Şiddet, ABD’nin Tarihinin, Bugününün ve Kendisinin Özüdür
“Siyah gençler ve
ılımlı isimler şunu anlamalıdırlar ki devrimci öğretiye teslim olurlarsa birer
ölü devrimciye dönüşeceklerdir.”
[J. Edgar
Hoover, Eski FBI Başkanı -1968]
“Amerika’daki gerçeklik
ve dünya anlayışları, insanların kendilerine ait olan şeylerden uzak durma
gayretleri sebebiyle sakatlanmıştır.”
[James
Baldwin -1971]
Yaygın
kanaate göre, son birkaç haftadır tanık olunan yıkım ve şiddet, Amerikalıların
genel tecrübesi dâhilinde bir sapmayı ifade ediyor. Polisin göstericilere
uyguladığı şiddet karşısında atılan sayısız manşette ve sosyal medya
paylaşımında benzer bir dile başvuruluyor ve genelde şu söyleniyor: “Şu an
karşınızda herhangi bir Batılı olmayan devlet mi duruyor? Hiç şaşırmayın,
Amerika bu işte!”
Herkesin
dilinde olan bu anlayışa göre ABD, medeni ve Batılı olmayan milletler gibi
kendi yurttaşlarına şiddet uygulamaktadır, bu şiddeti uygulayansa Amerikan
“demokrasi”si değildir. Oysa bu, ta başından beri ABD’nin kendi halkına ve
dünya genelinde başka birçok halka hiç durmadan şiddet uyguladığı gerçeğini
gizleyen ırkçı ve tarih dışı bir anlayıştır.
ABD’nin
resmiyette düşman kabul ettiği İran, Venezuela ve Kuzey Kore gibi ülkelerle
kıyaslanan ABD’nin son eylemleriyle ahlâkî planda alt seviyeye düştüğünden
bahsediliyor. Burada bir zamanlar ABD’nin haklı olduğuna dair ırkçı ve şovenist
efsanenin kalıcılaşmasına hizmet eden bir tavır söz konusu. Samir Amin’in Amerikan
İdeolojisi isimli çalışmasında dediği gibi:
“Gerçekte toplumsal
boyuttan mahrum sınırlı bir bağımsızlık savaşından başka bir şey olmamasına ve
‘erdemli devrim’ olarak nitelenmesine karşın Amerikan devrimi, Kızılderililere
karşı soykırım uygulamış, hiçbir zaman köleliğe karşı koymamıştır.”
Birçoklarına
son yaşanan gösteriler ve polis şiddeti, altmışların sonu ve yetmişlerin başını
kapsayan devrimci dönemi anımsattı. Kara Panter Partisi ve ondan ilham alan,
onunla bağlantılı başka örgütlerin ateşlediği bu dönemde ABD genelinde
kentlerde huzursuzluk süreci hiç kesintiye uğramadı. İstihbarat kurumları,
polis, ordu ve diğer paramiliter güçler bu ayaklanmaları bastırdı. Bu dönemin
önemli olaylarından biri de 1970’te Kent Eyalet Üniversitesi’nde düzenlenen
Vietnam Savaşı karşıtı gösteriye yönelik saldırı idi. Bu saldırıda Ulusal
Muhafızlar öğrencilerin üzerine kurşun yağdırdı, yere düşen öğrenciler
süngülendi, dört kişi öldü, birçok öğrenci yaralandı. Kent, Yale gibi
üniversitelerde yapılan gösterileri bastıran askerlerin büyük bir kısmına
amirleri, “görevini ifa ederken birini vurursanız yargılanmayacaksınız” dedi.
Yani bu askerlere öldürme yetkisi verildi ve bu askerler söz konusu yetkiyi
kullandılar.
Elli
yıl sonra aynı Ulusal Muhafızlar, birçok şehirde göstericilerin üzerine
salındı, üstlerinden benzer bir güvence alan askerler, en başta Genelkurmay
Başkanı Donald Trump’ın desteğini aldılar. Trump, göstericilere şiddet
uygulanmasını meşrulaştırmakla kalmadı, ayrıca bu şiddetin kullanılması yönünde
çağrıda bulundu. Kent Üniversitesi’ndeki katliam alçakçaydı ve devlete karşı
koyma cüreti gösteren yurttaşlarıyla başa çıkma konusunda ister Demokrat
isterse Cumhuriyetçi olsun, tüm yönetimlerin başvurduğu üslup ve tarz konusunda
çok şey öğretmekteydi.
Kent’teki
cinayetler asla istisnai değildi. Aslında bu olay, epey bir insanın dikkatini
çekmişti çünkü kurbanlar beyaz üniversite öğrencileriydi. Siyahların
katledildiği benzer olaylarsa hâkim tarihyazımının kara kitabından silinip
atıldı. Siyahların daha fazla canı alındı, onların daha fazla malına zarar
verildi. Örneğin 1921’de Tulsa şehrinin Greenwood kasabasında yer alan
“Siyahların Borsası” denilen mahalle imha edildi. 300’den fazla siyah
öldürüldü. Bu olay da halkın hafızasından silindi.
ABD
devleti ve kurumları, siyah göstericilere ve devrimcilere her daim zulmetti.
Kara Panter Partisi’nin genç lideri Fred Hampton, 1969’da öldürüldü. Bu olay,
Hampton gibi kitlelere ilham veren liderlerin yol açtığı tehditle uğraşma
konusunda devletin ne kadar acımasız olabileceğinin bir göstergesiydi. Hampton,
ABD devleti ve kapitalizme karşı proleter bir devrim yapmak adına ırklar
arasında birlik teşkil edilmesi çağrısında bulunan bir isimdi. Henüz 21 yaşında
olan Hampton’a örgüte sızmış olan bir FBI ajanı ilâç verip onu komaya soktu,
sonra Şikago emniyetinden polisler gelip başına birkaç el ateş etti.
Amerika’daki siyah kitleleri devlete karşı birleştirme becerisine sahip bu
türden liderlere uygulanan devlet şiddeti, bugün vaka-ı adiyedendir. 2014’te Ferguson’da
yapılan gösterilere öncülük eden birçok isim, devlet şiddetinin devam ettiğinin
hem kanıtı hem şahididir.
Özellikle
altmışların sonunda FBI, kitleleri birleştiren Hampton türünden liderlerden
korkmuş, bu isimlerin siyah “mesih” gibi zuhur edip Amerika’da bir Mau Mau
İsyanı’nı başlatabileceğini, böylelikle gerçek bir siyah devrimini
gerçekleştirebileceğini düşünmüştür. 1968’de Martin Luther King Jr.’ın
öldürülmesinden bir hafta önce FBI bir raporunda onun adını Stokely Carmichael
(Kwame Ture) ile birlikte anmış, bu iki ismin kitlelere öncülük edebileceği
üzerinde durmuştur.
Bu
bağlamda Martin Luther King Jr. ve Malcolm X suikastları, siyah milliyetçi
hareketine ve müttefiklerine odaklanan şiddet, gözdağı, sabotaj ve baskı
dalgasının bir parçası olarak görülmelidir. Bu süreçte en fazla öne çıkan unsur
ise ilk başta ABD Komünist Partisi’ni hedef alan ve FBI eliyle yürütülen
COINTELPRO kampanyasıdır. ABD devleti, içteki tüm direnişi ezme konusunda
kararlı bir tutum sergiler. Öyle ki bir generalin de dile getirdiği biçimiyle,
“isyanların yetmişler boyunca devam etmesi durumunda Pentagon, Amerikan
şehirlerini İkinci Dünya Savaşı esnasında Stalingrad’da görülen yıkım
sahnelerine benzer sahnelere maruz bırakma konusunda hazırlık yapmıştır.”
İçteki isyanları bastırmak için şiddet kullanma isteği hiçbir zaman eksilmemiş,
1992’de Los Angeles’ta, 2014’te Ferguson’da, 2016-17’de Standing Rock’ta ve
geçen haftalarda ülke genelinde bu istek somutta karşılık bulmuştur.
Birçok
Amerikalı, belirli bir eğilim dâhilinde, son şiddet dalgasını geçici görmekte,
ABD’nin bir süreliğine kendisinden “daha kötü” olan ülkeler gibi davrandığını
düşünmekte, “Karakas, Bağdat veya Beyrut gibi yerlerde yaşanan olaylara benzer
olaylar neden bizde yaşanıyor?” diye sorup şaşırmaktadır. Ortalama bir
Amerikalının aklında şiddetle ilişkilendirilen bu türden “kötü” örnekler, bugün
ABD kentlerini tehdit eden aynı etmenin, ABD devletinin kesintisiz bir biçimde
uyguladığı zulmün bir sonucudur.
Tembellikle
malul Amerikan aklında Beyrut, belirli yaştaki Amerikalılar için kargaşanın
hâkim olduğu kent merkezli şiddetin bir simgesidir. Bu fikrin oluşmasının
sebebi, ülkede yaşanan iç savaştır, bilhassa seksenlerde yaşanan çatışmalarda
birçok Amerikan vatandaşının kaçırılmış, bazılarının öldürülmüş olmasıdır.
Ama
öte yandan o dönemde Amerikan deniz piyadelerinin Lübnan’ı işgal ettiği, iç
savaşın fitilinin ateşlenmesi ve iç savaşın sürdürülmesi noktasında ABD’nin
sürece doğrudan dâhil olduğu, ABD’nin eline kanın bulaştığı, onun adının
Sabra-Şatilla Kampı’nda yüzlerce Filistinlinin öldürülmesi gibi olaylara
karıştığı, nedense unutulur.
Bugün
toprağın altında olan birçok siyah devrimcinin gayet iyi bildiği gibi,
kendilerine ve diğer siyah Amerikalılara her gün uygulanan ırkçı şiddet, ABD
ordusunun Vietnam’da ve başka ülkelerde sivillere karşı uyguladığı şiddetle
doğrudan bağlantılıdır. Irkçılık, kapitalizm ve emperyalizm arasında yapısal ve
kesintisiz bir bağ mevcuttur. 1971’de San Quentin Hapishanesi’nde devlet eliyle
katledilen Kara Panter Partisi üyesi devrimci George Jackson, ölmeden bir yıl
önce Angela Davis’e yazdığı mektupta şunları söylemektedir:
“Malcolm X ve MLK’i takip
etmeye başladıkları noktada öldürülmüş olmaları, asla tesadüfi değil. […]
Malcolm X öldüğünde dili ne söylüyordu, anımsa: o ölmede önce Vietnam’dan,
ekonomiden, politik ekonomiden bahsediyordu.”
Malcolm
X ise şunu söylemektedir:
“Kapitalizm ırkçılık
olmadan yapamaz. Irkçılık bulaşmamış bir kişi görürseniz ve bu kişinin
görüşlerinde zerre ırkçılık bulunmuyorsa bilin ki bu kişi sosyalisttir.”
Bu
süreçte Malcolm X, Afrika’da yeni bağımsız olmuş, birçoğu sosyalist olan
ülkelerin hükümetleriyle ABD’nin sömürgeci bir güç olarak siyah yurttaşlara
tavrını ve muamelesini mahkûm eden bir BM kararının alınmasını sağlamak için
çalışır. Bu teklif, Amerika’daki iktidar elitlerini ürkütür. Bu yönde adım
atmazdan evvel Malcolm X katledilir.
Öldürülmeden
kısa bir süre önce hapishanede her türlü güçlüğe karşın tamamlamayı bildiği Gözümdeki
Kan isimli kitabında George Jackson, şunları söylemektedir:
“ABD kendisini, tüm halk
hükümetlerinin, dünyanın her yerinde bilimsel sosyalizmin ürettiği tüm bilincin
ve tüm anti-emperyalist faaliyetlerin can düşmanı olarak teşkil etmiştir. Bu
ülkenin tarihinin son elli yıllık döneminde belirleyici olan tüm temel unsurlar,
ekonomik, toplumsal, politik ve askerî seferberlik faaliyetleri, sahip
oldukları nitelik itibarıyla beynelmilel faşist karşı-devrimin prototipi olarak
örgütlenmiştir.”
Jackson’ın
tespiti, son elli yıl içerisinde doğru olduğunu kanıtlamıştır.
Dünya
genelinde milyonlarca insan, ABD’deki olaylara odaklandı ve siyahların haklı
davası ile dayanışma ilişkisi kurdu. ABD’yi içeriden zayıflatma imkânına sahip
her şey, dünyanın her yerinde tüm ilerici güçlerin devrimci potansiyelini ve
konumunu güçlendirecek.
Jackson
kitabında, kendisinin “siyah kolonisi” dediği gücün öncülük ettiği devrimin
dünya genelinde sahip olduğu önemden uzun uzun bahseder. Bu mesele, ABD
devletinin de paylaştığı bir endişe kaynağıdır.
Seksenlerin
başında Karayipler’deki Grenada isimli küçük adada dışişleri bakanlığının
Marksist-Leninist devrim yapacağı korkusuna kapılmasına neden olan Maurice
Bishop, şu gerçeğin görülmesini sağladı: liderlerin ve ülke nüfusunun yüzde
95’i siyah, dolayısıyla “burada yaşanacak bir devrim, ABD’deki otuz milyon
siyah için bir cazibe kaynağı hâline gelecektir.” Bu ise ABD için kabul
edilemez bir durumdur. 1983’te ve sonraki yıllarda devrimi sabote etmeye
yönelik girişimler bağlamında ABD, Grenada’yı işgal etti, kısa ömürlü devrimci
süreci hızla ezdi.
“Bu
büyük ülke, düşmanlarının tabi olduğu ölçütlerin gerisine düşmemeli” diyen ve
apaçık bir biçimde ırkçı olan anlayışa karşılık, ABD’nin gerçekte dünya
genelinde suikastlar, içteki muhalefeti ezme, medyayı kontrol edip ona gözdağı
verme, göstericilere ve muhalif gruplara şiddet uygulama konusunda uzman
olduğunu söylemek gerekmektedir. Oysa bugün birçok insan, saçma sapan bir
yaklaşım dâhilinde, bu eylemlerin “Amerikalı olmayan” pratikler olduğunu iddia
etmektedir. Son bir haftada yaşanan olaylar, bu gerçeği açık biçimde
ispatlamaktadır. Amerika’nın yüzündeki liberalizm maskesi en azından şimdilik
düşmüş, alttaki çirkin faşist suratı açığa çıkmıştır.
Önümüzdeki
günlerde ve haftalarda solcular dâhil birçok insan, bu maskeyi o yüze yeniden
takmak için uğraşacak. Mevcut sorunu reformların çözüme kavuşturacağını
söyleyecek, buradan da ABD’nin düşmanları karşısında ahlaken üstün olan
demokrasisinin kurtarılabileceği imasında bulunacaklardır.
Oysa
gerçek şu ki ABD, tam da suçlama yönelttiği düşmanlarına söylediği şeydir: o,
zerre ceza almadan, ülke içinde ve dışında insanları gözetleyen, onlara
zulmeden ve katleden, her yerde her şey konusunda hak iddiasında bulunan
kapitalist oligarşinin çıkarına hizmet eden, otoriter, askerîleşmiş bir polis
devletidir.
Louis Allday
4 Haziran 2020
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder