Başında Giorgia Meloni’nin bulunduğu İtalya’nın
Kardeşleri partisinin sırtını güçlü bir faşist nostaljiye yasladığına hiç şüphe
yok. Parti, yapılacak seçimlerle ilgili anketlerde birinci sırada çıkıyor. Kadroları
büyük ölçüde 1946’da Mussolini taraftarlarınca kurulmuş olan İtalyan Toplumsal
Hareketi isimli partinin tabanından geliyor.
Meloni de zaten bu partinin Gençlik Cephesi isimli gençlik
örgütünün lideriydi. Partinin ismini hükümette yer alabilmek adına Gianfranco Fini
tarafından Milli İttifak olarak değiştirmesiyle, örgütün adı Gençlik Eylemi
oldu.
Milli İttifak, 1994’te İtalyan sağını faşist nostaljinin
o dar ufkundan kurtaracak, böylelikle liberal-muhafazakâr yaklaşımın önünü açacak
güç olarak takdim edildi. 2012’de kurulan İtalya’nın Kardeşleri partisi, bu yaklaşımın
yanlış olduğunu düşünerek, tövbe edip baştaki faşist çizgiye geri döndü.
Partinin simgesi faşizmin mirasına atıfta bulunuyordu. İtalyan bayrağındaki üç
renkte yanan bir alev, Mussolini’yi ifade eden tabutun üzerinde yanmaktaydı.
Bir Propaganda Formülü Olarak Antifaşizm
Ülkenin bugün faşistleştiği süreç, tabii ki görmezden
gelinemez. Ortada iyimser olmak için herhangi bir sebep de bulunmuyor. Seçimde Meloni
başa geçsin ya da geçmesin, öngörülemez olan, güçlüklerle dolu bir sürecin bizi
beklediği açık.
Fakat bence asıl sorun, başka bir yerde aranmalı. Korku
ve nostajinin kendisinden daha önemli bir öze ve nesnelliğe bakmalıyız. Sağ siyaset
içerisindeki devamlılığı ve İtalyan toplumundaki belirli kesimlerdeki
sürekliliği dikkate alırsak, ilk elden meclis seçimleri aracılığıyla ülkenin
faşizme dümen kıracağını söyleyebilir miyiz? Bir diktatörlüğün eşiğinde miyiz? Önümüzdeki
süreçte partiler yasaklanacak mı, sansür ve özel hapishaneler gündeme gelecek
mi, azınlıklara ayrımcılık yapılacak mı, ırkçı yasalar çıkartılacak mı? Bazı
aydınların korkuyla dile getirdikleri gibi, faşizm tehlikesiyle karşı karşıya
mıyız? Özgürlükler ve huzur tehdit altında mı?
Ben, bu kanaatte değilim. Ama İtalya’da başka Avrupa
ülkelerinde aşırı sağ denilen kesimdeki dirilişin bu tür değerlendirmelere
sebep olduğunu da görüyorum.
Öncelikle “faşizm kapıda” diye bağıranların liberal
demokratik medya için propaganda faaliyeti yürüttüklerini söylemeliyim. Bu
kesim, Demokrat Parti veya merkez sola yakın duruyor. Bu türden kaba bir
basitleştirme ile muhalefet, gayrimeşru ilân ediliyor ve politika sahası iki
kampa ayrıştırılıyor. Böylelikle de sempatizanlar harekete geçiriliyor,
kararsız olan seçmenin faydalı olacak oyları kapılmaya çalışılıyor.
Ama bu yaklaşımın ümitsiz ve çıkışsız olduğunu görmek
lazım. Başarı şansı yok. Çünkü Meloni’nin yıldızının parlamasının sebeplerini,
faşist otoriterliğin veya liberalizme yönelik kitlesel husumetin artışında
değil, başka yerlerde aramak gerekiyor.
Şu husus hatırdan çıkartılmamalı: Gianfranco Fini’yi
görevden alıp Meloni’yi başa geçiren parti, sadece dört yıl önce nostaljik
olarak eski siyasete bağlı olan kitlesiyle, ancak yüzde 4,3 oy alabilen bir
partiydi. Onca faşist, bir yerlerde saklanmışlar da bugün ortaya çıkmaya mı
karar vermişlerdi? Madem İtalya, liberalizm karşıtı ve faşizme meyilli bir
ülkeydi, bu kitle, dün neden ortaya çıkmamıştı?
Oysa yeni olan bir şey yok. Milli İttifak, 1994’te
Berlusconi hükümetine girdiğinde, merkez sol medyadaki antifaşist çığlıklar,
bugünkü kadar işitilmemişti. Birkaç yıl sonra aynı merkez sol medya, Fini’ye makyaj
yaptı ve onu yeni Duçe olarak tanıttı. Hatta Fini, Berlusconi’den kopup AB ile
Avrupa Merkez Bankası’nın desteklediği Mario Monti hükümeti için yolu açınca, bu
medya, Fini’yi liberal demokrasinin kahramanı ilân etti.
Bugün de benzer şeyler yaşanıyor. Aynı politik güçler,
gene gururlanarak, kendilerinin liberal ve antifaşist olduklarını söylüyorlar. Ne
zaman bir gamalı haç görseler, Nazi faşizmini hatırlatıyorlar ve demokratik
meşruiyetten söz ediyorlar. Meclisteki oylama sonucu Ukrayna’daki paramiliter
unsurlara silâh verildiği koşullarda, İtalya’nın Kardeşleri üyeleri de aynı çuvala
atılıyor.
Bu liberaller, bizi İtalya’nın yüzde 24’ünün faşist
olduğuna, liberal düzeni yıkmak istediğine inandırmak istiyorlar. Bu parti, söz
konusu oyu faşist olduğu için mi aldı? Hayır. Bu seçim propagandasına kanmamak
gerek.
Meloni’nin faşistliğinden bahsetmenin siyasi
tartışmalarda bir karşılığı var. Bu ifade kullanılarak, partinin otoriterliğe
ve ayrımcılığa meyilli yapısı ortaya konulmak isteniyor. İfade, ciddiye alınıp
teknik bir açıdan anlaşıldığında ise bize oy miktarları konusunda boş boş
konuşmaktan başka bir şey kalmıyor. Bu mutlak düşmanın durdurulması için tıpkı
İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, geniş bir antifaşist cephenin kurulması
gerektiğini söylüyorlar.
Organik
Kriz
İtalya’nın
Kardeşleri partisi, dar bir faşist nostalji mekânı olmaktan çıkıp, bir kitle
partisi hâline geldi. Bu yükselişi liberal solcular, genelde faşizmin dirilişi
veya liberalizme yönelik reddiye bağlamında ele alıyorlar.
Oysa
partinin yükselişi, sınıfsal ilişkilere işaret eden, tümüyle farklı bir yapısal
dinamiğin ürünü. Ayrıca bu süreçte partinin muhaliflerinin de sorumluluğu var.
Partideki
yükselişin sebebini, İtalya’daki politik sistemin yüzleştiği, uzun süredir varolan
ve ciddi bir düzeye ulaşan organik krizde aramak gerekiyor. Bu krizde egemen
sınıf ve ona hizmet eden her renkten politik parti, ayrıca bunlara eşlik eden
ve ulusötesi kurumların görevlendirdikleri, ülkeye kurtarıcı diye gönderilip
kemer sıkma politikalarını ve borçları erteleme adımlarını dayatan teknokratlar,
doksanların başından beri toplumun önüne istikrarlı bir liderlik örneği
sunamadılar. Ardından da 2008’de dünya kapitalizmi ekonomik krizle yüzleşti.
Bu
süreçte İtalya’da politik düzen, birbiri ardına gelen şoklara maruz kaldı. Böylece
sınıflar arasındaki denge bozuldu, politik sistem giderek sağa kaydı. Başka bir
ifadeyle, yirminci yüzyılın sonundan beri tanış olduğumuz bütünsel demokrasi
modelinin temelleri sarsıldı. Bu süreç yeni başlamadı, ayrıca sağın son
yükselişine ihtiyaç duymadan işledi. Ezilen sınıfların elindeki güç ve imkânlar
alındı. Alternatif olarak görülen, postmodern ve dışlayıcı demokrasi biçimleri
arayışına girildi.
Bu
kriz, sadece İtalya’yı değil, tüm Batı ülkelerini etkiledi. Bu süreçte orta
sınıflar ve küçük burjuvazi yoksullaştı. Başka bir ifadeyle, egemen sınıfın
artık koruyamadığı, geçmişte, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde bir ittifak
içerisinde birleşmiş olan toplumsal katmanlar, kendilerini korumasız
hissettiler. Çünkü bugün egemen sınıflar ancak kendilerini, o da bin bir meşakkatle
ve dertle koruyabiliyorlar. Artık egemen sınıflar, kaynakları dağıtamıyor,
uluslararası rakiplerle, hatta kendi kampı içerisinde bile sert mücadelelere
giremiyor. Birkaç yıl önce İtalya’da yaşanan ve kendisini komedyen Beppe Grillo
gibi isimlerin başını çektiği Beş Yıldız Hareketi ile içişleri bakanlığı yapan
Matteo Salvini’nin kurduğu Kuzey Birliği’nde karşılık bulan popülist isyan, bu
organik krizin bir sonucuydu.
Geleneksel
egemen sınıflar yenildi ve toplumsal dengesizlik arttı. Nüfusun büyük bölümünün
alım gücü düştü, önemli bir kısmı statü kaybına uğradı. Bu koşullarda, söz
konusu kesimlerin müesses nizamın kendilerine ihanet ettiğini düşünmelerinde ve
artık hiçbir liderlerinin bulunmadığına kanaat getirmelerinde şaşılacak bir şey
yok. Ayrıca internet üzerinden harekete geçen ve radikalleşen bu toplumsal katmanların
hayal kırıklıklarına ve güçsüzlüklerine çözüm bulmak için başka yerlere
bakmasına da şaşırmamak gerek. Bu insanlar, Laclau’nun “politik gösteren”
dediği, kendilerine hizmet edeceklerine inandıkları birini arıyorlar.
Bu
gösteren veya aktörün müesses nizamla ve onun ihanetiyle kirlenmemiş olması
gerekiyor. Bu sayede lider, halkla doğrudan ve ilk elden iletişim kurabiliyor. Bu
da kitle katılımını sağlıyor. Karmaşık sorunlara ilkel ve kaba çözümler sunan
bir hareket, lider veya aktör, tüm katmanların düşman kabul edeceği bir günah
keçisi belirliyor. Böylece toplumun tüm sorunların sorumluluğu o keçinin
sırtına yükleniyor, o suçlanıyor. Bu günah keçisi, bazen politik kast, bazen AB,
bazen Brüksel’deki teknokratlar, bazen tembel memurlar, bazen de göçmenler gibi
marjinal kesimler oluyor.
Bugün
İtalya’da ve Avrupa’da egemen sınıflar, ideolojik ve kültürel açıdan ilerici ve
soyut düzeyde de olsa evrenselci iken (ki bu noktada akla Avrupa kozmpolitizmi,
politik doğruculuk, sınıfı görmeyen, kadını güçlendiren girişimler, yoksullar
hilafına olan çevreci politikalar ve insan hakları meseleleri gelsin), bahsini
ettiğimiz yoksul ve öfkeli katmanlar, yüzlerini özgül olana işaret eden, yerlici,
muhafazakâr, egemenlikçi, sosyal şovenist akımlara çeviriyorlar. Üstelik bu
akımlar, o yoksul ve öfkeli katmanların çıkarları aleyhine olmasına rağmen, böylesi
bir meyil ortaya çıkıyor. Evrenselci ideolojiyle alakası olmayan, uzun zamandır
kıyıda köşede kalmış, medyanın güvenilmez ve tehlikeli unsurlar ortak takdim
ettiği, muhayyel ve müstakil cemaatin muhalif geleneksel değerlerinden yanaymış
gibi görünüyor.
Sol
Sağa Kayıyor
Popülist
isyan, hükümetteki güçlerin uyguladığı toplum karşıtı neoliberal politikaların
bir sonucudur. Demokrat Parti ve ortanın solu, krizi ciddiye almadı, ona
gerekli cevabı üretemedi, bu anlamda, yeniden dağıtımı ve toplumsal
politikaları öne alan bir yaklaşım öneremedi.
Günümüz
demokrasisinin dayandığı ana sütun olan refah devletini bizzat ortanın solu
yıktı. Dolayısıyla tarihsel solun bağrından çıkmış olan Demokrat Parti’nin liberal
demokrat çizgide ilerlemesi, asla bir tesadüf değil. Bugün bu parti,
zenginlerin ve eğitimlilerin partisi olarak görülüyor.
Yirminci
yüzyılın sonunda yaşanan tarihsel yenilginin ardından, solun sağa kaydığı
noktada orta sınıflar, yüzleştikleri kriz karşısında çözüm yolunu sağda buldular.
İtalya, bu anlamda gerçek bir sol seçenekten yoksun. Yani bu ülkede Soğuk Savaş’ın
sona ermesinden beri sınıf mücadelesinin aldığı yeni biçimlere ilerici bir yön
verecek ve toplumsal çelişkilerin derinleşmesi meselesiyle başa çıkabilecek bir
sol yok.
Bu,
tümüyle ekonomiyle alakalı bir mesele değil. Sol, kültür düzleminde de sağa
kaydı ve süreçten muzaffer çıkan mülk sahibi sınıfa yaltaklık etti.
Örneğin
vergilendirme, esasen önemsiz bir mesele değil. İtalya’da hâlen daha az da olsa
insanlar, artan oranlı vergilendirmeden yana. Buna karşın, geliri sabit ve
düşük olan kesim bile düz oranlı gelir vergisine sıcak bakılıyor. Bu, esasen
sınıfsal hâkimiyetin ve neoliberal sahtekârlığın somut bir ifadesi.
Bu
ülkede yoksullar, artık zenginleri finanse edebilecek durumda değil. Ama fiili
veya muhtemel birer yurttaş olarak yoksullar, egemenlerin fikirleri üzerinden
düşünüp hayal kuruyorlar. Oysa o fikirler, yoksulların çıkarlarına karşı.
İşçi,
kendisini küçük bir iş insanı olmayı hayal ediyor. Satıcı, tüccar olabileceğini
düşünüyor. Manav, elindeki işletmenin borsaya kaydolacağı günün hayalini kuruyor.
Herkes, girişimcinin iş ve servet meydana getirdiğini düşünüyor, ama kimse,
alternatif bir sistem hayal etmiyor.
Kültürel
çöküşü ve organik çürüme sürecini galiba en iyi bu gerçeklik ortaya koyuyor. Bunda
tarihsel solun da sorumluluğu var. Kendi felâketlerinden kurtulan sol, güç
ilişkileri karşısında liberalizmin sahasına koştu. O günden beri sol, düzenlemeden
muaf tutulan piyasa ideolojisini ve liberal mülk sahiplerinin bireyciliğini
savunuyor, reklâm ediyor. Bu ideolojinin devlete ve toplumsal sorumluluğa
düşman olduğunu bal gibi biliyor. Sol, alternatif bilinç biçimleri öneremiyor. Devleti
ve sorumluluğu çöpe atınca vergiler de anlamını yitiriyor. Böylelikle sol, dayanışma
üzerine kurulu demokratik bir arada yaşama tarzı ve refah için vergilerin sahip
olduğu önemi görmüyor.
Komplocular,
halk sınıflarının tam da bu sebeple eski sola ihanet ettiğini söylüyorlar. Oysa
sol, tarihsel düzlemde yenildi. Demokrasiye ait temel unsurların söküp
atılmasına katkı sunan sol, bugün ülkedeki gericileşme tehlikesinden şikâyet
ediyor.
Aslında
ortanın solu, kendi dilindeki propagandaya inanmıyor. Onu ciddiye almıyor. “Kapıya
dayanmış olan faşizm”i durdurmak için gerekli araçları elinin tersiyle itiyor.
Bu anlamda en azından Beş Yıldız Hareketi ile ittifak kurmuyor.
Beş
Yıldız Hareketi, Başbakan Mario Draghi hükümetinin devamına mani olduğu için
suçlu. Bu hükümetse neoliberal ajandayı büyük bir bağlılıkla uyguladı.
Neticede
sağın karşısına meşruiyetini yitirmiş neoliberal teknokratik ajanda ile
çıkmanın bir çözüm getireceğini düşünenler yanılıyor.
Muhtemelen
basın ve sol liberal liderler, Meloni’nin yıldızını daha da parlatacak ve 25
Eylül günü oylarını yüzde 65’in üzerine çıkartmasını sağlayacak. Zira bunların
uyguladığı yöntemler, ancak ideolojik açıdan yeterli birikime sahip olmayan birçok
insanın sağa oy vermesiyle sonuçlanacak.
Bu
anlamda, eğer gerçeği idrak etmek ve “Faşizm” teriminin aşınıp işlevsizleşmesine
mani olmak istiyorsak, mevcut tüm şartları dikkat alıp, ikide bir faşizmden dem
vurmaktan kaçınmalıyız. Eğer her şey faşistse, örneğin kimi solcuların dediği
gibi, pandemi önlemleri de faşistse, gerçekte faşizm diye bir şey artık yoktur
demektir.
Bizim
sosyalist hareketin tarihinden miras aldığımız Pavlovcu refleksi aşıp, her tür
muhalife, bize karşı olan herkese “Faşist” damgası vurma kolaycılığından
kurtulmamız gerekiyor. Sağı her zaman “Faşist” olarak nitelemeye hiç gerek yok,
çünkü sağ hep vardı, bundan sonra da olacak ve o, birçok farklı yüze bürünecek.
Biz de onun nerede bulunduğunu, ne kadar tehlikeli olduğunu anlamaya çalışacağız.
Bonapartist
Deneyler
Bugün
yirminci yüzyılın ikinci yarısından farklı bir durumdayız. O elli yıllık dönemde
liberal sistem içi arayışlara, çıkar çatışmaları üzerine kurulu demokrasi
denilen oyunda faşizme karşı liberallerle ilişki kurmaya ihtiyaç duyulmuyordu.
En
iyi hâliyle bugün Batılı egemen sınıfların yüzleştiği asıl sorun şu: bu
sınıflar, bir yandan postmodern liberal demokrasiyi istikrarlı bir biçime
kavuşturdular, ama aynı zamanda eski sömürge dünyasının küreselleşme bağlamında
yol açtığı sorunlarla uğraşmak ve onları çözmek zorunda kaldılar.
On
dokuzuncu yüzyılda oy hakkına kısıtlama getirilince liberal demokrasi anlayışı
ortaya çıktı. Bu anlamda aristokrasi üyeleri eşit kabul edildi. Egemenin yetkilerini
ve gücünü kısıtlama çabası dâhilinde işçilerden uzak duruldu, ama mülk sahibi
sınıfların eşit olduğu söylendi. Ücretiyle geçinenler, işçiler, bağımsız politik
mücadelelerini yükselttiler. Sosyalist partilerde örgütlendiler. Oy hakkının
kapsamı, ancak bu sayede genişledi. Kitleler, sürece bu şekilde dâhil oldu. Bu sürece
sömürgeci faaliyetler eşlik etti. Demokrasi, özele ve yerli olana işaret eden, “üstün
ırk”a vurgu yapan bir yaklaşım üzerinden ele alındı.
Bugün
genel eğilim, sandığa gitmeme yönünde. Bu ise Amerikan toplumunu model alan
neoliberalizmin programatik hedefi değil. Bugün kitleler, demokratik süreçlerden
dışlanıyorlar.
Buna
dair iki örnek verilebilir: Seçim listeleri, İtalya’da teslim edilirken, iki
meclisin birinde grup oluşturmayan veya vekiller meclisi ya da Avrupa
Parlamentosu’ndaki son seçime girmeyen partilerin Ağustos ortasına kadar 60.000
imza toplaması gerekiyor. Öte yandan, mecliste temsil edilen ve bu mevzuata uygun
durumda olan partiler, bu ağır şarttan muaf tutuluyorlar. Bu türden usule ilişkin
detayların yanında, 25 Eylül günü İtalyanlar, meclise girecek vekil sayısını
üçte bir oranında azaltan son anayasa reformu üzerinden oy kullanacaklar.
İtalyanlar, Eylül 2020’deki referandumda bu reforma onay verdiler. Burada amaç,
“politik kast” sistemini cezalandırmaktı, oysa reform, fiiliyatta söz konusu
sistemi güçlendirdi, neticede yurttaşlar, aslında kendilerine zarar vermiş
oldular.
Söylenenlere
göre, İtalya’da güç, önemli oranda belirli ellerde yoğunlaştı. Bu sürece
servetteki muazzam yoğunlaşma eşlik etti.
Eğer
sağcı partiler zafer kazanırsa, bilhassa meclisteki koltukların yüzde 65’inden
fazlasını alırsa, hiç şüphe yok ki bu gelişme, otoriterliğe meyilli bir anayasanın
oluşmasına yol açar, antifaşist direnişin ürettiği parlamenter cumhuriyetçi
yapı çöker, belki de başkanlık sistemi gündeme gelir.
Tabii
ki karşı çıkılması gereken, ciddi ve gerçek bir tehlikeden söz ediyoruz burada.
Ama şu da bilinmeli: bu tehlikenin sebebi, Meloni’yi iktidara taşıyan, gücün
yoğunlaştığı süreçte aranmalı. Bu yoğunlaşma sürecini ortanın solu ve liberal
demokratlar de beslediler. Bunu, getirdikleri reformlarla yaptılar.
Bu
anlamda, bugün karşı çıktıkları hasımları kendilerine çok fazla benziyor. Meloni,
başkalarının başlattığı işi yapacak. Başkalarının belirlediği amaç ve yöntemleri
radikal bir tarzda ve tutarlılıkla ele almaktan gayrı bir şey yapmayacak.
Ülkede
ortanın solu ile muhafazakârlık arasındaki farklılık silindi. Sol sağcılaştı. İnsan
haklarını iki yüzlü bir biçimde yüceltip toplumsal hakları ortadan kaldıranlar,
toplumsal hakları ve insan haklarını birlikte ortadan kaldırmaya niyetlenenlere
her zaman tercih edilirler.
Ülkede
bir faşistleşme süreci yok. Sadece Soğuk Savaş’ın sona ermesinden ve
liberalizmin zaferinden beri Bonapartist deneyler konusunda sunulan farklı öneriler
söz konusu. Hem politik hem de kültürel düzeyde sınıfsal düşmanlarından
kurtulmayı bilmiş olan (neo)liberalizm, mutlak formuna, yani egemenlerin
çıkarlarını sınırsızca ve kısıtlama olmadan ifade etme imkânına kavuşuyor. O saf
hâliyle liberalizm, soluyla sağıyla, yitip giden bir dünyanın kalıntısıydı. O, yeni
bir konuma ve tanıma sahip oldu.
Tarihsel
solun varisleri olan liberal evrenselciler de İtalya’nın Kardeşleri partisinin
sağın varisi olarak ait olduğu yerlici liberal muhafazakârlar da bu liberalizm
toprağına ait. Hepsi de modern demokrasiyi ve onunla alakalı eğilimleri
Bonapartist güç yoğunlaşması üzerinden yorumluyor. Sadece bir taraf, soyut
evrenselci bir yorum ortaya koyarken, diğer taraf, yerlici ve gerici bir dil
tutturuyor.
Bu
anlamda bugün mesele, faşizm ya da ülkenin faşistleşmesi değil, alternatifi
bulunmayan, kendi elindeki araçlarla hareket eden liberalizm. Bu liberalizm, soldaki
acziyetin sebebi. Geçmişte görüldüğü üzere, liberalizm, olağanüstü hâlin
gerekli kılması durumunda, istediği zaman otoriterlik yanlısı bir form kazanabilir.
Stefano G. Azzarà
23
Eylül 2022
Kaynak