Saman
yığınından gayrı hiçbir şeyin bulunmadığı bir tavan arasının kapısı aralandı.
Yığının üzerinde bir adam yatıyordu. Ev, İngiltere’nin en zengin şehirlerinden
birinin göbeğinde idi. Taş atımlık mesafede tüccarlar ağır bir mücadelenin
ateşi etrafında toplaşmışlar, zibil gibi parayı birbirlerinin ceplerine
akıtıyorlardı. Öte yandan, bu trafiği yoğun pazarın orta yerinde bir insan,
açlıktan ölüyordu.
Seslerin
tüm şiddetiyle iç içe geçtiği, malların alınıp satıldığı bu yerde adam sükuta
gömülmüştü. Cam gibi parlak gözleri bitap düşmüş hâlde o batakhanenin harap
duvarlarında dolaşıyor, bir anlığına çatıdaki pencereye takılıyor, kırık
camların arasından kendisini gösteren mavi gökyüzüne bakıyordu. İçe çökmüş
suratında ince bir huzme gezindi. Adam o an elini kaldırdı, ama sonrasında o
el, saman yığınının üzerine devrildi. Adamın gözleri kapandı, soluk bir
gülümseme yerleşti yüzüne. Tüm hareket, dağ gibi durdu. Ölmüş müydü? Hayır,
henüz ölmemişti ama ölüyordu.
Ölüm,
adamın yanına ilişti, diz çöktü, ürkütücü, içi oyuk gözlerle adama baktı ve
onun nefesini kesti. Bu sefer adamın diğer yanına Açlık yanaşıp diz çöktü.
Esrarlı bakışları ve cılız bedeniyle adama baktı. Açlık, o çökmüş gözleriyle,
Ölüm’den daha zalimdi.
Ölüme
bakan göz görmüyordu ama tepelerindeki mavi gökyüzünün altında oyun oynayan
çocukların sesi, sokaklardaki trafiğin gürültüsü işitiliyordu. Bunlar olurken
Ölüm ve Açlık, adamla işlerini bitirmek için kollarını sıvadı. Adamı kurtaracak
o el, hiç uzanmadı.
Ölüm
adamın kapısını çaldığı sıralarda bir tüccar, tek seferde binlerce sterlini
cebe indiriyor, karısı ve çocukları için Tanrı’ya şükrediyor, kendisini
müreffeh kılan şeyler için O’na yakarıyordu. Hesap defterini kapatıp pahalı
ceketinin cebine sokarken, iki adım ötede açlıktan ölen adamdan bihaberdi.
Tüccar, Ölüm ve Açlık’ın ağır bir sessizlikle adamın yüzüne baktığını
bilmiyordu.
O
gün adamın açlıktan öldüğü o batakhanenin önünden binlerce insan gelip geçti.
Teki bile kapıya uzanan o dar avluya ya da adamın yattığı tavan arasına çıkan o
zifiri merdivene dönüp bakmadı. Umurlarında değildi. Onca insan, sadece kendi
meselelerine gömülüydü. Kör gözlerinin önünde yaşanan dilsiz trajediden
habersizdi hepsi. Bilecekleri bir şey de yoktu zaten.
Adamın
da dostları, karısı ve çocukları vardı. O, cebinde taşıdığı paranın verdiği
sıcaklığı bir vakitler yaşamıştı. Ama bir gün kaderin sillesini yedi, bir anda
biçare ve yoksul birine dönüştü. Bu da kimsenin umurunda değildi.
Adam,
hayatta kalmak için uzun süre mücadele etti, ama gençler dururken kimse bir
ihtiyara iş vermiyordu. Sonra kapıya hastalık ve sefalet dayandı. Bu da
kimsenin umurunda değildi.
Şuan
canını teslim ediyordu. O can da kimsenin umurunda değildi. Öldüğünü kimse
bilmiyordu. Bilmek, kimsenin meselesi değildi.
Adamın
bedeni taş kesildi. Gözleri kilitlendi. Ağzına yayılmış o soluk gülümseme, bir
süre yüzünü terk etmedi. Adam, o an çocukluğunu düşünüyordu. Gözlerinin önüne
eski çiftlik evi, ağaçlar, nehir ve ufka doğru uzandıkça kucaklaşıp mavi
gökyüzüne karışan yüksek tepeler geldi. O da ne! Bir an dudakları kıpırdadı.
“Yeşil tarlalar” deyiverdi. Ama o kıpırtı kısa bir süre sonra bitti.
Sonra
bir ürperti geldi adama, iç çekti, ruhu beden denilen o yükten kurtuldu. İnsanı
öğüten keder yüklü sefalet, geçip gitti, nisyana gömüldü. Ölüm adamın
boğazından çekti elini, Açlık'sa artık ona bakmıyordu bile. Adam, onların
umurunda değildi. İşleri bitmişti. Sessizlik ve körlük yollarına baktı, adamı
arkalarında bıraktı. Gözlerindeki donukluk, o boş bakış, katılaşmış yüzün
başında ağlayan, acıyan, el uzatan, ölümden haberdar olan tek bir kişi bile
yoktu. Adam, yapayalnız ve çırılçıplak, bir çölün orta yerinde ölmüştü, oysa o
can bedeni, ağzına kadar insan dolu olan bir şehrin orta yerinde terk etmişti.
Adamın
öldüğünü kimse görmedi. Ama gündüz vakti Tanrı’nın katından bir melek indi,
şehrin üzerinde süzüldü, sokakları dolaştı, fabrikaları, dükkânları, evleri ve
kiliseleri yukarıdan seyreyledi. Sonra tavan arasına girdi ve ölen adamın
yanında diz çöktü. Açlık ve Ölüm, melekten hiç korkmadı, çünkü biliyorlardı ki
kendileri de Tanrı’nın birer elçisi idi.
Melek
adama ve yanındakilere baktı, bir süre bekledi, Açlık ve Ölüm işlerini
hallettikten sonra adamın prangalarını kırmış olan ruhunu alıp Tanrı’nın
huzuruna çıktı. İşte o an Tanrı, adamın gözlerinden dökülen yaşları sildi.
Ve
sonra şunu söyledi: “Geldiğin şehir harika bir yer. Orada bana hizmet edip
emirlerime uyan çok insan var mı?”
Adam
başını eğdi ve soruya şu cevabı verdi: “Evet Efendim. Senin adına birçok mabet
inşa ettiler.”
Bunun
üzerine Tanrı şunu söyledi: “O şehirdeki insanlara yığınla mal mülk, sandıklar
dolusu servet bahşettim, ama sen açlık ve yokluk yüzünden öldün.”
Adam
şunu söyledi: Evet Efendim. Yapayalnız ve tek başınaydım. Herkesin onca uğraş
verdiği yerde kendime tutunacak bir dal bulamadım, çünkü yaşlıydım, zayıftım,
kimse bana merhamet etmedi.”
Adam
bunları söyleyince Cennet katına bir süre sessizlik çöktü, sayısız insanın hep
bir ağızdan söylediği şarkılar, birden sustu.
Tanrı
“Ne duyuyorsun?” diye sordu.
Adam
ise “Ezilenlerin, açlığın ve yokluğun çilesini çekenlerin, tüm ülkelerde
öfkeyle ayağa kalkanların çığlığını duyuyorum” dedi.
Bunun
üzerine Tanrı şunları söyledi: “Nasıl oluyor da bu insanların çığlıkları
sürekli bana ulaşıyor. Bu insanlar, elleriyle benim adıma mabetler inşa
ediyorlar, dudaklarıyla bana ibadet ediyorlar, ama kalpleri benden çok uzak.
Bense karşılık beklemeden açıyorum avuçlarımı, tüm zenginlikleri bu milletin
üzerine boca ediyorum ki yeryüzünde senin gibiler olmasın. Ama gelgelelim bu
insanlar, başkalarının eline yeterince şey geçmezken açgözlülükle birbirleriyle
uğraşıyorlar. Benim verdiklerimi alıp ‘bunlar benim’ diyorlar. ‘O zenginlikleri
üreten biziz. Bu kalabalıklar bizim gerçek kardeşlerimiz değil. Tanrı
yoksulları bize hizmet etsinler diye yarattı’ diyorlar. Her bir insan kör olmuş
gözleriyle kendi kazancı peşine düşüyor, başkasını umursamıyor, hatta onu yok
edilecek bir hayvan olarak görüyor.”
Samuel Washington
(Elihu)
1892
[Kaynak:
Workers’ Tales: Socialist Fairy Tales, Fables, and Allegories from Great
Britain, Yayına Hz. Michael Rosen, Princeton University Press, 2018, s.
41-44.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder