Pages

21 Haziran 2020

Capitol Hill Özerk Bölgesi



Capitol Hill Özerk Bölgesi (CHÖB) dünya genelinde solun dikkatini çekti, sol imgelemdeki yerini aldı. İlhamını doğrudan Minneapolis Ayaklanması’ndan alan CHÖB, halkın polis merkezi civarındaki ateşe verilmiş alanda kurduğu bir “özerk bölge”. Bu da bize gösteriyor ki Afrika Halkının Yeni Kurtuluş Mücadelesi, ülkedeki en gelişkin teoriyi ve pratiği üretmeye devam ediyor.

Her yanda halka ait bahçeler, pıtırak gibi çoğalıyor, Siyahî çiftçiler gıda özerkliği ve kendine yeterlilik adına mekânı yeniden canlandırıyorlar, karşılıklı yardım ağları kuruluyor, evsizlere sağlık, gıda ve diğer gerekli destekler sunuluyor.

CHÖB, revizyonist “parti” gevezeliklerinden türemedi, bazı anarşistlerin kutsal kitaplarının sayfalarından çıkmış bir şey de değil, o tümüyle kitlelerin doğal mücadelesinin bir ürünü.

Bu, iyi bir şey. Ama Maoistler olarak bizim kendi hareketimiz içerisinde bile bu özerk bölgeyi cilâlayıp duran hatalı yaklaşımları ve siyaseti eleştirmemiz, bu noktada pratikten yoksun olan aşırı teorik yönelimlere duyulan haklı horgörünün ötesine geçmemiz gerekiyor.

Capital Hill Özerk Bölgesi hayırlıdır. Peki ama bunun gerçek manada özerk bir bölge olduğunu söyleyebilir miyiz?

Hayır. “Özerk bölge” etiketini iliştirmek, hiçbir yeri özerk bölge kılmaz. Polis, gericiler ve faşistler sizin bölgenize elini kolunu sallaya sallaya girip canlı çıkabiliyorlarsa orası özerk değildir, en ileri unsurların kontrolüne hiç girmemiş demektir.

Kontrolden söz etmişken, bölgenin liderlerinin kim olduğunu sormak lazım. Anarşistler “adalet” adına yatay modeli öve öve bitiremiyorlar, kötü belledikleri hiyerarşinin doğuşuna mani oldukları için böbürleniyorlar.

Biz komünistlerse bu tür bir model üzerinden örgütlenmiş projelerin düştükleri yanlışlara ve çöküşlerine çok kez tanık olduk.

Siyaset siyasettir. Bölgede resmi, açık ve kabul görmüş bir liderlik bulunmuyor ki bazen devlet baskı aygıtının ibret olsun diye cezalandırmak adına “lider” aradığı koşullarda bu lidersizlik hayırlı da olabilir. Ama biz biliyoruz ki ister başını derde sokarak isterse o taraklarda hiç bezi olmadan bazı anarşist gruplar belirli bir nüfuza sahip olmuşlar, doğru kişiyi onlar biliyor, para onların elinden geçiyor, paraya kimlerin erişeceğine onlar karar veriyor, hareket içindeki önemli insanlarla ilişkiler kuruyorlar veya kişisel bir karizmaya sahipler.

Bu tür bir örgütlenme yöntemi liberaldir, burjuvadır ve bireycidir, ayrıca politik açıdan yaşama ihtimaline de sahip değildir, çünkü proje, arkasındaki sponsor desteğini çektiği vakit çöker, bu çöküşe duygusal bir kopuş, dedikodular, hainlik gibi gelişmeler de sebep olabilir. “Yatay” hareketler, her zaman gördüğümüz gibi, pratikte gayriresmi bir hiyerarşi üretmektedir.

Diğer bir mesele de CHÖB’ün bulunduğu konumdur. Maoistlerin kanaatine göre devletin çekildiği periferide üs bölgeleri inşa edilmeli, üsler bu inşa sonrası genişletilmeli, ama asla merkezde varolmamalıdır.

ABD’de ağır sanayiinin bulunduğu kuzey ve kuzeydoğu bölgelerindeki şehirlerde ve kenar mahallelerde işçiler ve yarı proleter ezilen halklar yaşamaktadır. Buralar, ayrıa Kızılderili bölgelerinin bulunduğu yerlerdir. Bu bölgelere kitle çalışmasıyla üs inşa etmek mümkündür.

Parti bir gecede kurulup açgözlü bir istilacı gibi ortalığa saldırmaz. Parti, kitle çalışmasını geliştirir, halkla omuz omuza olur, ideolojik ve politik liderliği üstlenir.

Liderlik üzerinde hak iddia edilecek bir konu değildir, o pratikte geliştirilir ve onu öncüsü olarak ancak halk kabul edebilir.

CHÖB, Seattle’ın ortasındadır ve devletin baskı aygıtının kolayca erişebileceği bir yerdedir. Bölgeyi savunacak gerçek bir öncü gücün bulunmuyor oluşu, endişe vericidir. Eğer polis mahalleye girecek olursa kısa sürede başarılı olacaktır. Buna karşın gene de Seattle’da veya civarında olan herkesin o an geldiğinde bölgeye destek sunması gerekmektedir. “Destek” derken neyi kastettiğim açık olmalıdır.

Bu deneyimden neler öğrenebiliriz? Öncelikle “kendi bölgemizde gerçek bir özerk bölge veya kent merkezli bir üs bölgesi nasıl olmalı?” sorusunu düşünebilir, bu konuyla alakalı çalışmalarımızı sürdürebiliriz.

Bu bağlamda toplum incelenmeli, sınıf analizi yapılmalı, kendiliğindenliğe teslim olunmamalı, somut olgulara bakılmalı ve bu temelde hareket edilmelidir.

CHÖB hayırlı bir gelişmedir, çünkü o, insanlara kanımızla ve terimizle beslenen bu asalak emperyalist güçlerin ne kadar ufak olduğunu, hayatlarımızı küçük bir azınlığı beslemek için heba ettiğimizi düşünmeleri konusunda gerekli ilhamı vermektedir.

Gelgelelim bu özerk bölge yok olduğunda karamsarlığa, nihilizme veya umutsuzluğa asla kapılmamalıyız. Karamsarlık, nihilizm ve umutsuzluk anarşistlere has hastalıklardır. Biz daha iyisini yapalım.

BRG
15 Haziran 2020
Kaynak

18 Haziran 2020

Maksim Gorki ve Rusya

Maksim Gorki, sefalet çekenlerin, paryaların, derbederlerin romancısıdır. Onun romanları, hayatın bodrum katlarına, feleğin sillesini yemişlere ve açlığa dairdir. Kaleme aldığı eserler, bu yüzyılda kitlelerin, işçilerin-emekçilerin ve toplumsal devrimin özel ve kendiliğinden ifadeleridir.

Bugünün birçok sanatçısı, plebyen kesime, alt sınıflara mensup karakterleri ve temaları ele almaktadır. Artık burjuva ruh ve burjuva tutkular, demodedir. Zira bunlar, fazlasıyla keşfedilmiş konulardır.

Öte yandan, proleter ruhta ve proleter tutkularda olağandışı sorgu imkânları ve anlamın yeni renkleri bulunabilmektedir.

Gorki’nin romanlarında ve oyunlarında anlattığı plebyen, batının plebyeni değildir. O, tüm hakikiliğiyle Rus’tur. Gorki, sadece Rusya’ya has öyküler anlatmakla kalmaz, kendisi de öykülerin kahramanlarından biridir.

Gorki, Rus Devrimi’ni yapan ve yaşayandır. O, söz konusu devrimi hem eleştirmiş, hem onun tarihini yazmış, hem de onun için ter dökmüştür.

Gorki, hiç Bolşevik olmamıştır. Alışkanlıkları gereği aydınlar ve sanatçılar, parti bünyesindeki bir hizbin, grubun disipline uyan bir üyesi olmak için gereken imandan yoksundurlar. Bu insanlar, genelde hayata karşı şahsi, keyfi ve kendine has bir tavır takınırlar. Kendi yollarını yürüyen, ruhu huzursuz, yoldan sapmış bir kişi olarak Gorki, hiçbir zaman bir programa veya politik bir görüşe sadakatle bağlı olmamıştır.

Gorki, devrimin ilk günlerinde Novaia Zhizn [“Yeni Hayat”] isimli günlük devrimci sosyalist gazeteye yazılar yazar. Bu gazeteye göre yeni kurulan Sovyet rejimine güvenilemez ve ona husumet beslenmelidir. Gazete, Bolşevikleri teorisyen ve ütopyacı olmakla suçlar. Gorki ise yazılarında Bolşeviklerin insanlık için faydalı olabilecek, ama Rusya için ölümcül sonuçlara yol açacak bir deney yaptıklarını söylemektedir.

Öte yandan, Gorki’nin yeni rejime dönük direnişinin sebebi muğlâktır, belirsizdir ve daha çok maneviyatla alakalıdır. Burada daha çok, aydınların ekseriyetinde görülen karşı-devrimci ruh ve zihin durumu mevzubahistir. Devrim, onları tehlikeli birer düşman gibi izleyip onlara bu şekilde davranmıştır. Bu insanlar da huysuzluk ederek, devrimin sert bir üslupla, aceleci bir yaklaşımla ve saygısız bir tavırla, düşlerini, araştırmalarını ve söylemlerini tahrip ettiğini düşünmüşlerdir.

Sonrasında bu aydın ve sanatçıların belirli bir kısmı, bu fikirlerini muhafaza etmeyi sürdürmüştür. Bazıları ise devrimci imandan etkilenmiş, devrimci cemre, gelip yüreklerine düşmüştür.

Misal, Gorki’nin devrime dümen kırması, pek fazla sürmemiştir. Sovyetler, onu Aydınlar Ocağı’nın başına getirir. Aydınları örgütleme görevini ifa eden, öncesinde devrimci yükselişe karşı Rus kültürünü korumak olan bu kurumun amacı, Rus bilim ve kültür insanlarını araştırma ve emek sürecine ait temel bilgilerle beslemek, onlara sığınacak bir yuva sunmak ve gerekli ihtiyaçlarını temin etmektir. Rusya’daki bilim ve sanat insanlarının koruma görevini üstlenen Gorki, bir yandan da Kamusal Eğitim Bakanı Lunaçarski’nin en önemli yardımcılarından biri hâline gelir.

Gün gelir, Volga bölgesini kıtlık ve kuraklık vurur. Mahsulün düşük olması ile ablukanın ve savaşın uzun yıllardır harap ettiği bazı şehirler, daha da zayıf düşerler. Milyonlarca insan, kışı ekmeksiz geçirmek zorunda kalır.

Bu noktada Gorki harekete geçip, insanlığı bu muazzam trajedi konusunda bilinçlendirmeyi kendisine görev beller. Anatole France, Gerard Hauptmann, George Bernard Shaw gibi büyük sanatçıların desteğini almaya çalışır. Yaşananları Avrupa’ya ilk ağızdan aktarmak için, artık kendisine ırak ve yabancı olan Rusya’dan ayrılır. Gençlik dönemindeki o göçebelik, o kök tutmayan aylaklık, yitip gitmiştir. Seyahati esnasında eskiden beri çilesini çektiği verem indirir sillesini, Gorki’yi Almanya’da durmaya ve bir sanatoryuma yatmaya mecbur eder.

Öte yandan, Avrupa’nın büyük kâşiflerinden ve bilgelerinden Nansen, kıtlığın çilesini çeken şehirlere yardım toplamak için Avrupa’yı arşınlamaktadır. Nansen, Londra'da, Paris'te ve Roma’da görüşmeler yapar. Sahip olduğu, kimsenin şüphe etmediği apolitik konumu sayesinde gittiği her yerde kendisine muhatap bulur ve bu insanlara yaşananların sorumluluğunun komünizme ait olmadığını, bunun bir afet, felâket ve talihsizlik olduğunu söyler. Sonuçta Rusya abluka altındadır, tecrit edilmiştir, dolayısıyla, açlıktan kırılan tüm halkını kurtarması mümkün değildir. Kaybedecek vakit yoktur. Kış kapıyı çalmıştır. Açlara acilen yardım edilmezse, hepsi ölecektir.

Bu çağrıya birçok cömert isim cevap verir. İşçiler, aralarında para toplarlar. Ama bu dönem, hayırda bulunmak veya yardım toplamak için uygun değildir. Zira Batı’da hava, Rusya’ya karşı kin ve öfke yüklüdür. Avrupa’nın önde gelen gazeteleri, Nansen’in yürüttüğü kampanya ile hiç ilgilenmezler. Duygularının esiri olmuş, öfkesiyle zehirlenmiş, yaşananları kayıtsızlıkla ele alan Avrupa, Rusya’nın çektiği ızdırabı hiç umursamaz. Gerekli yardım yapılmaz. Neticede milyonlarca insan ölür.

Bu trajedi karşısında ümitsizliğe kapılan Gorki, Avrupa’daki bu zorbalığa lanet okur ve Avrupa medeniyetinin sona ereceğine dair kehanette bulunur. Ona göre “dünya, Avrupa’nın ahlakî açıdan gösterilmesi gereken o hassasiyetten mahrum olduğunu görmüştür. Bu durum, Batı dünyasının yozlaşıp çökeceğine dair bir alamettir. Avrupa medeniyeti, eskiden teknik ve maddi zenginliği değil, ayrıca ahlakî zenginliğinden ötürü de saygı görmüştür. O ahlak ve teknik-maddi zenginlik, Batı’nın Doğu karşısında otorite ve itibar elde etmesini sağlamıştır. Çöktüğü vakit, Avrupa medeniyetini barbarlığın saldırılarından hiçbir şey koruyamayacak.”

Gorki, Avrupa’nın harap olacağına dair, bilinçaltından, içeriden bir ses işitmektedir. Aynı ses kendisine, Rus Devrimi’nin amansız düşmanının, ölümüne sebep olacak hasmının köylülük olduğunu da söylemektedir.

Devrim, temelde kentli olan sosyalist ideolojinin ve kentli işçi sınıfının bir eseridir. Devrim, köylülere toprak verdiği için onlar da devrime destek sunmuşlardır. Ama köylü aklı, devrimin programındaki diğer kısımları idrak edememiş, bu programın çıkarlarına uygun olup olmadığını bir türlü anlayamamıştır.

Köylülük konusunda ümitsizlik içinde olan Gorki’ye göre köylülerin bencil ve çıkarcı psikolojisi, kentli işçilerin ideolojisini asla özümseyemez. Şehir, medeniyetin merkezi, o medeniyeti kuranların yuvasıdır. Medeniyet, şehrin ta kendisidir. Şehir insanının psikolojisi, kır insanın psikolojisine kıyasla, fedakârlığa ve çıkarsız hareket etmeye daha fazla meyillidir. Bencillik ve çıkarcılık, köylü kitleler kadar köy aristokrasisinde görülen marazlardır. Büyük toprak sahiplerinin tabiatı fabrika sahiplerine kıyasla daha katıdır, daha dingindir ve daha dışlayıcıdır. Köyün pusulası, her daim aşırı sağı gösterir. Finans ve sanayi ise orta yolcudur, bu anlamda devrimle anlaşma yapma, ona tavizlerde bulunma eğilimindedir. Şehir, insanları kolektivizme uygun hâle getirirken; köy, insanları alabildiğine bireycileştirmektedir. Tam da bu sebeple, muhtemelen sosyalizmle bireycilik arasında yaşanacak nihai savaş, kırla kent arasında patlak verecektir.

Avrupa’daki kimi devlet adamları da Gorki’nin endişelerini paylaşmaktadır. Örneğin Caillaux[1] kentlerdeki sanayileşmeden kendilerini kurtarmak isteyen Orta Avrupa köylülerinden rahatsızdır ve onlara endişeyle yaklaşmaktadır. Macaristan’da kırsal bölgelerde küçük ölçekli sanayi üretimi artış göstermektedir. Köylüler, bu gelişmeye rağmen kendi ipeklerini eğirmekte, kendi aletlerini kendileri imal etmektedir. Kırsal bölgelerde köylüler, Ortaçağ’a has ilkel ekonomiyi tekrar diriltme gayreti içerisindedirler. Gorki’deki sezgi ve gelecekle ilgili öngörü, bilim insanlarınca da teyit edilmektedir.

Bu ve buna benzer konuları 1922 yılının Aralık ayında Almanya’nın Oder-Spree şehrinin Bad Saarow ilçesinde bulunan Yeni Sanatoryum’da Gorki ile konuşma imkânı buldum. Bulunduğu bölüm, çat kapı gelen misafirlere ve yabancılara kapalıydı. Ama eşi Maria Feodorovna, bana o kapıyı açtı. Gorki’nin eşi, Almanca, Fransızca, İngilizce ve İtalyanca biliyordu.

O günlerde Gorki, otobiyografisinin üçüncü cildini yazıyordu, ayrıca Rus halkıyla ilgili bir kitaba yeni başlamıştı.

― Rus halkını mı anlatacaksınız kitabınızda?

― Evet. Rusya’da gördüğüm, bizzat tanıdığım, ünlü değilse de ilginç olan insanları anlatacağım.

Gorki’ye Bolşevizmle ilgili sorular sordum. Bazı gazeteler, Gorki’nin Bolşevik liderlerden uzaklaştığını iddia ediyorlardı. Bu iddiaları yalanlayan Gorki, Rusya’ya en kısa sürede dönmek istediğini söyledi. Sovyetler’le iyi ve normal seyreden bir ilişkiye sahipti.

Bu ihtiyar aylak adamda, bu saçları ağarmış seyyahta başka bir şey görüyordunuz. Keskin gözleri, köylülere has, nasır tutmuş elleri, biraz bükülmüş beli ve Tatar bıyığı ile Gorki, fiziken kentli birinden çok köylüye benziyordu. Ama Tolstoy’dan farklı olarak, o hürmete layık Asyalı ruhtan yoksundu.

Tolstoy, Hristiyan köylü komünizmini vaaz etmişti. Gorki ise Batı’nın makinelerine, teknolojisine, bilimine, yani Tolstoy’daki mistisizmin tiksindiği her şeye hayranlık ve saygı duyan bir isimdi. Bu Slav kökenli aylak, gizliden gizliye, bilinçaltında Batı’nın ve medeniyetinin bir destekçisi, düşkünü ve meftunu idi.

Bad Saarow’un komünist devrime dair dedikoduların ve yaklaşmakta olan faşist gericiliğe ait şarkıların ulaşmadığı o ıhlamur ağaçları altında Gorki, feri gitmiş, sanrılar gören gözleriyle, o harikulade medeniyetin artık kendisini iyice hissettiren sonbaharını ve ölümünü ızdırap içinde seyretmekteydi.

José Carlos Mariátegui
1925

[Kaynak: José Carlos Mariátegui: An Anthology, Yayına Hazırlayan ve Tercüme Eden: Harry E. Vanden ve Marc Becker, Monthly Review Press, 2011, s. 409-415.]

Dipnot:
[1] Joseph-Marie-Auguste Caillaux: Dönemin önemli Fransız siyasetçilerinden ayrıca Radikal Parti’nin lideri.

17 Haziran 2020

Hepsini İlga Edin: Hapishane ve Ordunun İmhasına Doğru


Devrimci siyah geleneğini takip eden benim gibi birçok siyahî devrimci, çok sayıda insanın polis teşkilâtının ilga edilmesinden bahsediyor olmasını ümit verici bir gelişme olarak görüyor. Birkaç ay önce birçoğumuz, bırakalım sohbetini yapmayı, bu konuyu aklımıza bile getirmezdik.

Gelgelelim, ülke genelinde süren tartışmalarda aradaki farklar zamanla silindi, sohbetler cıvıdı, içinde olduğumuz koşulların mevcut gerçekliği, mevzu bile edilmemeye başlandı. Bu noktada söz konusu ilgacı siyaseti anlamama katkıda bulunan Mariame Kaba’ya ait çalışmadan bahsetmeliyim. Ayrıca, ilgacı düşüncenin temellerini atmış olan Angela Davis gibi isimlere de teşekkür etmem lazım.

Bu makalenin amacı, insanlara hapishane-endüstri kompleksinin ilgasını mümkün kılacak çerçeveyi sunmak, bu meseleyi netliğe kavuşturmak ve okurlara gerekli kılavuzu temin edebilmektir.

Hapishane-endüstri kompleksi, askeri endüstri kompleksiyle güçlü bağlara sahiptir. Üçüncü dünyadaki ülkeleri yağmalamak için kullanılacak silâhlar ve teçhizatı cezaevlerinde tutsak olan Afrikalılara yaptırdılar. Apple, Tesla, Google, Microsoft gibi şirketler, Afrika kıtasının kaynaklarını bu sayede yağmaladılar, bir yandan da bu şirketler, Afrikalı çocukların emeğini kullandılar. Silâh ve askeri malzeme yapmaya zorlanan mahkûmlar, polisin tutsak ettiği Afrikalılardı. Hapishane-endüstri kompleksi ile ordu-endüstri kompleksi arasındaki bağı burada aramak gerek. Hapishane-endüstri kompleksini ilga edeceksek, düşmanı tanımak ve neye karşı olduğumuzu bilmek şart.

ABD imparatorluğu ve ordusu, insanlık tarihinin gördüğü en zalim emperyal rejim. Bunca şiddeti uygulamış ve uygulamakta olan bir gücün ilga ile ilgili taleplere gönüllü bir biçimde boyun eğeceğini düşünmüyoruz herhalde. Camlar kırılıp binalar ateşe verilince hemen ulusal muhafızları göreve çağırdılar ve askeri bir düzen tesis ettiler. Aynı şekilde, diyelim ki hapishane-endüstri sistemini ilga etmek istedik, bu faşist devlet illaki şiddetli bir cevap verecektir.

Burada önce genel çerçeveyi belirlemek lazım, zira hapishaneleri, polis teşkilâtını oradan da ordu-endüstri kompleksini ilga edeceksek, neye karşı olduğumuzu bilmemiz gerek.

Amerikan ekonomisi, tutsak Afrikalıların sömürüsü ve küresel emperyalist hâkimiyetin üzerinden işliyor. Şiddete başvurmaksızın hapishanelerin ve polisin ilga edileceğini düşünenler, Amerika’nın elindeki şiddet uygulama kapasitesini hafife alıyorlar. Amerika, sömürgeci şiddet imkânlarını korumak için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Tarih bunun kanıtıdır. Bu söylenen, bilimsel bir gerçektir.

Hapishaneler, reformistlerin “polisin mali kaynaklarını kesin” çağrılarıyla kapatılamaz. Bunun yerine, okulların ve hastanelerin mali kaynakları kesilir. Düşük gelirlilere konut imkânı verilmesini öngören çalışmalara verilen destek ortadan kaldırılır. Ayrıca polisin mali kaynaklarının kesilmesi, onun ilga edileceği anlamına da gelmez.

Bu türden siyaset değişiklikleri devrime yol açmaz, devrim, bizi katleden sistemin imhası ile gerçekleşir. Bu, bilincinde olmamız gereken önemli bir ayrımdır. Asıl reformist çağrıların bizi ilga edeceğini görmek gerekmektedir.

Reformların faşizmi beslemekten başka bir işe yaramadığını biliyoruz. Son dört yüz yıl, bunu bize göstermiştir. Biz, halkımızı her gün sömüren ve katleden zulüm sisteminin tümden yok edilmesi seçeneğinden başka bir seçeneğe razı gelemeyiz. Faşist devletin reforma tabi tutulması yönünde dillendirilen taleplere boyun eğemeyiz.

George Jackson’ın tespiti yerindedir:

“Doğrudur, her bir reformla devrim daha da yakınlaşır. Ama kelimeyi açıklığa kavuşturmak ve böylece herkesin onu anlamasını sağlamak adına faşizmi tek kelimeyle tarif etmek zorunda kalsaydık, onun ‘reform’ olduğunu söylerdik. Halkımızın hayatı devrime bağlıdır.”

Polis teşkilâtının ilgası konusunda son dönemde yapılan çağrılar, kamuoyunun değişime hazır olduğunu ortaya koysa da biz, gerçek bir ilga sürecinin neleri kapsayacağını açık yüreklilikle dile getirmeliyiz. Hapishane-endüstri kompleksinin ilga edilmesini savunan kişiler olarak bizim amacımız, bizi köleleştiren, öldüren ve sömüren şiddet mekanizmasını söküp atmaktır.

Kwame Ture’nin bize öğrettiği biçimiyle biz devrimciler, sadece yıkmayız yaratırız da. Biz, barışın tesis edileceği yeni dünyanın yaratıcılarıyız. Ama biz, bir yandan da barışın varolabilmesi için ona ulaşmamızı sağlayacak bilimsel bir yönteme sahip olmalıyız.

Asla unutmamamız gereken temel önerme şudur: bu faşist devlete karşı mücadelede ve kendi savunmamız dâhilinde faşizmi yok etmenin yegâne yolu, silâhlı mücadeledir. Mussolini, barışçıl gösterilerle yenilmedi. Hitler, barışçıl gösteriler üzerinden ezilmedi. Trump ve Amerika Birleşik Şirketleri barışçıl yoldan yok edilemez. Savunmayı ve hayatı kucaklayan tavrı esas alan devrimci şiddet, bir yandan da kendini koruma pratiği olarak, son dört yüz yıldır bizi ezmiş olan hapishane ve askeri sistemi ilga edebilecek koşulları yaratacaktır. Malcolm X’in güzel ifadesiyle, “Dünyada kan akmadan devrim olmaz.” Haiti, Venezuela, Küba ve Gana gibi örnekler bunun kanıtıdır.

Birçok insan, halkın silâhlı mücadeleye hazır olmadığını söyleyecektir. Onlara domuzları bağırta bağırta polis merkezlerine çekilmek zorunda bırakan Minneapolisli silâhsız göstericileri anımsatmak isterim. Mevcut durumda insanlar belirli bir planla hareket ettiler. Daha iyi örgütlenselerdi, bir de silâhlı olsalardı, neler olurdu bir düşünün. Örgütlü bir gerilla cephemiz olsaydı, yığınla imkâna kavuşurduk.

İlga pratiğinin özünü devrimci şiddet oluşturur. Devrimciler, yıktığının iki katını inşa ederler. Bir yoldaşımın şu değerlendirmesi önemlidir:

“Bu toz duman dağılıp gösteriler sona erdiğinde, halkımız gene yoksulluğun çilesini çekecek, polis insanımızı öldürmeye, hepimize saldırmaya devam edecek. Milyonlarca insan hapishanelere tıkılacak, yarım milyon insan, başını sokacak bir evi olmadan yaşayacak. Aslında son iki haftalık süreç işin kolay yanı idi. Dayanışma gelip geçici bir şey olmamalı.”

Tam da bu sebeple halk programları hazırlanmalı, bu programlarla silâhlı mücadelenin eşiğinde duran halkımızın maddi ihtiyaçları giderilmelidir. Kapitalizmin kanımızı emen gerçekliği dışında bir geleceğin bulunduğunu halkımıza göstermeliyiz. Açlara gıda programlarıyla gidilmeli. Evsizlere konut programları sunulmalı. Halka tıbbi programlarla hizmet edilmeli. Herkese virüs testi yapılabilmeli. Tüm bu imkânları halkımıza sunabilmeliyiz. Madem kendimize “devrimci” diyoruz, halka hizmet etmenin, onu sevip özgürleştirmenin görevimiz olduğunu bilelim.

Varlığınız mücadeleden ayrı düşmesin.

Blake Simons
11 Haziran 2020
Kaynak

16 Haziran 2020

Geleceğin Savaşı



Zulüm bir gün duracaktır
Halk zinciri kıracaktır.

[15-16 Haziran ayaklanmasında işçilerin söylediği bir marştan]

 

“Benim iki yaşında, evde bir çocuğum var. […] iki yaşındaki çocuğumuz yarın sabah evden çıkarken “Baba eve gelirken bana ne getireceksin?” dediği vakit, “oğlum ben akşama eve gelmeyeceğim, savaşa gidiyorum” demesi lâzım, çünkü bu savaş, babasının değil, oğlunun geleceğinin savaşıdır. Bugün alacağımız savaş kararı, bizden sonra gelecek işçi sınıfını yaşatmamız için yapacağımız bir savaştır. Arkadaşlar, biz Türk Demir Döküm olarak bu savaşa her zaman hazırız. Gerekirse bu kanunun koyduğu toplum polisi gibi, isim de veriyorum, para ile doyurulmuş kişileri bizim üzerimize kışkırtabilirler. Her zaman onlarla savaşmaya, her zaman gırtlak gırtlağa gelmeye, hatta sonuna kadar, artık onlar ne şekilde yapacaklarsa yapsınlar, onları da kabullenmeye hazırız.”

15-16 Haziran Direnişi ile ilgili askerî savcılıkça hazırlanmış iddianamede “sanık işçi Recep Akgül” ağzından aktarılan cümleler.

[Kaynak: 15-16 Haziran, Sırrı Öztürk, Sorun Yay., s. 192.]

15 Haziran 2020

İşçi Kıyamı


Küçük burjuvanın hazırladığı Türk solu sözlüğünde Sırrı Öztürk, kendisine ancak “sigara düşmanı” etiketiyle yer bulabiliyor. Onun işçi hareketi ve komünist hareket içindeki yerinin bir önemi yok. Mesele, kişisel haz unsuru olarak sigarayı yasaklayan “gerici” bir figürün eleştirilmesidir. Burada bir sınır çekiliyor. Yeni solcular kendilerini, eskiyi eleştirdiklerini, aştıklarını, tükettiklerini birilerine ispatlamak zorunda hissediyorlar. Bir yerlere mesaj veriyorlar. İşmar ediyorlar. Onlar, bugün kendilerine teslim edilen mevkilerin bedelini, kolektif mücadeleyle elde edilmiş mevzilere ödetmeye mecburlar.

Sırrı Öztürk ise sigarayı nasıl bıraktığını şu şekilde anlatıyor:

“Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte vapurla karşıya geçiyoruz. Yanımızda birkaç İranlı genç de var. Bu gençler sigara yaktılar. Bunun üzerine Kıvılcımlı, ‘proletaryanın bundan haberi var mı?’ diye sordu. Gençler, bu tepkiye hiçbir anlam veremediler. Bunun üzerine Kıvılcımlı mealen, ‘o bedeniniz proletaryaya aittir. O sebeple ona zarar veriyorsanız, proletaryaya hesap vermeniz gerekir’ dedi.”

Sırrı Öztürk, Kıvılcımlı’nın bu sözünün ardından, gömleğinin cebindeki sigara paketini alıp buruşturur ve denize atar. Bugün o aidiyeti duyan kimse kalmadı. Artık kişisel hazlar, değerlendirmeler, beklentiler belirleyicidir. Sadece kişisel olan politiktir. Buna göre, birilerine hoş gelecek bir solculuk imal edilmelidir. Sırrı Öztürk bile katıldığı TV programında bir devrimci veya komünist değil, “aktivist” olarak takdim edilmektedir. Çünkü aktivizm, bireye dair bir temaşaya, happening’e dairdir. Sadece o kıymetlidir.

Gezi’nin üzerinden üç ay geçmişti. O süreçte önemli bir yere sahip Çarşı grubunu sindirmek adına, Beşiktaş’ın bir maçında olaylar çıktı. Hakemle birlikte sonradan icat edilmiş bir taraftar grubu, maça müdahale etti. Sosyalist bir arkadaşla ettiğimiz sohbet esnasında bu konu gündeme geldi. Kendisine, “bugün Beşiktaş’a yönelik saldırıda konum almak, Çarşı ile birlikte olmak gerek” denildiğinde, sosyalist arkadaş, “bana ne bundan, ben Fenerliyim” demişti.

Bugün tüm politik olaylar, gelişmeler, momentler, bu kişisel haz, beklenti, kanaat ve niyetlerin süzgecinden geçiriliyor, bunlar öne çıkartılıyor. Öneriler ve eleştiriler bile “çık sen yap” denilerek, bireycilik ve mantıksal safsata düzleminde karşılanıyor. Kitleleri, kolektif dinamikleri, tarihsel yönelimleri, sınıfsal kavgayı ilgilendiren hususlara, olgulara onların düzleminde asla bakılmıyor. Bakan gözler, bir bir kör ediliyor. Kolektif, mücadele ve dava, gerici unsurlar olarak kodlanıyor. İllaki bireye uyumlu, bireye layık, birey ölçüsüne vurulmuş “kolektif” üzerine nağmeler düzülüyor.[1] Kolektif, “laisize” ediliyor, aşkınlığından kurtarılıyor, bireyin ayaklarının önüne atılıyor. Bireyi mülkiyet üzerinden özne kılmaya çalışıyorlar. Bu sebeple birey olarak mülk edindiği kimlikleri, fikirleri vs. yücelterek, onları avlayabileceklerini düşünüyorlar. Aidiyet, hükmünü yitiriyor, o “gerici” olarak kodlanıyor. Özne olmak, kolektifin dışına çıkmak olarak tarif ediliyor. Bu açıdan “erkekleri öldüreceğiz” diyen sol örgütün 15-16 Haziran’ı anması, hiçbir anlam ifade etmiyor.

Sırrı Öztürk, Kıvılcımlı’nın ve 15-16 Haziran’ın rahlesini tanımış, görmüş bir isim. Öztürk, çalıştığı, bizzat tanıştığı söz konusu dönemin devrimci gençleri konusunda şunu söylüyor: “Onlarda ahde vefa, devrimci cüret, çelik disiplin vardı.”[2] Bugün ahit de yemin de, sadakat da gerici görülüyor. Dolayısıyla cüret ve disiplin de hükmünü yitiriyor. O devrimciler, ait oldukları değil, mülk edindikleri, birey oldukları yerlerden tutulup, öne çıkartılıyorlar. Küçük burjuva mülkiyetçilik, proleter aidiyeti tasfiye ediyor.

Lenin, “biz örgütlenmeyi işçilerden öğrendik” diyor. İşçilerdeki pratik örgütlü faaliyeti ölçü aldığını söylüyor. Ama bizde ise o bireyleri pohpohlamak, yaldızlamak, böylece boncuk gibi arkaya dizmek için “71 Devrimci Kopuşu”ndan dem vuruluyor. Bu kopuş, ahde vefadan, cüretten ve disiplinden kopuş olarak reklâm ediliyor. Uzay boşluğuna fırlatılıp özgürleşmek, ezilenlerden, milletten, halktan ve sınıftan kopmak için bir fırsat olarak lanse ediliyor.

Dolayısıyla kimse, 15-16 Haziran işçi kıyamının o devrimci kopuşla rabıtasını sorgulamıyor. Sol, sınıftan ve sınırdan azade olan bireylerin özne, aktör ve fail olması üzerinde duruyor. Bağ, bağlam ve anlam, sınıftan ve sınırdan bağımsız bir yerde ele alındığında hükmünü yitiriyor. Solculuk, solun intiharı olarak gerçekleşiyor. O, yıldızlarla yürüyor, ışıklar içinde yatıyor, ölüyor.

Bu bağlamda kopuş, mistik bir haleyle kuşatılıyor, tanrı-bireylerin başına geçiriliyor. Böylelikle özneliğin, aktörlüğün, failliğin kaynağı, bağı, bağlamı da sorgulanamıyor. Kimse, bunları sorgulatmıyor. Sorgudan kaçırılan birey, zamanla CHP-STK-Avrupa solu dizgesinde belirli bir kıvama getiriliyor. Ya bu dizgeye uygun bireyler, örgütlerin başına geçiriliyorlar ya da bu bireyler, kendi örgütlerini kurup birbirleriyle yarışa giriyorlar. Solun tepesindeki asker kökenliler yerlerini, yeni orduların askerlerine bırakıyorlar. Solun içeriğini ve biçimini, sömürüye ve zulme karşı mücadele değil, devlet ve sermaye tayin ediyor.

15-16 Haziran, TİP içi dışı tüm yönelimleri devrimci mânâda düzlüyor. Gerekli müdahaleler yapılamadığı için içteki ve dıştaki düşman ürküp, sınıf hareketini CHP kanalına bağlıyor. Yanda sunulan, döneme ait karikatürde görüldüğü üzere işçi sınıfı, ölümle korkutulup sıtmaya razı ediliyor. Sınıf hareketi, bir pürüz olarak CHP eliyle düzleniyor. Sendikalı olmak, ancak bir CHP yöneticisi, bürokratı veya milletvekili olmanın eşiği olarak değerlendiriliyor. Amerika’da mafyayla ilişkili sendikacılık, burada CHP sendikacılığı formunu alıyor. Bir işçi, bu yüzden kendisini adamlarıyla birlikte tehdit eden sendika başkanını, onun silahıyla vuruyor. O sendika başkanını savunmaksa gene sola düşüyor.

Bugün tüm örgütler, CHP’lileşen kadrolarını başa yerleştiriyorlar ya da dışarıdan aldıkları CHP formatlı bireyleri yönetim kademesine yükseltiyorlar. AKP döneminde devlet, sınıfa, devrime ve iktidara dair hareketin sızacağı çatlakları CHP macunu ile kapatıyor.

15-16 Haziran’ın ellinci yılında bir dönem kapanıyor. CHP’yle nefes alan solcular, CHP öncesi komünist dinamikleri, imkânları, kavgaları, sınıf mücadelesinin boyutlarını görmüyorlar, onları boğuyorlar. Haziran kıyamı, bu gerçekleri görecek pencereler açıyor. Sadece kendisini gören, sadece kendisinin görülmesini isteyen bireyler, o pencereleri bir bir kırıyorlar.

“15/16 Haziran, solun yeniden devrimci anlamda kolektivize olabilmesi noktasında bir yığın ipucuyla yüklüdür. Sendika, öğrenci derneği, platformlar ve diğer ortak alanlara tedirginlik ve tereddütle yaklaşanlar, bu tip yapıları kendileri ölçüsünde kurumsallaştırarak, onların toplumsal-tarihsel seyir dâhilinde edindikleri devrimci niteliklerini kendi içlerinde boğmak niyetindedir.”[3]

Yeni bir elli yıllık dönem başlamıştır. İlk elli yıllık dönemin başında en azından bir parti vardır. Fakat 1920 tarihli bu parti, 1970’e kayıtlı işçi kıyamıyla buluşamamıştır. Bu yeni elli yıllık dönem, bu kıyamdan ve partiden öğrenmeyi bilmeli, parti ve kıyamı birleştirebilmelidir.

Haziran günlerinde bir işçi, bu mücadelenin “gelecek işçi sınıfını yaşatmak için olduğunu” söyler ve “her zaman savaşmaya hazır olduğunu” haykırır.[4] Bu yeni elli yıllık dönemse sermayenin ihtiyaçları uyarınca girişilen öjeni pratiklerinin, nüfus azaltma girişimlerinin, küçük burjuvanın ağzına bal sürmelerin, egemenlere yaranmak için göze sürme çekmelerin, bireysel haklar için egemenlerle pazarlık yürütmenin, hobici solculuğun, yoksulları, ezilenleri ve işçileri hor görüp ölümlerine yalandan gözyaşı dökmenin dönemi olacakmış gibi görünmektedir.

Evet, işçicilik, eleştirilmesi gereken bir yanılsamadır. Ama bebeğin suyu dökülürken, bebeğin de atıldığı görülmelidir. Küçük burjuva dünyalarına robotlarla, yapay zekâyla yeni bir boyut getireceğini düşünenler, evlerinin patrona ait bir büro, bedenin tekellere ait bir pazar ve sömürge hâline geldiğini idrak etmelidirler.

Teoriyle değişmeyen; politikayla değişen görülür. Görmek içinse kolektife, mücadeleye ve davaya ait göze ve zihne sahip olmak gerekir. İşçi kıyamı, yeni elli yıla dair önemli derslerle yüklüdür. Mesele, o dersleri bilince çıkartmaktır.

Eren Balkır
15 Haziran 2020

Dipnotlar
[1] Çınar Köknar, “En Yüksek Bireylik ile Sonsuza Dek Özdeşlik”, 15 Mayıs 2020, Etha.

[2] Editör, “Sırrı Öztürk”, 23 Mart 2014, TV10.

[3] Eren Balkır, “15-16 Haziran’a Doğru İşçi Sınıfı ve Marksizm”, 1 Ekim 2008, İştiraki.

[4] Sırrı Öztürk, 15-16 Haziran, Sorun Yay., s. 192.

13 Haziran 2020

Kuzu Postlu Kurt

“Türk ulusal kurtuluş hareketi, burjuva demokrasisini kurmamıştır, ama hareket, antiemperyalist ve ilerici yöne sahiptir.”[1]

Asıl soru şudur: Bu cümle, Gaye Operasyonu’nun öncesine mi yoksa sonrasına mı ait?

Cümlenin sahibi olan örgüte (ESP) göre, “İslam dini ve hukuku, burjuva gelişmenin önünde engel.” Örgüt, o sebeple İslam’a düşman, demek ki burjuva gelişmenin yanında. 

Aynı örgüt, İspanya’ya gidip çanla ezanı kıyaslayan kişinin karşısında Hristiyanlığı koruyor, ama kendi ülkesindeki dine her fırsatta küfrediyor. O, nereye sesleneceğini iyi biliyor.

Yazıyı yazan örgüt, esasen burjuva demokrasisinin tesisini istiyor, “Kürtlere hakları verilsin, kâfi” diyor, burjuva ideolojisini Kürd coğrafyasında güncelliyor, bunu da “komünist siyaset” diye pazarda satabiliyor. Doğal. Liberalizmin kızıl boyaya daldırıldığı günlerdeyiz.

Doğal çünkü, bu ülkede teori, ideoloji ve politika ile ilişki kuran herkesin Kemalizmden icazet alması gerekiyor. Onu “antiemperyalisttir ve ilericidir” diye yücelten yazar, bir cümlede “İslam terakkiye, burjuva gelişmeye mani” diyor, bir sonraki cümlede “İslamî otoriteler, İngiliz korumacılığına sığınmışlardı” tespitinde bulunuyor, İngilizleri de burjuva gelişmenin karşısına atıyor, böylece antiemperyalist oluyor!

Bunlar, resmi tarihin, CHP’nin tezleri aslında. Harekete İngiliz karşıtı, anti-emperyalist nitelik atfediliyor. Yazıyı yazan örgüt de “ellilerde anti-kemalist devrim oldu, ona karşı mücadele edelim” tezine sarılıyor. Ezilende, millette, halkta ve sınıfta karşılık bulmayan örgütler, soluğu Kemalizmin kucağında alıyorlar. Kemalizm dışı, öncesi ve ötesi, asla görülemiyor. Gören gözlere mil çekiliyor. İrade, öznellik ve faaliyet illaki Kemalizmle tanımlı kılınıyor. Bu üç şey konusunda Kemalizme herkes kendisini borçlu hissediyor. Siyaset ve teori bir tür borç ödeme yöntemi. Sonrası rahatlama, keyif çatma, huzurlu günler.

Yazıda aktarıldığı kadarıyla tek dert, milliyetçilik ki o da dünyanın gidişatı açısından dönüştürülmesi gereken “geri” bir yönelim. Kaderini uluslararası sermayeye bağlamış solculuk, elindeki çekiçle, her yerde milliyetçilik görüyor. Buradan, sınıfsızlık ve sınırsızlık üzerinden, bir ulus-devlet eleştirisi geliştiriliyor. Bu eleştiriler, bölge gücü olmak isteyen devletin dönüşümüyle alakalı. O çekiç o yüzden ele alınıyor. Aynı örgütün Libya’da Kaddafi karşıtı güçlere, Suriye’de Esad karşıtı güçlere düşman olmasına şaşırmamalı. Örgüt, eline verilen çekici sağa sola savuruyor.

Bu tür yazılardaki milliyetçilik ve ulus-devlet eleştirilerinin Marksist veya komünist bir yanı bulunmuyor. Bu eleştiriler, Kemalist devrimleri sahipleniyor. Sadece güya burjuvaziyi aşıyormuş pozu kesmek ve olası mücadelelerin önünü almak için “komünist” laflar ediyor. Öz Kemalist, ama biçim, Avrupa “komünizmi” oluveriyor. Kemalizmi demokratik terbiyeye tabi kılmayı komünistlik zannediyor. Bu demokrasi terbiyesi, esasen AB ile ve ABD’nin Ortadoğu’ya gelişiyle alakalı. Dolayısıyla söz konusu eleştirileri, devletin yeni döneme adaptasyonu bağlamında ele almak gerekiyor. Bu tür örgütler, ezilenlere ve sömürülenlere asla inanmıyorlar.

Sosyalistler, tarihi kendilerinden, kendilerini de burjuva devrimlerinden başlattıklarından, işçi, asker ve aydın üçlüsüne belli bir açıdan yaklaşıyorlar. İşçi, asker ve aydın şuraları, Kemalizmin sopasını yiyor. Tek tek işçi, asker ve aydındaki Sovyet etkileri düzleniyor, devlet disiplinine tabi kılınıyor. Sonrasında ilişki kurma noktasında bu üçlüden biri, illaki sınırsız-sınıfsız, çelişkisiz, pürüzsüz, kaynaşmış yapı olarak tasavvur ediliyor.

Bu üç unsur arasındaki rekabetin bir önemi bulunmuyor. Sonuçta tüm rakipler, verili hâlleriyle Kemalizme bağlanıyorlar. CHP’deki ana kütle askeri, işçi-aydın geriliminin çözüldüğü yer olarak değerlendiriyor, bu sebeple, kurtuluş orada görülüyor.

Aydın olma meselesi, burjuvalıkla birlikte tanımlanıyor. İşçi ise ancak sendika patronu olduğunda değer kazanabiliyor. Onun dışında bir öneme sahip değil.

12 Eylül’e giden süreci yönetmek için özel olarak ülkeye gönderilen ABD büyükelçisi, darbe sonrasında askerlerin halka ekmek dağıttığını, ekonomik ve politik krizi en iyi askerin aşabileceğini, halk nezdinde de bu fikrin karşılık bulduğunu söylüyor.[2] Aynı zihniyet, sosyalistler düzleminde de hâkim. Buna göre, örgüt başlarına özellikle eski askerler getiriliyor. Bu kişiler, Avrupa’dan, ülkenin Avrupa’ya örgütlenen kısmına nasihatlerde ve tavsiyelerde bulunuyorlar. Sosyalist pratik, bu telkinlere indirgeniyor.

Dolayısıyla sosyalistler, İngiliz İşçi Partisi içindeki “sol” kanadı temsil eden Fabyusçuların yanına hizalanıyorlar.[3] Örgütlerin büyük bir kısmı, Sovyetler’den kurtulduklarına seviniyorlar. İmkânlar, fırsatlar bağlamında, (sömürgeci) Sosyalist Enternasyonal ve (emperyalist) Fabyusçuluk çizgisine geriliyor. Sovyetler, liberallerden ödünç alınan yöntem ve teoriyle, “doğu despotizmi” olarak eleştiriliyor.

Fabyusçular Derneği’nin ilk simgesi, kuzu postlu kurt. Sosyalist örgütlerin belirli bir kısmı, bu imgeye uygun kıvama getiriliyor. Tabandaki devrimci ve komünist ihtimalleri ve imkânları örtbas etmek, ortadan kaldırmak için birileri, üzerlerine kuzu postu geçiriyor.

Bu isimlerden biri de Murat Çakır.[4]

ÖDP’den HDP’ye uzanan sürecin nedense hep bir yerlerinde olan Çakır, Almanya’daki belirli sol liberal mahfillerle ilişkili. Oralarda verilen emirleri yerine getiriyor, bu emirlerle dönüp Türkiye’ye konuşuyor. Buraya ayar vermeye çalışıyor. O emirleri aldığı yer, kuzu postunu giyinip Rosa’nın adını almış olan vakıf. İlgili vakıf, doğrudan Alman istihbaratına ve sermayesine bağlı.

Çakır son yazısında, tabandaki devrim ve komünist mücadele bağlamında duyulan rahatsızlığa oynuyor, oraya gül dağıtıyor, ama öte yandan, aynı tabanı, İlerici Enternasyonal reformizmine ve Die Linke’deki reformist sola örgütlemeye çalışıyor. Ara ara Marx’tan, Lenin’den cümleleri, elmanın üzerindeki kırmızı boyalı şeker gibi, dillendiriyor. Çünkü yazar, birkaç yerde, sinsi bir üslupla, “bunları eleştiriyoruz, ama bu İlerici Enternasyonalcilerle ve reformist solcularla birlikte olacağız, onlarla hareket edeceğiz, buna mecburuz” diyor, gelgelelim, “peki ama neden, onlarla neden çalışmak, niye birlikte hareket etmek zorundayız?” sorusuna cevap vermiyor. Derdi, tabanı Avrupa’nın dişine uygun kıvama getirmek. Zaten bu ülkeden kaçmanın derdinde olan solcuların gönlünü hoş tutmak.

Çakır’ın bahsini ettiği reformist sol, mevcut kriz yumağı karşısında, emperyalizmi ahlakî, edepli, pürüzsüz kılma çabası olarak gündeme geliyor. Örneğin Fabyusçular, “imparatorluğun vicdanı” olarak, sömürgeleri kalkındırmak ve buraların emperyalizm için sorun hâline gelmesine mani olmak adına çalışma yürütüyorlar.[5] Bugün Çakır’ın bahsini ettiği, “ona mecburuz” dediği reformist sol, bu çizginin uzantısı ve bu çizgi, Sovyetler’e ve tüm sosyalizm deneyimlerine hep düşman olmuş.

Başta bahsini ettiğimiz Kemalizm yazısını yazanlar ve Murat Çakır’ın seslendiği örgüt, işte bu çizgiden medet umuyor. Kemalizmi ilkel, arkaik, geri, yoz bir ideoloji olarak değerlendirip, onu otuzlara hapsettikten sonra Kemalizmin otuzlar sonrasındaki seyrine, girdiği kalıplara, kazandığı içeriğe körleşmemizi istiyorlar, bugünün neokemalisti olmak için çabalıyorlar. Güç olmayı ondan öğreniyorlar. Bu isteğin, çabanın ve eğitimin sorgulanmasına her daim mani oluyorlar.

Aynı reformist çizgi, tekellerin talepleri ve emirleri doğrultusunda, iç bağlaşıkları üzerinden, sol-sosyalist hattı “kimlik siyaseti”ne mahkûm ediyor. Sol örgütler, bu emirlere ve taleplere bağlı olarak, zamanla birer LGBT kulübüne, feminist derneğine, vegan mutfağına dönüşüyorlar, politik hedeflerini terk ediyorlar, politik iktidar mücadelesini hor görüyorlar, devrimin karşısına direnişi çıkartıyorlar ve o direnişi kutsuyorlar, böylece her şey olup hiçbir şey yapmama imkânı buluyorlar. (Bu arada bugün Siyah isyanına destek olunması, “bu Siyahların ‘Kürt’ dediğini duydunuz mu hiç, benim arkadaşlarımı Tarlabaşı’nda dövmüşlerdi!” türünden cümlelere rastlanmaması, önemli bir gelişme!)

Mevcut parçalanmışlıkta örgütler, tel tel dökülüyorlar. Bunun üzerine Avrupa ve ABD’deki düşünce karargâhlarında, “çok dağıldı bu örgütler, işe yaramaz hâle geliyorlar, süreci bizim lehimize olacak şekilde karşılayamazlar, şimdi LGBT’ye, feministlere ve veganlara sınıf mücadelesini omuzlama talimatını verelim” deniliyor. Bugün Siyah isyanı ve 15-16 Haziran gibi mevzularda LGBT ve feministler, ön plana çıkartılıyorlar. Bunu, örgüt şeflerinin basit bir tercihi ve yönelimi olarak anlamamak gerekiyor. Hareket ve mücadele, bireyin dünyasına ve kaprislerine doğru kapatılıyor, çoğalmasın, ölsün isteniyor.

Öte yandan, kimlik siyasetinin sınıf siyasetini “böldüğü” eleştirisi, elbette ki hiçbir anlama sahip değil. Çakır gibilerin, “küçük burjuvanın prekarya olduğundan”, “sınıf siyasetinin imkânsızlığından” bahsetmesinin sebeplerini, bu kişilerin bireysel zihin yapısının ve aklının dışındaki güçlerde aramak şart. Esasında kimlik siyaseti parçacı; sınıfçı siyaset bütüncü ve birbirlerini yanlışta tamamlıyor, devrimci politik mücadeleyi ikisi de gereksiz kılıyor.

Sınıf siyaseti, komünist siyaset bağlamında varsa vardır. Komünist siyasetse politik iktidarı hedeflemiyorsa, bir hiçtir. Teorik, ideolojik ve politik çalışma, politik iktidarı ele geçirmek içindir, küçük burjuvaların kendilerini eğlendirmeleriyle, tatmin etmeleriyle, yüceltmeleriyle bir alakası yoktur.

Eren Balkır
13 Haziran 2020

Dipnotlar:
[1] Adil Can, “Türk Ulusal Kurtuluş Hareketi ve Kemalizmin İki Yönü”, Ekim-Kasım 2008, Marksist Teori.

[2] James W. Spain, “Türkiye’de Askerî Rejim”, 12 Eylül 2017, İştiraki.

[3] Jessica Whyte, “Fabyusçular ve İmparatorluk”, 16 Mart 2020, İştiraki.

[4] Murat Çakır, “Mülksüzleştirenleri Mülksüzleştirmeden Olmaz!”, 11 Haziran 2020, Umut. Çakır, bu başlığı muhtemelen gülüp eğlenmek, hâlâ eski ezberleri sıralayanlarla alay etmek için atıyor! Yazıda bu cümleyi neden tırnak içine aldığı, daha iyi anlaşıyor, çünkü mülksüzleştirenlerin siyasetini allayıp pulluyor.

[5] Alex Kumar, “Ahlakî Emperyalizm”, Mart 2019, İştiraki.

12 Haziran 2020

Güneşin Düşmanı


Dilersen ekmeksiz kalayım,
Gömleğimi, döşeğimi satayım,
Ocaklarda taş kırayım,
Sokakları süpüreyim, hamallık edeyim,
Dükkânını temizleyeyim,
Aç karnımı doyurayım diye
Çöpünü eşeleyim.
Hatta bir şey bulamayıp açlıktan öleyim.
Hey güneşin düşmanı,
Gene de seninle uzlaşmayacağım
Damarımdaki nabız
Son kez atana dek
Sana karşı koyacağım.

Elimde kalan bir karış toprağı al,
Gençliğimi hücreye tık,
Mirasımı yağma et,
Kitaplarımı, şiirlerimi ateşe
Etimi köpeklere savur,
Köyümün damlarına korku sal.
Hey güneşin düşmanı,
Gene de seninle uzlaşmayacağım
Damarımdaki nabız
Son kez atana dek
Sana karşı koyacağım.

Söndürebilirsin gözümdeki feri,
Mahrum edebilirsin anamdan,
Gül kokulu dudaklarından,
Babama, atama küfredebilirsin,
Çocuklarımın gülümsemesini çalabilirsin,
Hayatımı benden alabilirsin,
Yüzlerine gülüp kandırabilirsin dostlarımı,
Etrafıma nefret duvarları örebilir,
Gözlerimi kör edebilirsin.
Hey güneşin düşmanı,
Gene de seninle uzlaşmayacağım
Damarımdaki nabız
Son kez atana dek
Sana karşı koyacağım.

Hey güneşin düşmanı,
Bak süslediler limanı.
Yükseliyor sevinç çığlıkları.
Nihayet göründü gemi ve
Rüzgârlara boyun eğmeyen yelkeni.
Derin dalgaları yarıyor gövdesi.
Ulis, kayıpların denizinden
Dönüyor evine.
Bu dönen, güneşin ta kendisi.
Sürgündekilerin güneşi.
Onun üzerine yemin ederim ki
Seninle uzlaşmayacağım
Damarımdaki nabız
Son kez atana dek
Sana karşı koyacağım.

Bana biraz sürgünden bahset.
Ben de zincirlerle girdiğim kavgayla
Sessizliğe ve o aptal hücreye
Nasıl meydan okuduğumu anlatayım.
Karşıma dikilmiş bir musibet ve bir hüzün.
Meydan okuyorum.
Gel kes bileklerimi,
Kana bula sinemi.
Meydan okuyorum.
İstersen kır at bacaklarımı.
Ne yaparsan yap, dinmiyorum.
Yaralarımı sırtlanıp yürüyorum.
Yumruğumdaki şiddetle,
Başkaldırıyorum.
Alnım apak, doğruluyorum.
Dişlerimle,
Şarkıların etime geçirdiği pençeyle
Direniyorum.
Öldür beni, eğilmez bu baş.
Ölüm bende öldü.
Karşında duran, başkaldırı tanrısı.
Elimde tek kalan,
Babamın atamın kıyam mirası.
Rüzgârın zihnime tek kazıdığı,
Haritadan silinmiş köylerin esrarı
Ve bir de baharların şarkısı.
Gizli gizli ağlıyorum.
Bir ağacın kökleri benim için
Hıçkıra hıçkıra ağlayan çocukların
Hikâyelerini ezber ediyor.
Onların gözleriyle başkaldırıyorum.
O gözler içimde yaşıyor.
Bu kana belenmiş sürgünde
Artık olmayan ülkeyi adıyla sanıyla
Hücrelerime kadar yaşıyorum.
Bir çığlık kesiyor ellerimi.
Öfkemden yağ ve bal sızıyor.
Acımda badem, gül ve somun kokusu
Varsın bir dilim ekmeğim hapse atılsın.
Bu can direnmeye yazgılı.

Sakın elveda deme bana.
Yarın gene buluşacağız.
Yirmi yıl önce babamın bana dediği gibi:
“Acı çekmek gemiyle denizde yol almaya benzer.”
Biliyorsun, satmadım teknemi.
O yüzden bana elveda deme.
Yarın gene buluşacağız.

George Jackson

11 Haziran 2020

Zufar Kurtuluş Cephesi

Umman’ın Zufar şehrinde bağımsız devlet kurma niyetiyle 1965’te kuruldu. Musallim Nafi ve Yusuf Alevî tarafından kurulan örgüt, 9 Haziran 1965’te gerilla mücadelesine başladı. Örgüt, kendisini Arap Milliyetçi Hareketi içerisinde tanımlarken, Altı Gün Savaşı, Nasır’ın başarısızlıkları, İngilizlerin Aden’den çekilmesi ve Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrası yüzünü sosyalist harekete çevirdi. Hedefini “Körfez’den İngiliz emperyalizmini kovmak” olarak belirledi. Eylül 1968’de yapılan ikinci kongrede örgüte devrimciler hâkim oldu. Maoizmden beslenen bu liderlik kadrosu, örgütün ismini İşgal Altındaki Körfez Halk Kurtuluş Cephesi olarak değiştirdi. Umman’ın başına geçen Sultan Kabus’un İran şahından gördüğü destekle ayaklanma, 1976’da ezildi.

● ● ●

Zufar Kurtuluş Cephesi Bildirisi

 

Zufar’ın Arap halkı!

Bağrınızdan bu ülkeyi, Allah’a ve ülkesine inanan, İngiliz emperyalizminin tesis ettiği işgal güçlerine bağlı sürülere teslim olmuş sultanın despotik idaresinden kurtarma görevini üstlenmiş devrimci bir öncü doğdu.

Kardeşler!

Bu halk, dağınıklığın, işsizliğin, yoksulluğun, cehaletin ve hastalıkların uzun zamandır en ağır şekilde çilesini çekmektedir. Bunlar, İngiliz emperyalizminin süngülerinin koruması altında ülkeye takdim edilen ve Muskat sultanlarının başında bulunduğu hükümetçe Zufarlılara karşı kullanılan tehlikeli birer silâhtır.

Zufar’ın Arap halkı!

Siz, bu gidişatın tanığısınız, hepiniz bu anlamsız siyasetin çilesini çektiniz. Allah bizim yaşamamızı, onlarsa ölmemizi istiyor. Ama Allah’ın muradı, Arapların büyük vatanının bu kısmında adaletin hâkim hâle gelmesi yönündedir.

Zufar’ın savaşçıları!

Onurun ve şerefin savaş sahasında toprağa düşmüş özgür şehitlerin adına, hâkim yolsuzluğun ve sapkınlığın aşağıladığı insanlar, dert sahibi kesimler ve dullar adına, evlatları topraklarının her bir kısmında dövüşen Arap milleti adına biz, despotizme karşı aşılması mümkün olmayacak bir duvar örmek için Zufar Kurtuluş Cephesi savaşçıları etrafında toplanmaya, yozlaşma karşısında içinizdeki Arap ruhunuzla safları sıklaştırmaya çağırıyoruz.

İşbirlikçi Said Bin Teymur hükümeti, bu ülkede Arapların kurtuluşu hedefine ulaşılmasına mani olmak için Şuub kabilesi üyesi paralı askerlerden oluşan bir ordu kurdu. Gelgelelim ZKC, ülkenin her kısmında bu hükümete karşı her yanı ateşe verecektir. Bu hain (yabancı ve Arap olmayan) ordu, Umman’da devrimin amaçlarına ulaşmasına mani olmayı bildi, ancak gücünü Allah’ın iradesinden alan Hür İrade’nin zaferi kaçınılmazdır.

Allah’a yemin olsun ki bu orduya hiç unutamayacakları bir ders vereceğiz. Bu ders, Mısır’da, Cezayir’de, Irak’ta ve Yemen’de emperyalist ordulara verilen dersin aynısıdır.

[Kaynak: “The Struggle for Liberation of Oman”, MERIP Reports, Sayı 36 (Nisan 1975) s. 13.]

09 Haziran 2020

Ne Sapması?


Şiddet, ABD’nin Tarihinin, Bugününün ve Kendisinin Özüdür

 

Siyah gençler ve ılımlı isimler şunu anlamalıdırlar ki devrimci öğretiye teslim olurlarsa birer ölü devrimciye dönüşeceklerdir.

[J. Edgar Hoover, Eski FBI Başkanı -1968]

Amerika’daki gerçeklik ve dünya anlayışları, insanların kendilerine ait olan şeylerden uzak durma gayretleri sebebiyle sakatlanmıştır.

[James Baldwin -1971]

 

Yaygın kanaate göre, son birkaç haftadır tanık olunan yıkım ve şiddet, Amerikalıların genel tecrübesi dâhilinde bir sapmayı ifade ediyor. Polisin göstericilere uyguladığı şiddet karşısında atılan sayısız manşette ve sosyal medya paylaşımında benzer bir dile başvuruluyor ve genelde şu söyleniyor: “Şu an karşınızda herhangi bir Batılı olmayan devlet mi duruyor? Hiç şaşırmayın, Amerika bu işte!”

Herkesin dilinde olan bu anlayışa göre ABD, medeni ve Batılı olmayan milletler gibi kendi yurttaşlarına şiddet uygulamaktadır, bu şiddeti uygulayansa Amerikan “demokrasi”si değildir. Oysa bu, ta başından beri ABD’nin kendi halkına ve dünya genelinde başka birçok halka hiç durmadan şiddet uyguladığı gerçeğini gizleyen ırkçı ve tarih dışı bir anlayıştır.

ABD’nin resmiyette düşman kabul ettiği İran, Venezuela ve Kuzey Kore gibi ülkelerle kıyaslanan ABD’nin son eylemleriyle ahlâkî planda alt seviyeye düştüğünden bahsediliyor. Burada bir zamanlar ABD’nin haklı olduğuna dair ırkçı ve şovenist efsanenin kalıcılaşmasına hizmet eden bir tavır söz konusu. Samir Amin’in Amerikan İdeolojisi isimli çalışmasında dediği gibi:

“Gerçekte toplumsal boyuttan mahrum sınırlı bir bağımsızlık savaşından başka bir şey olmamasına ve ‘erdemli devrim’ olarak nitelenmesine karşın Amerikan devrimi, Kızılderililere karşı soykırım uygulamış, hiçbir zaman köleliğe karşı koymamıştır.”

Birçoklarına son yaşanan gösteriler ve polis şiddeti, altmışların sonu ve yetmişlerin başını kapsayan devrimci dönemi anımsattı. Kara Panter Partisi ve ondan ilham alan, onunla bağlantılı başka örgütlerin ateşlediği bu dönemde ABD genelinde kentlerde huzursuzluk süreci hiç kesintiye uğramadı. İstihbarat kurumları, polis, ordu ve diğer paramiliter güçler bu ayaklanmaları bastırdı. Bu dönemin önemli olaylarından biri de 1970’te Kent Eyalet Üniversitesi’nde düzenlenen Vietnam Savaşı karşıtı gösteriye yönelik saldırı idi. Bu saldırıda Ulusal Muhafızlar öğrencilerin üzerine kurşun yağdırdı, yere düşen öğrenciler süngülendi, dört kişi öldü, birçok öğrenci yaralandı. Kent, Yale gibi üniversitelerde yapılan gösterileri bastıran askerlerin büyük bir kısmına amirleri, “görevini ifa ederken birini vurursanız yargılanmayacaksınız” dedi. Yani bu askerlere öldürme yetkisi verildi ve bu askerler söz konusu yetkiyi kullandılar.

Elli yıl sonra aynı Ulusal Muhafızlar, birçok şehirde göstericilerin üzerine salındı, üstlerinden benzer bir güvence alan askerler, en başta Genelkurmay Başkanı Donald Trump’ın desteğini aldılar. Trump, göstericilere şiddet uygulanmasını meşrulaştırmakla kalmadı, ayrıca bu şiddetin kullanılması yönünde çağrıda bulundu. Kent Üniversitesi’ndeki katliam alçakçaydı ve devlete karşı koyma cüreti gösteren yurttaşlarıyla başa çıkma konusunda ister Demokrat isterse Cumhuriyetçi olsun, tüm yönetimlerin başvurduğu üslup ve tarz konusunda çok şey öğretmekteydi.

Kent’teki cinayetler asla istisnai değildi. Aslında bu olay, epey bir insanın dikkatini çekmişti çünkü kurbanlar beyaz üniversite öğrencileriydi. Siyahların katledildiği benzer olaylarsa hâkim tarihyazımının kara kitabından silinip atıldı. Siyahların daha fazla canı alındı, onların daha fazla malına zarar verildi. Örneğin 1921’de Tulsa şehrinin Greenwood kasabasında yer alan “Siyahların Borsası” denilen mahalle imha edildi. 300’den fazla siyah öldürüldü. Bu olay da halkın hafızasından silindi.

ABD devleti ve kurumları, siyah göstericilere ve devrimcilere her daim zulmetti. Kara Panter Partisi’nin genç lideri Fred Hampton, 1969’da öldürüldü. Bu olay, Hampton gibi kitlelere ilham veren liderlerin yol açtığı tehditle uğraşma konusunda devletin ne kadar acımasız olabileceğinin bir göstergesiydi. Hampton, ABD devleti ve kapitalizme karşı proleter bir devrim yapmak adına ırklar arasında birlik teşkil edilmesi çağrısında bulunan bir isimdi. Henüz 21 yaşında olan Hampton’a örgüte sızmış olan bir FBI ajanı ilâç verip onu komaya soktu, sonra Şikago emniyetinden polisler gelip başına birkaç el ateş etti. Amerika’daki siyah kitleleri devlete karşı birleştirme becerisine sahip bu türden liderlere uygulanan devlet şiddeti, bugün vaka-ı adiyedendir. 2014’te Ferguson’da yapılan gösterilere öncülük eden birçok isim, devlet şiddetinin devam ettiğinin hem kanıtı hem şahididir.

Özellikle altmışların sonunda FBI, kitleleri birleştiren Hampton türünden liderlerden korkmuş, bu isimlerin siyah “mesih” gibi zuhur edip Amerika’da bir Mau Mau İsyanı’nı başlatabileceğini, böylelikle gerçek bir siyah devrimini gerçekleştirebileceğini düşünmüştür. 1968’de Martin Luther King Jr.’ın öldürülmesinden bir hafta önce FBI bir raporunda onun adını Stokely Carmichael (Kwame Ture) ile birlikte anmış, bu iki ismin kitlelere öncülük edebileceği üzerinde durmuştur.

Bu bağlamda Martin Luther King Jr. ve Malcolm X suikastları, siyah milliyetçi hareketine ve müttefiklerine odaklanan şiddet, gözdağı, sabotaj ve baskı dalgasının bir parçası olarak görülmelidir. Bu süreçte en fazla öne çıkan unsur ise ilk başta ABD Komünist Partisi’ni hedef alan ve FBI eliyle yürütülen COINTELPRO kampanyasıdır. ABD devleti, içteki tüm direnişi ezme konusunda kararlı bir tutum sergiler. Öyle ki bir generalin de dile getirdiği biçimiyle, “isyanların yetmişler boyunca devam etmesi durumunda Pentagon, Amerikan şehirlerini İkinci Dünya Savaşı esnasında Stalingrad’da görülen yıkım sahnelerine benzer sahnelere maruz bırakma konusunda hazırlık yapmıştır.” İçteki isyanları bastırmak için şiddet kullanma isteği hiçbir zaman eksilmemiş, 1992’de Los Angeles’ta, 2014’te Ferguson’da, 2016-17’de Standing Rock’ta ve geçen haftalarda ülke genelinde bu istek somutta karşılık bulmuştur.

Birçok Amerikalı, belirli bir eğilim dâhilinde, son şiddet dalgasını geçici görmekte, ABD’nin bir süreliğine kendisinden “daha kötü” olan ülkeler gibi davrandığını düşünmekte, “Karakas, Bağdat veya Beyrut gibi yerlerde yaşanan olaylara benzer olaylar neden bizde yaşanıyor?” diye sorup şaşırmaktadır. Ortalama bir Amerikalının aklında şiddetle ilişkilendirilen bu türden “kötü” örnekler, bugün ABD kentlerini tehdit eden aynı etmenin, ABD devletinin kesintisiz bir biçimde uyguladığı zulmün bir sonucudur.

Tembellikle malul Amerikan aklında Beyrut, belirli yaştaki Amerikalılar için kargaşanın hâkim olduğu kent merkezli şiddetin bir simgesidir. Bu fikrin oluşmasının sebebi, ülkede yaşanan iç savaştır, bilhassa seksenlerde yaşanan çatışmalarda birçok Amerikan vatandaşının kaçırılmış, bazılarının öldürülmüş olmasıdır.

Ama öte yandan o dönemde Amerikan deniz piyadelerinin Lübnan’ı işgal ettiği, iç savaşın fitilinin ateşlenmesi ve iç savaşın sürdürülmesi noktasında ABD’nin sürece doğrudan dâhil olduğu, ABD’nin eline kanın bulaştığı, onun adının Sabra-Şatilla Kampı’nda yüzlerce Filistinlinin öldürülmesi gibi olaylara karıştığı, nedense unutulur.

Bugün toprağın altında olan birçok siyah devrimcinin gayet iyi bildiği gibi, kendilerine ve diğer siyah Amerikalılara her gün uygulanan ırkçı şiddet, ABD ordusunun Vietnam’da ve başka ülkelerde sivillere karşı uyguladığı şiddetle doğrudan bağlantılıdır. Irkçılık, kapitalizm ve emperyalizm arasında yapısal ve kesintisiz bir bağ mevcuttur. 1971’de San Quentin Hapishanesi’nde devlet eliyle katledilen Kara Panter Partisi üyesi devrimci George Jackson, ölmeden bir yıl önce Angela Davis’e yazdığı mektupta şunları söylemektedir:

“Malcolm X ve MLK’i takip etmeye başladıkları noktada öldürülmüş olmaları, asla tesadüfi değil. […] Malcolm X öldüğünde dili ne söylüyordu, anımsa: o ölmede önce Vietnam’dan, ekonomiden, politik ekonomiden bahsediyordu.”

Malcolm X ise şunu söylemektedir:

“Kapitalizm ırkçılık olmadan yapamaz. Irkçılık bulaşmamış bir kişi görürseniz ve bu kişinin görüşlerinde zerre ırkçılık bulunmuyorsa bilin ki bu kişi sosyalisttir.”

Bu süreçte Malcolm X, Afrika’da yeni bağımsız olmuş, birçoğu sosyalist olan ülkelerin hükümetleriyle ABD’nin sömürgeci bir güç olarak siyah yurttaşlara tavrını ve muamelesini mahkûm eden bir BM kararının alınmasını sağlamak için çalışır. Bu teklif, Amerika’daki iktidar elitlerini ürkütür. Bu yönde adım atmazdan evvel Malcolm X katledilir.

Öldürülmeden kısa bir süre önce hapishanede her türlü güçlüğe karşın tamamlamayı bildiği Gözümdeki Kan isimli kitabında George Jackson, şunları söylemektedir:

“ABD kendisini, tüm halk hükümetlerinin, dünyanın her yerinde bilimsel sosyalizmin ürettiği tüm bilincin ve tüm anti-emperyalist faaliyetlerin can düşmanı olarak teşkil etmiştir. Bu ülkenin tarihinin son elli yıllık döneminde belirleyici olan tüm temel unsurlar, ekonomik, toplumsal, politik ve askerî seferberlik faaliyetleri, sahip oldukları nitelik itibarıyla beynelmilel faşist karşı-devrimin prototipi olarak örgütlenmiştir.”

Jackson’ın tespiti, son elli yıl içerisinde doğru olduğunu kanıtlamıştır.

Dünya genelinde milyonlarca insan, ABD’deki olaylara odaklandı ve siyahların haklı davası ile dayanışma ilişkisi kurdu. ABD’yi içeriden zayıflatma imkânına sahip her şey, dünyanın her yerinde tüm ilerici güçlerin devrimci potansiyelini ve konumunu güçlendirecek.

Jackson kitabında, kendisinin “siyah kolonisi” dediği gücün öncülük ettiği devrimin dünya genelinde sahip olduğu önemden uzun uzun bahseder. Bu mesele, ABD devletinin de paylaştığı bir endişe kaynağıdır.

Seksenlerin başında Karayipler’deki Grenada isimli küçük adada dışişleri bakanlığının Marksist-Leninist devrim yapacağı korkusuna kapılmasına neden olan Maurice Bishop, şu gerçeğin görülmesini sağladı: liderlerin ve ülke nüfusunun yüzde 95’i siyah, dolayısıyla “burada yaşanacak bir devrim, ABD’deki otuz milyon siyah için bir cazibe kaynağı hâline gelecektir.” Bu ise ABD için kabul edilemez bir durumdur. 1983’te ve sonraki yıllarda devrimi sabote etmeye yönelik girişimler bağlamında ABD, Grenada’yı işgal etti, kısa ömürlü devrimci süreci hızla ezdi.

“Bu büyük ülke, düşmanlarının tabi olduğu ölçütlerin gerisine düşmemeli” diyen ve apaçık bir biçimde ırkçı olan anlayışa karşılık, ABD’nin gerçekte dünya genelinde suikastlar, içteki muhalefeti ezme, medyayı kontrol edip ona gözdağı verme, göstericilere ve muhalif gruplara şiddet uygulama konusunda uzman olduğunu söylemek gerekmektedir. Oysa bugün birçok insan, saçma sapan bir yaklaşım dâhilinde, bu eylemlerin “Amerikalı olmayan” pratikler olduğunu iddia etmektedir. Son bir haftada yaşanan olaylar, bu gerçeği açık biçimde ispatlamaktadır. Amerika’nın yüzündeki liberalizm maskesi en azından şimdilik düşmüş, alttaki çirkin faşist suratı açığa çıkmıştır.

Önümüzdeki günlerde ve haftalarda solcular dâhil birçok insan, bu maskeyi o yüze yeniden takmak için uğraşacak. Mevcut sorunu reformların çözüme kavuşturacağını söyleyecek, buradan da ABD’nin düşmanları karşısında ahlaken üstün olan demokrasisinin kurtarılabileceği imasında bulunacaklardır.

Oysa gerçek şu ki ABD, tam da suçlama yönelttiği düşmanlarına söylediği şeydir: o, zerre ceza almadan, ülke içinde ve dışında insanları gözetleyen, onlara zulmeden ve katleden, her yerde her şey konusunda hak iddiasında bulunan kapitalist oligarşinin çıkarına hizmet eden, otoriter, askerîleşmiş bir polis devletidir.

Louis Allday
4 Haziran 2020
Kaynak