Pages

30 Eylül 2022

Dünya İklim Deklarasyonu


İklim Acil Durumu Diye Bir Şey Yok


İklim bilimi daha az politik, iklim politikaları da daha bilimsel olmalı. Bilim insanları, küresel ısınma ile ilgili tahminlerindeki belirsizlikleri ve abartılı yönleri açık yüreklilikle ele almak zorundadırlar. Öte yandan, siyasetçilerse, aldıkları politik tedbirlerden elde etmeyi düşündükleri faydaları ve gerçek maliyetleri serinkanlılıkla hesap etmelidirler.

Isınmanın sebebi doğal ve insan kaynaklı faktörlerdir.

Eldeki jeolojik arşivin de ortaya koyduğu biçimiyle, dünyada iklim, gezegen varolduğundan beri doğal olan soğuk ve sıcak aşamalarından geçmiş, uzun zaman boyunca farklılık arz etmiştir. Kısa süren Buz Çağı, 1850 yılında sona ermiştir. Bu sebeple, bugün bir ısınma dönemini tecrübe ediyoruz ve bu, kesinlikle şaşırtıcı bir durum değildir.

Isınma tahmin edilenden daha yavaş ilerliyor.

Dünya, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin kendi modellediği insan kaynaklı müdahale temelinde öngördüğünden daha az ısındı. Gerçek dünya ile modellenen dünya arasındaki büyük fark, bize iklim değişikliğini anlamaktan henüz çok uzak olduğumuzu ortaya koyuyor.

İklim politikası yetersiz modelleri temel alıyor.

İklim modellerinin birçok eksiği var ve bunlar, politika araçları olarak kabul edilmekten çok uzaklar. İklim modelleri, sera gazlarının etkisini abartmakla kalmıyorlar, ayrıca atmosferin karbondioksitle zenginleştirilmesinin faydalı olacağı gerçeğini de göz ardı ediyorlar.

Karbondioksit, bitkilerin gıdasıdır, yeryüzündeki tüm hayatın temelidir.

Karbondioksit, asla kirletici değildir. Karbondioksit, yeryüzündeki tüm hayat için zaruridir. Daha fazla karbondioksit, doğa için faydalıdır, gezegenin yeşillenmesini sağlar. Havaya daha fazla karbondioksit katmak, dünyadaki bitki biyokütlesinin artmasını sağlar. Karbondioksit eklenmesi, ayrıca tarım için de kârlı bir adımdır, dünya genelinde mahsul miktarı bu şekilde artar.

Küresel ısınma, doğal felâketleri artırmadı.

Küresel ısınmanın kasırga, sel ve kuraklık gibi doğal felâketlerin yoğunlaşmasına neden olduğu veya bu olayların daha da sıklaşmasını sağladığı konusunda elde herhangi bir istatistikî kanıt bulunmamaktadır. Ama öte yandan, karbondioksit miktarını azaltmaya yönelik tedbirlerin hem maliyetli hem de zararlı olduğu konusunda elde çok fazla kanıt mevcuttur.

İklim politikası, bilimsel ve ekonomik gerçeklere saygı göstermelidir.

İklim acil durumu diye bir şey yok. Bu açıdan, panikleyip dehşete kapılmak için ortada bir sebep bulunmuyor. Biz, 2050 yılı için önerilen, zararlı ve gerçek dışı olan sıfır karbondioksit politikasına karşı çıkıyoruz. Etkileri ortadan kaldırmak yerine, adaptasyon yolunu seçin. Adaptasyon, sebepler ne olursa olsun, işe yarayacak bir yöntemdir.

Biz, Avrupalı liderlere şunu tavsiye ediyoruz: bilim, iklim sisteminin daha iyi anlaşılması için çaba ortaya koymalı, siyasetse ispatlanmış, düşük maliyetli teknolojileri temel alan adaptasyon stratejilerini öne almak suretiyle, iklimsel zararı asgari düzeye çekme hedefine odaklanmalıdır.

Bir iklim modelinin ortaya koyduğu sonuçlara inananlar, o modeli kuranların modele yerleştirdikleri şeylere inanmaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Hangi iklim modelinin merkeze konulacağı konusunda bugün iklim sahasında süren tartışmanın ana sorunu budur. İklim bilimi yozlaştırılmış, böylelikle kendisini sağlam bir zemin üzerinden eleştiren bilimi değil, inançları temel alan bir tartışmaya indirgenmiştir. Bu ham ve eksik iklim modellerine yönelik çocuksu inançtan kurtulmak zorundayız.

Dünya İklim Deklarasyonu
27 Haziran 2022
Kaynak
Clintel

TKP ve Komintern


Yoldaşlar, Türkiye Komünist Partisi adına, partinin Anadolu’da yürüttüğü çalışmalar ve burada faaliyet yürüten milliyetçi hareket konusunda kongreyi bilgilendirmek isterim.

Türk bağımsızlık hareketi, Doğu için oldukça önemlidir. Dünya savaşından önce Doğu’nun diğer ülkeleri gibi Türkiye de emperyalizmin boyunduruğu altındaydı. İşçisi köylüsüyle Türk halkı, kendi iradesi ve arzusu hilafına başlarındaki zalimler, paşalar eliyle, bu emperyalist savaşın içine çekildi.

Savaş süresince er subay, çok sayıda Türk genci, Rusya’da, Almanya’da ve başka ülkelerde tutsak düştü, hapis yattı. Burada bu gençler, savaşın anlamını ve sebeplerini öğrendiler, yurtlarına döndükleri vakit sosyalist ve komünist hareketin ruhunu ülkelerine taşıdılar. Savaş sonrası paşalar, Versay Anlaşması’nı imzaladıklarında, Anadolu işçisi ve köylüsü, ayağa kalkıp bağımsızlığı için ele silâh aldı ve mücadele etmeye başladı. Bu bağımsızlık mücadelesinin başında gene aynı paşalar, Kemal Paşa ve diğer isimler yer almaktaydı.[1]

Kemal Paşa, önceki Türk hükümetinin rolünü ve politikalarını benimsedi. Ankara’daki hükümet, bir yandan İtilaf Kuvvetleri’ne karşı silâhlı bağımsızlık mücadelesi verirken, bir yandan da ülkede ortaya çıkan her türden komünist hareketi ezmeye çalıştı. Başta Suphi yoldaş olmak üzere, bazı yoldaşlarımızın öldürülmesi, birçoklarının hapse atılması gösteriyor ki Kemal, komünistlere karşı sert bir mücadele yürütmektedir.[2]

Kemal’in örgütlediği, provokasyondan gayrı amacı bulunmayan parti, esasen komünistlere zulmetmek ve komünistlerin yaratacağı her türden etkiyi silip atmak için kuruldu. Bizim komünist işçilerin partisinin bu partiyle ortak bir yanı bulunmamaktadır.[3]

Anadolu işçisi ve köylüsü gibi biz komünistler de bağımsızlık hareketi varlığını sürdürdüğü sürece ona destek vermek zorunda olduğumuzun bilincindeyiz. Her türden kölelik biçimini yok edecek olan dünya devriminin temeli ve ilk işi, İtilaf Kuvvetleri’ni ve emperyalistleri yok etmektir.

Bu sebeple, Anadolu işçisi ve köylüsü, İtilaf Kuvvetleri’ni hedef aldığı sürece bu mücadeleye destek verecektir.

Fakat eğer Kemal Paşa, bu bağımsızlık mücadelesini dağıtıp uzlaşmacı bir çizgiyi kabul edecek olursa, Anadolu işçisi ve köylüsü bir olup ayağa kalkacak, Kemal’i devirecek, yekvücut olarak, bağımsızlık için mücadele eden tüm Doğu’nun yanında dövüşmek için cepheye koşacaktır.

İlk kongresini Azerbaycan’ın Bakû kentinde düzenlemiş olan komünist partimiz, onca baskı ve zulme rağmen Türkiye’deki ajitasyon faaliyetlerine devam etmektedir.[4] Partimiz, Üçüncü Enternasyonal’in bayrağı altında ilerleyen dünya devriminin muzaffer olacağına, tüm dünya işçi sınıfını ve ezilen halkları kurtaracağına olan umudunu ifade eder.

Süleyman Nuri
12 Temmuz 1921

[Kaynak: To the Masses: Proceedings of the Third Congress of the Communist International, 1921, Yayına Hazırlayan ve Çeviren: John Riddell, Brill 2015, s. 838-839.]

Dipnotlar:
[1] Mayıs 1919’da başlayan Türk bağımsızlık savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi ve İtilaf Kuvvetleri’nin imparatorluğu sonrasında bölmesi ardından verildi. İngilizlerin İstanbul’u işgal etmesi üzerine Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi teşkil edildi ve Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) başbaşkan oldu. Türkiye Cumhuriyeti Ekim 1923’te ilân edildi.

[2] 28 Ocak 1921 günü TKP başkanı Mustafa Suphi ve on dört önde gelen komünist Trabzon’da devlet yetkililerine katledildi.

[3] Mustafa Kemal Paşa, Ekim 1920’de bir “Komünist Partisi” kurdu. Partinin amacı, radikal unsurların enerjisini başında bulunduğu milliyetçi hareketin hizmetine koşmaktı.

[4] Türkiye Komünist Partisi 10 Eylül 1920 günü Bakû’de düzenlenen kongrede kuruldu.

29 Eylül 2022

Büyük Reset Gerçek


Son on yıldır Dünya Ekonomi Forumu, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası, tüm yoksul ülkelerden fosil yakıtlar konusunda sundukları mali desteğe son vermelerini istiyor. Haziran 2020’de Dünya Ekonomi Forumu’nun Büyük Reset girişimini başlattıklarına dair gelişmeyi duyurdukları makalenin başlığında, “Fosil yakıtlarına son verin, daha iyi bir dünya için ekonomiyi resetleyin” deniliyor.

DEF makalesi, IMF yönetici direktörü Kristalina Georgieva’nın şu sözünü aktarıyor: “Bugün hızlanmak, elimizdeki tüm gücümüzü, bu anlamda IMF’in elindeki 1 trilyon doları kullanmak zorundayız.” Georgieva, bu lafı büyük geri dönüş gerçekleşmesin diye, büyük reseti gerçekleştirmekle ilgili olarak ediyor. “Geri dönüş”ten kasıt da pandemi sonrası fosil yakıtların yeniden kullanılmasıdır. “Reset” ise yenilenebilir enerjilere yönelimi ifade etmektedir. Georgieva, o alıntılanan sözünde, zararlı olan sübvansiyonların ortadan kaldırılması için düşük petrol fiyatlarından istifade etmek gerektiğini düşündüğünü söylüyor.

Geçen hafta Karayipler’deki küçük ada ülkesi Haiti, IMF’in, DEF’in ve Dünya Bankası’nın tavsiyelerini dinledi ve yakıtla ilgili olarak verilen sübvansiyonları sonlandırdı. Neticede isyanlar yaşandı, yağma olaylarına tanık olundu, ülke karışıklığa sürüklendi. Güçlü bir çete lideri, halktaki öfkeyi kullanarak, limanı kapattı ve hükümeti devirmek için hamle yaptı. Yağmacılar ambarları yağmaladılar, gıda yardımlarını alıp kaçtılar. İsyancılar, sahildeki binaları ve işletmeleri ateşe verdiler. Birçok Avrupa ülkesinin elçiliği, personelini korumak için kapısına kilit vurdu.

Haiti’deki sorunlar konusunda DEF veya IMF, tek başına sorumlu tutulamaz elbette. Bence birçok insan, Büyük Reset’in politika üretimi konusunda sahip olduğu rolü abartıyor.

Haiti, onlarca yıldır ABD hükümetinin ve uluslararası kurumların vesayeti altında bulunan bir ülke. 1994’te BM Güvenlik Konseyi, Haiti ordusunun 1991’de seçimle işbaşına gelmiş olan cumhurbaşkanını devirdikten sonra Haiti’nin askeri işgaline onay ve yetki verdi. 2010’da yaşanan depremde yüz binin üzerinde insan öldü, tüm altyapı harap oldu. DEF, tam da bu süreçte saçmalığa varan komplo teorilerinin konusu hâline geldi.

Fakat öte yandan, birkaç gün önce yaşanan karışıklığın fitilini, fosil yakıtlara yönelik sübvansiyonların hükümetçe kesilmesi neticesinde yaşandığına ve bu politikanın DEF, IMF ve Dünya Bankası tarafından teşvik edildiğine hiç şüphe yok. Komplo teorileri bir yana konulacak olursa, DEF’in belirli bir etkiye sahip olduğu açık. Büyük Reset projesinin ana taleplerinden biri de yoksul ülkelerde devletin yakıt konusunda sağladığı sübvansiyonların kesilmesi. Hükümet, sübvansiyonları keseceğini duyurunca, binlerce Haitili, sokaklara dökülüp otomobil lastiği yakarak yolları kapattı. Wall Street Journal’ın konuştuğu bir kamyon şoförü “halkın sabrı taştı” diyor.

IMF sözcüsü, bana gönderdiği epostada, kurumun fosil yakıt sübvansiyonlarındaki kesintileri savunuyor oluşuna destek sunduğunu söylüyordu. “IMF, yakıt reformu konusunda Haiti hükümetinin belirlediği hedeflere destek sunuyor. Ayrıca IMF, yakıt sübvansiyonlarında zaman içerisinde yapılacak kesintilerin birkaç yıl içerisinde gerçekleştirilmesini öneriyor. Bu konuyla ilgili hazırlık süreci dikkatle yürütülmeli, öncelikle nakliye sektöründe çalışanlar gibi zarar görecek kesimlere yardımlar sunulmalı, ayrıca sübvansiyon reformunun gerekçeleri ve hedefi net bir dille anlatılmalı.” [vurgu özgün metne ait]

Fakat IMF, fosil yakıt sübvansiyonlarında yapılacak her türden kesintinin yurttaşları öfkelendireceğini biliyor olmalı.

2018’de Haiti hükümeti, IMF’ten gelen, Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve Amerikalılar Arası Kalkınma Bankası’ndan alınacak 96 milyon dolar karşılığında yakıt sübvansiyonlarını kesme talebini kabul etti. Bunun üzerine gösteriler düzenlendi ve bu gösterilerin ardından başbakan istifa etti. 2014’te Haiti hükümeti, Dünya Bankası’nın tavsiyesi üzerine, yakıt fiyatları yanında, sağlık ve eğitim harcamalarını da artırdı. IMF’in tavsiyesi üzerine atılan bu adım da grevlere yol açtı. Bu grevler, hükümeti 2015’te yakıt sübvansiyonlarını yeniden temin etmek zorunda bıraktı.

Bu sürece sadece Haiti’de tanık olunmadı. 2005’ten beri kırkın üzerinde ülkede yakıt sübvansiyonları veya enerji fiyatlarındaki artışlar sonrası isyanlar yaşandı. 2019’da Ekvador, bu yılın başında Kazakistan, 2012’de Nijerya, 2010’da Bolivya, 2005’te Endonezya isyanlara sahne oldu. Araştırmacıların dile getirdiği biçimiyle, “asıl ilginç olansa, hikâyenin her yerde neredeyse aynı şekilde yaşanıyor olması. Eylem de eylemsizlik de benzer sonuçlara yol açıyor.”

Bu noktada akla şu soru geliyor: Madem yakıt sübvansiyonlarının kesilmesi, toplumsal karışıklığa ve hükümetlerin yıkılmasına sebep oluyor, o zaman DEF, BM ve Dünya Bankası, neden yoksul ülkelerden bu kesintiyi yapmasını istiyor?

Küresel Elitlerin Enerjiyle İlgili Mücadelesi

2017’de Dünya Bankası bünyesinde çalışan ve ismi pek bilinmeyen bir kurum olan Enerji Sübvansiyonu Reformu Tesisi, yakıt sübvansiyonlarını kaldırma konusunda 2014’te Haiti’de ortaya konulan çabalardaki sorunlarla ilgili bir rapor yayımladı. Bu raporda kurum, Haiti hükümetinin yakıt sübvansiyonlarını kesme planını asıl hazırlayanın kendisi olduğunu itiraf etti. Enerji Sektörü Yönetimi Yardım Programı (ESMAP) yakıt fiyatlarındaki artışların farklı toplumsal kesimler üzerindeki etkilerini öngörmek amacıyla ekonomi sahasına yönelik simülasyonlar hazırladı, hükümet yetkilileriyle atölyeler tertipledi, bakanlıklararası reform komitesine toplumsal ve politik huzursuzlukları giderecek araç ve yöntemleri üretecek kadrolar dâhil edildi.

Rapor öyle berbat ki Dünya Bankası’nın bu raporun yayınlanmasına izin vermesine şaşırdığımı belirtmeliyim.

Michael Shellenberger
22 Eylül 2022
Kaynak

28 Eylül 2022

Satrap

Türkiye’de esasen sosyalist hareketin laiklik gibi bir derdi yok. Sol örgütler için laiklik, devlete ve sermayeye hoş görünmek ve işmar etmek için kullanılan bir makyajdan ibaret. O, ordunun gölgesine sığınanların bahanesi, “sermayeye kulluk edeceğim” sözü verenlerin kılıfıdır.

Yüz yıldır sol, kendisini ancak sağcıların dilindeki argümanlara göre kurabilmiştir. Onun dışındaki devrimci ve komünist pratik, sol tarafından tasfiye edilmiştir. Sol, ancak sağ kadar, onun izin verdiği ölçüde konuşabildiğini bilir.

Sol örgütler, sağın “bu solculuk bu topraklara yabancı” sözüne göre inşa edilmişlerdir. Her daim ve sürekli, bu topraklara yabancı olmadıklarını ispatlama derdindedirler. Bunun için bir toprak tarif ederler. Toprak, bir süre sonra faşist harekette görüldüğü türden, sınıf ve sınır dışı, yüce ve kutsal bir değer hâline gelir, eleştiriden muaf olmak için, o toprak, eleştiriden muaf tutulur. O toprağın devleti koruma altına alınır. Buna da “TKP’cilik” denilir.

* * *

TKP danışma kurulu üyesi şahıs[1], İran cumhurbaşkanını ve tabii ki 1979 devriminin arkasındaki iradeyi “İran toprağına yabancı bir unsur” olarak gördüğünü söylüyor. Bunu söyleyerek, buradaki toprak sahiplerine işmar ediyor. Çünkü İran’a dair ne söyleniyorsa, Türkiye için söyleniyordur.

Bugün TKP danışma üyesi, bugün bin yıllık medeniyetin temsilcisi olduğunu iddia eden Şah yanlıları gibi konuşuyor. Konuşmaya mecbur. Çünkü o danışman, Koç’un adamı.

Bu anlamda, TKP’nin danıştığı kurulun üyesi, Şah yanlısı bir sağcıdır. Sağa göre inşa edilmiş sol, ancak sağcılık üretebilir.[2] Nereye örgütleniyorsan, nereyi örgütlüyorsan, osundur. Orta sınıfa örgütlenen, onun düdüğünü üflemeye mecburdur.

Bugün mesele, TKP’ye açma izni verilen semtevlerinin, esasen kısa vadede seçim bürosu, uzun vadede emlak bürosu olmasıdır. O izin, bunun içindir. Bu seçim sürecinde TKP balonuna kim üflüyorsa, halkın ve işçi sınıfının düşmanıdır. Çünkü o balon, çarpma anında şiddeti düşürmek için kullanılan bir tür hava yastığıdır. Orta sınıfın elinde sol, hava yastığından başka bir şey olamaz.

Bir belediye seçiminde başörtülü adayı manşetlere ve sahneye taşıyan bir partinin laiklik gibi bir derdi yoktur, olamaz. Onun için laiklik, devlete ve sermayeye hoş görünmek için giyilen bir kıyafetten ibarettir.

* * *

İran’da iki tutam saç için sokaklar yakılırken, burada laik geçinen solcular, ancak İran haberleriyle birbirlerini gaza getirebiliyorlar. Bu “kendine propaganda”nın ezilene, sömürülene bir hayrı yoktur. Sola İran’ı küçümseyip, onu “haydut devlet” gören ABD’nin yanına hizalanma, ama kendi ülkesinde kitlelere seçim havucunu sallama görevi verilmiştir.

İran’da irade, “biz Küfe ehli değiliz, Ali’yi yalnız bırakmayız” diyen halk kitleleriyle tanışmadığı, kaynaşmadığı, orayı sınıfsal anlamda bölmediği sürece hiçbir sonuç alamaz. Kısa vadeli çözüm için en fazla emperyalizmin kuyruğuna tutunabilir.

TKP danışma kurulu üyesinin cahil cesaretiyle, İran toprağına yabancı saydığı ideoloji, o halkın kavgasına kazılı, direncine yazılıdır. Bu kavgaya düşman olan danışma kurulları, ancak devletin hâkim kanatları ve egemen sınıf fraksiyonları arasında yaptıkları seçimi sosyalizm diye yutturmak için uğraşırlar.

Bugün solun tamamı, Ekim Devrimi’nin karşısında hizalanmış sol örgütlere dönüşmüştür.[3] Sol, Ekim düşmanıdır. Dışarlıklı, bu toprağa yabancı, gerçek ve akıl dışı olarak suçlanmaktansa sol örgütler, devletle ve sermayeyle varolmayı seçmişlerdir. Onların filizlendiği toprak burasıdır.

Bugün sol örgütler, içeriden, yerli, gerçek ve makul olmanın devletin ve sermayenin safında olmakla mümkün olduğunu düşünüyorlar. Bu sebeple onlar, devlete ve sermayeye karşı her türden “Bolşevik” itirazı yok etmek zorunda. Varlıklarının gerekçesi bu.

* * *

TKP’nin danıştığı kurulun üyesi şahıs, aslında Amerika’da yaşayan İranlı’nın değerlendirmesinde dile getirilen beyazlığın savunucusudur.

“Sürgündeki şah yanlısı kişilerin büyük bir kısmı, imtiyazlarının devrim yüzünden yitirildiğini, o imtiyazların ise esasen onurlu bir şey olan beyaz olma ayrıcalığı aracılığıyla elde edildiğini düşünüyor.”[4]

İlker Belek gibiler, pandemiyi koruma hareketi üyesi olarak, ilâç şirketlerine göre kendilerini inşa ediyorlarsa eğer, bu beyazlığın savunucuları da kendilerini Müslüman ve Kürt düşmanlığına göre kurmaya mecburdurlar. Bu düşmanlık, tabii ki mülkiyete dairdir. Bu solcular, kendileri gibi mülküne tehdit gördüğü unsurlara yönelik düşmanlığı sosyalizm diye pazarlamaya mecburdurlar. İlâç mümessilliği nasıl ki sosyalizm değilse, orta sınıfın mülkünü savunmak da sosyalizm olamaz.

TKP gibi sol yapılar ancak, yağma ve işgal pratiği dâhilinde Müslüman’a ve Kürt’e doğru genişleyen sermaye ve devletin gözdesi olmaktan çıkmış, bu konuda paniğe kapılan eski mülk sahibi, mülke ortak olduğunu sanan küçük burjuvaları örgütleyebilir. O küçük burjuvanın kini ve öfkesine kırmızı bir boya çalınmaktadır.

TKP danışma üyesi gibilerin “Binlerce yıllık İran kültürü” dedikleri şey de sarayların, efendilerin, kralların ve satrapların kültürüdür. Danışma üyesi, ezilenin, sömürülenin kültürüne, Ali’nin yolundan, Hüseyin’in sancağı ile yürüyenlere düşmandır. O nedenle, Twitter vitrinlerinde vakitlerini burjuva kültürüne methiyeler düzmekle geçirmektedirler. Kışlık Saray’daki Çin vazolarını kıran proleterler, TKP gibiler için kâbustan başka bir şey değildir.

* * *

Öyle ya da böyle, sol örgütler, ezilenin sömürülenin iradesine örgütlenmediği, o iradeyi örgütlemediği için 1979’da yenildiler. İranlı bir Marksistin dediği gibi, “kimse, gelip devrimi solun elinden çalmadı. Sol, aslında devrime hiç hazır değildi.”[5] Ama mollalar, “ekonomik krizle geçen dönemi (1974-79) kitle tabanı oluşturmak, propaganda faaliyeti yürütmek, camileri kitleleri organize edip harekete geçirmek için kullandılar.” Sol ise bu dönemi “diktatörlüğe karşı birleşik cephe” gibi konulara dair soyut tartışmalar yürüterek geçirdiler.

Bu süreç, “Arap’ın hikâyesi” denilerek aşağılandığı düşünülen İslam ve Şiiliğe dair cehaletle izah edilemez. Mollanın tarihsel konumu, Şiiliğin tarihsel-toplumsal yeri, sınıfsal gelişmelerde ezilenleri kimlerin örgütlediği gibi meselelere bakmayanlar, İran’ı ancak kendi hayalciliklerine malzeme olarak kullanırlar. İran'a bakıp Türkiyeliliğe şükretmekle ömür tüketirler.

* * *

24 Ocak 1993 günü patlayan bombanın sesini işittik, kısa bir süre sonra TV ekranının altında kayan yazıdan Uğur Mumcu’nun öldürüldüğünü öğrendik.

Cenazesine on binler katıldı. “MİT, CIA, Kontrgerilla”ya işaret eden sloganlarımızla ve o toy hâlimizle, oradaydık.

Maltepe Camii önüne gelindiğinde, etrafımızdaki insanlar, karşıdaki binanın üçüncü katını gösterip “N’apıyor bunlar böyle, kim bunlar?” diyorlardı. O katta o günlerde STP diye anılan “TKP” bürosu vardı. İçerideki insanlar, büronun camına boydan boya dizilip kitleyi seyre dalmışlardı. Ertesi gün o izleyicilerden birine, “cenazeye neden katılmadıklarını” sorduk. Soruya “Metin abi, Uğur Mumcu’nun MİT ajanı olduğunu söylüyor, o yüzden katılmadık” cevabını verdiler.

“Metin abi”, kısa süre önce ölen Metin Çulhaoğlu’ydu. Partinin akıl hocası olan bu kişi, sonra, 28 Şubat sürecine doğru “darbe olacak ve darbenin kitle tabanını Atatürkçü Düşünce Derneği oluşturacak” tespitine yer verdiği yazılar yazdı. Gelgelelim, Çulhaoğlu ve çizgisi, on beş yirmi yıl sonra Uğur Mumcu’nun da ADD’nin de gerisine düştü. Biden’la aynı gemiye bindi.[6]

Son TKP içi bölünmede ana tartışma konusunun “Fethullahçıların gemisine binelim mi binmeyelim mi?” tartışması olduğu söyleniyordu. Her iki taraf da binme yanlısıydı. Ama Kemal Okuyan, saflık, arınıklık, sterillik düşkünü, kişisel egosu ve kariyerine sevdalı olduğu için, “Hayır, o gemiye binmeyelim, bizi kirletir” dedi. Metin başkan ve yoldaş Baş, “bizim abdestimiz sağlam” cevabını verdi. Tilmizi Okuyan ise,

“Gorbaçov dönemi, Brejniyev ve Hruşçov dönemlerinin kapsamlı bir eleştirisinden yola çıkarak yeni bir sıçramayı belirledi, yeni bir süreci başlattı. […] Gorbaçov’un konuşması bu anlamda bir umut ışığıdır.”[7]

diyen hâlini ve fikrini hiç değiştirmedi. Avrupa soluyla organik bağını hiç kopartmadı. Kendisini, Sovyetler’in tasfiye süreci için gerekli ideolojik araçları üreten Avrupa KP’lerinin teslimiyetçi çizgisine bağladı. Öyle ki partisi, Küba Devrimi’nin içeriğine ve biçimine tümüyle karşı olmasına rağmen, Küba sempatisini örgütlemeye çalıştı. Bunun için dernek kurdu. Aslında bu Küba ilgisi de Küba’nın Batı’yla, özellikle Avrupa’yla ve sermayeyle ilişki kurmak için adım attığı günlerde başladı. Bugün aşı ve eşcinsellik konusunda Küba’ya destek vermelerinin sebebi, oradaki glasnostu Avrupa adına savunup kendi çizgisini buradan meşrulaştırmak.

Sol içerisine yönelik operasyonun adı olarak TKP “elektrik devletleştirilsin” eylemlerini ancak, bugün İngiltere ve Almanya’da elektrik dağıtımını kamulaştırma kararı verildiğini işitince yapabiliyor. Ancak Avrupa’dan işaret alındığında, burada eylem yapılabiliyor. Bu açıdan, TKP, liberal Selin Sayek Böke’nin de gerisine düşüyor. Bu tür sol örgütler, efendiler adına sahayı boşaltıyorlar, böylelikle sağ partileri parlatıyorlar. TKP, göçmenleri örgütleyeceğini Avrupa sınırlarını korumayı görev bellediği için söylüyor. Başkanı, Şangay İşbirliği Örgütü ile yapılan görüşmelerin ardından, bu Avrupacılığı sebebiyle, “ülke Avrupa’dan kopmaz, kopamaaaz!” deme gereği duyuyor.

Satrap, Pers imparatorluğundaki bölge valilerini ifade ediyor. Bugün solcular, bugünün “imparatorluğu”na bağlı bölgelerin valileri olmak için birilerine yaranmaya, hoş görünmeye çalışıyorlar. “Laiklik” diye bağırıyorlar, ama onun için dövüşecek ne bir iradeleri, ne istekleri, ne de güçleri var. O yaranma, hoş görünme çabasına “sosyalist siyaset” diyorlar. Kendilerini ve başkalarını kandırıyorlar. Sosyalist siyasetse sadece ezilenin, sömürülenin kolektif iradesiyle tanımlı. Onun satrap adaylarının mülkiyetiyle ve rekabetiyle bir alakası yok.

Eren Balkır
25 Eylül 2022

Dipnotlar:
[1] Engin Solakoğlu, “Dış gücün resmi”, 23 Eylül 2022, X.

[2] Laborans’ın “Güney Azerbaycan” tabirini kullanması da aynı sağcılaşmanın tezahürüdür. Bu solcular, MİT’e bağlı Türkçülerin jeopolitikasına örgütlenmişlerdir. Yağmadan pay istemektedirler. [Laborans, “Güney Azerbaycan Halkı”, 23 Eylül 2022, X.

[3] Eren Balkır, “Siyanür”, 11 Kasım 2019, İştiraki.

[4] Areş Davari, “İranlı Göçmenlerde Sol Liberalizm”, 2018, İştiraki.

[5] Yasemin Mater, “Fedai Pratiğinden Çıkartılacak Dersler”, 10 Eylül 2008, İştiraki.

[6] Metin Çulhaoğlu, “Evet, Bu Kez Herkes Aynı Gemide!”, 9 Kasım 2020, İleri.

[7] Cemal Hekimoğlu, “Glasnost ve Sol”, Temmuz 1987, Gelenek.

26 Eylül 2022

Saf Liberalizm


Başında Giorgia Meloni’nin bulunduğu İtalya’nın Kardeşleri partisinin sırtını güçlü bir faşist nostaljiye yasladığına hiç şüphe yok. Parti, yapılacak seçimlerle ilgili anketlerde birinci sırada çıkıyor. Kadroları büyük ölçüde 1946’da Mussolini taraftarlarınca kurulmuş olan İtalyan Toplumsal Hareketi isimli partinin tabanından geliyor.

Meloni de zaten bu partinin Gençlik Cephesi isimli gençlik örgütünün lideriydi. Partinin ismini hükümette yer alabilmek adına Gianfranco Fini tarafından Milli İttifak olarak değiştirmesiyle, örgütün adı Gençlik Eylemi oldu.

Milli İttifak, 1994’te İtalyan sağını faşist nostaljinin o dar ufkundan kurtaracak, böylelikle liberal-muhafazakâr yaklaşımın önünü açacak güç olarak takdim edildi. 2012’de kurulan İtalya’nın Kardeşleri partisi, bu yaklaşımın yanlış olduğunu düşünerek, tövbe edip baştaki faşist çizgiye geri döndü. Partinin simgesi faşizmin mirasına atıfta bulunuyordu. İtalyan bayrağındaki üç renkte yanan bir alev, Mussolini’yi ifade eden tabutun üzerinde yanmaktaydı.

Bir Propaganda Formülü Olarak Antifaşizm

Ülkenin bugün faşistleştiği süreç, tabii ki görmezden gelinemez. Ortada iyimser olmak için herhangi bir sebep de bulunmuyor. Seçimde Meloni başa geçsin ya da geçmesin, öngörülemez olan, güçlüklerle dolu bir sürecin bizi beklediği açık.

Fakat bence asıl sorun, başka bir yerde aranmalı. Korku ve nostajinin kendisinden daha önemli bir öze ve nesnelliğe bakmalıyız. Sağ siyaset içerisindeki devamlılığı ve İtalyan toplumundaki belirli kesimlerdeki sürekliliği dikkate alırsak, ilk elden meclis seçimleri aracılığıyla ülkenin faşizme dümen kıracağını söyleyebilir miyiz? Bir diktatörlüğün eşiğinde miyiz? Önümüzdeki süreçte partiler yasaklanacak mı, sansür ve özel hapishaneler gündeme gelecek mi, azınlıklara ayrımcılık yapılacak mı, ırkçı yasalar çıkartılacak mı? Bazı aydınların korkuyla dile getirdikleri gibi, faşizm tehlikesiyle karşı karşıya mıyız? Özgürlükler ve huzur tehdit altında mı?

Ben, bu kanaatte değilim. Ama İtalya’da başka Avrupa ülkelerinde aşırı sağ denilen kesimdeki dirilişin bu tür değerlendirmelere sebep olduğunu da görüyorum.

Öncelikle “faşizm kapıda” diye bağıranların liberal demokratik medya için propaganda faaliyeti yürüttüklerini söylemeliyim. Bu kesim, Demokrat Parti veya merkez sola yakın duruyor. Bu türden kaba bir basitleştirme ile muhalefet, gayrimeşru ilân ediliyor ve politika sahası iki kampa ayrıştırılıyor. Böylelikle de sempatizanlar harekete geçiriliyor, kararsız olan seçmenin faydalı olacak oyları kapılmaya çalışılıyor.

Ama bu yaklaşımın ümitsiz ve çıkışsız olduğunu görmek lazım. Başarı şansı yok. Çünkü Meloni’nin yıldızının parlamasının sebeplerini, faşist otoriterliğin veya liberalizme yönelik kitlesel husumetin artışında değil, başka yerlerde aramak gerekiyor.

Şu husus hatırdan çıkartılmamalı: Gianfranco Fini’yi görevden alıp Meloni’yi başa geçiren parti, sadece dört yıl önce nostaljik olarak eski siyasete bağlı olan kitlesiyle, ancak yüzde 4,3 oy alabilen bir partiydi. Onca faşist, bir yerlerde saklanmışlar da bugün ortaya çıkmaya mı karar vermişlerdi? Madem İtalya, liberalizm karşıtı ve faşizme meyilli bir ülkeydi, bu kitle, dün neden ortaya çıkmamıştı?

Oysa yeni olan bir şey yok. Milli İttifak, 1994’te Berlusconi hükümetine girdiğinde, merkez sol medyadaki antifaşist çığlıklar, bugünkü kadar işitilmemişti. Birkaç yıl sonra aynı merkez sol medya, Fini’ye makyaj yaptı ve onu yeni Duçe olarak tanıttı. Hatta Fini, Berlusconi’den kopup AB ile Avrupa Merkez Bankası’nın desteklediği Mario Monti hükümeti için yolu açınca, bu medya, Fini’yi liberal demokrasinin kahramanı ilân etti.

Bugün de benzer şeyler yaşanıyor. Aynı politik güçler, gene gururlanarak, kendilerinin liberal ve antifaşist olduklarını söylüyorlar. Ne zaman bir gamalı haç görseler, Nazi faşizmini hatırlatıyorlar ve demokratik meşruiyetten söz ediyorlar. Meclisteki oylama sonucu Ukrayna’daki paramiliter unsurlara silâh verildiği koşullarda, İtalya’nın Kardeşleri üyeleri de aynı çuvala atılıyor.

Bu liberaller, bizi İtalya’nın yüzde 24’ünün faşist olduğuna, liberal düzeni yıkmak istediğine inandırmak istiyorlar. Bu parti, söz konusu oyu faşist olduğu için mi aldı? Hayır. Bu seçim propagandasına kanmamak gerek.

Meloni’nin faşistliğinden bahsetmenin siyasi tartışmalarda bir karşılığı var. Bu ifade kullanılarak, partinin otoriterliğe ve ayrımcılığa meyilli yapısı ortaya konulmak isteniyor. İfade, ciddiye alınıp teknik bir açıdan anlaşıldığında ise bize oy miktarları konusunda boş boş konuşmaktan başka bir şey kalmıyor. Bu mutlak düşmanın durdurulması için tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, geniş bir antifaşist cephenin kurulması gerektiğini söylüyorlar.

Organik Kriz

İtalya’nın Kardeşleri partisi, dar bir faşist nostalji mekânı olmaktan çıkıp, bir kitle partisi hâline geldi. Bu yükselişi liberal solcular, genelde faşizmin dirilişi veya liberalizme yönelik reddiye bağlamında ele alıyorlar.

Oysa partinin yükselişi, sınıfsal ilişkilere işaret eden, tümüyle farklı bir yapısal dinamiğin ürünü. Ayrıca bu süreçte partinin muhaliflerinin de sorumluluğu var.

Partideki yükselişin sebebini, İtalya’daki politik sistemin yüzleştiği, uzun süredir varolan ve ciddi bir düzeye ulaşan organik krizde aramak gerekiyor. Bu krizde egemen sınıf ve ona hizmet eden her renkten politik parti, ayrıca bunlara eşlik eden ve ulusötesi kurumların görevlendirdikleri, ülkeye kurtarıcı diye gönderilip kemer sıkma politikalarını ve borçları erteleme adımlarını dayatan teknokratlar, doksanların başından beri toplumun önüne istikrarlı bir liderlik örneği sunamadılar. Ardından da 2008’de dünya kapitalizmi ekonomik krizle yüzleşti.

Bu süreçte İtalya’da politik düzen, birbiri ardına gelen şoklara maruz kaldı. Böylece sınıflar arasındaki denge bozuldu, politik sistem giderek sağa kaydı. Başka bir ifadeyle, yirminci yüzyılın sonundan beri tanış olduğumuz bütünsel demokrasi modelinin temelleri sarsıldı. Bu süreç yeni başlamadı, ayrıca sağın son yükselişine ihtiyaç duymadan işledi. Ezilen sınıfların elindeki güç ve imkânlar alındı. Alternatif olarak görülen, postmodern ve dışlayıcı demokrasi biçimleri arayışına girildi.

Bu kriz, sadece İtalya’yı değil, tüm Batı ülkelerini etkiledi. Bu süreçte orta sınıflar ve küçük burjuvazi yoksullaştı. Başka bir ifadeyle, egemen sınıfın artık koruyamadığı, geçmişte, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde bir ittifak içerisinde birleşmiş olan toplumsal katmanlar, kendilerini korumasız hissettiler. Çünkü bugün egemen sınıflar ancak kendilerini, o da bin bir meşakkatle ve dertle koruyabiliyorlar. Artık egemen sınıflar, kaynakları dağıtamıyor, uluslararası rakiplerle, hatta kendi kampı içerisinde bile sert mücadelelere giremiyor. Birkaç yıl önce İtalya’da yaşanan ve kendisini komedyen Beppe Grillo gibi isimlerin başını çektiği Beş Yıldız Hareketi ile içişleri bakanlığı yapan Matteo Salvini’nin kurduğu Kuzey Birliği’nde karşılık bulan popülist isyan, bu organik krizin bir sonucuydu.

Geleneksel egemen sınıflar yenildi ve toplumsal dengesizlik arttı. Nüfusun büyük bölümünün alım gücü düştü, önemli bir kısmı statü kaybına uğradı. Bu koşullarda, söz konusu kesimlerin müesses nizamın kendilerine ihanet ettiğini düşünmelerinde ve artık hiçbir liderlerinin bulunmadığına kanaat getirmelerinde şaşılacak bir şey yok. Ayrıca internet üzerinden harekete geçen ve radikalleşen bu toplumsal katmanların hayal kırıklıklarına ve güçsüzlüklerine çözüm bulmak için başka yerlere bakmasına da şaşırmamak gerek. Bu insanlar, Laclau’nun “politik gösteren” dediği, kendilerine hizmet edeceklerine inandıkları birini arıyorlar.

Bu gösteren veya aktörün müesses nizamla ve onun ihanetiyle kirlenmemiş olması gerekiyor. Bu sayede lider, halkla doğrudan ve ilk elden iletişim kurabiliyor. Bu da kitle katılımını sağlıyor. Karmaşık sorunlara ilkel ve kaba çözümler sunan bir hareket, lider veya aktör, tüm katmanların düşman kabul edeceği bir günah keçisi belirliyor. Böylece toplumun tüm sorunların sorumluluğu o keçinin sırtına yükleniyor, o suçlanıyor. Bu günah keçisi, bazen politik kast, bazen AB, bazen Brüksel’deki teknokratlar, bazen tembel memurlar, bazen de göçmenler gibi marjinal kesimler oluyor.

Bugün İtalya’da ve Avrupa’da egemen sınıflar, ideolojik ve kültürel açıdan ilerici ve soyut düzeyde de olsa evrenselci iken (ki bu noktada akla Avrupa kozmpolitizmi, politik doğruculuk, sınıfı görmeyen, kadını güçlendiren girişimler, yoksullar hilafına olan çevreci politikalar ve insan hakları meseleleri gelsin), bahsini ettiğimiz yoksul ve öfkeli katmanlar, yüzlerini özgül olana işaret eden, yerlici, muhafazakâr, egemenlikçi, sosyal şovenist akımlara çeviriyorlar. Üstelik bu akımlar, o yoksul ve öfkeli katmanların çıkarları aleyhine olmasına rağmen, böylesi bir meyil ortaya çıkıyor. Evrenselci ideolojiyle alakası olmayan, uzun zamandır kıyıda köşede kalmış, medyanın güvenilmez ve tehlikeli unsurlar ortak takdim ettiği, muhayyel ve müstakil cemaatin muhalif geleneksel değerlerinden yanaymış gibi görünüyor.

Sol Sağa Kayıyor

Popülist isyan, hükümetteki güçlerin uyguladığı toplum karşıtı neoliberal politikaların bir sonucudur. Demokrat Parti ve ortanın solu, krizi ciddiye almadı, ona gerekli cevabı üretemedi, bu anlamda, yeniden dağıtımı ve toplumsal politikaları öne alan bir yaklaşım öneremedi.

Günümüz demokrasisinin dayandığı ana sütun olan refah devletini bizzat ortanın solu yıktı. Dolayısıyla tarihsel solun bağrından çıkmış olan Demokrat Parti’nin liberal demokrat çizgide ilerlemesi, asla bir tesadüf değil. Bugün bu parti, zenginlerin ve eğitimlilerin partisi olarak görülüyor.

Yirminci yüzyılın sonunda yaşanan tarihsel yenilginin ardından, solun sağa kaydığı noktada orta sınıflar, yüzleştikleri kriz karşısında çözüm yolunu sağda buldular. İtalya, bu anlamda gerçek bir sol seçenekten yoksun. Yani bu ülkede Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri sınıf mücadelesinin aldığı yeni biçimlere ilerici bir yön verecek ve toplumsal çelişkilerin derinleşmesi meselesiyle başa çıkabilecek bir sol yok.

Bu, tümüyle ekonomiyle alakalı bir mesele değil. Sol, kültür düzleminde de sağa kaydı ve süreçten muzaffer çıkan mülk sahibi sınıfa yaltaklık etti.

Örneğin vergilendirme, esasen önemsiz bir mesele değil. İtalya’da hâlen daha az da olsa insanlar, artan oranlı vergilendirmeden yana. Buna karşın, geliri sabit ve düşük olan kesim bile düz oranlı gelir vergisine sıcak bakılıyor. Bu, esasen sınıfsal hâkimiyetin ve neoliberal sahtekârlığın somut bir ifadesi.

Bu ülkede yoksullar, artık zenginleri finanse edebilecek durumda değil. Ama fiili veya muhtemel birer yurttaş olarak yoksullar, egemenlerin fikirleri üzerinden düşünüp hayal kuruyorlar. Oysa o fikirler, yoksulların çıkarlarına karşı.

İşçi, kendisini küçük bir iş insanı olmayı hayal ediyor. Satıcı, tüccar olabileceğini düşünüyor. Manav, elindeki işletmenin borsaya kaydolacağı günün hayalini kuruyor. Herkes, girişimcinin iş ve servet meydana getirdiğini düşünüyor, ama kimse, alternatif bir sistem hayal etmiyor.

Kültürel çöküşü ve organik çürüme sürecini galiba en iyi bu gerçeklik ortaya koyuyor. Bunda tarihsel solun da sorumluluğu var. Kendi felâketlerinden kurtulan sol, güç ilişkileri karşısında liberalizmin sahasına koştu. O günden beri sol, düzenlemeden muaf tutulan piyasa ideolojisini ve liberal mülk sahiplerinin bireyciliğini savunuyor, reklâm ediyor. Bu ideolojinin devlete ve toplumsal sorumluluğa düşman olduğunu bal gibi biliyor. Sol, alternatif bilinç biçimleri öneremiyor. Devleti ve sorumluluğu çöpe atınca vergiler de anlamını yitiriyor. Böylelikle sol, dayanışma üzerine kurulu demokratik bir arada yaşama tarzı ve refah için vergilerin sahip olduğu önemi görmüyor.

Komplocular, halk sınıflarının tam da bu sebeple eski sola ihanet ettiğini söylüyorlar. Oysa sol, tarihsel düzlemde yenildi. Demokrasiye ait temel unsurların söküp atılmasına katkı sunan sol, bugün ülkedeki gericileşme tehlikesinden şikâyet ediyor.

Aslında ortanın solu, kendi dilindeki propagandaya inanmıyor. Onu ciddiye almıyor. “Kapıya dayanmış olan faşizm”i durdurmak için gerekli araçları elinin tersiyle itiyor. Bu anlamda en azından Beş Yıldız Hareketi ile ittifak kurmuyor.

Beş Yıldız Hareketi, Başbakan Mario Draghi hükümetinin devamına mani olduğu için suçlu. Bu hükümetse neoliberal ajandayı büyük bir bağlılıkla uyguladı.

Neticede sağın karşısına meşruiyetini yitirmiş neoliberal teknokratik ajanda ile çıkmanın bir çözüm getireceğini düşünenler yanılıyor.

Muhtemelen basın ve sol liberal liderler, Meloni’nin yıldızını daha da parlatacak ve 25 Eylül günü oylarını yüzde 65’in üzerine çıkartmasını sağlayacak. Zira bunların uyguladığı yöntemler, ancak ideolojik açıdan yeterli birikime sahip olmayan birçok insanın sağa oy vermesiyle sonuçlanacak.

Bu anlamda, eğer gerçeği idrak etmek ve “Faşizm” teriminin aşınıp işlevsizleşmesine mani olmak istiyorsak, mevcut tüm şartları dikkat alıp, ikide bir faşizmden dem vurmaktan kaçınmalıyız. Eğer her şey faşistse, örneğin kimi solcuların dediği gibi, pandemi önlemleri de faşistse, gerçekte faşizm diye bir şey artık yoktur demektir.

Bizim sosyalist hareketin tarihinden miras aldığımız Pavlovcu refleksi aşıp, her tür muhalife, bize karşı olan herkese “Faşist” damgası vurma kolaycılığından kurtulmamız gerekiyor. Sağı her zaman “Faşist” olarak nitelemeye hiç gerek yok, çünkü sağ hep vardı, bundan sonra da olacak ve o, birçok farklı yüze bürünecek. Biz de onun nerede bulunduğunu, ne kadar tehlikeli olduğunu anlamaya çalışacağız.

Bonapartist Deneyler

Bugün yirminci yüzyılın ikinci yarısından farklı bir durumdayız. O elli yıllık dönemde liberal sistem içi arayışlara, çıkar çatışmaları üzerine kurulu demokrasi denilen oyunda faşizme karşı liberallerle ilişki kurmaya ihtiyaç duyulmuyordu.

En iyi hâliyle bugün Batılı egemen sınıfların yüzleştiği asıl sorun şu: bu sınıflar, bir yandan postmodern liberal demokrasiyi istikrarlı bir biçime kavuşturdular, ama aynı zamanda eski sömürge dünyasının küreselleşme bağlamında yol açtığı sorunlarla uğraşmak ve onları çözmek zorunda kaldılar.

On dokuzuncu yüzyılda oy hakkına kısıtlama getirilince liberal demokrasi anlayışı ortaya çıktı. Bu anlamda aristokrasi üyeleri eşit kabul edildi. Egemenin yetkilerini ve gücünü kısıtlama çabası dâhilinde işçilerden uzak duruldu, ama mülk sahibi sınıfların eşit olduğu söylendi. Ücretiyle geçinenler, işçiler, bağımsız politik mücadelelerini yükselttiler. Sosyalist partilerde örgütlendiler. Oy hakkının kapsamı, ancak bu sayede genişledi. Kitleler, sürece bu şekilde dâhil oldu. Bu sürece sömürgeci faaliyetler eşlik etti. Demokrasi, özele ve yerli olana işaret eden, “üstün ırk”a vurgu yapan bir yaklaşım üzerinden ele alındı.

Bugün genel eğilim, sandığa gitmeme yönünde. Bu ise Amerikan toplumunu model alan neoliberalizmin programatik hedefi değil. Bugün kitleler, demokratik süreçlerden dışlanıyorlar.

Buna dair iki örnek verilebilir: Seçim listeleri, İtalya’da teslim edilirken, iki meclisin birinde grup oluşturmayan veya vekiller meclisi ya da Avrupa Parlamentosu’ndaki son seçime girmeyen partilerin Ağustos ortasına kadar 60.000 imza toplaması gerekiyor. Öte yandan, mecliste temsil edilen ve bu mevzuata uygun durumda olan partiler, bu ağır şarttan muaf tutuluyorlar. Bu türden usule ilişkin detayların yanında, 25 Eylül günü İtalyanlar, meclise girecek vekil sayısını üçte bir oranında azaltan son anayasa reformu üzerinden oy kullanacaklar. İtalyanlar, Eylül 2020’deki referandumda bu reforma onay verdiler. Burada amaç, “politik kast” sistemini cezalandırmaktı, oysa reform, fiiliyatta söz konusu sistemi güçlendirdi, neticede yurttaşlar, aslında kendilerine zarar vermiş oldular.

Söylenenlere göre, İtalya’da güç, önemli oranda belirli ellerde yoğunlaştı. Bu sürece servetteki muazzam yoğunlaşma eşlik etti.

Eğer sağcı partiler zafer kazanırsa, bilhassa meclisteki koltukların yüzde 65’inden fazlasını alırsa, hiç şüphe yok ki bu gelişme, otoriterliğe meyilli bir anayasanın oluşmasına yol açar, antifaşist direnişin ürettiği parlamenter cumhuriyetçi yapı çöker, belki de başkanlık sistemi gündeme gelir.

Tabii ki karşı çıkılması gereken, ciddi ve gerçek bir tehlikeden söz ediyoruz burada. Ama şu da bilinmeli: bu tehlikenin sebebi, Meloni’yi iktidara taşıyan, gücün yoğunlaştığı süreçte aranmalı. Bu yoğunlaşma sürecini ortanın solu ve liberal demokratlar de beslediler. Bunu, getirdikleri reformlarla yaptılar.

Bu anlamda, bugün karşı çıktıkları hasımları kendilerine çok fazla benziyor. Meloni, başkalarının başlattığı işi yapacak. Başkalarının belirlediği amaç ve yöntemleri radikal bir tarzda ve tutarlılıkla ele almaktan gayrı bir şey yapmayacak.

Ülkede ortanın solu ile muhafazakârlık arasındaki farklılık silindi. Sol sağcılaştı. İnsan haklarını iki yüzlü bir biçimde yüceltip toplumsal hakları ortadan kaldıranlar, toplumsal hakları ve insan haklarını birlikte ortadan kaldırmaya niyetlenenlere her zaman tercih edilirler.

Ülkede bir faşistleşme süreci yok. Sadece Soğuk Savaş’ın sona ermesinden ve liberalizmin zaferinden beri Bonapartist deneyler konusunda sunulan farklı öneriler söz konusu. Hem politik hem de kültürel düzeyde sınıfsal düşmanlarından kurtulmayı bilmiş olan (neo)liberalizm, mutlak formuna, yani egemenlerin çıkarlarını sınırsızca ve kısıtlama olmadan ifade etme imkânına kavuşuyor. O saf hâliyle liberalizm, soluyla sağıyla, yitip giden bir dünyanın kalıntısıydı. O, yeni bir konuma ve tanıma sahip oldu.

Tarihsel solun varisleri olan liberal evrenselciler de İtalya’nın Kardeşleri partisinin sağın varisi olarak ait olduğu yerlici liberal muhafazakârlar da bu liberalizm toprağına ait. Hepsi de modern demokrasiyi ve onunla alakalı eğilimleri Bonapartist güç yoğunlaşması üzerinden yorumluyor. Sadece bir taraf, soyut evrenselci bir yorum ortaya koyarken, diğer taraf, yerlici ve gerici bir dil tutturuyor.

Bu anlamda bugün mesele, faşizm ya da ülkenin faşistleşmesi değil, alternatifi bulunmayan, kendi elindeki araçlarla hareket eden liberalizm. Bu liberalizm, soldaki acziyetin sebebi. Geçmişte görüldüğü üzere, liberalizm, olağanüstü hâlin gerekli kılması durumunda, istediği zaman otoriterlik yanlısı bir form kazanabilir.

Stefano G. Azzarà
23 Eylül 2022
Kaynak

25 Eylül 2022

Marx ve Engels Korona Solcularıyla Nasıl Hesaplaşırdı?



“Korona krizi” denilen süreçte Alman Sol Partisi, Almanya Komünist Partisi, ayrıca Attac’tan Antifa’ya, barış hareketinden sendikalara, solda kabul edilen birçok başka örgütün tüm sefilliğiyle rezil rüsva olmasına şaşmamalı. Komünist Manifesto’yu okuyan veya okuyacak olan herkes, solun oynadığı bu katılımcılık oyunundan illaki rahatsız olacaktır. Çünkü Marx ve Engels de yaşadıkları dönemde kendilerinin “birkaç istisna dışında aşağılık ve moral bozucu kimseler” olarak nitelendirdiği solculara tesadüf etmişti.[1]

Manifesto, Aralık 1847’de yazılmaya başlandı, Ocak 1848’de tamamlandı. Belge, dört bölümden oluşuyordu:

Sınıf analizine yer verilen 1. Bölüm’ün başlığı “Burjuvalar ve Proleterler”di.

“Proleterler ve Komünistler” başlıklı İkinci Bölüm, Komünist Parti’nin rolü ve kadrolarının işçi sınıfı ile ilişkisiyle alakalıydı.

Muhtelif sosyalist ve komünist akımları eleştiren “Sosyalist ve Komünist Yazın” başlıklı Üçüncü Bölüm’de sol akımlara ve sözcülerine yer verilmekteydi.

Dördüncü Bölüm’ün başlığı “Komünistlerin Muhtelif Muhalefet Partilerine Karşı Konumu”ydu.

Diğer bölümler gibi güncelliğini hâlen daha koruyan Üçüncü Bölüm’de Marx ve Engels, o dönemde var olan üç ideolojik sosyalizm akımını ele alır: gerici sosyalizm, muhafazakâr sosyalizm veya burjuva sosyalizmi, eleştirel-ütopik sosyalizm ve komünizm.

Eleştirel Ütopik Sosyalizm Sıfır Kovid Talep Ediyor

En sonuncu akımdan başlayalım: eleştirel-ütopik sistemler icat edenler,

“esasında sınıflararası karşıtlığı, aynı zamanda hâkim toplum biçimi içerisindeki, onu çözüp dağıtan unsurların fiili eylemini görürler. Ama bu insanların gözünde henüz emekleme aşamasında olan proletarya, tarihsel düzlemde hiçbir inisiyatif alamayan veya bağımsız bir politik hareket ortaya koyamayan bir hayaletten başka bir şey değildir.” (s. 490)

Bugünün Eleştirel-Ütopyacı Sosyalistler
Sıfır Kovid Savunusundan Başka Bir Şey Yapmıyorlar

“Toplumsal faaliyetin yerini, onların icat etmeye yönelik kişisel faaliyetlerinin alması gerekiyor, kurtuluşun tarihsel koşullarının yerini fantezinin alması, proletaryanın sınıf olarak adım adım gelişen örgütlenmesinin yerini, kendi bulup çıkardıkları toplumsal örgütlenmenin alması gerekiyor.” (a.g.e.)

Başka bir ifadeyle, bu solcular, kapanmaları, kepenklerin inmesini, evden eğitimi, evden çalışmayı, dijital konferansları, zorunlu maske ve aşıyı, seyahat kısıtlamalarını, toplantı ve parti yasaklarını talep ediyorlar.

Bu solcular,

“Tasarımlarında esasen en çok acı çeken sınıf olarak emekçi sınıfın çıkarlarını temsil ettiklerinin farkındalar. Ama proletarya, onların gözünde sadece en çok acı çeken sınıf olma özelliğiyle var.” (a.g.e.)

Bu solcular,

“Toplumun tüm üyelerinin, en iyi durumda olanların da, yaşam koşullarını iyileştirmek” istiyorlar. (a.g.e.)

Sosyal mesafe, maske takma, test yaptırma, aşılanma, hatırlatma dozunu vurdurma, tüm bunlar, toplumsal sorumluluğun alametleri, dayanışmanın kanıtları olarak ele alınıyorlar.

Bu yüzden bu solcular,

“hiç ayrım gözetmeksizin sürekli toplumun tümüne, hatta özellikle de egemen sınıfa çağrı yapıyorlar. Çünkü onlara göre, sistemleri bir anlaşılsa, o sistemin en iyi toplum için en iyi tasarım olduğu kesin kabul edilecektir.”

Küba ve Çin’i model aldıklarını söylüyorlar. Oysa bu ülkelerdeki koşullar, bizim gibi ülkelerdeki koşullardan çok farklı. Bu solcular, Çin’deki tedbirler alındığı takdirde, sosyalizmin otomatik olarak geleceğini sanıyorlar.

Marx ve Engels, bu türden bir devrimci yazının “içerik açısından gerici olduğunu, çünkü genel manada derviş kanaatkârlığını ve kaba bir eşitlikçiliği önerdiğini” söylerken haklıydı. (s. 489) Bugün de aynı sol, hükümetin ve medyanın propaganda faaliyeti yürütmesini talep ediyor.

Manifesto’ya göre,

“bu türden eleştirel ütopyacı sistemleri kuranlar, aynı zamanda birçok yönden devrimcidirler. […] Fakat öğrencileri her seferinde gerici tarikatlar meydana getirirler. Bunlar, inatla, proletaryanın tarihsel ilerlemesi karşısında ustalarının eski görüşlerine sarılırlar.” (s. 491)

Bu süreç durmaz. Söz konusu solcuların icat ettikleri sistemler, üretici güçlerin ilerlemesine boyun eğmek veya ona uyum sağlamak zorunda kalırlar.

Bugünün Muhafazakâr Sosyalistleri, Schwab, Gates,
Almanya’nın Greta’sı Luisa Neubauer ve Die Linke’dir

Marx ve Engels’in eleştirel ütopyacı sosyalizm ve komünizm dediği kesim, zaman içerisinde muhafazakâr veya burjuva sosyalizmi kategorisine dâhil olmuştur. Bugünün cinsiyete duyarlı, sınır tanımayan sosyalizm Manifesto’da şu şekilde tanımlanmaktadır:

“Burjuva toplumunun kalıcılığını sağlamak için bir kesim, burjuvazi sosyal sıkıntıları ortadan kaldırmaya yardımcı olmak ister. Bu kesim, ekonomistleri, hayırseverleri, insanseverleri, çalışan sınıfların durumunu düzeltelimcileri, hayvan korumacılarını ve bağnaz yeşilaycıları, her türden önemsiz reformları savunanları kapsar. Hatta bu burjuva sosyalizmi işlenerek, eksiksiz birer sisteme dönüştürülmüştür. (s. 488)

Bu cümleleri işitince aklınıza Dünya Ekonomi Forumu ve onun Büyük Resetçi sözcüsü Klaus Schwab, güya yardımsever Bill Gates gibi isimler, transhümanizm savunucuları, Yeşiller, Fridays4Future, gıda bankaları, vegan hareketi, hayvan hakları aktivistleri, Alman Sendikaları Konfederayonu (DGB) ve Alman Sosyal Demokrat Partisi, barış hareketi ve tabii ki Die Linke gelmiyor mu?

Marx ve Engels’in şu tespiti de doğru:

“Sosyalist burjuvazi, mücadele etmeden ve mücadelenin ister istemez sebep olduğu tehlikelerle yüzleşmeden, bugünün toplumsal koşullarının sunduğu tüm avantajları talep eder. Onun arzusu, toplumun devrimci ve parçalayıcı unsurları içermeyen mevcut hâlinin sürmesi yönündedir. Sosyalist burjuvazi, proletaryasız burjuvazi ister.”

Yani sosyalist burjuvazi, ayaklanmayla, isyanla, sarı yeleklilerle, fabrika işgalleriyle rahatsız edilmeyen bir burjuvazi talep eder.

Bu muhafazakâr veya burjuva sosyalizminin

“daha az sistematik ve biraz daha pratik bir ikinci biçimiyse, bu yaşam koşullarında şu ya da bu siyasal dönüşümün değil de yalnızca bir tek değişimin, yani yalnızca ekonomik koşullarda bir değişimin yararlı olabileceğini kanıtlayarak, işçi sınıfının her devrimci hareketini sakatlamaya uğraşmıştır.” (s. 489)

Bu sol çizginin ana şiarı şudur: “Devrim yerine reform!”

Bugün bu burjuva sol, daha beter bir yere savrulmuştur.

“Serbest ticaret! İşçi sınıfının hayrına. Korumacı gümrük! İşçi sınıfının hayrına. Hücreli hapishaneleri getirecek olan hapishane reformu! İşçi sınıfının hayrına.”

Dün bu lafları eden burjuva sol, bugün işçi sınıfının çıkarına olduğunu düşündüğü hücreleri, kapanmaları, kontrolleri, mitinglere ve her türden toplantıya getirilen yasakları ve gözetim pratiklerini savunmaktadır.

Çünkü burjuva sosyalistlerine göre,

“Burjuva sosyalizmini özetleyen ifade şudur: burjuva, burjuvadır ve o, işçi sınıfının çıkarına çalışmaktadır.” (a.g.e.)

Gerici Sosyalizm Açıktan Faşisttir

Sol ideoloji içerisindeki üçüncü kategori, “gerici sosyalizm”dir (s. 482). Bu kategori, “feodal sosyalizm” (a.g.e.), “Hristiyan sosyalizmi” (s. 284) ve “küçük burjuvazi” (a.g.e.) alt başlıklara ayrılır. Küçük burjuva sosyalizmine Marx ve Engels, “Alman sosyalizmi veya “hakiki sosyalizm” adını verir (s. 485). Onlara göre hakiki sosyalizm,

“Alman ulusunu, örnek ulus olarak, Alman küçük burjuvazisini de örnek insan olarak büyük lâflarla ilan etti. Onun her bir aşağılık hâline, tam tersini ifade eden, gizli, yüksek, sosyalist anlamlar yükledi. Nihayet komünizmin ‘kaba yıkıcılığı’na doğrudan karşı çıkarak ve tüm sınıf mücadelelerinin üstünde bir tarafsız yücelik taslayarak, çizgisinin son kertesine geldi.” (s. 488)

Manifesto’daki bu bölümü okurken aklına Nasyonal Sosyalistlerin faşizmi gelen herkes, Antifa denilen örgütün hükümetin dayattığı aşılara neden destek sunduğunu sorgulamalıdır. Geçmişte SA birliklerinde görülen bir yaklaşım üzerinden Antifacılar, “aşı karşıtı” denilen kitlenin eylemlerine saldırmış, “aşısızlar”ın toplama kamplarına gönderilmesini talep etmiştir.

Manifesto üçüncü bölümde, 2020’den beri solun neden rezil rüsva olduğuna, işçi sınıfına zararlı bir olgu hâline nasıl geldiğine, şirketlerin, medyanın, mali burjuvazinin, ordu-sanayi kompleksinin ve tıp-sanayi kompleksinin çıkarlarına nasıl hizmet ettiğine dair çok şey söylüyor.

Rudolph Bauer
7 Ağustos 2022
Kaynak

Dipnotlar:
(1) Karl Marx ve Friedrich Engels, Manifesto of the Communist Party. MIA.

[2] Sturmabteilung (Fırtına Müfrezesi -SA) Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin 1918’de başlayıp 1933’te Hitler’in başa geçişine dek devam eden Weimar Cumhuriyeti dönemi boyunca kullandığı paramiliter savaş örgütüdür. SA, Nazilerin iktidara gelişinde çok önemli bir rol oynamıştır. SA bu süreçte Nazilerin gerçekleştirdikleri yürüyüş ve mitinglerde onları muhaliflere karşı korumuş, başka hareket ve örgütlerin eylemlerine ve yürüyüşlerine saldırılar düzenlemiş, bunların gerçekleşmesine mani olmuştur. Nazilerin 1933’te iktidarı alacağı güne yaklaşıldığı dönemde SA propaganda faaliyetleri, sokak dövüşleri, Sosyal Demokratlara, Komünistlere ve Yahudilere yönelik saldırılar konusunda ustalaşmıştır. Devlet iktidarı ile yaşanan çatışmalar SA sayesinde savuşturulabilmiştir.