Pages

26 Eylül 2022

Saf Liberalizm


Başında Giorgia Meloni’nin bulunduğu İtalya’nın Kardeşleri partisinin sırtını güçlü bir faşist nostaljiye yasladığına hiç şüphe yok. Parti, yapılacak seçimlerle ilgili anketlerde birinci sırada çıkıyor. Kadroları büyük ölçüde 1946’da Mussolini taraftarlarınca kurulmuş olan İtalyan Toplumsal Hareketi isimli partinin tabanından geliyor.

Meloni de zaten bu partinin Gençlik Cephesi isimli gençlik örgütünün lideriydi. Partinin ismini hükümette yer alabilmek adına Gianfranco Fini tarafından Milli İttifak olarak değiştirmesiyle, örgütün adı Gençlik Eylemi oldu.

Milli İttifak, 1994’te İtalyan sağını faşist nostaljinin o dar ufkundan kurtaracak, böylelikle liberal-muhafazakâr yaklaşımın önünü açacak güç olarak takdim edildi. 2012’de kurulan İtalya’nın Kardeşleri partisi, bu yaklaşımın yanlış olduğunu düşünerek, tövbe edip baştaki faşist çizgiye geri döndü. Partinin simgesi faşizmin mirasına atıfta bulunuyordu. İtalyan bayrağındaki üç renkte yanan bir alev, Mussolini’yi ifade eden tabutun üzerinde yanmaktaydı.

Bir Propaganda Formülü Olarak Antifaşizm

Ülkenin bugün faşistleştiği süreç, tabii ki görmezden gelinemez. Ortada iyimser olmak için herhangi bir sebep de bulunmuyor. Seçimde Meloni başa geçsin ya da geçmesin, öngörülemez olan, güçlüklerle dolu bir sürecin bizi beklediği açık.

Fakat bence asıl sorun, başka bir yerde aranmalı. Korku ve nostajinin kendisinden daha önemli bir öze ve nesnelliğe bakmalıyız. Sağ siyaset içerisindeki devamlılığı ve İtalyan toplumundaki belirli kesimlerdeki sürekliliği dikkate alırsak, ilk elden meclis seçimleri aracılığıyla ülkenin faşizme dümen kıracağını söyleyebilir miyiz? Bir diktatörlüğün eşiğinde miyiz? Önümüzdeki süreçte partiler yasaklanacak mı, sansür ve özel hapishaneler gündeme gelecek mi, azınlıklara ayrımcılık yapılacak mı, ırkçı yasalar çıkartılacak mı? Bazı aydınların korkuyla dile getirdikleri gibi, faşizm tehlikesiyle karşı karşıya mıyız? Özgürlükler ve huzur tehdit altında mı?

Ben, bu kanaatte değilim. Ama İtalya’da başka Avrupa ülkelerinde aşırı sağ denilen kesimdeki dirilişin bu tür değerlendirmelere sebep olduğunu da görüyorum.

Öncelikle “faşizm kapıda” diye bağıranların liberal demokratik medya için propaganda faaliyeti yürüttüklerini söylemeliyim. Bu kesim, Demokrat Parti veya merkez sola yakın duruyor. Bu türden kaba bir basitleştirme ile muhalefet, gayrimeşru ilân ediliyor ve politika sahası iki kampa ayrıştırılıyor. Böylelikle de sempatizanlar harekete geçiriliyor, kararsız olan seçmenin faydalı olacak oyları kapılmaya çalışılıyor.

Ama bu yaklaşımın ümitsiz ve çıkışsız olduğunu görmek lazım. Başarı şansı yok. Çünkü Meloni’nin yıldızının parlamasının sebeplerini, faşist otoriterliğin veya liberalizme yönelik kitlesel husumetin artışında değil, başka yerlerde aramak gerekiyor.

Şu husus hatırdan çıkartılmamalı: Gianfranco Fini’yi görevden alıp Meloni’yi başa geçiren parti, sadece dört yıl önce nostaljik olarak eski siyasete bağlı olan kitlesiyle, ancak yüzde 4,3 oy alabilen bir partiydi. Onca faşist, bir yerlerde saklanmışlar da bugün ortaya çıkmaya mı karar vermişlerdi? Madem İtalya, liberalizm karşıtı ve faşizme meyilli bir ülkeydi, bu kitle, dün neden ortaya çıkmamıştı?

Oysa yeni olan bir şey yok. Milli İttifak, 1994’te Berlusconi hükümetine girdiğinde, merkez sol medyadaki antifaşist çığlıklar, bugünkü kadar işitilmemişti. Birkaç yıl sonra aynı merkez sol medya, Fini’ye makyaj yaptı ve onu yeni Duçe olarak tanıttı. Hatta Fini, Berlusconi’den kopup AB ile Avrupa Merkez Bankası’nın desteklediği Mario Monti hükümeti için yolu açınca, bu medya, Fini’yi liberal demokrasinin kahramanı ilân etti.

Bugün de benzer şeyler yaşanıyor. Aynı politik güçler, gene gururlanarak, kendilerinin liberal ve antifaşist olduklarını söylüyorlar. Ne zaman bir gamalı haç görseler, Nazi faşizmini hatırlatıyorlar ve demokratik meşruiyetten söz ediyorlar. Meclisteki oylama sonucu Ukrayna’daki paramiliter unsurlara silâh verildiği koşullarda, İtalya’nın Kardeşleri üyeleri de aynı çuvala atılıyor.

Bu liberaller, bizi İtalya’nın yüzde 24’ünün faşist olduğuna, liberal düzeni yıkmak istediğine inandırmak istiyorlar. Bu parti, söz konusu oyu faşist olduğu için mi aldı? Hayır. Bu seçim propagandasına kanmamak gerek.

Meloni’nin faşistliğinden bahsetmenin siyasi tartışmalarda bir karşılığı var. Bu ifade kullanılarak, partinin otoriterliğe ve ayrımcılığa meyilli yapısı ortaya konulmak isteniyor. İfade, ciddiye alınıp teknik bir açıdan anlaşıldığında ise bize oy miktarları konusunda boş boş konuşmaktan başka bir şey kalmıyor. Bu mutlak düşmanın durdurulması için tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, geniş bir antifaşist cephenin kurulması gerektiğini söylüyorlar.

Organik Kriz

İtalya’nın Kardeşleri partisi, dar bir faşist nostalji mekânı olmaktan çıkıp, bir kitle partisi hâline geldi. Bu yükselişi liberal solcular, genelde faşizmin dirilişi veya liberalizme yönelik reddiye bağlamında ele alıyorlar.

Oysa partinin yükselişi, sınıfsal ilişkilere işaret eden, tümüyle farklı bir yapısal dinamiğin ürünü. Ayrıca bu süreçte partinin muhaliflerinin de sorumluluğu var.

Partideki yükselişin sebebini, İtalya’daki politik sistemin yüzleştiği, uzun süredir varolan ve ciddi bir düzeye ulaşan organik krizde aramak gerekiyor. Bu krizde egemen sınıf ve ona hizmet eden her renkten politik parti, ayrıca bunlara eşlik eden ve ulusötesi kurumların görevlendirdikleri, ülkeye kurtarıcı diye gönderilip kemer sıkma politikalarını ve borçları erteleme adımlarını dayatan teknokratlar, doksanların başından beri toplumun önüne istikrarlı bir liderlik örneği sunamadılar. Ardından da 2008’de dünya kapitalizmi ekonomik krizle yüzleşti.

Bu süreçte İtalya’da politik düzen, birbiri ardına gelen şoklara maruz kaldı. Böylece sınıflar arasındaki denge bozuldu, politik sistem giderek sağa kaydı. Başka bir ifadeyle, yirminci yüzyılın sonundan beri tanış olduğumuz bütünsel demokrasi modelinin temelleri sarsıldı. Bu süreç yeni başlamadı, ayrıca sağın son yükselişine ihtiyaç duymadan işledi. Ezilen sınıfların elindeki güç ve imkânlar alındı. Alternatif olarak görülen, postmodern ve dışlayıcı demokrasi biçimleri arayışına girildi.

Bu kriz, sadece İtalya’yı değil, tüm Batı ülkelerini etkiledi. Bu süreçte orta sınıflar ve küçük burjuvazi yoksullaştı. Başka bir ifadeyle, egemen sınıfın artık koruyamadığı, geçmişte, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde bir ittifak içerisinde birleşmiş olan toplumsal katmanlar, kendilerini korumasız hissettiler. Çünkü bugün egemen sınıflar ancak kendilerini, o da bin bir meşakkatle ve dertle koruyabiliyorlar. Artık egemen sınıflar, kaynakları dağıtamıyor, uluslararası rakiplerle, hatta kendi kampı içerisinde bile sert mücadelelere giremiyor. Birkaç yıl önce İtalya’da yaşanan ve kendisini komedyen Beppe Grillo gibi isimlerin başını çektiği Beş Yıldız Hareketi ile içişleri bakanlığı yapan Matteo Salvini’nin kurduğu Kuzey Birliği’nde karşılık bulan popülist isyan, bu organik krizin bir sonucuydu.

Geleneksel egemen sınıflar yenildi ve toplumsal dengesizlik arttı. Nüfusun büyük bölümünün alım gücü düştü, önemli bir kısmı statü kaybına uğradı. Bu koşullarda, söz konusu kesimlerin müesses nizamın kendilerine ihanet ettiğini düşünmelerinde ve artık hiçbir liderlerinin bulunmadığına kanaat getirmelerinde şaşılacak bir şey yok. Ayrıca internet üzerinden harekete geçen ve radikalleşen bu toplumsal katmanların hayal kırıklıklarına ve güçsüzlüklerine çözüm bulmak için başka yerlere bakmasına da şaşırmamak gerek. Bu insanlar, Laclau’nun “politik gösteren” dediği, kendilerine hizmet edeceklerine inandıkları birini arıyorlar.

Bu gösteren veya aktörün müesses nizamla ve onun ihanetiyle kirlenmemiş olması gerekiyor. Bu sayede lider, halkla doğrudan ve ilk elden iletişim kurabiliyor. Bu da kitle katılımını sağlıyor. Karmaşık sorunlara ilkel ve kaba çözümler sunan bir hareket, lider veya aktör, tüm katmanların düşman kabul edeceği bir günah keçisi belirliyor. Böylece toplumun tüm sorunların sorumluluğu o keçinin sırtına yükleniyor, o suçlanıyor. Bu günah keçisi, bazen politik kast, bazen AB, bazen Brüksel’deki teknokratlar, bazen tembel memurlar, bazen de göçmenler gibi marjinal kesimler oluyor.

Bugün İtalya’da ve Avrupa’da egemen sınıflar, ideolojik ve kültürel açıdan ilerici ve soyut düzeyde de olsa evrenselci iken (ki bu noktada akla Avrupa kozmpolitizmi, politik doğruculuk, sınıfı görmeyen, kadını güçlendiren girişimler, yoksullar hilafına olan çevreci politikalar ve insan hakları meseleleri gelsin), bahsini ettiğimiz yoksul ve öfkeli katmanlar, yüzlerini özgül olana işaret eden, yerlici, muhafazakâr, egemenlikçi, sosyal şovenist akımlara çeviriyorlar. Üstelik bu akımlar, o yoksul ve öfkeli katmanların çıkarları aleyhine olmasına rağmen, böylesi bir meyil ortaya çıkıyor. Evrenselci ideolojiyle alakası olmayan, uzun zamandır kıyıda köşede kalmış, medyanın güvenilmez ve tehlikeli unsurlar ortak takdim ettiği, muhayyel ve müstakil cemaatin muhalif geleneksel değerlerinden yanaymış gibi görünüyor.

Sol Sağa Kayıyor

Popülist isyan, hükümetteki güçlerin uyguladığı toplum karşıtı neoliberal politikaların bir sonucudur. Demokrat Parti ve ortanın solu, krizi ciddiye almadı, ona gerekli cevabı üretemedi, bu anlamda, yeniden dağıtımı ve toplumsal politikaları öne alan bir yaklaşım öneremedi.

Günümüz demokrasisinin dayandığı ana sütun olan refah devletini bizzat ortanın solu yıktı. Dolayısıyla tarihsel solun bağrından çıkmış olan Demokrat Parti’nin liberal demokrat çizgide ilerlemesi, asla bir tesadüf değil. Bugün bu parti, zenginlerin ve eğitimlilerin partisi olarak görülüyor.

Yirminci yüzyılın sonunda yaşanan tarihsel yenilginin ardından, solun sağa kaydığı noktada orta sınıflar, yüzleştikleri kriz karşısında çözüm yolunu sağda buldular. İtalya, bu anlamda gerçek bir sol seçenekten yoksun. Yani bu ülkede Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri sınıf mücadelesinin aldığı yeni biçimlere ilerici bir yön verecek ve toplumsal çelişkilerin derinleşmesi meselesiyle başa çıkabilecek bir sol yok.

Bu, tümüyle ekonomiyle alakalı bir mesele değil. Sol, kültür düzleminde de sağa kaydı ve süreçten muzaffer çıkan mülk sahibi sınıfa yaltaklık etti.

Örneğin vergilendirme, esasen önemsiz bir mesele değil. İtalya’da hâlen daha az da olsa insanlar, artan oranlı vergilendirmeden yana. Buna karşın, geliri sabit ve düşük olan kesim bile düz oranlı gelir vergisine sıcak bakılıyor. Bu, esasen sınıfsal hâkimiyetin ve neoliberal sahtekârlığın somut bir ifadesi.

Bu ülkede yoksullar, artık zenginleri finanse edebilecek durumda değil. Ama fiili veya muhtemel birer yurttaş olarak yoksullar, egemenlerin fikirleri üzerinden düşünüp hayal kuruyorlar. Oysa o fikirler, yoksulların çıkarlarına karşı.

İşçi, kendisini küçük bir iş insanı olmayı hayal ediyor. Satıcı, tüccar olabileceğini düşünüyor. Manav, elindeki işletmenin borsaya kaydolacağı günün hayalini kuruyor. Herkes, girişimcinin iş ve servet meydana getirdiğini düşünüyor, ama kimse, alternatif bir sistem hayal etmiyor.

Kültürel çöküşü ve organik çürüme sürecini galiba en iyi bu gerçeklik ortaya koyuyor. Bunda tarihsel solun da sorumluluğu var. Kendi felâketlerinden kurtulan sol, güç ilişkileri karşısında liberalizmin sahasına koştu. O günden beri sol, düzenlemeden muaf tutulan piyasa ideolojisini ve liberal mülk sahiplerinin bireyciliğini savunuyor, reklâm ediyor. Bu ideolojinin devlete ve toplumsal sorumluluğa düşman olduğunu bal gibi biliyor. Sol, alternatif bilinç biçimleri öneremiyor. Devleti ve sorumluluğu çöpe atınca vergiler de anlamını yitiriyor. Böylelikle sol, dayanışma üzerine kurulu demokratik bir arada yaşama tarzı ve refah için vergilerin sahip olduğu önemi görmüyor.

Komplocular, halk sınıflarının tam da bu sebeple eski sola ihanet ettiğini söylüyorlar. Oysa sol, tarihsel düzlemde yenildi. Demokrasiye ait temel unsurların söküp atılmasına katkı sunan sol, bugün ülkedeki gericileşme tehlikesinden şikâyet ediyor.

Aslında ortanın solu, kendi dilindeki propagandaya inanmıyor. Onu ciddiye almıyor. “Kapıya dayanmış olan faşizm”i durdurmak için gerekli araçları elinin tersiyle itiyor. Bu anlamda en azından Beş Yıldız Hareketi ile ittifak kurmuyor.

Beş Yıldız Hareketi, Başbakan Mario Draghi hükümetinin devamına mani olduğu için suçlu. Bu hükümetse neoliberal ajandayı büyük bir bağlılıkla uyguladı.

Neticede sağın karşısına meşruiyetini yitirmiş neoliberal teknokratik ajanda ile çıkmanın bir çözüm getireceğini düşünenler yanılıyor.

Muhtemelen basın ve sol liberal liderler, Meloni’nin yıldızını daha da parlatacak ve 25 Eylül günü oylarını yüzde 65’in üzerine çıkartmasını sağlayacak. Zira bunların uyguladığı yöntemler, ancak ideolojik açıdan yeterli birikime sahip olmayan birçok insanın sağa oy vermesiyle sonuçlanacak.

Bu anlamda, eğer gerçeği idrak etmek ve “Faşizm” teriminin aşınıp işlevsizleşmesine mani olmak istiyorsak, mevcut tüm şartları dikkat alıp, ikide bir faşizmden dem vurmaktan kaçınmalıyız. Eğer her şey faşistse, örneğin kimi solcuların dediği gibi, pandemi önlemleri de faşistse, gerçekte faşizm diye bir şey artık yoktur demektir.

Bizim sosyalist hareketin tarihinden miras aldığımız Pavlovcu refleksi aşıp, her tür muhalife, bize karşı olan herkese “Faşist” damgası vurma kolaycılığından kurtulmamız gerekiyor. Sağı her zaman “Faşist” olarak nitelemeye hiç gerek yok, çünkü sağ hep vardı, bundan sonra da olacak ve o, birçok farklı yüze bürünecek. Biz de onun nerede bulunduğunu, ne kadar tehlikeli olduğunu anlamaya çalışacağız.

Bonapartist Deneyler

Bugün yirminci yüzyılın ikinci yarısından farklı bir durumdayız. O elli yıllık dönemde liberal sistem içi arayışlara, çıkar çatışmaları üzerine kurulu demokrasi denilen oyunda faşizme karşı liberallerle ilişki kurmaya ihtiyaç duyulmuyordu.

En iyi hâliyle bugün Batılı egemen sınıfların yüzleştiği asıl sorun şu: bu sınıflar, bir yandan postmodern liberal demokrasiyi istikrarlı bir biçime kavuşturdular, ama aynı zamanda eski sömürge dünyasının küreselleşme bağlamında yol açtığı sorunlarla uğraşmak ve onları çözmek zorunda kaldılar.

On dokuzuncu yüzyılda oy hakkına kısıtlama getirilince liberal demokrasi anlayışı ortaya çıktı. Bu anlamda aristokrasi üyeleri eşit kabul edildi. Egemenin yetkilerini ve gücünü kısıtlama çabası dâhilinde işçilerden uzak duruldu, ama mülk sahibi sınıfların eşit olduğu söylendi. Ücretiyle geçinenler, işçiler, bağımsız politik mücadelelerini yükselttiler. Sosyalist partilerde örgütlendiler. Oy hakkının kapsamı, ancak bu sayede genişledi. Kitleler, sürece bu şekilde dâhil oldu. Bu sürece sömürgeci faaliyetler eşlik etti. Demokrasi, özele ve yerli olana işaret eden, “üstün ırk”a vurgu yapan bir yaklaşım üzerinden ele alındı.

Bugün genel eğilim, sandığa gitmeme yönünde. Bu ise Amerikan toplumunu model alan neoliberalizmin programatik hedefi değil. Bugün kitleler, demokratik süreçlerden dışlanıyorlar.

Buna dair iki örnek verilebilir: Seçim listeleri, İtalya’da teslim edilirken, iki meclisin birinde grup oluşturmayan veya vekiller meclisi ya da Avrupa Parlamentosu’ndaki son seçime girmeyen partilerin Ağustos ortasına kadar 60.000 imza toplaması gerekiyor. Öte yandan, mecliste temsil edilen ve bu mevzuata uygun durumda olan partiler, bu ağır şarttan muaf tutuluyorlar. Bu türden usule ilişkin detayların yanında, 25 Eylül günü İtalyanlar, meclise girecek vekil sayısını üçte bir oranında azaltan son anayasa reformu üzerinden oy kullanacaklar. İtalyanlar, Eylül 2020’deki referandumda bu reforma onay verdiler. Burada amaç, “politik kast” sistemini cezalandırmaktı, oysa reform, fiiliyatta söz konusu sistemi güçlendirdi, neticede yurttaşlar, aslında kendilerine zarar vermiş oldular.

Söylenenlere göre, İtalya’da güç, önemli oranda belirli ellerde yoğunlaştı. Bu sürece servetteki muazzam yoğunlaşma eşlik etti.

Eğer sağcı partiler zafer kazanırsa, bilhassa meclisteki koltukların yüzde 65’inden fazlasını alırsa, hiç şüphe yok ki bu gelişme, otoriterliğe meyilli bir anayasanın oluşmasına yol açar, antifaşist direnişin ürettiği parlamenter cumhuriyetçi yapı çöker, belki de başkanlık sistemi gündeme gelir.

Tabii ki karşı çıkılması gereken, ciddi ve gerçek bir tehlikeden söz ediyoruz burada. Ama şu da bilinmeli: bu tehlikenin sebebi, Meloni’yi iktidara taşıyan, gücün yoğunlaştığı süreçte aranmalı. Bu yoğunlaşma sürecini ortanın solu ve liberal demokratlar de beslediler. Bunu, getirdikleri reformlarla yaptılar.

Bu anlamda, bugün karşı çıktıkları hasımları kendilerine çok fazla benziyor. Meloni, başkalarının başlattığı işi yapacak. Başkalarının belirlediği amaç ve yöntemleri radikal bir tarzda ve tutarlılıkla ele almaktan gayrı bir şey yapmayacak.

Ülkede ortanın solu ile muhafazakârlık arasındaki farklılık silindi. Sol sağcılaştı. İnsan haklarını iki yüzlü bir biçimde yüceltip toplumsal hakları ortadan kaldıranlar, toplumsal hakları ve insan haklarını birlikte ortadan kaldırmaya niyetlenenlere her zaman tercih edilirler.

Ülkede bir faşistleşme süreci yok. Sadece Soğuk Savaş’ın sona ermesinden ve liberalizmin zaferinden beri Bonapartist deneyler konusunda sunulan farklı öneriler söz konusu. Hem politik hem de kültürel düzeyde sınıfsal düşmanlarından kurtulmayı bilmiş olan (neo)liberalizm, mutlak formuna, yani egemenlerin çıkarlarını sınırsızca ve kısıtlama olmadan ifade etme imkânına kavuşuyor. O saf hâliyle liberalizm, soluyla sağıyla, yitip giden bir dünyanın kalıntısıydı. O, yeni bir konuma ve tanıma sahip oldu.

Tarihsel solun varisleri olan liberal evrenselciler de İtalya’nın Kardeşleri partisinin sağın varisi olarak ait olduğu yerlici liberal muhafazakârlar da bu liberalizm toprağına ait. Hepsi de modern demokrasiyi ve onunla alakalı eğilimleri Bonapartist güç yoğunlaşması üzerinden yorumluyor. Sadece bir taraf, soyut evrenselci bir yorum ortaya koyarken, diğer taraf, yerlici ve gerici bir dil tutturuyor.

Bu anlamda bugün mesele, faşizm ya da ülkenin faşistleşmesi değil, alternatifi bulunmayan, kendi elindeki araçlarla hareket eden liberalizm. Bu liberalizm, soldaki acziyetin sebebi. Geçmişte görüldüğü üzere, liberalizm, olağanüstü hâlin gerekli kılması durumunda, istediği zaman otoriterlik yanlısı bir form kazanabilir.

Stefano G. Azzarà
23 Eylül 2022
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder