“Türk ulusal kurtuluş hareketi, burjuva demokrasisini
kurmamıştır, ama hareket, antiemperyalist ve ilerici yöne sahiptir.”[1]
Asıl soru şudur: Bu cümle, Gaye Operasyonu’nun
öncesine mi yoksa sonrasına mı ait?
Cümlenin sahibi olan örgüte (ESP) göre, “İslam dini ve
hukuku, burjuva gelişmenin önünde engel.” Örgüt, o sebeple İslam’a düşman,
demek ki burjuva gelişmenin yanında.
Aynı örgüt, İspanya’ya gidip çanla ezanı
kıyaslayan kişinin karşısında Hristiyanlığı koruyor, ama kendi ülkesindeki dine
her fırsatta küfrediyor. O, nereye sesleneceğini iyi biliyor.
Yazıyı yazan örgüt, esasen burjuva demokrasisinin
tesisini istiyor, “Kürtlere hakları verilsin, kâfi” diyor, burjuva ideolojisini
Kürd coğrafyasında güncelliyor, bunu da “komünist siyaset” diye pazarda
satabiliyor. Doğal. Liberalizmin kızıl boyaya daldırıldığı günlerdeyiz.
Doğal çünkü, bu ülkede teori, ideoloji ve politika ile
ilişki kuran herkesin Kemalizmden icazet alması gerekiyor. Onu
“antiemperyalisttir ve ilericidir” diye yücelten yazar, bir cümlede “İslam
terakkiye, burjuva gelişmeye mani” diyor, bir sonraki cümlede “İslamî
otoriteler, İngiliz korumacılığına sığınmışlardı” tespitinde bulunuyor,
İngilizleri de burjuva gelişmenin karşısına atıyor, böylece antiemperyalist
oluyor!
Bunlar, resmi tarihin, CHP’nin tezleri aslında.
Harekete İngiliz karşıtı, anti-emperyalist nitelik atfediliyor. Yazıyı yazan
örgüt de “ellilerde anti-kemalist devrim oldu, ona karşı mücadele edelim”
tezine sarılıyor. Ezilende, millette, halkta ve sınıfta karşılık bulmayan
örgütler, soluğu Kemalizmin kucağında alıyorlar. Kemalizm dışı, öncesi ve
ötesi, asla görülemiyor. Gören gözlere mil çekiliyor. İrade, öznellik ve
faaliyet illaki Kemalizmle tanımlı kılınıyor. Bu üç şey konusunda Kemalizme
herkes kendisini borçlu hissediyor. Siyaset ve teori bir tür borç ödeme
yöntemi. Sonrası rahatlama, keyif çatma, huzurlu günler.
Yazıda aktarıldığı kadarıyla tek dert, milliyetçilik
ki o da dünyanın gidişatı açısından dönüştürülmesi gereken “geri” bir yönelim.
Kaderini uluslararası sermayeye bağlamış solculuk, elindeki çekiçle, her yerde
milliyetçilik görüyor. Buradan, sınıfsızlık ve sınırsızlık üzerinden, bir
ulus-devlet eleştirisi geliştiriliyor. Bu eleştiriler, bölge gücü olmak isteyen
devletin dönüşümüyle alakalı. O çekiç o yüzden ele alınıyor. Aynı örgütün
Libya’da Kaddafi karşıtı güçlere, Suriye’de Esad karşıtı güçlere düşman
olmasına şaşırmamalı. Örgüt, eline verilen çekici sağa sola savuruyor.
Bu tür yazılardaki milliyetçilik ve ulus-devlet
eleştirilerinin Marksist veya komünist bir yanı bulunmuyor. Bu eleştiriler,
Kemalist devrimleri sahipleniyor. Sadece güya burjuvaziyi aşıyormuş pozu kesmek
ve olası mücadelelerin önünü almak için “komünist” laflar ediyor. Öz Kemalist,
ama biçim, Avrupa “komünizmi” oluveriyor. Kemalizmi demokratik terbiyeye tabi
kılmayı komünistlik zannediyor. Bu demokrasi terbiyesi, esasen AB ile ve
ABD’nin Ortadoğu’ya gelişiyle alakalı. Dolayısıyla söz konusu eleştirileri, devletin
yeni döneme adaptasyonu bağlamında ele almak gerekiyor. Bu tür örgütler,
ezilenlere ve sömürülenlere asla inanmıyorlar.
Sosyalistler, tarihi kendilerinden, kendilerini de
burjuva devrimlerinden başlattıklarından, işçi, asker ve aydın üçlüsüne
belli bir açıdan yaklaşıyorlar. İşçi, asker ve aydın şuraları, Kemalizmin
sopasını yiyor. Tek tek işçi, asker ve aydındaki Sovyet etkileri düzleniyor,
devlet disiplinine tabi kılınıyor. Sonrasında ilişki kurma noktasında bu
üçlüden biri, illaki sınırsız-sınıfsız, çelişkisiz, pürüzsüz, kaynaşmış yapı
olarak tasavvur ediliyor.
Bu üç unsur arasındaki rekabetin bir önemi bulunmuyor.
Sonuçta tüm rakipler, verili hâlleriyle Kemalizme bağlanıyorlar. CHP’deki ana
kütle askeri, işçi-aydın geriliminin çözüldüğü yer olarak değerlendiriyor, bu
sebeple, kurtuluş orada görülüyor.
Aydın olma meselesi, burjuvalıkla birlikte
tanımlanıyor. İşçi ise ancak sendika patronu olduğunda değer kazanabiliyor.
Onun dışında bir öneme sahip değil.
12 Eylül’e giden süreci yönetmek için özel olarak
ülkeye gönderilen ABD büyükelçisi, darbe sonrasında askerlerin halka ekmek
dağıttığını, ekonomik ve politik krizi en iyi askerin aşabileceğini, halk
nezdinde de bu fikrin karşılık bulduğunu söylüyor.[2] Aynı zihniyet,
sosyalistler düzleminde de hâkim. Buna göre, örgüt başlarına özellikle eski
askerler getiriliyor. Bu kişiler, Avrupa’dan, ülkenin Avrupa’ya örgütlenen
kısmına nasihatlerde ve tavsiyelerde bulunuyorlar. Sosyalist pratik, bu
telkinlere indirgeniyor.
Dolayısıyla sosyalistler, İngiliz İşçi Partisi
içindeki “sol” kanadı temsil eden Fabyusçuların yanına hizalanıyorlar.[3]
Örgütlerin büyük bir kısmı, Sovyetler’den kurtulduklarına seviniyorlar.
İmkânlar, fırsatlar bağlamında, (sömürgeci) Sosyalist Enternasyonal ve
(emperyalist) Fabyusçuluk çizgisine geriliyor. Sovyetler, liberallerden ödünç
alınan yöntem ve teoriyle, “doğu despotizmi” olarak eleştiriliyor.
Fabyusçular Derneği’nin ilk simgesi, kuzu postlu
kurt. Sosyalist örgütlerin belirli bir kısmı, bu imgeye uygun kıvama
getiriliyor. Tabandaki devrimci ve komünist ihtimalleri ve imkânları örtbas
etmek, ortadan kaldırmak için birileri, üzerlerine kuzu postu geçiriyor.
Bu isimlerden biri de Murat Çakır.[4]
ÖDP’den HDP’ye uzanan sürecin nedense hep bir
yerlerinde olan Çakır, Almanya’daki belirli sol liberal mahfillerle ilişkili.
Oralarda verilen emirleri yerine getiriyor, bu emirlerle dönüp Türkiye’ye
konuşuyor. Buraya ayar vermeye çalışıyor. O emirleri aldığı yer, kuzu postunu
giyinip Rosa’nın adını almış olan vakıf. İlgili vakıf, doğrudan Alman istihbaratına
ve sermayesine bağlı.
Çakır son yazısında, tabandaki devrim ve komünist
mücadele bağlamında duyulan rahatsızlığa oynuyor, oraya gül dağıtıyor, ama öte
yandan, aynı tabanı, İlerici Enternasyonal reformizmine ve Die Linke’deki
reformist sola örgütlemeye çalışıyor. Ara ara Marx’tan, Lenin’den cümleleri,
elmanın üzerindeki kırmızı boyalı şeker gibi, dillendiriyor. Çünkü yazar,
birkaç yerde, sinsi bir üslupla, “bunları eleştiriyoruz, ama bu İlerici
Enternasyonalcilerle ve reformist solcularla birlikte olacağız, onlarla hareket
edeceğiz, buna mecburuz” diyor, gelgelelim, “peki ama neden, onlarla neden
çalışmak, niye birlikte hareket etmek zorundayız?” sorusuna cevap vermiyor.
Derdi, tabanı Avrupa’nın dişine uygun kıvama getirmek. Zaten bu ülkeden
kaçmanın derdinde olan solcuların gönlünü hoş tutmak.
Çakır’ın bahsini ettiği reformist sol, mevcut kriz
yumağı karşısında, emperyalizmi ahlakî, edepli, pürüzsüz kılma çabası olarak
gündeme geliyor. Örneğin Fabyusçular, “imparatorluğun vicdanı” olarak,
sömürgeleri kalkındırmak ve buraların emperyalizm için sorun hâline gelmesine
mani olmak adına çalışma yürütüyorlar.[5] Bugün Çakır’ın bahsini ettiği, “ona
mecburuz” dediği reformist sol, bu çizginin uzantısı ve bu çizgi, Sovyetler’e
ve tüm sosyalizm deneyimlerine hep düşman olmuş.
Başta bahsini ettiğimiz Kemalizm yazısını yazanlar ve
Murat Çakır’ın seslendiği örgüt, işte bu çizgiden medet umuyor. Kemalizmi
ilkel, arkaik, geri, yoz bir ideoloji olarak değerlendirip, onu otuzlara
hapsettikten sonra Kemalizmin otuzlar sonrasındaki seyrine, girdiği kalıplara,
kazandığı içeriğe körleşmemizi istiyorlar, bugünün neokemalisti olmak için
çabalıyorlar. Güç olmayı ondan öğreniyorlar. Bu isteğin, çabanın ve eğitimin
sorgulanmasına her daim mani oluyorlar.
Aynı reformist çizgi, tekellerin talepleri ve emirleri
doğrultusunda, iç bağlaşıkları üzerinden, sol-sosyalist hattı “kimlik
siyaseti”ne mahkûm ediyor. Sol örgütler, bu emirlere ve taleplere bağlı olarak,
zamanla birer LGBT kulübüne, feminist derneğine, vegan mutfağına dönüşüyorlar,
politik hedeflerini terk ediyorlar, politik iktidar mücadelesini hor
görüyorlar, devrimin karşısına direnişi çıkartıyorlar ve o direnişi
kutsuyorlar, böylece her şey olup hiçbir şey yapmama imkânı buluyorlar. (Bu
arada bugün Siyah isyanına destek olunması, “bu Siyahların ‘Kürt’ dediğini
duydunuz mu hiç, benim arkadaşlarımı Tarlabaşı’nda dövmüşlerdi!” türünden
cümlelere rastlanmaması, önemli bir gelişme!)
Mevcut parçalanmışlıkta örgütler, tel tel
dökülüyorlar. Bunun üzerine Avrupa ve ABD’deki düşünce karargâhlarında, “çok
dağıldı bu örgütler, işe yaramaz hâle geliyorlar, süreci bizim lehimize olacak
şekilde karşılayamazlar, şimdi LGBT’ye, feministlere ve veganlara sınıf
mücadelesini omuzlama talimatını verelim” deniliyor. Bugün Siyah isyanı ve
15-16 Haziran gibi mevzularda LGBT ve feministler, ön plana çıkartılıyorlar.
Bunu, örgüt şeflerinin basit bir tercihi ve yönelimi olarak anlamamak
gerekiyor. Hareket ve mücadele, bireyin dünyasına ve kaprislerine doğru
kapatılıyor, çoğalmasın, ölsün isteniyor.
Öte yandan, kimlik siyasetinin sınıf siyasetini
“böldüğü” eleştirisi, elbette ki hiçbir anlama sahip değil. Çakır gibilerin,
“küçük burjuvanın prekarya olduğundan”, “sınıf siyasetinin imkânsızlığından”
bahsetmesinin sebeplerini, bu kişilerin bireysel zihin yapısının ve aklının
dışındaki güçlerde aramak şart. Esasında kimlik siyaseti parçacı; sınıfçı
siyaset bütüncü ve birbirlerini yanlışta tamamlıyor, devrimci politik
mücadeleyi ikisi de gereksiz kılıyor.
Sınıf siyaseti, komünist siyaset bağlamında varsa
vardır. Komünist siyasetse politik iktidarı hedeflemiyorsa, bir hiçtir. Teorik,
ideolojik ve politik çalışma, politik iktidarı ele geçirmek içindir, küçük
burjuvaların kendilerini eğlendirmeleriyle, tatmin etmeleriyle, yüceltmeleriyle
bir alakası yoktur.
Eren Balkır
13 Haziran 2020
Dipnotlar:
[1] Adil Can, “Türk Ulusal Kurtuluş Hareketi ve Kemalizmin İki Yönü”,
Ekim-Kasım 2008, Marksist Teori.
[2] James W. Spain, “Türkiye’de Askerî Rejim”, 12
Eylül 2017, İştiraki.
[3] Jessica Whyte, “Fabyusçular ve İmparatorluk”, 16
Mart 2020, İştiraki.
[4] Murat Çakır, “Mülksüzleştirenleri
Mülksüzleştirmeden Olmaz!”, 11 Haziran 2020, Umut.
Çakır, bu başlığı muhtemelen gülüp eğlenmek, hâlâ eski ezberleri sıralayanlarla
alay etmek için atıyor! Yazıda bu cümleyi neden tırnak içine aldığı, daha iyi
anlaşıyor, çünkü mülksüzleştirenlerin siyasetini allayıp pulluyor.
[5] Alex Kumar, “Ahlakî Emperyalizm”, Mart 2019, İştiraki.