayet geldiği için
sevinirken, işçici, aslında proletaryaya değil, sendikalarda kıymet gördüğü
eski güzel günlere ağlıyor. İşçinin sayısına bakanlar, bireyin ağırlığına
teslim oluyorlar. Bireyin envai çeşit kimliğiyle, ons cinsinden değerinin
yükseldiği koşullarda, ucuz mal olarak görülen proletaryanın değersizleşmesine
üzülüyorlar. Ağıtçı işçiciler, dere kenarlarına o malı dökerken, lütfedip, biraz
da gözyaşı döküyorlar.
Ezilenciler, Lenin’in ifadesiyle, anarşist sapmaya meyilli iken; işçiciler sendikalist sapmaya meyilliler. Ezilenciler, ideolojiyi meslek kılarken, işçiciler mesleklerini ideoloji olarak görüyorlar. Bu sapmalarla mücadele etmeden, komünist hat açılmıyor.
Komünist partisi ve devrim arasındaki bağ, pahada ağır
birey üzerinden kopartılıyor. O bireye alan açmak için komünist partisinden ve
devrimden vazgeçiliyor. Tüm kimlikçi edebiyat, o birey için gündeme geliyor. Düğüncüler
de ağıtçılar da birey eksenli düşünüp hareket ediyorlar.
“Solculuk, son on yıl
içerisinde gelişme kaydetmiş, son birkaç ay içerisinde ise merkeze oturmuştur. Sol,
en nihayetinde işçi sınıfına onu aşağılık gören üyeleri nezdinde herhangi bir
hayrı olmayacak bir yoldur.”[3]
İşçi
sınıfını aşağılık kabul eden sol, “sınıfsal güçle alakalı dinamiklerin
varolmadığı hayal âlemine” ait kavramlarla düşünüyor. Bugünlerde küçülmeciliği
savunuyor. Üretim güçlerinin gelişim seviyesinin sosyalizm için ihtiyaç duyulan
seviyeye geldiğine inanıyor.[4] Bu inanç çerçevesinde kapitalizmi ve güç
ilişkilerini onaylıyor, mutlak kabul ediyor. Bu kutsama ve yüceltme çabası, sol
içerisindeki meslekî ideolojilerle ve ideoloji mesleğiyle alakalı.
Gereksiz,
atıl, fazla görülmemek isteyen küçük burjuvalar, efendilerinin kendilerine
ihtiyaç duymalarını sağlamak için türlü taklalar atıyorlar. İlkin proletaryayı
hançerliyorlar. Birey için proleter feda ediliyor. Buna sevinen de üzülen de
bir.
Lenin,
her fırsatta “anarşist-sendikalist sapma”dan bahsediyor.[5] Her kriz momentinde
küçük burjuvanın efendisinin yanına koşma eğilimi gösterdiğini söylüyor. Belki
de Engels, “her on yılda bir bu anarşistlerle dövüşmek lâzım” lafını, krizlerin
on yıllık döngüselliğine atıfta bulunarak ediyor.
Savaş
ve kriz momentinde küçük burjuvazi, anarşist-sendikalist sapmaya uygun hareket
ediyor. Bu iki sapma, sosyalist hareketi ele geçiriyor.
Sendikalist
sapma, esasında her türden meslekî ideolojiyi, gerçekliği o ideoloji önünde diz
çöktürme çabasını ifade ediyor. Anarşist sapmada ideolojinin kendisi meslek
iken; sendikalist sapmada mesleğin kendisi ideoloji.
Özellikle
Sovyetler’in dağıldığı günden beri sosyalist siyaset, anarşist ve sendikalist
sapmanın muhtelif türevlerinin tahakkümü ve tasallutu altında. Dolayısıyla,
halk, işçi ve ezilen, gerçek bir komünist hareketle tanışma imkânı bulamıyor.
Sendikalist ve anarşist sapma, yüz küsur yıldır komünist hareketle mücadele
ediyor.
Bu
sapmaların nüfuzu altında olan solculara göre üretim güçleri değişiyor, sol
örgütler de mecburen, hayatta kalmak için bu değişime ayak uyduruyorlar. Kendi
teslimiyetlerine ve uzlaşmacılıklarına üretim güçlerci kurgu üzerinden kılıf
örüyorlar. Teorik âlemden politika alanına Zeus yıldırımları
yağdırabileceklerini sanıyorlar. Tanrı pozu kesiyorlar. Üretim güçleri gibi,
üretim güçleriyle ve üretim güçleri olarak düşünüyorlar. Bu teorik “maraz”,
politikayı ele geçiriyor. Genel süreci, zemini ve gerçeği anlamak için
geliştirilmiş bir kavram, bizatihi politik faaliyetin, diyalektiğin ve maddenin
yerini alıyor, her yerde ve her zamanda o konuşuyor.
DSİP,
Birikim gibi tasfiyeci müdahaleler, yeni askerlerini yetiştiriyor. Söz konusu “üretim
güçleri” kavramı, ya meslek olarak ideolojiyi ya da ideoloji olarak mesleği
inşa etmek, ayakta tutmak için kullanılıyor.
Thatcher
dönemini analiz eden bir çalışmada, dönemi tartışan sol akademisyenlerin
bölündüğünden, bir tarafın emeğe, diğer tarafınsa sermayeye odaklandığından söz ediliyor.[6] Emek-sermaye çelişkisine kimse bakmıyor. Herkes, aslında küçük burjuvazinin
emek-sermaye çelişkisinin etkilerinden, çapaklarından, zararlı yanlarından
kurtulma çabasında ne tür görevler üstleneceğini tartışıyor.
Seksenlerde
“işçi sınıfı öldü, yaşasın robotlar” diyen Çetin Altan, altmışlarda, “burjuva
sınıfının haksız egemenliğini törpüleme mücadelesi” verdiklerini söylüyor.[7] Aybar
da benzer bir tespit yapıyor. O yol, bugüne uzanıyor.
Emek-sermaye
çelişkisi tespit ediliyor, cumhuriyet veya demokrasi bütünlüğünden, onun ilerlemesinden hayata bakanlar, o
çelişkinin açtığı yaraları kapatmayı sosyalistlik diye yutturuyorlar. Marx da
Lenin de baş aşağı çevriliyor. Aybar ve Altan soyundan gelenler, partinin
işinin emek-sermaye çelişkisinin topluma olan etkilerini hafifletmek olduğunu
söylüyorlar. Bu gelenek, bugün TÜSİAD’la Türkiye Yüzyılı Çalıştayı düzenleyen
DİSK’te devam ediyor.
Tekelci
plan-projeye karşı kısmen liberter, liberal veya anarşist tepkiler
geliştirenler de proletaryadan yanaymış gibi poz kesiyorlar, ama aslında ona
kuzu postuyla yaklaşmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Kurt, gene kurtluk
peşinde. O kurtluk da proletaryanın devrim ve iktidarla ilişkisini kesmekle
alakalı.
O
kuzular, ağıt yaktıkları yıkım süreci karşısında, “evet ama normal olan da
İstanbul’a gelenin geri dönmesiydi. Boşaltacaksın bu şehri. Tabii insanların
evlerine çökmeden yapacaksın bu işi” diyor. Tıpkı, 1936’da Dersim harekâtına
destek veren TKP yöneticileri gibi konuşuyorlar. “Ülkenin ilerlemesi uyarınca
askerî harekât lâzımdı, ama toprak da köylüye verilseydi, iyi olurdu” diyorlar.[8]
Basitçe cumhuriyetin feodalizmden kapitalizme geçişi hızlandıran bir müdahale
gerçekleştirdiğini, operasyonun hayırlı olduğunu düşünüyorlar, sadece eksikleri
dillendirmekle yetiniyorlar. Her moment, her gelişme, her olay, kapitalizmin
ilerlemesi üzerinden, olumlanarak okunuyor. Ağıtçılar olumsuza, düğüncüler olumluya
bakıyorlar, ama ikisinin de kapitalizmdeki ilerlemenin hayırlara vesile olacağı
inancı hâkim. Marx’ın kuram ve yöntem bağlamında, dinamikleri ve yapıları
anlama çabası, bireysel çıkarlar uyarınca istismar ediliyor. Küçük burjuva,
sınıfsal çıkarı gereği, odaklanması gereken yere odaklanıp orası gibi, orası
olarak ve orasıyla düşünüp konuşuyor.
Pandemi
döneminde ve sonrasında kuryelerdeki artışla ilgili olarak bu küçük
burjuvalıktan beslenen bir dil ve akıl devreye sokuldu. Bu dilin ve aklın
sahiplerinin tek derdi, çelişkinin, kapitalizmin hamlelerinin toplumda açtığı
yaraları gizlemek, bandajlamaktı.
Küçük
burjuvazi, toplumsal yarılmada politik devrimci olanın iktidar yürüyüşüne
tahammül edemiyor. Ezilenciler de işçiciler de kırk yıldır “iktidar bizi
yozlaştırdı” lafına farklı açılardan örgütleniyorlar. İlerlemeci perspektif,
kapitalizmin ideologları, burjuvazinin askerleri vura vura öğretti iktidardan uzak
olmanın güzelliklerini ve nimetlerini. Şimdi o solcular, çektikleri reklâmlarda
utanmadan sermaye adına konuşup burjuvazinin kimi gerçeklerden ve sorunlardan
kaçıp kurtulmak için[9] öne çıkarttığı teknolojiye methiyeler düzüyorlar, o
kaçıp kurtulanlar için “iyi yaşayanlar kulübü” kuruyorlar. Bu kulüp, yoksullara,
proleterlere ve ezilenlere karşı yürütülen savaşın karargâhı. Oraya girmek için
yarışan, mülküne sarılansa düşman askeri.
O
kulübe yaranmaya çalışan solcular, öfkeyi nesnellikten ve kolektiften kopartıyorlar.
Öfke, bireysel anarşist edimlere kapatılıyor. Kitlenin, kitledeki öfkenin
nesnel-kolektifle ilişkisinde örgütlenmesi için tek bir adım bile atılmıyor.
Kişisel düzlemde her görev savsaklanıyor, savuşturuluyor, ama vicdan temizleyici
işlere illaki imza atılıyor.
Sendikalist
ve anarşist sapma, bilhassa pandemi yasaklarına ve tedbirlerine karşı
geliştirilen söz ve eyleme de sızıyor. Bireyleri meslek olarak ideoloji veya
ideoloji olarak meslek üzerinden ele geçiyor, kitlelerin, korkunç barbar ve
yabani halk kitlelerinin içine asla girilmiyor.
Gorki,
küçük burjuva ideolojisine yönelik eleştirisinde küçük burjuvanın “her düğünün
gelini, her cenazenin ölüsü olmak istediğini” söylüyor.[10] Yüz yıl sonra o küçük
burjuva, her düğünün düğüncüsü, her cenazenin ağıtçısı olmanın derdinde.
Gene
bir komünist şaire atıfla, burada bu kişilere karşı yapılacak şeyse belli:
“Ne ah
edin dostlar, ne ağlayın!
Dünü bugüne
Bugünü yarına bağlayın.”[11]
Eren Balkır
29
Temmuz 2023
Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Ehlikeyf”, 21 Mayıs 2020, İştiraki.
[2]
“Sosyalist Hareket, Özeleştiri ve Yeniden İnşa”, 25 Temmuz 2023, Sendika. Aynı dosyada “sosyalist
mücadelenin öznesi sosyalistler değil, halk ve sınıftır” diyen ayşe düzkanın
ömrü, o halk ve sınıfla mücadele etmekle geçti.
[3]
Samuel Bate-Francis, “Solculuk ve Şizofreni”, 26 Ağustos 2020, İştiraki.
[4]
Matt Huber, “Degrowth Debate”, 14 Temmuz 2023, App.
[5]
V. I. Lenin, Collected Works, Cilt 32, Progress Publishers, Moskova
1973, s. 245-258.
[6]
Alexander Gallas, The Thatcherite Offensive: A Neo-Poulantzasian Analysis,
Brill 2016, s. 275-279.
[7]
Çetin Altan “Sosyalist Örgütün Önemi”, Ant dergisi, Sayı: 33, 15 Ağustos
1967, s. 5, Tustav.
[8]
Eren Balkır, “Hibrit”, 5 Mayıs 2017, İştiraki.
[9]
Douglas Rushkoff, “En Zenginlerin Bekası”, 5 Temmuz 2018, İştiraki.
[10]
Maksim Gorki, Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi, MIA.
[11] Nâzım Hikmet, “Şeyh Bedrettin Destanı”, Bütün Şiirleri, YKY, 4. Baskı, Nisan 2008, s. 525.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder