Pages

28 Nisan 2020

Sömürge Halklar Beyannamesi

Biz, tüm halkların kendilerini yönetme hakkına sahip olduğuna inanıyoruz. Biz, tüm sömürge halkların kendi kaderlerini kendi ellerine alma hakkına sahip olduğunu söylüyoruz. Tüm sömürgeler, hem politik hem de ekonomik düzeyde emperyalizmin zincirlerinden kurtulmalıdırlar. Sömürge halklar, yabancı bir gücün dayattığı kısıtlamalarla yüzleşmeksizin, kendi hükümetlerini seçme hakkına sahip olmalıdırlar. Biz sömürge halklara, bu amaç doğrultusunda, ellerindeki her türden araçla mücadele etmeleri gerektiğini söylüyoruz.

Emperyalist güçlerin amacı, sömürmektir.

Sömürge halklar, kendilerini yönetme hakkını elde ettiklerinde bu amaca ulaşılmasına mani olacaklardır. Bu sebeple politik iktidar mücadelesi, sömürge ve esir halklar için ileriye atılacak ilk bir adımdır ve toplumsal, ekonomik ve politik kurtuluşun zaruri önkoşuludur.

Beşinci Pan-Afrika Kongresi, sömürgelerdeki işçi ve köylülere örgütlenme çağrısını tam da bu sebeple yapmaktadır. Sömürgelerdeki işçiler, emperyalizme karşı yürütülecek savaşın cephe hattındaki yerini almalıdırlar.

Beşinci Pan-Afrika Kongresi sömürgelerdeki aydınlara ve meslek sahibi sınıflara sorumluluklarının farkına varmaları konusunda çağrıda bulunmaktadır. O upuzun gece sona ermektedir. Sendikal haklar, kooperatif kurma hakkı, basın hürriyeti hakkı, toplanma hürriyeti hakkı, gösteri ve grev hakkı, kitlelerin eğitilmesi için gerekli literatürü basıp okuma hakkı için verilecek mücadele sayesinde siz, özgürlüklerinizin kazanılmasını ve muhafaza edilmesini sağlayacak yegâne aracı kullanma imkânı bulacaksınız. Bugün etkili bir eylemlilik süreci için yürünecek tek bir yol vardır, o da kitlelerin örgütlenmesidir.

Dünyanın sömürge ve esir halkları, birleşin.

Kwame Nkrumah
[21 Eylül 1949 – 27 Nisan 1972]

[Beyanname, 15-21 Ekim 1945’te İngiltere’nin Manchester şehrinde düzenlenen Pan-Afrika Kongresi’nce onaylanıp kabul edildi.]

Mutlak Eşitlikçilik Üzerine



Vaktiyle mutlak eşitlikçilik, Kızıl Ordu içerisinde epey ciddi bir sorun hâline gelmişti. Bu konuda birkaç örnek verilebilir.

Yaralı askerlere ayrılacak istihkak konusunda kimileri hafif ve ağır yaralılar arasında ayrım yapılmasına karşı çıktı ve istihkakların eşit dağıtılması yönünde bir talep dillendirdi. Bazen subaylar at bindiğinde bu, görevlerinin ifası için gerekli bir şey değil de eşitsizlik alameti olarak değerlendirildi.

Örneğin bir ara erzakın eşit dağıtılması talep edildi, bazı özel durumlarda daha fazla kesinti yapılmasına itirazlar gelişti. Pirincin taşınması konusunda yaşa veya fiziksel duruma bakılmaksızın, herkesin sırtında aynı miktarda yük taşıması gerektiği söylendi. Konaklama yerleri konusunda eşitliğin tesis edilmesi istendi, hatta karargâh daha büyük odaları kullanıyor diye saldırıya uğradı.

Meşakkatli görevlerin eşitlik temelinde tahsis edilmesi istendi, bazıları bir başkasından biraz daha fazla iş yapmak istemez oldu. Hatta bu konuda öyle ileri gidildi ki iki yaralıya tek bir sedye düştüğü durumlarda yaralıların biri diğerine sırasını vermediği için ikisi de taşınamadı.

Bu örneklerde de görüldüğü üzere mutlak eşitlikçilik, Kızıl Ordu’daki erler ve subaylar arasında hâlen daha görülen oldukça ciddi bir meseledir.

Tıpkı politik meseleler noktasında karşımıza çıkan aşırı demokrasi meselesi gibi mutlak eşitlikçilik de zanaatkâr ve küçük köylü ekonomisinin bir ürünüdür. Aralarındaki tek fark ise birinin maddi konularla, diğerininse politik konularla ilgili olarak ortaya çıkmasıdır.

Bu meseleyi düzeltme konusunda başvurulacak yöntemse şudur:

Kapitalizmin ilga edilmesinden önce mutlak eşitliğin köylülere ve küçük mülk sahiplerine ait bir yanılsama olduğunu, sosyalizm koşullarında bile mutlak eşitliğin bulunmadığını, zira maddi eşyanın ve ihtiyaçların sosyalizmde hem “herkesten yeteneğine göre herkese emeğine göre” ilkesine göre hem de iş sürecinin ihtiyaçlarının karşılanması temelinde dağıtılacağını tespit etmeliyiz.

Kızıl Ordu’da maddi eşya ve maddi ihtiyaçlar, subaylara ve erlere eşit ücret verilmesinde olduğu gibi, az çok eşit bir biçimde dağıtılmalıdır. Böylesi bir dağıtıma mücadelenin mevcut şartları ihtiyaç duymaktadır. Ama öte yandan aklın sınırlarını zorlayan mutlak eşitlikçiliğe karşı çıkılmalıdır, çünkü o, mücadelenin bir ihtiyacı değildir, hatta aksine, mücadeleye köstek olmaktadır.

Mao Zedung
Aralık 1929

[Kaynak: Selected Works, Foreign Language Press, Pekin 1965, Cilt 1, s. 110-111.]

27 Nisan 2020

Müfrit


“Sol Birikim” olarak Teori ve Politika ile “sağ TvP” olarak Birikim, kapitalizm eleştirisinden rahatsız oluyor.[1] Bu rahatsızlık, doğal ve kaçınılmazdır, çünkü bugündeki varlık, “materyalistim” derken kendi çıkarlarına işaret etmektedir. Sadece o maddedir, geri kalan herkes, maddesiz, ezik ruha sahip bir parya. Kapitalizmse mutlak maddi güçtür. “Kendine öznellik vehmeden insan” tespitleriyse bir tür ekofaşizm düzleminde dil bulmaktadır.[2]

Tanıl Bora, kapitalizmi Bill Gates kadar eleştirebilir.[3] O, “sol kendi dışına konuşamıyor, hep ‘kapitalizm’ diyor, kahrediyor” der, çünkü kendisi, sol tabanı psikolojik maraz olarak görür. Devlet ağzıyla, bir vakitler beyinde insanı komünist yapan bölgeyi keşfettiklerini söyleyen “Norveçli bilim insanları”nın diliyle konuşur. Bora ve ekibi, devlete konuşmaya devam etmektedir.

Solun teorik düzleminde giriş ve çıkış kapılarını tutan bu iki yayın, solun hâli konusunda çok şey söylüyor. O kapılar, illaki Kamalizme dairdir. Kemalizm eleştirisi, döne dolaşa “Kemalizme muhtacız” noktasına evrilecektir. Hepsi de elleriyle kafataslarını avuçlayacak, dolikosefal olduklarını birilerine mecburen kanıtlamak durumunda kalacaktır. Cumhuriyetle, meclisle, onun demokrasisiyle tanımlı bir solculuk, Marksizmi de devrimciliği de biçimlendirecektir. İstedikleri budur.

Kendisi dışında herkesi “yarı-aydın” gören Tanıl Bora ile “Marksizmin akademik aşısı eksik” diyen TP, aynı madalyonun iki yüzüdür. İkisinde de mebzul miktarda Kemalizm övgüsü bulmak mümkündür. İlk derginin AKP’nin burjuva devrimi yaptığını söylediğini, ikinci derginin “Dersim modernizmin yol kazasıydı” dediğini, 60 darbesine övgüler düzdüğünü biliyoruz.

Sonuçta bugünde kapitalizm vardır, maddidir, materyalist olmak, maddiyata karşı olmamak, ona uymak demektir. Dolayısıyla, kapitalizm eleştirilemez, ona karşı çıkılamaz. Bu solcuların fikri de zikri de budur. Devrimcilerin bugüne taşıdıkları kavramlar ve fikirler, devlete ve sermayeye göre yeniden içeriklendirilmelidir. O içeriğin dışındaki her fikir, müfrittir.

Tanıl Bora’nın aslında fazla köylü bulduğu için eleştiriyormuş gibi göründüğü Köy Enstitüleri’ndeki sömürgeciliği anmaması gayet doğaldır. Onun kente taşımak istediği enstitüleri, bugünün tekellerinin öjenik projeleriyle, yeni birey inşa etme çabalarıyla birlikte ele almak gerekmektedir.[4] Bugün feminizm, LGBT ve veganizm, tekellerin öjeni teorisinin alt başlıklarıdır. Zevcesi Aksu Bora’nın Diyarbekir’de Alman vakfıyla düzenlediği “kadın emeği” konferansı, Tanıl Bora’nın gizlediği sömürgeciliğin bir uzantısıdır.[5]

Bu liberallerin teorisi, “bedeni çalıştırmak, onu tanımak, eli kullanmak” üzerinedir. Arbeit mach frei’dan gayrı bir şey söylemezler. Sömürüden söz etmek gericilik, dünyalık biriktirmekse ilericiliktir. Onlar, Nazi artıklarının CIA’e, Gladio’ya aktarılmış versiyonlarıdır.

Tekrar tekrar sakinlikten dem vururlar, çünkü sakinleşmemizi mevcut dönemin devletine-cumhuriyetine ait ihtiyaçlara binaen talep ederler.[6] Beden dışı her tür taşkınlık, fazlalık, coşkunluk ifrattır, tiz kellesi vurulmalıdır! Kısa kılıç, ışıldamalıdır.

Amerikalı liberal tarihçi Arthur Schlesinger, bu teorinin zeminini şu şekilde ortaya koymaktadır:

“Bireyin bütünlüğü, günümüz liberalizminin kendine has deneyimi ve temel inancıdır, bu anlayışa hem aşırı sol hem de aşırı sağ saldıracaktır. […] Totaliter sol ve totaliter sağ, zorbalığın ve terörün karanlık odalarında bir araya gelmektedir.”[7]

Bireyin bütünlüğü, devletin “yurttaş” dediğidir. Bir kesimi diğer bir kesime düşman; bir evladı diğerine hasım etmektir. Bireyin bütünlenmesi devlet; bütünün bireye yedirilmesi, demokrasidir. Onun dışı ise müfrittir.

Bu solcular gibi bol bol içerik üreten Netflix’in dizileri, bugün dişe uygun bir birey inşa etmektedir. Dolayısıyla, bugün “Yallah Arabistan’a” ya da “Yallah Hollanda’ya” diye etiket açmanın bir anlamı yoktur. Yakında aynı Kemalist cumhuriyetin aynı diyanet işleri başkanı, Süleymaniye Camii’nde eşcinsel evliliğine refakat edecektir.

Bu dizilerse seks ve uyuşturucudan fazlasını öneremezler. Solcuların kültür alanındaki hegemonyasını “istismar etmek” adına araya aşağıda görülen türden sahneler eklenir. Bedenin sınırlarını aşanlarla ülkenin sınırlarını aşanlar, Netflix dizilerinde buluşurlar. Onun dışında kalan herkes, müfrittir. Devlet ve iktidar, ağza parmak bal çalar, sırt sıvazlar, bu insanlarını kalanların üzerine salar. İnsan sıfatından sayılmak, adam yurduna konulmak, yurttaş olmak için herkes, birer askere ve bekçiye dönüşecektir. Bu koşullarda artık hiçbir solcu, o yere göğe sığdıramadıkları La Casa de Papel’in esasen antikomünist bir proje olduğunu göremeyecektir.


“Salgın, herkese bilimin gücünü gösterdi, bilimin üstünlüğünü öğretti” diyenler, o bilimin salgının ilk günlerinde ülkede yeterince maske olmadığı için, gelen emir üzerine çıkıp “herkesin maske takmasına gerek yok” dediğini, ama sonra “herkes maske takmalı” talimatı verdiğini unutmaktadır. Aynı bilim, “Türk genine virüs bulaşmıyor” da demiştir. Bu sözü söyleyen, aynı öjeni teorisi bağlamında konuşmuştur aslında. Buradan o bilim, artık şunu söyleyecektir: “Virüs bulaşanlar Türk değil. Dolayısıyla, ölmelerinde bir sorun yoktur, çünkü arınmak iyidir!”

Bu ülkeyi bilim temelinde kuranlar, köşkün koridorlarında, elde pergel, kafatası ölçmüşlerdir. “Anadolu’da yeterince Türk yok” denilerek başka diyarlardan Türk getirilmiş ve o kavimler devlete bağlanmışlardır. Bugün aynı kavimler, balkon ezgisi olarak Çav Bella’nın karşısına İstiklal Marşı ile çıkmaktadır.

O bilimi üstün ve önder belleyenler, sosyalist hareketi de peşine takarak, “meclis de meclis!” demekten gayrı bir şey yapmamaktadırlar. Oysa birinci ve ikinci meclisin binalarının hikâyesi, politik tarih açısından çok şey anlatmaktadır.[8] Binaları kimin inşa ettiği, hangi dönemde kullanıldığı, kapandığında kimlere teslim edildiği, esasen çok şey söylemektedir. İlkinin altında Hristiyan mezarlığı vardır; ikincisi, İngilizlerin başını çektiği, Sovyetler’in Ortadoğu’daki nüfuzunu kırmak için kurulan CENTO’ya teslim edilmiştir.

Pergelle kafatası ölçenler, bugün virüsten esas olarak yoksul mahallelerin etkilendiğini söylüyorlar. Bağcılar gibi semtlerin “virüs merkezi” olduğunu iddia ederek, kendi sınıfının içini rahatlatıyorlar. Ayrıca yaşlılar gibi yoksullara karşı da kin bileyliyorlar. CHP tabanı arasında yoksul mahallelerinde “ambulanslar eksik olmuyormuş, biri girip diğeri çıkıyormuş” dedikodusu yayılıyor. CHP zihninde yoksulla AKP’li eşitleniyor. İkisine yönelik düşmanlık kesifleşiyor. Avrupa’yla bağlantılı, Avrupa’dan gelmiş kişilerin virüs taşıyıcılığı üzerinde artık hiç durulmuyor. O CHP tabanının bol olduğu orta sınıf mahallelerde insanlar, ilk salgın haberleri işitildiği günlerde durmadan yerlere tükürüyorlardı, çünkü İngiltere ve Hollanda “sürü bağışıklığı” teorisini uyguluyordu! Ama sonra Luppo yiyenlere “sürü” denildi.

Sonuçta bahsi edilen öjeni teorisi, yoksul kıyımı ile birlikte ilerliyor. Bu koşullarda bir bilim insanı çıkıyor, TV’den psikolojik telkinlerde bulunuyor. Bir yerde “oturma pozisyonunda insanın başı sağa yatıksa geleceği, sola yatıksa geçmişi düşünüyordur” diyor ve herkese dik durmayı, bugüne odaklanmayı, anı yaşamayı tavsiye ediyor.

Sol, Netflix gibi ortamlardan, yeni örgütlerinden, güncel siyasetten bunu öğreniyor. Geçmişi aşırı sağcılara; geleceği aşırı solculara teslim ediyor. Bir vakitler iki solcu, radyo programında “kahramanlık dönemi ölmeli, anı yaşamalı, an devrimcidir” diyordu, bu söz, liberal bir eğilimi aktarıyor. Bugün sol, Amerikalı liberal tarihçi Arthur Schlesinger gibi, bireyin bütünlüğünden, liberalizmin deneyiminden ve temel inancından başka bir şey anlatmıyor. Ama Netflix’in de düsturu olan “anı yaşama”nın, “anda kalma”nın maddi imkânlara bağlı olduğunu da çok iyi biliyor. Seks ve uyuşturucu, kendi ideolojisini buluyor. Dansöz oynatan solcular, artık seks eğitimlerini Netflix dizilerinden alıyorlar. Aslında anı yaşamak, o maddi imkânları korumak olarak ifade ediliyor. Sol, düzene uygun kafatası ve o tasın iç tasarımı ile hep efendiler için, o imkânlar adına düşünüyor ve konuşuyor.

Eren Balkır
27 Nisan 2020

Dipnotlar:
[1] “Salgın Durumu”, 12 Nisan 2020, TP.

[2] Sherronda J. Brown, “Eko-faşistlik Etmeyin”, 27 Mart 2020, İştirakî.

[3] Tanıl Bora Söyleşisi”, 24 Nisan 2020, MS. Sitedeki başlık kimseyi aldatmasın. Habercilik numarası, solculara atılan zoka olarak Bora’nın “kapitalizm” dediğini varsayılıyor, ama konuşmasında Bora, “kapitalizm” değil, “biz” ve “sistem” gibi muğlak terimler kullanıyor.

[4] Tanıl Bora, “Köy Enstitüleri”, 22 Nisan 2020, Birikim.

[5] Eren Balkır, “Çifte Deri”, 2 Mayıs 2019, İştirakî.

[6] Eren Balkır, “Sakine”, 1 Şubat 2019, İştirakî.

[7] Arthur M. Schlesinger, Jr., The Vital Center: The Politics of Freedom, Routledge, 2017.

[8] “Meclis Binaları”, Nisan 2009, Arkitera.

24 Nisan 2020

Hannah Arendt ve Siyah Sorunu



Hannah Arendt, Siyah sorununu Siyahlarla ilgili bir mesele olarak görüyor ama onu Beyaz sorunu olarak ele almıyor. Arendt, kölelik, ayrımcılık ve sömürgecilik/emperyalizm meselelerini başka bir açıdan değerlendirmeye tabi tutuyor. Ona göre asıl mesele Siyahlar, Beyazların Siyah karşıtı ırkçılığı değil.

Arendt, yaptığı değerlendirmelerde Yahudi sorununa dair analizini Siyah sorunu ile ilgili analiziyle ilişkilendirme gereği duymuyor. Oysa Yahudi sorunu, Siyah sorununu anlamak için kimi önemli yönlere sahip.

Bu bağlamda Hannah Arendt, çocukken antisemitizm konusunda yaşadıklarını ve annesinin antisemitizme karşı yapıp ettiklerini Siyahî çocukların Siyah karşıtı ırkçılıkla ve kızı için uğraşan Arendt’in annesi gibi Siyah anne-babaların da ortaya koyduğu gayretle asla ilişkilendirmiyor.

Bunun yerine Arendt, Siyah anneleri ve babaları çocuklarını sınıf atlasınlar diye beyazların okuluna gönderen “sonradan görmeler” olarak değerlendiriyor. Aynı şekilde Arendt, Yahudi ordusunun oluşumunu politik düzlemde ele alıyor ve Varşova gettosundaki silâhlı ayaklanmaların bedeni ve ruhu ayrışmış insanları Yahudilerin hürriyeti için mücadele eden politik aktörlere dönüştürdüğünden bahsediyor, ama bu analizini sömürgelerdeki direnişçilerin gerçekleştirdikleri ayaklanmalara tatbik etmiyor.

Arendt, (kendisinin “emperyalizm” olarak adlandırdığı) sömürgecilik sisteminde zulmün şiddet araçlarına başvurduğunun gayet farkında ama öte yandan da Fanon ve Sartre’ı şiddeti yücelttikleri için eleştiriyor.

Bunun dışında Arendt, bir yandan da antisemitizmin ve Yahudi nefretinin politik olduğunu söylemesine rağmen Siyah karşıtı ırkçı zulmün birçok biçiminin özel kimi dönemlerde de toplumsal birer mesele olduğunu iddia ediyor, ama bu meseleleri politik konular olarak ele almıyor.

Bu düzlemde Hannah Arendt, Yahudi sorununu politik bir sorun olarak tarif ederken Siyah sorununu özel veya toplumsal bir konu şeklinde değerlendiriyor. Bu da onun politik olan, özel olan veya toplumsal olan ile ilgili ölçütlerini şüpheli hâle getiriyor.

Arendt’in Siyah sorunuyla alakalı analizine asıl yön veren, politik, özel ve toplumsal olanı ayrıma tabi tutan teorik çerçevesidir. Bu da onun Siyah sorununu anlamamasına neden olmaktadır.

Sonuçta Arendt’in Siyah sorununa özel veya toplumsal bir konu olarak yaklaşması, onun Siyah karşıtı ırkçılığı (tıpkı Yahudi nefreti gibi) politik bir olgu olarak görmesine mani olmaktadır. Bu yaklaşımın Arendt’teki muhakeme ile temsille düşünmeye dair analiziyle ilişkisi olduğu görmek gerekmektedir. Söz konusu analiz, onun Siyah sorununa dair anlayışını derinleştirmek yerine ketlemektedir.

Arendt’in muhakeme ve temsille düşünme meselelerine dair anlayışı, Kantçılıktan beslenir (veya başka bir ifadeyle o, Kant’ın etkisi altındadır). Muhakeme etmek, belirli yargılarda bulunmak, kamusal alanda olmayı, kişilerin görüşleriyle temas kurmayı, başkalarıyla anlaşmaya varabilmeyi, başka görüşleri ele alıp özel kanaatlerin ve çıkarların ötesine uzanmayı gerekli kılmaktadır.

Arendt’in tahayyülüne göre kendi kafasında belirli bakış açılarına sahiptir ve o başkalarının bulunmadığı bir alanda düşündüğü iddiasındadır. Bu noktada Arendt, sadece kamusal alanda olmasına izin verilenlerin görüşlerini takdim etmekte, ama özel veya toplumsal alana mahkûm olan kişilerin görüşlerini yanlış aktarmakta (veya aktarma gereği bile duymamaktadır). Muhakeme ve temsille düşünme, sınırlı anlayışlardır ve bu sınırlılık hâli, Arendt’in Afro-Amerikanları ve Afrikalıları politik yazılarında hiç anmadığı gerçeğinde karşılık bulmaktadır.

Ezilenlerin üzeri örtülen bakış açılarını aktarmak ve takdim etmek yerine Arendt, zaten kamusal alanda olanların, ezenlerin bakış açılarını benimseyip aktarmaktadır.

Kathryn T. Gines

[Kaynak: Hannah Arendt and the Negro Question, Indiana University Press, 2014, s. 123-124.]

23 Nisan 2020

Hindistan’da Salgın ve Faşizm


Geçen hafta Delhi’nin gecekondu mahallelerinden birinde 22 yaşındaki Dilşad Mehbub Ali sürüklenerek bir boş araziye götürüldü ve burada bir kalabalık tarafından sopalarla, tekmelerle dövüldü. Bu saldırıyı gerçekleştirenler, gence “bu komplonun arkasında başka kimler var?” diye soruyorlardı.

Çünkü saldırganlar, bu gencin “Korona cihadı’nın parçası olduğunu düşünüyorlardı. Burada esasen Müslüman azınlığın ülkede mümkün olduğunca fazla sayıda Hindu’nun ölmesini sağlamak için hastalığı yaydığı inancı rol oynuyordu.

Ali, saldırı sonrasında bir tapınağa götürüldü ve kendisine “hastaneye gitmek istiyorsan Hindu olacaksın” denildi. Bu olayın görüntüleri internette hızla yayıldı ve ülke genelinde 200 milyon Müslümana yönelik saldırıyı özetleyen bir olay olarak kayıtlara geçti.

Ali, Tebliğ-i Cemaat isimli hareketin bir üyesi. Hükümet, bu hareketi koronavirüsün Hindistan genelinde yayılmasında rol oynayan en önemli faillerden biri olarak görüyor. 13-15 Mart günlerinde hareket, Delhi’nin Nizamuddin bölgesinde bir kongre düzenledi. Bu kongreye ülke genelinden ve Asya’dan sekiz bin civarında insan katıldı. Bu kişilerin bazılarında virüs tespit edilmesi üzerine Hindu milliyetçisi Hindistan Halk Partisi, cemaati ülke genelinde 448 kişinin ölümüne sebep olan salgının kaynağı olarak damgalayıp kötüledi.

Salgının gecekondu mahallelerinde hızla yayılmasından korkan HHP’li siyasetçiler, hemen “korona cihadı” lafını gündeme taşıdılar ve buna yönelik korkuyu körüklediler. Bu hamleyi Himaçal Pradeş eyaletinin HHP’li başkanı Rajeev Bindal şu şekilde gerekçelendirdi: “Merkezi hükümet ve eyalet hükümetleri, virüse karşı yürütülen kararlı mücadelede her taşı kaldırıp altına bakıyor. Ama bu Tebliğ-i Cemaat gibi yapılara mensup kişiler, patlamaya hazır birer bomba gibi tüm bu çabalara mani oluyorlar.”

Bazı HHP liderleri de Müslümanların “korona terörizmi” ifa ettiklerini söylüyorlar ve bu insanların doktorların ve sağlık çalışanlarının yüzlerine bilerek tükürdüklerinden bahsediyorlar. Delhili siyasetçi Kapil Mişra, bu insanların amacının mümkün oldukça daha fazla insana virüs bulaştırmak ve onları öldürmek olduğunu söylüyor. Bazı HHP’li isimlerse bunu “Talibanvari saldırı” olarak değerlendiriyor.

HHP’deki bu bağnazlıktan Hindular da nasibini alıyor. CNN’in bir haberine göre resmi düzlemde yasadışı kabul edilen Hindu kast sistemi dâhilinde en alt kastta kabul edilen Dalitlerin gıda ürünleri ve ilâç almalarına mani olunuyor. Dalitler, çoğunlukla yüksek kastlarca kirli kabul ediliyorlar, dolayısıyla koronavirüs korkusu üzerinden onların dükkânlara girmelerine, belirli mahallelere adım atmalarına izin verilmiyor.

Bu süreçte hükümet, yalan haber yayanlara karşı kanunlar çıkartıp sosyal medyaya nefret söylemini yasaklayan mevcut kuralları devreye sokarken, üst düzey siyasi liderlerin nefret söyleminde bulunduğu, yalan haber yaydığı koşullarda bu kanunları ve kuralları uygulamak giderek güçleşiyor. Twitter, İslamofobik sahte haberlerle dolup taşıyor. Corona Cihadı etiketi günlerce birinci sıradaki yerini koruyor, sahte haberler yayılmaya devam ediyor, nefret söylemi daha da güçleniyor.

Yürütülen kampanyanın sonucunda İslamofobik saldırılarda ve Müslüman karşıtı hissiyatta ciddi bir artış yaşandı. Hindistan genelinde Müslümanların belirli mahallelere girmesine yasak getiriliyor, hatta onlarla dostluk kuran Hindulara cezalar kesiliyor. Görüldükleri yerinde Müslümanlar sopalarla dövülüyor, linç ediliyor.

Bir yandan da TikTok gibi ortamlarda videolar dolaşıma sokuluyor ve virüsün Müslümanlara bulaşmadığı, dolayısıyla maske takmalarına gerek olmadığı söyleniyor.

Müslüman karşıtı şiddet dalgası, esasen kimseyi şaşırtan bir gelişme değil. Başbakan Narendra Modi’nin ismi, ilk olarak 2002’de Gujarat eyaletinde Müslümanlara yönelik kıyımlar esnasında duyuldu. Bu süreçte iki bin insan öldürüldü, 200.000 Müslüman evlerinden çıkartıldı. Modi, bu kıyımlara destek verdiği için bu sürecin mimarı olarak görülüyor. Buna karşın geçen yılki seçimlerde yüksek bir oy oranıyla yeniden başbakan seçildi.

Öte yandan Modi, birçok dinî azınlığın sert muhalefeti ile yüzleşiyor. Bu kesimler, Modi’nin yürüttüğü Hindu milliyetçiliği üzerine kurulu ajandasını kendilerini ikinci sınıf yurttaşların durumunu daha da kötüleştirecek bir girişim olarak değerlendiriyorlar.

Geçen yıl tartışmalara yol açan Yeni Yurttaşlık Kanunu ile Ulusal Kayıt Konseyi kanunlarının yürürlüğe girmesi ardından ülke genelinde ayaklanmaya tanık olundu. Yeni Yurttaşlık Kanunu Değişikliği, baskılardan kurtulmak için Müslüman mahallelerinden çıkmayı şart koşuyor ve bu çıkış üzerinden yurttaşlık hakkı bahşediliyor. Yürütülen politika, Müslümanların ve Dalitlerin kanundaki belirli haklardan istifade etmesine imkân vermiyor. Birçokları bu kanunu, ülkedeki sekülarizm geleneğinden kopuşu ifade ettiğini söylüyor.

Ulusal Kayıt Konseyi ise daha kötü sonuçlar doğuracak bir adım. Ülkedeki yurttaşlık kanunlarını gözden geçiren yeni kurul, yurttaşlardan kendileri ve ataları ile ilgili bir yığın belge talep ediyor ki bu, yüz milyonlarca insanın gerçekleştiremeyeceği bir işlem. Bu belgeler yoksa hükümet seçtiği her kişinin yurttaşlığını elinden alabiliyor, bir gecede nüfusun önemli bir bölümünü yasadışı ilân edebiliyor.

Bu politika, Assam eyaletinin kuzeyinde yürürlüğe kondu bile. 1,9 milyon Müslümanın yaşadığı bu eyalette Müslüman kesimin önemli bir kısmının devletle bağı kesildi ve hakları elinden alındı.

Hindistan Halk Partisi hükümeti, bugünlerde ülke genelinde tutuklama merkezleri ağı oluşturuyor. ABD-Meksika sınırındaki merkezlere benzeyen yapılara “yasadışı göçmenler” yerleştiriliyor.

Şubat ayında Modi kabinesinde yer alan Giriai Singh, ülkenin kurulduğu 1947 yılında tüm Müslüman nüfusa soykırım uygulamamakla büyük bir hata yapıldığını söyledi.

Singh, “Atalarımızın yaptığı bu büyük hatanın bedelini bugün biz ödüyoruz. O dönemde Müslümanlar gönderilip Hindular buraya getirilmiş olsaydı, bu durumda olmazdık” diyor. “Durum” derken de ülke genelinde gerçekleştirilen, 36 kişinin öldüğü Müslüman katliamlarını ve protestoları kastediyor.

Ülke genelinde salgınla ilgili olarak yürütülen izolasyon politikasının Hindu-Müslüman kavgasının ateşini söndüreceğini ve dinin ötesine uzanan kolektif bir ruhun oluşumu konusunda gerekli ilhamı vereceğini uman insanların umutları tümüyle suya düştü. Ülke genelinde dinlerarası kavga hızla harlanıyor, körükse hükümetin ellerinde.

Alan Macleod
17 Nisan 2020
Kaynak

Örgüt Disiplinine Saygısızlık Üzerine



Dördüncü Ordu bünyesinde faaliyet yürüten parti teşkilâtında örgüt disiplinine yönelik saygısızlık, kendisini şu şekillerde ortaya koymaktadır:

A. Azınlığın çoğunluğa teslim olamaması. Örneğin azınlığın bir kararı oylanıp reddedildiğinde o azınlık, parti kararlarını samimiyetle uygulamamaktadır.

Bu hata, şu tür yöntemlere başvurularak düzeltilebilir:

1. Toplantılarda katılımcıların tamamı, görüşlerini mümkün olduğu ölçüde eksiksiz biçimde ifade etmeleri konusunda cesaretlendirilmelidir. Herhangi bir tartışma durumunda açığa çıkan doğrular ve yanlışlar, tavize veya gizleme gayretine imkân vermeksizin netleştirilmelidir.

Net bir sonuca varmak için bir toplantıda hakkında uzlaşma sağlanamayan konu başka bir toplantıda tartışılmalı, ama bu noktada çalışmalar kesintiye uğratılmamalıdır.

2. Parti disiplininin bir şartı da azınlığın çoğunluğa tabi olmasıdır. Eğer azınlığın görüşü reddedilirse, o azınlık çoğunluğun aldığı karara destek sunmalıdır. Gerektiğinde azınlık, meseleyi bir sonraki toplantıda yeniden tartışma gündemine almalı, ama hiçbir şekilde karar aleyhine bir tavır ve eylem içerisinde olmamalıdır.

B. Örgüt disiplini dikkate alınmadan yapılan eleştiriler:

1. Parti içerisinde eleştiri, parti teşkilâtının güçlendirilmesinde ve onun mücadele kapasitesini artırmada başvurulacak önemli bir silâhtır. Kızıl Ordu’ya bağlı çalışan parti teşkilâtında ise eleştiri, her zaman böylesi bir nitelik arz etmez ve bazen kişisel saldırı biçimi alır. Sonuç olarak bu tarz bir eleştiri, hem parti teşkilâtına hem de şahıslara zarar verir. Bu tür bir eleştiri, küçük burjuva bireyciliğin bir tezahürüdür. Bu hatanın düzeltilmesi noktasında parti üyelerinin eleştirinin amacını anlamalarına katkı sunulmalı, sınıf mücadelesinde partinin zafere ulaşabilmesi için onun mücadele kapasitesi bu şekilde artırılmalı, dolayısıyla eleştiri, kişisel saldırı aracı olarak kullanılmamalıdır.

2. Birçok parti üyesi, eleştirilerini parti içinde değil dışında dillendirmektedir. Bunun sebebi de üyelerin tamamının parti teşkilâtının (toplantılar gibi hususların) önemini henüz kavramamış olması, teşkilât içinde ve dışında yapılacak eleştiri arasında bir fark görmemesidir. Bu hata ise parti üyelerinin eğitilerek parti teşkilâtının önemini anlamalarını sağlamak ve parti komitelerini ya da yoldaşlarını parti toplantılarında eleştirmelerini güvence altına almak suretiyle düzeltilebilir.

Mao Zedung
Aralık 1929

[Kaynak: Selected Works, Foreign Language Press, Pekin 1965, Cilt 1, s. 109-110.]

Ele Geçirilemeyen Yazı

Birinci Dünya Savaşı esnasında
San Karlo’daki İtalyan hapishanesinin
Ağzına kadar asker kaçağı, eşkıya
Ve berduşla dolu bir hücresinde
Sosyalist bir asker silinmez bir kalemle
Duvara şu yazıyı yazdı:
“Yaşasın Lenin!”

Yarısı karanlıkta olan hücrede
Duvarın üst kısmına
Tavana yakın yere yazılan bu kelimeler
Güçbela fark ediliyordu.

Ama gardiyanlar yazıyı gördü
Tehlikeli cümleyi silmek için
Bir boyacı gönderdiler hücreye
Ellerinde fırça, bir kova beyaz boya ile.
Fırça yazının yüzünü örtse de
Bu sefer duvara kalemle değil, yazıldı tebeşirle:
“Yaşasın Lenin!”

Sonra başka bir boyacı geldi,
Tüm boyayı sürdü duvarın her yerine.
Yazı silinmiş gibiydi.
Ama ertesi sabah
Duvardaki nem kuruyunca
Yeniden gösterdi yüzünü:
“Yaşasın Lenin!”

Bu sefer gardiyanlar
Bir taş ustasıyla girdiler hücreye.
Usta geçti duvarın karşısına, elindeki raspa ile.
Bir saat boyunca harf harf kazıdı cümleyi.
Işıl ışıl parladı duvarda iş bitince.
Taşa sinmişti bir kez, ele geçiremezdi onu kimse.
“Yaşasın Lenin!”

Asker ustaya baktı ve ona
“Dilersen yıkabilirsin duvarı” dedi çaresizce.

Bertolt Brecht
Kaynak

22 Nisan 2020

Lenin’e Övgü

Langston Hughes ABD’li bir şairdir. 1901’de, yüzyılın şafağında dünyaya gelmiş, 1967’deki Jim Crow döneminin alacakaranlığını yaşamıştır.

Yaratıcı ve yenilikçi bir şair olarak Hughes, aynı zamanda Harlem Rönesansı’nın ön cephesinde faaliyette bulunmuş bir yazardır. Harlem Rönesansı, sonrasında tüm ülkeye ve dünyaya yayılacak olan Siyah sanatının, müziğinin ve kültürünün gelişip serpildiği dönemi ve mekânı ifade etmektedir.

Şiir, tiyatro oyunu ve roman kaleme almış olan Hughes, 1932 yılında, Siyahların Birleşik Devletler’de ayrımcılığa karşı yürüttüğü mücadeleyle ilgili çekilecek bir filme katkıda bulunmak için Sovyetler Birliği’ne gider. Bu film tamamlanamasa da bu süreçte edindiği deneyim görüşlerini epey etkiler ve yaşadıkları üzerinden aşağıdaki şiiri yazar:

Lenin’e Övgü

Lenin arşınlıyor dünyayı
Hiçbir sınır durduramıyor onu.
Ne bir barikat ne bir talimat
Pranga vurabiliyor ayaklarına.
Dikenli teller de korkutmuyor gözlerini.

Lenin arşınlıyor dünyayı.
Siyah, melez, beyaz
Herkes kucaklıyor onu.
Dil engeli silinip gidiyor.
En tuhaf diller bile inanıyor ona.

Lenin arşınlıyor dünyayı.
Güneş karanlıkla şafak arasına
Çentik atarak doğuyor.
İşte tam orada
Kızıl bir yıldız yükseliyor.



Şiirde Lenin, dünya genelinde toplumsal eşitliğin gerçekleştirdiği yürüyüşe dair bir imge olarak kullanılıyor. Lenin, şiirde dünyadaki ırksal ve ekonomik ahenge dair umudu ifade ediyor.

Kendisini komünist olarak tanımlamasa da Senatör McCarthy’nin başını çektiği Kızıl Korku adını taşıyan yargılama esnasında Marksist metinleri hiç okumadığını söylese de Hughes’un bu şiiri, dünyadaki ezilen halklarda adalet mücadelesi konusunda gerekli olan uyanışı tarif ediyor.

21 Mart 2019
Kaynak

Langston Hughes

21 Nisan 2020

Kimsenin Umurunda Değildi


Saman yığınından gayrı hiçbir şeyin bulunmadığı bir tavan arasının kapısı aralandı. Yığının üzerinde bir adam yatıyordu. Ev, İngiltere’nin en zengin şehirlerinden birinin göbeğinde idi. Taş atımlık mesafede tüccarlar ağır bir mücadelenin ateşi etrafında toplaşmışlar, zibil gibi parayı birbirlerinin ceplerine akıtıyorlardı. Öte yandan, bu trafiği yoğun pazarın orta yerinde bir insan, açlıktan ölüyordu.

Seslerin tüm şiddetiyle iç içe geçtiği, malların alınıp satıldığı bu yerde adam sükuta gömülmüştü. Cam gibi parlak gözleri bitap düşmüş hâlde o batakhanenin harap duvarlarında dolaşıyor, bir anlığına çatıdaki pencereye takılıyor, kırık camların arasından kendisini gösteren mavi gökyüzüne bakıyordu. İçe çökmüş suratında ince bir huzme gezindi. Adam o an elini kaldırdı, ama sonrasında o el, saman yığınının üzerine devrildi. Adamın gözleri kapandı, soluk bir gülümseme yerleşti yüzüne. Tüm hareket, dağ gibi durdu. Ölmüş müydü? Hayır, henüz ölmemişti ama ölüyordu.

Ölüm, adamın yanına ilişti, diz çöktü, ürkütücü, içi oyuk gözlerle adama baktı ve onun nefesini kesti. Bu sefer adamın diğer yanına Açlık yanaşıp diz çöktü. Esrarlı bakışları ve cılız bedeniyle adama baktı. Açlık, o çökmüş gözleriyle, Ölüm’den daha zalimdi.

Ölüme bakan göz görmüyordu ama tepelerindeki mavi gökyüzünün altında oyun oynayan çocukların sesi, sokaklardaki trafiğin gürültüsü işitiliyordu. Bunlar olurken Ölüm ve Açlık, adamla işlerini bitirmek için kollarını sıvadı. Adamı kurtaracak o el, hiç uzanmadı.

Ölüm adamın kapısını çaldığı sıralarda bir tüccar, tek seferde binlerce sterlini cebe indiriyor, karısı ve çocukları için Tanrı’ya şükrediyor, kendisini müreffeh kılan şeyler için O’na yakarıyordu. Hesap defterini kapatıp pahalı ceketinin cebine sokarken, iki adım ötede açlıktan ölen adamdan bihaberdi. Tüccar, Ölüm ve Açlık’ın ağır bir sessizlikle adamın yüzüne baktığını bilmiyordu.

O gün adamın açlıktan öldüğü o batakhanenin önünden binlerce insan gelip geçti. Teki bile kapıya uzanan o dar avluya ya da adamın yattığı tavan arasına çıkan o zifiri merdivene dönüp bakmadı. Umurlarında değildi. Onca insan, sadece kendi meselelerine gömülüydü. Kör gözlerinin önünde yaşanan dilsiz trajediden habersizdi hepsi. Bilecekleri bir şey de yoktu zaten.

Adamın da dostları, karısı ve çocukları vardı. O, cebinde taşıdığı paranın verdiği sıcaklığı bir vakitler yaşamıştı. Ama bir gün kaderin sillesini yedi, bir anda biçare ve yoksul birine dönüştü. Bu da kimsenin umurunda değildi.

Adam, hayatta kalmak için uzun süre mücadele etti, ama gençler dururken kimse bir ihtiyara iş vermiyordu. Sonra kapıya hastalık ve sefalet dayandı. Bu da kimsenin umurunda değildi.

Şuan canını teslim ediyordu. O can da kimsenin umurunda değildi. Öldüğünü kimse bilmiyordu. Bilmek, kimsenin meselesi değildi.

Adamın bedeni taş kesildi. Gözleri kilitlendi. Ağzına yayılmış o soluk gülümseme, bir süre yüzünü terk etmedi. Adam, o an çocukluğunu düşünüyordu. Gözlerinin önüne eski çiftlik evi, ağaçlar, nehir ve ufka doğru uzandıkça kucaklaşıp mavi gökyüzüne karışan yüksek tepeler geldi. O da ne! Bir an dudakları kıpırdadı. “Yeşil tarlalar” deyiverdi. Ama o kıpırtı kısa bir süre sonra bitti.

Sonra bir ürperti geldi adama, iç çekti, ruhu beden denilen o yükten kurtuldu. İnsanı öğüten keder yüklü sefalet, geçip gitti, nisyana gömüldü. Ölüm adamın boğazından çekti elini, Açlık'sa artık ona bakmıyordu bile. Adam, onların umurunda değildi. İşleri bitmişti. Sessizlik ve körlük yollarına baktı, adamı arkalarında bıraktı. Gözlerindeki donukluk, o boş bakış, katılaşmış yüzün başında ağlayan, acıyan, el uzatan, ölümden haberdar olan tek bir kişi bile yoktu. Adam, yapayalnız ve çırılçıplak, bir çölün orta yerinde ölmüştü, oysa o can bedeni, ağzına kadar insan dolu olan bir şehrin orta yerinde terk etmişti.

Adamın öldüğünü kimse görmedi. Ama gündüz vakti Tanrı’nın katından bir melek indi, şehrin üzerinde süzüldü, sokakları dolaştı, fabrikaları, dükkânları, evleri ve kiliseleri yukarıdan seyreyledi. Sonra tavan arasına girdi ve ölen adamın yanında diz çöktü. Açlık ve Ölüm, melekten hiç korkmadı, çünkü biliyorlardı ki kendileri de Tanrı’nın birer elçisi idi.

Melek adama ve yanındakilere baktı, bir süre bekledi, Açlık ve Ölüm işlerini hallettikten sonra adamın prangalarını kırmış olan ruhunu alıp Tanrı’nın huzuruna çıktı. İşte o an Tanrı, adamın gözlerinden dökülen yaşları sildi.

Ve sonra şunu söyledi: “Geldiğin şehir harika bir yer. Orada bana hizmet edip emirlerime uyan çok insan var mı?”

Adam başını eğdi ve soruya şu cevabı verdi: “Evet Efendim. Senin adına birçok mabet inşa ettiler.”

Bunun üzerine Tanrı şunu söyledi: “O şehirdeki insanlara yığınla mal mülk, sandıklar dolusu servet bahşettim, ama sen açlık ve yokluk yüzünden öldün.”

Adam şunu söyledi: Evet Efendim. Yapayalnız ve tek başınaydım. Herkesin onca uğraş verdiği yerde kendime tutunacak bir dal bulamadım, çünkü yaşlıydım, zayıftım, kimse bana merhamet etmedi.”

Adam bunları söyleyince Cennet katına bir süre sessizlik çöktü, sayısız insanın hep bir ağızdan söylediği şarkılar, birden sustu.

Tanrı “Ne duyuyorsun?” diye sordu.

Adam ise “Ezilenlerin, açlığın ve yokluğun çilesini çekenlerin, tüm ülkelerde öfkeyle ayağa kalkanların çığlığını duyuyorum” dedi.

Bunun üzerine Tanrı şunları söyledi: “Nasıl oluyor da bu insanların çığlıkları sürekli bana ulaşıyor. Bu insanlar, elleriyle benim adıma mabetler inşa ediyorlar, dudaklarıyla bana ibadet ediyorlar, ama kalpleri benden çok uzak. Bense karşılık beklemeden açıyorum avuçlarımı, tüm zenginlikleri bu milletin üzerine boca ediyorum ki yeryüzünde senin gibiler olmasın. Ama gelgelelim bu insanlar, başkalarının eline yeterince şey geçmezken açgözlülükle birbirleriyle uğraşıyorlar. Benim verdiklerimi alıp ‘bunlar benim’ diyorlar. ‘O zenginlikleri üreten biziz. Bu kalabalıklar bizim gerçek kardeşlerimiz değil. Tanrı yoksulları bize hizmet etsinler diye yarattı’ diyorlar. Her bir insan kör olmuş gözleriyle kendi kazancı peşine düşüyor, başkasını umursamıyor, hatta onu yok edilecek bir hayvan olarak görüyor.”

Samuel Washington
(Elihu)
1892

[Kaynak: Workers’ Tales: Socialist Fairy Tales, Fables, and Allegories from Great Britain, Yayına Hz. Michael Rosen, Princeton University Press, 2018, s. 41-44.]

Armando Hart’a Mektup


Bu mektup, Eylül 1997’de ICAIC [“Küba Sanat ve Sinema Endüstrisi Enstitüsü”] Kültür Bakanlığı tarafından çıkarılan Contracorriente [“Karşı Akıntı”] dergisinin 9. sayısında, Küba’da yayımlanmıştır. Mektubu yazdığı vakit Guevara, Afrika’da bulunuyordu ve mektubun yazıldığı Armando Hart ise Küba Komünist Partisi Merkez Komitesi Örgüt Sekreterliği’ne getirilmişti.

● ● ●

 

Sevgili Sekreter:

Tanrılığa erişme fırsatına sahip olduğunuz için sizi kutlarım; şimdi önünüzde 6 gün var. Selefinizin yaptığı gibi, işinizi bitirip arkanıza yaslanmadan önce sizinle öncümüzün kültürü ve genel olarak da halkımızın kültürü üzerine birtakım fikirleri paylaşmak isterim.

Bu uzun tatil sürecinde epeydir yapmayı düşündüğüm bir şeyi yaptım, burnumu felsefeye soktum. İlk karşılaştığım zorluk şu oldu: Düşünmeye imkân vermeyen, “parti zaten yapılması gerekeni yaptı, sen yapılanları özümse yeter” diyen Sovyet eserlerini bir kenara bırakacak olursak Küba’da hiçbir şey yayımlanmamış. Burada Marksizme aykırı bir yöntem söz konusu ama aynı zamanda bunlar çok kötü çalışmalar.

İlkinden daha az önemli olmayan ikinci zorluk ise, benim felsefî dildeki eksikliğimdi (Üstat Hegel ile epey boğuştuk ve ilk rauntta beni iki kez yere serdi). Ben de kendim için bir çalışma planı yaptım ve sanıyorum ki bu plan okul müfredatını oluşturmak için çalışılabilir ve geliştirilebilir; şu ana kadar zaten çok şey yaptık, fakat bir gün durup düşünmemiz de gerekecek. Bu noktada bir okuma planı oluşturmalı ve bu plan politik yayınlar kurulunun yaptığı yayınlara göre biçimlenmeli.

Politik yayınlar incelendiğinde Sovyet ve Fransız yazarların bolluğunu ilk bakışta görürsünüz.

Bunun sebebi, çevirileri elde etmedeki kolaylık ve ideolojik takipçiliktir.[*] Hâl böyleyken, Marksist fikirlerin gerekli olan yaygınlaşması iyi bir yol kat etse bile (ki mesele bu değil), Marksist kültür pek çok kişiye nüfuz edemiyor.

Benim planım şöyle:

I. Klasik filozoflar.
II. Büyük diyalektikçiler ve materyalistler.
III. Modern filozoflar.
IV. İktisat klasikleri ve onun öncüleri.
V. Marx ve Marksist düşünce.
VI. Sosyalist inşa.
VII. Heterodokslar ve kapitalistler.
VIII. Polemikler.

Her bir seri, birbirinden bağımsızdır ve şu şekilde geliştirilebilir:

I. En iyi bilinen klasikler zaten İspanyolcaya çevrilmiş, bunlara mümkünse Marksist bir filozof tarafından ciddi bir ön hazırlık çalışması eklenmeli, tabii sözcükler de olabildiğince geniş bir açıklamayla verilmeli. Aynı zamanda, felsefî terimler sözlüğü ve felsefe tarihi de yayınlanmalı. Dennyk’inki ya da Hegel’inki olabilir. Böyle bir yayın, büyük düşünürlerin bir ya da iki kitabıyla başlayarak modern zamanlara kadar uzanan belli bir kronolojik sırayı takip edebilir.

II. Burada da aynı yöntem takip edilebilir, bazı antik düşünürlerin derlemeleri yapılabilir (Arjantin’de basılmış, içinde Demokritos, Heraklitos, Leikuppos olan bir kitap okumuştum).

III. Burada önde gelen modern filozoflar yayınlanabilir. Bu yayınlara yeri geldiğinde bu filozofların idealist görüşlerine eleştiri getiren, ciddi ve titiz incelemeler eşlik etmeli (bunu illa Kübalıların yapması şart değil).

V. Marx ve Marksist düşünceye ait eserler zaten yayınlanıyor fakat bu yayın pratiğinin bir düzeni yok ayrıca Marx’ın temel çalışmaları eksik. Burada Marx ve Engels’in, Lenin’in, Stalin’in [Orijinal metinde “Stalin”in isminin altı Che tarafından çizilmiştir.] ve diğer büyük Marksistlerin eserlerini yayınlamak gerekir. Örneğin hiçbirimizin emperyalizmle ilgili sezgileri, Marx’a (Kapital’in 3. cildine), yaptığı eleştiriler hatalı olan ama süreç içerisinde katledilen Rosa Lüksemburg kadar güçlü değil. Ayrıca sonrasında yoldan çıkan, çağdaşları olan Marksistlere katkılarda bulunmuş, bütünüyle skolastik olmayan Kautsky ve Hilferding türünden Marksist düşünürler konusunda da eksiğimiz var.

VI. Sosyalist inşa. Somut sorunlarla, sadece şimdiki yöneticilerle değil, geçmişteki yöneticilerle de alakalı kitaplar yayınlanmalı, filozofların ve hepsinden de öte iktisatçıların, devlet adamlarının üzerine ciddi incelemeler yapılmalı.

VII. Burada büyük revizyonistler üzerine herkesinkinden daha derin analizler olabilir (isterseniz Kruşçev’i de buraya koyabilirsiniz). Görünüşe göre var olmuş ve yazmış olan, arkadaşın Troçki de burada olmalı.

Ek olarak, kapitalizmin Marshal, Keynes, Schumpeter vs. büyük teoristleri de, nedenleriyle birlikte yapılan analizlerle verilebilir.

VIII. Polemikler. İsminden de anlaşıldığı üzere, bunlar en tartışmalı olan eserleri içerebilir ki zaten Marksist düşünce de bu şekilde ilerlemiştir. Proudhon, Sefaletin Felsefesi’ni yazdıysa da bu kitap, Felsefenin Sefaleti’nden dolayı biliniyor. Eleştirel bir yayıncılık faaliyeti, çağımızı ve Marx’ın henüz tamama ermemiş gelişimini anlamaya yardımcı olabilir. O dönemde Robertus ve Dühring önemliyse 20. yüzyılda da SSCB’deki revizyonistler ve onlarla gerçekleştirilen polemikler önemli.

Bir tanesini atladığımı şimdi fark ettim, sırayı değiştiriyorum (tükenmez kalemle yazıyorum).

IV. seride iktisat klasikleri ve bunun Adam Smith, fizyokratlar vb. gibi öncüleri olabilir.

Bu devasa bir iş, fakat Küba bunu hak ediyor ve sanırım ben de elimi taşın altına koymalıyım. Sizi bu konuşmayla daha fazla yormak istemiyorum. Size yazıyorum çünkü benim ideolojik yönelim konularında bilgim zayıf ve başka nedenlerden dolayı da böyle bir işe girişmem pek akıllıca olmayabilir (takipçilik meselesi de var tabii ama sadece bu değil).

Size başarılar dilerim, kıymetli meslektaşım (filozof için). Umarım yedinci günde görüşebiliriz.

Kavgalı yüreğimin diğer yarısı, karşımda duran, sarılmayı hak eden insanı kucaklıyorum.

Ernesto Che Guevara
Darüsselam, Tanzanya
4 Aralık 1965
Kaynak

Dipnot:
[*] Takipçilik: Birisinin kendisini diğer insanların fikirlerine ya da davranışlarına göre yönlendirmesi.

20 Nisan 2020

Küçük Burjuvazi ve Devrim

Bu yazı, ilk olarak PRT’nin [“İşçilerin Devrimci Partisi”] yayın organı El Combatiente’nin [“Savaşçı”] Ocak-Şubat 1971 tarihindeki 54. ve 55. sayılarında yayımlanmıştır. Ülkemizde neredeyse hiç bilinmeyen PRT’nin neşriyatından çevirdiğimiz bu yazıyı, öncü nezdinde küçük burjuvazinin devrimci süreçte oynadığı rolü aydınlığa kavuşturması sebebiyle ve ideolojik mücadele ile siyasi eğitime atıflarından dolayı güncel ve yararlı bulduğumuz için çevirdik. Yazar, Julio Parra mahlasıyla, PRT neşriyatında Peronizm, ileri bir zamanda çevireceğimiz Ahlak ve Proleterleşme ile burada size sunduğumuz Küçük Burjuvazi ve Devrim gibi başlıklarda birtakım önemli yazılar kaleme almıştır. Bu yazılardan Küçük Burjuvazi ve Devrim ile Ahlak ve Proleterleşme yazıları, daha sonra ayrı bir kitapçık hâlinde basılarak PRT-ERP militanlarının siyasi eğitimi için dağıtılmış ve okutturulmuştur.

● ● ●

Devrimci süreçte küçük burjuvazi, tarihsel planda ikili bir rol oynar. Bir yanda olumlu; öte yanda olumsuzdur bu rol. Şimdi bunun neden olduğunu görelim.

Lenin’in belirttiği gibi işçiler, reformizmin sınırlarını kendiliğinden aşmazlar. Çünkü işçi sınıfının maruz kaldığı sömürü ve baskı, sadece ekonomik zeminde kalmaz. 

Bu sömürü ve baskı, hayatlarının her köşesindedir. İşçi sınıfının kültüre erişimi, seyahat edip diğer halkların tecrübelerini öğrenmesi, sosyalizmin teorik unsurlarını doğrudan uygulaması kısıtlıdır.

Bu yüzden de işçilere devrimci teori, en azından siyasi eğitimlerinin ilk safhasında da olsa, kendi sınıflarının “dışından” iletilmelidir. Bu, küçük burjuvazinin oynadığı rolün olumlu yanıdır. İşçileri sosyalist teoriyle tanıştıran bu dış güç, tarihsel olarak genelde küçük burjuva kökenli aydınlardır. 

İlk sosyal-demokrat propagandaların ardından Lenin’in Bolşevik Partisi’nin doğumuna tanık olan Rusya’da böyle oldu. Çin’de, Kore’de, Vietnam’da, Küba’da da benzer bir süreç yaşandı. Ülkemizde de durum bu şekildedir.

Fakat tarihsel olarak işçi sınıfının öncüsü, küçük burjuvaziye bu katkısından dolayı ağır bir bedel ödemiştir. Devrimciler, devrimci teoriyle birlikte, işçi hareketine kendi sınıfsal niteliklerini de taşır. Bunlar bireycilik, ukalalık, büyük karar vermede çekince, sahip oldukları dar siyasi görüşten dolayı hizipçiliğe savrulma, şablonculuk, tali meseleler üzerinde sert tartışmalar ve şahsi kin olarak özetlenebilir.

Bundan dolayı da bütün devrimci partilerin tarihinde, bunların ilk zamanlarındaki fraksiyon ayrılıkları, sürekli bölünmeler ve büyük retorik ifadelerle sarmalanmış küçük tartışmalar belirgindir. Bu sebeple bu devrimci partiler, ancak işçi sınıfının öncüsü onlara müdahil olduğunda, nüfuz ettiğinde gerçek proleter partilere dönüşürler. O zaman devrimci parti içinde ikili bir süreç meydana gelir: Bir tarafta öncü işçiler, kendilerine küçük burjuva aydınlar tarafından iletilmiş olan, kendi sınıflarına ait ideolojiyi kavrarlar. Diğer tarafta ise Parti’deki işçi sınıfı unsurları, aydın yoldaşlarından, onların sahip olduğu sınıfsal ilişkileri kopararak hem varlıklarında hem de yaşayışlarında proleterleşmelerini; kitlelerin bakış açısını ve sınıfsal niteliklerini kabul ederek onlarla birlikte çalışmalarını, yaşamalarını ve savaşmalarını isterler.

Fakat böyle bir şey kendi şahısları için büyük bir kopuş olacağından dolayı, tüm aydınlar ve diğer küçük burjuva unsurlar bunu kabul etmezler. Bu kişiler, kendi hayatlarına ve varlıklarına yapışık kalmaya devam ederler ve işçi sınıfının öncüsü müdahil oldukça, devrimden uzaklaşırlar. Araya böyle mesafe koymak, yalnızca şahsi değildir. Küçük burjuvazi, kendisinin gerçek devrimci” olduğunu savunur, bir önceki safhada paternalizmle renklendirerek tadını çıkarttıkları liderliğe yine sahip olmak ister.

Dolayısıyla devrimde çeşitli küçük burjuva eğilimler meydana gelir: tarafsızlık ve hareketçilik[*], reformizm ve sendikacılık; darbecilik ya da militarizm. Proletarya devrim yolunda ilerledikçe, küçük burjuvazinin büyük hizipleri, kendi sınıflarının hain rolünü oynarlar: kapitalist toplum çerçevesinde kendi hayat tarzlarını ve küçük burjuva âdetlerine tehdit teşkil ettiği için, işçi sınıfının ve halk kitlelerinin ilerleyişini yavaşlatırlar ve yolundan saptırırlar.

Bunlardan pek çoğu, zamanla yapmış oldukları hatayı anlayıp proletaryanın safına geri döner. Fakat diğerleri böyle bir şeyi yapamaz ve olumsuz rollerini oynamaya devam eder. Bu olumsuz roldekiler, vermeleri gereken büyük kararlarla karşı karşıyadırlar, en sonunda kendilerini düşmana açıktan hizmette bulurlar. Rus Devrimi’nin ardından Menşeviklerin ve sağ kanattaki SR’ların beyaz karşı-devrimcilerle ve emperyalizmin yayılmacı birlikleriyle nasıl işbirliği yaptığını görüyoruz.

Çin’de ise küçük burjuva gruplar, Komünist Parti’den ayrılarak Çan-Kay-Şek ile ya da Japon kuklası hükümet ile işbirliği yapmışlardı. Küba’da, Aníbal Escalante’nin ilk duruşması esnasında görüldü ki, Sosyalist Halk Partisi’nin [Partido Socialista Popular] eski unsurları, 26 Temmuz militanlarını ve Fidel Castro’yu Batista’nın polisine teşhir edecek kadar ileri gitmişlerdi.

Şimdi ülkemizde küçük burjuvazinin kendi sınıfsal rolünü hem olumlu hem de olumsuz manada nasıl oynadığını görelim.

Peron’dan Önce Marksizm

Marksizm bizim ülkemize geldiğinde, Avrupa’da bu fikri destekleyen uluslararası örgütler çoktan yozlaşmıştı.

İkinci Enternasyonal’in iyice dağıldığı ve Avrupa burjuvazisinin çoktan emperyalist sermayeye sahip olduğu bir zamanda ilk Marksist gruplar, Juan B. Justo’nun Sosyalist Parti’sinde örgütlenmişlerdi. Böylece, bizimki gibi sömürge ülkelerin çelişkilerini “ihraç” etmiş oldular. Avrupa’daki Sosyalist Partiler, burjuva parlamentarizminin ve I. Dünya Savaşı öncesi ekonomik patlamanın cazibesine kapılarak, açıkça sınıflarına ihanet etmişlerdi.

Rus Devrimi’nin ardından, Avrupa işçi sınıfının yeniden yükselişinin bir ifadesi olarak Üçüncü Enternasyonal kurulmuştu. Fakat burjuvazi, fırtınayı dindirmeyi becermişti ve 1924’te Lenin’in ölümünün ardından Stalin’in liderliğindeki Rus Komünist Partisi, ciddi bir bürokratik yozlaşma içindeydi. Rus Komünist Partisi’nin ek bir bölümü hâline gelen Üçüncü Enternasyonal de aynı yolu izledi.

Ülkemizde 1918’de kurulan Komünist Parti, Enternasyonal’in Stalin’in elinde uysal bir araç hâline geldiği dönemdeki gücü ve itibarı üzerinde yükseliyor.

Bu Komünist Parti, CGT’yi [Genel İşçi Sendikası] kurarak 1930’ların ortasında emek hareketinin liderliğine erişmişti. Ancak daha sonra bu liderliği, onu devrimci bir anlayışla kavramaktan yoksun oldukları yeni bir gerçeklik dâhilinde yitirdi.

O zaman işçi sınıfı da sınıfsal alternatifini yitirdi. Onun öncesinde, Marksist lafızların ardına sığınan ya da sığınmayan çeşitli burjuva ve küçük burjuva reformist akımlar ortaya çıkmıştı. İşçi sınıfı da bu akımlardan ilgisini en çok çekene yöneliyordu.

On yıldan fazla bir süredir Peronizm, bağımsız bir Marksist-Leninist parti yaratma çabalarını hasıraltı etmektedir.

Çeşitli uluslararası olayların ışığında sunulan bu çerçeve, Marksizmin Arjantin’deki ilk 80 yılındaki bir sorunu aydınlığa kavuşturmaktadır: küçük burjuva aydınlar, birlikte hareket etmek zorunda olduğu işçi sınıfının niteliğini anlayamamışlardı. Küçük burjuva aydınların ülkemizde proleter parti kurma çabalarının her birisi, başarısız olmuştu. Bu uyuşmazlık en iyi bir şekilde, 1946 seçimlerinde iki sınıf karşı karşıya geldiği vakit gün yüzüne çıkmıştı.

Peron Döneminin Marksizmi

Hiçbir kitle hareketine bağlanamayan ufak gruplar, hemen hüsrana uğramıştı. Ne kadar bilgiye sahip ve dinç oldukları önemli değildi. Eğer pratik için imkân bulamazlarsa, sonsuz bölünmelere ve karşılıklı aforozlara yol açan yoğun anlaşmazlıklarda ve yoğun şahsi düşmanlıklarda güçlerini boşa harcamaya mahkûm kalıyorlardı. Çeşitli hiziplerin arasındaki bu tür çatışmalar da tabii ki devrimci hareketin ilerleyişine etki ediyordu. Fakat canlı bir hareketi yavan bir hizipten ayıran şey, ilkinin zaman içinde, tartışmaların ve bölünmelerin içinden gerçek bir kitle siyasi hareketine sağlıklı bir şekilde geçiyor oluşuydu.

Isaac Deutscher’in Troçki: Sürgündeki Peygamber eserinden yapılan bu alıntı, Peronist Arjantin’deki ve post-Peronist yıllardaki Marksist gruplara tamı tamına uyuyor.

Akıntıya karşı yüzmek zorunda olan bu gruplar, işçi sınıfından giderek uzaklaşıyorlar, işçi sınıfını daha da anlamaz hâle geliyorlar, işçi sınıfıyla hareket edemiyorlar ve en sonunda kendi iç tartışmalarıyla birlikte karaya vuruyorlar.

Böylesi bir uyuşukluktan yalnızca bir grup, Komünist Parti içinde örgütlenmiş bir grup kurtulabildi. Fakat onların elindeki o ufak güç, işçi sınıfının gücü değildi, suni bir güçtü. Bu güç, Moskova’dan yönlendirilen, Stalin’in ve onun haleflerinin siyasetinin inişlerini ve çıkışlarını aynen takip eden bir güçtü.

İşçi sınıfı ise bu yeraltı mücadelelerinden çok az çıkar sağlıyor. Pek çok işçi, yolun sonunda gorillerin 16 Eylül’ün rövanşı için beklediğinden habersiz bir şekilde, Peronizmi “kendi” hükümetleri olarak görüyorlar ve Peronist bakanlıkların zaferlerini pervasızca kutluyorlar.

Peron’dan Sonra Marksizm

Bu dönemdeki denge, bir önceki dönemdekinden daha olumsuzdur: küçük burjuva aydınlar, Peronist işçi sınıfına karşı açıktan saf alıp, muhalif burjuva partileriyle işbirliği yaptılar.

Ancak 1955’ten sonra, dolambaçlı ve zor yollar geçildiğinde Marksist aydınlar, işçi sınıfının öncüsüyle ilişkiye geçmeye başladılar. Aynı zamanda yine dolambaçlı ve zor yollardan geçerek ve çeşitli tecrübeler yaşayarak, yavaş yavaş işçi sınıfının öncüsü de doğuyordu.

Bu tecrübelerden birisi “sol Peronizm” ya da diğer bir deyişle, “Peronizme sızma” idi. Bu tecrübenin çeşitli şekilleri, bazı Marksist aydınların Peronist harekete, işçi sınıfının bu hareketin içinde kalan parçasıyla çalışmak üzere “sızmasını” ve bazı işçilerin de bu yolla –tamamen olmasa bile- kendi sınıflarının ideolojisini anlamasını ifade eder.

Bu siyasetin taşıdığı kısıtlılık oportünist niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bu siyaset, emek hareketi üzerindeki burjuva etkiye ve sınıf uzlaşması tezine karşı ideolojik savaş yürütmez. Yine de bu siyaset, bazı işçi bölümleri içinde önemli siyasi gelişmeler kaydettiği için dikkate değerdir.

Bu grupların ortak kaderi, kendi varlıklarına rağmen bir başarı göstermiş olmalarıdır: bu grupların etkisinden bağımsız olarak işçiler ideolojik olarak ilerledikçe, onlardan uzaklaşıp yeni yollar aradılar. Ama tekrar ediyoruz, serptikleri tohumların pek çoğu verimli topraklara düştü ve meyve verdi.

Diğer tarafta ise, çoğu Komünist Parti’den kopmuş olan Marksist aydınların faaliyetleri durur. Bunlar, işçi sınıfına doğrudan sosyalist fikirlerle yaklaşmaya çalışmıştır.

Onların kaderi bir öncekine benziyordu: işçi sınıfının bazı bölümlerinin ilerlemesine yardımcı oldular, ancak bu ilerlemede kendileri de boğulmuşlardı ve ataletle ortadan kayboldular.

Her iki duruma da bakarsak en iyi tecrübeler, açık bir şekilde silahlı mücadele yolunu tutmuş olan gruplar tarafından yakalandı.

1955’in başlarında ve 1959’daki Küba Devrimi’nden epey sonra Marksistlerin, Marksist grupların arasındaki en önde gelen kişiler, güç kazanmanın tek yolunun rejime karşı açıktan ve doğrudan, elde silahla cephe almak olduğunu anladılar.

Yeni çeşit bir savaşın tüm öncüleri gibi onlar da hata yaptılar ve düşmana yenik düştüler. Fakat Arjantin’de silahlı mücadelenin gelişmesinin yolunu açtılar. Her telden reformistin itici bulduğu devrimci şiddeti, her daim devrimci gündemlerinde tuttular.

Böylece Uturuncoların, Peronizmin terörist gruplarının, Angel Bengochea’nın ve Jorge Masetti liderliğindeki Halkın Gerilla Ordusu’nun [Ejercito Guerrillero del Pueblo] tecrübeleriyle tanıştık. Savaşarak düşen bu ilk silahlı savaşçıların hatırası, halkın hafızasından hiçbir zaman silinmeyecektir. Başarılarıyla ve hatalarıyla onlar, ülkemizde devrimci savaşın yolunu açtılar.

Bizim için 16 Eylül 1955’ten 29 Mayıs 1969’a kadar giden süreçteki denge, önceki dönemlere nispetle daha olumluydu. Devrimci küçük burjuvazi, tarihsel rolünün olumlu yanına hayat veriyordu. Kendilerine “Peronist” diyen ya da açıkça ideolojilerinin ne olduğunu ilan eden Marksist gruplar, işçi sınıfına yaklaşmaya, onlara sosyalist fikirleri taşımaya başlamışlardı.

Küçük fakat önemli bazı işçi kesimleri ise kendi sınıflarının ideolojisini anlayarak, bu aydın gruplarıyla ilişki kurmuş ve onları proleterleştirmeye çalıştırmıştır. Öte yanda bir bütün olarak işçi sınıfı ise, kapitalist rejime karşı geniş seferberlikler geliştiriyor, örgütlenme ve mücadelede geleneksel yöntemleri kullanıyor –temel olarak sendikalar- fakat aynı zamanda her gün yeni ihtiyaçların da farkına varıyordu.

Savaş, ilerlemeler ve çekilmelerle birlikte kendi ritmini tutturmuştu. Fakat bu, tarihin bize izin verdiği kadarıyla geriye baktığımızda, sınıf savaşında girmiş olduğumuz daha büyük bir safhaya işaret ediyordu. Kısacası, en iyi aydınlar ve işçi sınıfının en iyi öncüleri ellerine silah alarak sınıf düşmanlarına karşı devrimci savaşın ilk hurucunu gerçekleştiriyordu.

Mayıs’tan Sonra

Mayıs 1969 itibariyle Arjantin’deki devrimci sürecin yeni bir safhaya geçtiğini görüyoruz. Açıkçası, bu yeni safhayı niteleyen unsurlar, bundan biraz bir zaman önce oluşmaya başlamıştı. Fakat eski sürecin tam olarak hangi momentte bittiğini ve yeni sürecin hangi momentte doğduğunu, yahut Mao Zedung’un sözleriyle söylersek, eskinin içinden yeninin hangi momentte meydana geldiğini kestirmek çok zordu. Öte yanda ise bu farklı unsurlar eşitsiz bir şekilde gelişmişti, her birinin kendi ritmi vardı. Bunun için de Mayıs patlamasını, açık olarak bir safhayla öbür safhanın arasına; emek hareketinin durgunluğuyla kitlelerin devrimci yükselişinin; küçük-burjuvazinin reformizmiyle kitlelerin proleter uyanışının; pasifizmle devrimci savaş safhasının arasına duvar çeken bir moment olarak almak doğru olur.

Yeni safhayı eksiksiz niteleyen unsurlar şunlardı: kitle hareketinin geniş ve sürekli yükselişi, ideolojik ilerleme, devrimci şiddetin gelişimi ve doğrudan silahlı mücadeleye dönüşümü.

Devrimci küçük burjuvazi bu süreçte nasıl bir rol oynuyor? Mayıs'tan hemen önceki ve sonraki yılları oluşturan bu geçiş döneminde, başlangıçta bahsettiğimiz devrimci burjuvazinin çifte rolü açıkça görülmektedir.

Bir yanda, radikalleşen küçük burjuva unsurlar bu sürecin ortaya çıkmasında ve gelişmesinde aktif ve olumlu bir rol oynamıştır. Öte yanda, aynı radikalleşmiş küçük burjuva unsurlar, kitlelerin yolundaki her türlü sapmaya neden olur ve kendilerinin de açılmaya katkıda bulundukları yol boyunca kitlelerin kararlı bir şekilde hareket etmeye direnirler.

Her iki yöne daha ayrıntılı olarak bakalım. Kitlesel eylem düzeyinde, devrimci küçük burjuvazinin iki katkısına dikkat çekmeliyiz. Birincisi, devrimci aydınların ve öğrenci hareketinin kitlelere getirdiği kalıcı mayalanmadır. İkincisi, öğrenci hareketinin Mayıs ayındaki mücadelelerde oynadığı tetikleyici roldür.

Bununla birlikte, işçi sınıfının ve halk kitlelerinin, aydınların ve öğrencilerinkinden çok daha canlı olan kendi dinamikleri, kendi ritimleri vardır.

İşçi sınıfı halk mücadelelerinin liderliğini üstlendiği için, aydınların ve öğrencilerin seferberlikteki rolü giderek daha tali bir konuma itilmektedir.

Öte yandan, soldaki küçük burjuva eğilimlerin en iyi ürediği alanların öğrenci hareketinin coşkusuyla biçimlenen alanlar olduğunu unutmamalıyız.

Koşullara bağlı liderliklerin ılgımından sonra devrimci küçük burjuvazinin liderleri, öğrenci hareketindeki takipçileriyle kendilerini kolayca kuşatırlar, daha sonra bu liderliği işçi sınıfının koynuna nakletmeye çalışırlar. Bu şekilde küçük burjuvazinin sınıfsal özellikleri, öğrenci hareketinin sıcağında sürekli olarak yeniden doğar ve yeni bir güç ve kök kazanır.

Mayıs'tan önce durum böyleydi ve böyle olmaya da devam ediyor. Aradaki fark, küçük burjuva “öğrenci” gruplarının üniversite kapsamı dışında kalan etkilerinin gittikçe azalıyor olmasıdır.

Aynı şey, kitle mücadelelerin kısa liderliği sırasında ideolojik düzlemde de geçerlidir; devrimci küçük burjuvazi, Stalinizm ve onun kütüphane ve müzelerdeki halefleri ile proleter ve halk kitleleri arasında yer alan Marksist-Leninist teori arasındaki tek köprüdür.

Fakat işçi sınıfı ideolojik olarak büyük adımlarla ilerledikçe, öncü işçiler ciddi bir çalışmaya, devrimci teoriye ve dünya devriminin büyük deneyimlerinin ciddi incelemelerine yönelik artan bir isteklilik gösterdikçe; büyük düşünürlerin ve Marksist liderlerin gerçek bir proleter dirilişi meydana gelecektir.

Bu diriliş, küçük burjuva Marksistler tarafından büyük bir entelektüel haz ile yetiştirilen ikinci el Marksizmin yanında yetersiz kalıyor. “Azgelişmiş” diyerek gözümüzü boyayan, Avrupa ve Amerika'da ortaya çıkan bu düşüncenin entelektüel işçiliği, Arjantin ve Latin Amerika devriminin büyük sorunlarını çözmek için açıkça yetersizdir. Marx, Engels, Lenin, Troçki, Mao Zedung’un eserleri tüm boyutlarıyla burada yeniden ortaya çıkıyor işte; Vietnam, Kore ve Küba devrimlerinin paha biçilmez katkıları; Che’nin berrak insanlığı burada ortaya çıkıyor.

Arjantin işçi sınıfı, Marksizm ile yeniden bir araya gelirken aydınlarımız, etraflarında neler olduğunu anlamaya çalışarak şaşkın bir şekilde kütüphanelerine geri dönüyorlar. Daha da açık olanı, silahlı mücadele alanındaki devrimci küçük burjuvazinin bocalaması ve kafa karışıklığıdır. Masetti ve Bengochea gibi kişiler, hava hâlâ karanlık ve pusluyken bize yol gösterdiler. Ancak haleflerinin çoğu, bugün bir çelişkiler denizinde tereddütte boğuluyor. Tüm halk adına silah kuşanan, paternal liderlikteki küçük burjuva gruplarına alışkın olan bu aydınlar, yüzlerce işçinin ellerine Che'nin tüfeğini alma eğiliminde olduğu gerçeğini anlayamıyorlar. Bu, onları şaşırtan, önceden tasarlanmış şemalarını kıran ve silahları, onları tutmaya hevesli ellere veremeyen bir şeydir.

Küçük-Burjuva Sapmalarla Savaşalım

Analizimizi sentezlerken, şu anda kitlelerin devrimci hareketinin gelişimini engelleyebilecek ve saptırabilecek üç temel sapmanın olduğunu gösterebiliriz: sendikacılık, militarizm ve tarafsızlık.

Her üçünün de ortak bir özelliği vardır: üçü de tipik küçük burjuva düşüncesidir. Sınıf mücadelesindeki iki büyük aktör arasında (burjuvazi ve proletarya) kalıcı olarak bocalamaya mahkûm edilen bir sınıfın tereddüdünü, sersemliğini, siyasi cüret eksikliğini yansıtırlar.

Militarizm/darbecilik, küçük burjuva paternalizminin kendi gücüne olan güven duygusunu ve işçi sınıfının devrimci süreçteki öncü rolünün hafife alınmasını yansıtır. Devrimci savaşta kitlelerin rolünü bir kenara koyma ya da küçümseme eğilimi ile nitelenir. Devrimci savaşı sadece bazı silahlı grupların doğrudan çatışması olarak görürler. Halktaki yaratıcılığın bahşettiği daha fazla kaynaklara sahip olan silahsız kitlelerin eşsiz mücadelesinin farkına varmazlar. Devrimci savaşın açık bir gelişim çizgisinde olduğunu anlamazlar: silahlı öncünün ve silahsız kitlelerin mücadeleleri ilk başta birbirine paralel yürür, fakat süreç ilerledikçe pek çok noktada kesişirler; savaşın sonlarına doğru artık geniş, güvenli, tek bir yol vardır; silahlanmış halk, sınıf düşmanıyla bir bütün olarak yüzleşir.

Militarist anlayış, askerî saha şöyle tezahür eder: dikkatlice hazırlanmış gizli aygıtın abartılması ve devrimciler için en iyi örtü, en iyi aygıt olan kitlelerin küçümsenmesi; halkı derhal seferber edebilecek eylemleri bir tarafa bırakırsak, silahlı eylemler için kitle çizgisinin ve böyle bir aygıtın yaratılması için gereken silah, para, belgeler vs. şeylerin eksikliği. Burada doğrunun ve yanlışın ne olduğunu göstermek için Vietnam halkının yürüttüğü savaştan örnek vermek, neredeyse lüzumsuzdur. Gazeteci Wilfred Burchett, Vietkong Neden Muzaffer Oluyor? isimli kitabında şöyle diyor:

“Askerî kariyerlerine 1959’da köylerin etrafında iri çivi tuzakları hazırlayarak başlayan birimler, Ocak 1968’in sonlarında şehirlere saldıran ya da Kasım 1967’deki Dark To Muharebesi’nde Birleşik Devletler’in seçkin paraşütçü birliklerini darmaduman eden deneyimli taburlar hâline geldiler.”

Reformizm de hatalara düşmektedir ve bunlardan en yoğun görüleni sendikacılıktır.

Reformizm, silahlı mücadelenin rolünü küçümser, onu belirsiz bir geleceğe erteler ya da reddeder. Kitlelerin siyasi mücadelelerini ekonomik talepleriyle karıştırır. Bu, partiyle sendikaların yerini değiştirmek demektir.

Deutscher tarafından bahsedilen “verimsiz hizipler” sıklıkla bu hataya düşer. Güçlü ve olgun bir devrimci partinin yokluğunda, proletaryanın iradesini inşa etme kabiliyetinden yoksundurlar. Küçük burjuvazinin tipik politik utangaçlığı, bir kahve teorisi olan “dişliler tezi” ile en kısa yolu seçmeyi tercih ediyor. Bu teoride parti, daha büyük bir dişliyi, sendikaları ve sırayla kitleleri hareket ettiren daha küçük bir dişlidir.

Bundan daha yanlış bir şey yoktur. Devrimci partinin kitlelere propagandası, politik ajitasyonu ve örgütleyici faaliyeti ile ulaşmak için herhangi bir aracıya ihtiyacı yoktur.

Parti, kitlelerin hiçbir ihtiyacını yadsımaz. Parti, kitlelerle birlikte çalışır, onlarla birlikte yaşar, öğrenir, savaşır ve onların ihtiyacını giderir. Parti, kitlelerin acil talepleri için yarattığı, sendikalar da dâhil tüm örgütlenmelere iştirak eder, onlara siyasi olarak rehberlik ve liderlik etmek için uğraşır.

Fakat her şeyden öte Parti, kitlelerin en büyük ihtiyacını karşılar. İşçi ve halk hükümeti için verilen mücadelede, sosyalizm için savaşta kitleleri öncü proleter partiden başka bir güç yönlendiremez, onlara başkası rehberlik edemez. Bunu yapmaktan kaçınan partinin var olmaya da hakkı yoktur.

Bu politik reformizmin sendikalardaki karşılığı, hizipçi ve aşırı sol maceracı sendikacılıktır. Sendikalara partinin görevlerini yükledikleri için, sendikaların kendi görevlerini yerine getirmelerini engellerler. Sendikalar ve diğer örgütlenmeler doğası gereği geniş ve açıktır. Sendikalar, acil talepler üzerinden kitleleri sınıf düşmanlarına karşı savaşa sokmalı, onları örgütlemeli ve yönlendirmelidir.

Bu mücadelelerin siyasi düzleme getirilmesine ve onları özgün sınıf mücadelelerine dönüştürmesine olanak sağlayacak olan, partinin devrimci yönlendirmesidir. Aynı zamanda bu devrimci yönlendirme, sendikaların, bürokratik sektörlerin aşırı uç eğilimlerine teslim olmadan, amaçlarının gerçekleştirilmesinde en esnek taktikleri kullanmalarına izin verir.

Sonuç olarak, “devrimci sendikacılar” veya “sendikacı devrimciler”, kitle hareketini iki kez engellerler: sendikanın olmayan görevleri sendikaya yükleyerek partinin rolünü yabana atarlar ve aynı zamanda sendikaların kendi özel işlevlerini yerine getirmesini önlerler.

Devrimci süreçteki üçüncü küçük burjuva eğilimi, tarafsızlık veya hareketçiliktir. Komünist Parti’nin zaten reddedilmiş olan hatalarına yaslanarak devrimci partinin tarihsel işlevine karşı çıkarlar.

Bu görüşe göre, Bolşevik Parti'nin, Üçüncü Enternasyonal'in ve dünyanın tüm komünist partilerinin bürokratikleşmesi tarihsel bir olgu değildir. Bunlara göre böyle bir olgu, tarihte belli bir zamanda Sovyetler Birliği ve Avrupa'nın somut koşullarından doğmamıştır, her parti oluşumunda kaçınılmaz bir durumdur.

Yine bunlara göre parti örgütü, doğası gereği bürokratikleşmeye yol açar, hizipçidir ve bunlar da onun kitleler tarafından reddedilmesine neden olur. Temelde küçük burjuvazinin kitlelerin kendiliğindenliğine teslim olması anlamına gelen kavramdır bu. Proleter bir parti inşa etmeden ve bilimsel sosyalizmi emek hareketi ile bütünleştirmenin zorlu ve sabırlı görevinden feragat edilmesi anlamına gelir.

Devrimci hareket içindeki en yaygın üç küçük burjuva sapmaya, bir dördüncüsünü eklemek de gerekir: düz burjuva reformizmi. Komünist Parti gibi örgütlerde ya da “La Verdad” gibi hiziplerde bulduğumuz bu sapma, halk kitlelerine burjuva reformizmini doğrudan Marksist-Leninist bir anlatımla tanıtır.

Görünüşte Marksizme dayanan bu örgütler, burjuva pasifist bir tutum sergiliyorlar, halkı sahte “seçim çözümü”ne yönlendirmeye çalışıyorlar ve açıkça “aşırı solcular” olarak adlandırdıkları gerçek devrimcilerle mücadele ediyorlar.

Bu sapmalar yoluyla bir sınıf olarak küçük burjuvazi, sınıf mücadelesini emek hareketinin koynuna, proleter öncülere ve kitlelere taşıyor.

Diğer bir deyişle hiçbir zaman proleter yolu kabul etmeyen devrimci küçük burjuvazi, burjuvazinin ve diğer düşman kesimlerin toplumsal baskılarını devrimci harekete taşıyarak, devrimci hareketi engelleyerek ya da saptırarak kendi sınıfının gerektirdiğini yapar.

Böylece, proletaryanın yolunu tutmayan küçük burjuvazi, saflarımızda düşman sınıfların ajanlığını, onların sınıfsal baskılarının, fikirlerinin ve olumsuz niteliklerinin taşıyıcılığını yaparak açık bir sınıfsal rol oynar.

Bu kavramların sıcağında, genelde kitle hareketinin kafasını karıştıran siyasi kısaltmalar çoğalır. Sosyalist bir çıkış arayan işçi, artık imza dışında bir broşürü diğerinden ayırt edemez ve “verimsiz hizipler” arasındaki bu kadar çok anlaşmazlığın ve bölünmenin nedenini anlayamaz. İşçi haklıdır. Sınıfının, düşmana karşı açık bir alternatife ihtiyacı vardır. İşçi sınıfını ve halk kitlelerini iktidarın fethine götürecek olan tek, sağlam, güçlü ve olgun bir proleter partisidir bu. Kısaltmaların bolluğu, birçok aydına bir gün belki kendi partilerinin de olabileceğine dair hayaller kurdurabilir, fakat işçiye, kendi sınıfının kavgasında fayda etmez.

İşçilerin Devrimci Partisi [Partido Revolucionario de los Trabajadores], kendi içindeki bu tür küçük burjuva eğilimlere karşı savaşmış, sosyalist ve proleter örgütün devrimci savaş yolunda kesin bir şekilde yürümek istemeyenleri saflarından atmak için yaşadığı tartışmalarla ve bölünmelerle ağır bir bedel ödemiştir.

Bu tartışmalar ve bölünmeler bize, verimsiz hiziplerden ayrılan canlı bir siyasi hareketin yolunda olumlu bir denge sağladı, tecrübe kattı ve sağlam bir irade verdi.

Tüm tutarlı devrimcileri de aynı yolda yürümeye, Arjantin işçi sınıfının işçi ve halk iktidarı için, sosyalizmin inşası için yürütülen devrimci savaşı yönlendirmek için ihtiyaç duyduğu devrimci proleter partinin inşasına katılmaya çağırıyoruz.

Saflarımızdaki küçük burjuva eğilimlerle savaşmaya, öncü işçileri birleştirmeye ve dürüst, namuslu devrimci aydınları proleterleştirmeye çağırıyoruz.

Kapitalist toplumu destekleyen burjuva anlayışların taşıma bandı olarak iş gören küçük burjuvazinin hatalı anlayışlarını ortadan kaldırarak, düşman sınıfların içimizdeki tüm ideolojik etkilerini tasfiye etmeye çağırıyoruz.

Bu doğrultuda atacağımız her bir adım, zafere doğru atılmış sağlam bir adım olarak iş görecektir.

Julio Parra
Şubat 1971
Kaynak

Dipnot:
[*] Hareketçilik, toplumun ve siyasetin esas çıkarlarının hareketin zeminine bağlandığı, mevzu bahis mantığın yeniden üretildiği, resmi ve gayrı resmi kurumsal bağlamın aşındırılmasına varan bir siyasettir.