Pages

31 Mayıs 2017

Birr

 

Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe asla Birr'e nail olamazsınız.
[Âli İmrân:92]

 

“Dinci faşizm” tabirini diline pelesenk edenler, dinsiz faşizm istiyordur, hatta doğrudan ona hizmet ediyordur.

Sosyalist olduğu iddiasını dillendiren, eski “TİP’li” olduğunu söyleyen Doğan Özgüden, Ankara’daki Hitit Güneşi Kursu’nun kaldırılması önerisine tepki olarak şunu söylüyor:

“Irkçı Türk tarih tezine bir reddiyedir Hitit Güneşi. Türk-İslam sentezi Anadolu’nun gerçek tarihini silmeye seferber. Taşındıktan sonra anıtın yerine herhalde Kâbe-i Muazzama'nın kopyasını dikerler. İzin verilmemeli.”

Bu sözler, ABD’nin Portland kentinde iki genç kıza saldıran beyaz Amerikalının mahkemede, “siz benim yaptığıma terörizm diyorsunuz, ben vatanseverlik” diye bağırdığı, sosyal medyada “Beyazlar için bir anavatan oluşturmanın şart olduğunu” yazdığı günlerde sarfediliyor. Ve hepsi de İslam’ı “Arap bedevilerin uydurduğu masal” olarak göstermeye çalışan bir devletin genel bağlamı dâhilinde yaşanıyor. Portland, bir çimento türü ve devletin harcı bu tür saldırılarla karılıyor.

Akraba, soy, ırk üstünlüğünü dümdüz etmiş, eşitleyici bir iradenin ezilmesi, bu tür değerlendirmeler ışığında gerçekleşiyor. Amerika, parasına yazdığı “E Pluribus Unum”[1] sözünün hakkını veriyor. “Çokluk birlikten türer” anlamına gelen bu söz, önce bir’i egemenlere göre tarif ediyor, sonra da o birin etrafında her “rengin” tavaf etmesini istiyor.

Demek ki bir’e karşı birr’i çıkartmak gerekiyor. Birr, iyilik, salih amel, takva gibi anlamları ihtiva ediyor. “Müslim, Gayrimüslim, herkese iyilik yap” emri üzerinde yükseliyor. Onların bir’i ise, sadece kendi çıkarlarına göre amel etmeye vurgu yapıyor.

İsmail Beşikçi’nin “Evlad-ı Kerbelayız” diyen Dersimlileri, ocakları sahtekârlıkla, yalancılıkla suçlaması da bu bağlamda gerçekleşiyor. Anlaşılıyor ki Beşikçi, ifrada varıyor ve resmi Kürd tarihini yazmaya soyunuyor. Bir tür bir olmak, geçmişi düzlemeyi emrediyor.

Bu bağlam, “sen benim ülkemde ne arıyorsun?” diyerek Afgan genci tehdit ettiği günlerde örülüyor.

Doğan Özgüden gibi isimlerin anlamadığı şu: Hitit Güneşi, bu toprakları mülk edinme derdine düşenlerin kullandığı mitolojinin parçası. Hatay alındığında, paşalar bir tarihçiye alelacele tez yazdırıyorlar ve “Hatay’ın 4.000 bin yıllık Türk yurdu olduğuna dair tarihsel belge” böylece temin ediliyor.

Bahsi geçen heykel de Hattilere ait. “Hatay” ismi de Hititler öncesine uzanan bu topluluğa atıfla veriliyor. Türk tarih tezine göre Hititler, Türk! 1935’te Alacahöyük kazısında bulunuyor, önce devletin dili, tarihi ve coğrafyasını inşa etmek için kurulan DTCF’nin, ardından da Ankara’nın simgesi oluyor. Yani heykel “Irkçı Türk tarih tezine reddiye” değil, tam da onun bir tezahürü. Ara not olarak şunu da eklemek gerek: aslında heykel yıkılmıyor, sadece Çorum’a taşınıyor. Yani devlet iddiasından vazgeçip “burası İslam yurdu, eski putlar simge olamaz” demiyor.

* * *

“Modern dönemle birlikte, devlet, kitleleri kendi bedenine eklemlemek için yeni bir büyük metafizik soy zinciri üretir: vatandaşlık kavramı. Devlet kendi teritoryal sınırları dâhilinde barınan insanlara dayattığı bu metafizik zincirle onları kendi mülkiyeti kılar. Vatandaşlık kimliğiyle kendisine bağladığı insanların ‘kullanım hakkına’ sahip olur; onları politik ve ekonomik çıkarları doğrultusunda dilediği gibi eğip büker, mobilize eder, sömürür. Diğer yandan bu zincirle devlete bağlanan insanlar kendilerini devletin paydaşı ve uzantısı olarak görür ve bu duyguyla hareket eder. Devlet, yani egemen sınıf bu duyguyu kendi çıkarları doğrultusunda kullanılır. ‘Ortak bir tarih’, ‘milli/manevi değerler’, ‘bayraklar’ vesaire kitleleri harekete geçiren araçlar olur. Metafizik soy zincirlerini benimseyen insanlar bu mobilizasyona bir adanmışlık duygusuyla katılır ve hatta bunun için kendilerini ‘feda’ ederler.”[2]

Bu tür cümleler, daha sıklıkla diziliyor. Yazar, bu tespitinin devamında “metafizik zincir”den birey olarak kopulabileceğini söylüyor. Özünde herkes, kendi özel’liğini üstün görüp başkalarına reçete diye satmaya çalışıyor. Sonuçta da birey denilen başka bir metafiziğe bağlanılıyor. Temelde devlet de o mutlak bireyin en yüce hâli olarak örgütleniyor. “Teritoryal sınırlar”, en ufak mülk sahipliği ile çiziliyor. Devlet, bu sahiplik konusunda dinî-millî olanı kendi lehine istismar ediyor. Dine ve millete yönelik her eleştiri, meselenin özüne vurmadıkça, o sahiplik ilişkisine hizmet ediyor. “Dinci faşizm” eleştirileri, dinsiz faşizmi görmüyor, görülmesini istemiyor. Sezar’da görüldüğü gibi, yukarıda olanlar, tanrı ile ilişkiyi iktidara ve mülke bağlıyor ve asla o ilişkiye ve imana ihtiyaç duymuyor. Doğası gereği devlet, her daim dinsiz ve gayrimilli olmaya yazgılı. Sonuçta yukarıdaki yazar türünden, devlet-birey ikiliğine dayalı, liberal tezler, dönüp dolaşıp devlete bağlanıyor.

Devlet içerisinden belirli isimlerin belirli ilişki biçimlerini eleştirmesine pek güvenmemek gerekiyor. Bugün Güzel Kur’an Okuma Yarışması düzenleniyor, TRT yayınlıyor. Jüride, geçmişte bir albümünde sözleri Fethullah Gülen’e[3] ait bir şarkıyı dillendirmiş, o çevreyle rabıtalı olduğu söylenen Halil Necipoğlu var. Nasıl oluyorsa, 2005’te Ertuğrul Özkök[4] bu zat için övgü dolu bir yazı yazmış. İlahilerin new age’e evrilmesi karşısında büyülenmiş. Bugünse o yarışmayı eleştirmek, Fethullah’ın tertiplediği Abant toplantılarının müdavimi Tayfun Atay’a düşüyor, o eleştiriye devletle rabıtalı Haksöz sahip çıkıyor.[5]

Haksöz içinde, yetmişlerde faal olan Milli Mücadele örgütünden kişiler var. Bu örgüt, bağrından ilginç isimler çıkartmış vaktiyle. Ne hikmet ki 71 darbesine birçok Müslüman çevre karşı iken bu örgüt sahip çıkıyor. O dönemde örgütün bizzat ordu eliyle kurulduğundan söz ediliyor. Sonra da bu pratiğe birilerinin “dinci faşizm” demeleri isteniyor. Aslında Haksöz, sadece gerilimi hafifletmek, bir miktar gaz almak gibi işlevler görüyor.

Bu süreçte acı olan, solcuların bir bütün olarak “bu, selamünaleyküme karşı merhabanın kavgasıdır” diyen Bekir Coşkun’a örgütlenmiş olmaları. Tayfun Atay’ın “post-İslamist çığır içinde dinin her yerde kılınarak hiçleştirilmesine” üzüldüğünü sanmamak gerekiyor. Dini hiçleştirme operasyonu, her cephede ve veçhede, çeşitli araçlarla ilerliyor.

Bugün varsa, bir tür laiklik mecburi. Yarın varsa ve bilinmiyorsa, din kaçınılmaz. Geçmişin yüceliğine ve bugünün kutsallığına iman edildiği koşullarda, dinin hiçleştirilmesi bir zorunluluk hâlini alıyor. Tüm okumaları buradan yapmak gerekiyor. Ama illaki onların bir’ine karşı birr’i çıkartmak gerekiyor.

Eren Balkır
31 Mayıs 2017

Dipnotlar:
[1] Russell Jacoby, “Çokkültürcülük Efsanesi”, 11 Ekim 2009, İştiraki.

[2] Özcan Doğan, “Metafizik Soy Zincirleri: Devlet, Din, Millet, Bayrak”, 17 Mayıs 2017, Birikim.

[3] Halil Necipoğlu, “İnleyen Bir Nayım”, Youtube.

[4] Ertuğrul Özkök, “Camideki Adam”, 13 Şubat 2005, Hürriyet.

[5] Tayfun Atay, “Okunup Dinlenen Kur’an’dan ‘Seyredilen’ Kur’an’a”, 29 Mayıs 2017, Haksöz.

30 Mayıs 2017

Gezi Üzerine Tezler


I

Solun tarihinde Kemalizmin “sol”u ve “sağ”ı ile kurulan ittifakların ağırlıklı bir yeri var. Ama hiçbir zaman onunla hesaplaşma gereği duyulmuyor. Ellilerde Demokrat Parti ile kurulan ilişki, en fazla, altmışlarda, Kürd coğrafyasında DP ile ilişkili Barzanicilerle ittifak yapmak gibi bir sonuç veriyor. Bugün hâlâ TİP’in altmışlarda o Barzanicilerle kurduğu birliktelik üzerinden elde ettiği seçim başarılarından[1] övgüyle söz edilmesi, bir tür soyut öznecilikten kaynaklanıyor, nihayetinde “biz yaptık” deniliyor, Kürd’ün iradesi hiç görülmüyor. Çünkü Kürd “maraba”, “sandığa git oy ver” denilince sandık önüne sıralanan “güruh”. Oysa o seçimle kurulan ilişkinin silahlı-devrimci mücadeleye de belirli bir tesiri söz konusu. Hiçbir şey boşlukta, bağlamsız, gerçekleşmiyor. Mücadele, bir milli bağlamda anlam kazanıyor.

Bu açıdan, Gezi’nin sol ve sağ Kemalizm arasındaki salınımda heba edilmesi, asıl sorun. “Ana bina, kurgu, iskelet ve harç” önsel olarak mutlak kabul ediliyor ve sadece dış sıvaya dair bir yarış içerisine giriliyor. Gezi’nin bu yarışta tüketilmeyecek yanları da süreç içerinde törpüleniyor. Onun ülkeye dair dili lâl, gözü kör ediliyor. İlerleme adına, en geriye tav olunuyor. Gezi’nin konuşmasını, görmesini kimse istemiyor. Herkes, onun güç olmasını, kendisine küfür olarak değerlendiriyor. Sol, Gezi’de sadece kendi tasfiye olasılığını görüyor, o olasılıktan ürküyor.

II

Örgütü merkeze almak, onu allayıp pullamak, özetle, örgütçülük yapmak, örgütlülük değil. Örgütçülük, pratikte, Kemalizmle yoğrulmak, ondan öğrenmek, onu örtük olarak savunmaya mecbur. O binaya renk olmak, kifayetsiz.

İdeolojik planda, her yanın kuşatıldığı, her yerin kirli olduğu üzerine kurulu bir propaganda yürütülmesinin sebebi de bu örgütçülükle alakalı. Örgütçülük, boşluğa örgütlenmektir. Örgüt, en saf, en temiz, en mutlu, en bağsız olunan yerdir. Bu şekilde satıldığı sürece, gerçekle ilişki kurma biçimleri de arızîleşecektir. Esasen en saf, en temiz, en mutlak yerin merkeze oturtulması, başkalarının varlığının boşa düşürülmesi, onların sözlerinin değersizleştirilmesi içindir. Mühim olan, kırılan soğana, dökülen tere, bükülen demire örgütlenmektir.

Dolayısıyla, örgütlü ve örgütçü arasında ayrım yapmak şarttır. Bu ayrımın en net hissedildiği moment, Gezi’dir. Bu açıdan Sırrı Süreyya Önder’in “Gezi benzersizdir. Onun tekrarlanmasını beklemek tembelliktir, sosyolojiden anlamamaktır”[2] sözü, örgütlülüğün değil, örgütçülüğün replikleridir. Kendi biricikliğini, benzersizliğini gerçeğe dayatanlar, örgütlülüğü tasfiye etmek zorundadırlar. “Sosyoloji” dedikleri, resmi ideolojinin bir çıktısıdır, “benzersizlik” dedikleri, sui generis olmakla övünüp duran bir ideolojinin tezahürüdür. Yüz yıl önce “bizde işçi yok, bu sosyalizm güzel ama bizde olmaz” diyenlerin güncel biçimleri, Gezi ile birlikte tekrar gündeme gelmişlerdir. Küçük burjuva, herkesi kendisine kul-köle, mecbur etmeye programlıdır. “Darbe mekaniği” ile “Gezi’nin mekaniği”ni birlikte değerlendirenlerin gizlediği gerçek budur. Onca ultra özneymiş gibi görünüp özne olmayanların diyarında, bu mekanik kırılmaya mecburdur.

III

Gezi’nin geleceğini kimse bilmiyordu. Her örgüt, “bu toplum bizi şaşırttı, beklemiyorduk” dedi. Bir örgüt, Haziran ayının sonunda, eylemlerin şiddetinin azaldığı bir momentte, “bu kitle hareketinin öncüsü olacağız” açıklaması yaptı, oysa o güne dek sahadaki militanlarına “bulaşmayın bu harekete” talimatı veriyordu. Bu talimat, özünde herkese dairdi. İlk gün belli başlı örgütler, akşamına toplantı yaptılar. O toplantıdan ertesi gün için ortak bir eylem kararı çıkmadı. Sonrasında tüm yapılanlar, sarfedilen tüm sözler, diğer örgütlere nispetle, onlara göre, onlara fark koymak amacıyla şekillendi. Yaşanana dair tek laf edene rastlanmadı.

Ardından, belirli sendikalarda söz sahibi olan örgütler, geç de olsa “genel grev” kararı aldılar. Kendileri bile ciddi bir katılım göstermediler. Örneğin Ankara’daki eylemde polisin karşısına dikilen gençler kovalanıyor, “huzursuzluk çıkartılmaması” talebi o gençlere zorla tatbik ediliyordu. Aynı örgüt (Halkevleri), birkaç gün sonra, nedense Kızılay’ı işgal etti, çünkü aynı gün diğer örgütler başka bir yerde, Gezi’dekine benzer, çadır kurma eylemi içerisindeydiler. Benzer tartışmalar, Taksim etrafındaki barikatların kaldırılması konusunda da yaşandı.

Bu didişme ve yarışla geçti günler. Sonra seçim gündemi sardı her yanı. Gezi ölmedi, öldürdüler, üç beş oy ve üç beş ay için öldürdüler. Yüksek siyaset açısından Gezi, tehdit teşkil ediyordu, tasfiye ettiler. Merkeze alınan şey, ölmek için oradaydı. Devamında Gezi, Taksim Mitingi üzerinden Yenikapı ruhuna, Milli Mutabakat’a bağlandı.

IV

Gezi, mülkiyetin ve rekabetin boyasını döktü. Asıl sorunlu yanı da buydu. Takip eden yıllar, o boyayı arayıp bulmakla ve rastgele fırça darbeleriyle kendi suretini boyamakla geçti. Mülkiyetin ve rekabetin boyası, yeniden karıldı. Hatta sosyal medyada bir boya firmasına övgüler düzülecek bir noktaya gelindi. O firma, dönüp dolaşıp Gazi’nin suretine büründü. Geziciler tek tek Gazici oldular.

Bireysel varlığını mülkiyet ve rekabet pazarında satmayı bilenler, köşeleri kaptılar. Zenginleştiler, isim ve imza edindiler, belli mekânlarda “özgürce” yaşama imkânı buldular. Kimsenin umurunda değildi, Gezi’nin nereden gelip nereye gittiği. Sosyal medyanın parlaması, Gezi’nin tarihi ve toplumu ile ilişki kurmak istenmemesi ile alakalıydı. Tüketim ideolojisiyle yoğrulanlar, Gezi’yi en kısa sürede tüketme yarışına girdiler. Kimse, onun gözünün yaşına bile bakmadı.

V

Gezi, en az bir otuz yıldır çok şey yapıp da yapılmayanlara dair bir imgeydi. Yani Gezi, özünde bugüne dek örgütlerin tüm devrim-sosyalizm iddialarının boş, anlamsız, temelsiz ve imansız olduğunu ortaya çıkarttı. Örgütlerin böylesi bir moment için örgütlenmediği, net biçimde görüldü.

Örgütçülük, yüce, ari, her şeyden münezzeh kadrolarına öyle kalmayı, başkalarından üstün yanlarını göstermeyi öğretiyordu, devrimciliği değil. O Gezi günlerinde, bu örgütlerin, kadrolarına kitle hareketini, onun nasıl yönlendirileceğini, öncülük için hangi araçların üretileceğini, hangi bağların kopartılıp hangilerinin kurulacağını, ortak emeğe ve kavgaya nasıl örgütlenileceğini vs. öğretmediği anlaşılmış oldu. Bir iki günlük şokun ardından, hemen eski ezberlere dönüldü ve yarış, tekrar başladı. Ortak bir iş örmenin, ortak işe örgütlenmenin kendisine küfür etmek olduğu söylendi. İlk üç günün ortaklaşa, eşitleyici pratiğinin karşısına, liberal özgürlükçü bir zemin çıkartıldı ve bu zeminin girişine göstermelik örgüt tabelaları yerleştirildi. Herkes, birbirine karşı mülkünü korudu; yarışta diğerine üstün olan yanlarını gösterip durdu. Özünde sol, sadece kendi içine “siyaset” yaptı, dışarıyı siyasetsiz kıldı.

Oysa aslolan, eşitlikçi değil, eşitleyici olandı; özgürlükçü değil, özgürleştirici olandı. Eşitlikçi-özgürlükçü olanlar, Fransız Devrimi’nde burjuvazinin temin ettiği sınıflarüstü dengeye ve kurguya put misali tapanlardı. Gezi’nin eşitleyici yanı özgürlükçülerin; özgürleştirici yanı eşitlikçilerin sunaklarında kurban edildi. Gezi, hem Gazi hem gazi oldu.

VI

Örgütçülük, Gezi’nin gelecekteki yansımasını asla örgütleyemeyecek, onu var edecek sürece hiçbir vakit örgütlenme ihtiyacı duymayacak. Kütle, kitle ve öncü, örgütçülükle değil, örgütlülükle, örgüyle, bağ kurmakla anlam kazanacak.

Gezi’yi bu hâle, 12 Eylül’e ağıtlar yakarak bir ömür geçirenler getirdi. Uzunca bir zaman da Gezi’ye ağıtlar yakarak geçirilecek. Böylece hiç kimse, hatanın, kusurun, yanlışın, eksiklerin hesabını verme gereği duymayacak. 12 Eylül edebiyatının yerini Gezi edebiyatı alacak. Sıcağı sıcağına Gezi derlemeleri kaleme alanlar, kitapları, albümleri raflara dizenler, bu pazarı tüketerek varolma yollarını arayıp bulacaklar. Ve kimse, geleceğe dair, teorik ve pratik notlar çıkartmayacak.

Eren Balkır
30 Mayıs 2017

Dipnotlar:
[1] Metin Çulhaoğlu, “Türkiye’de Sağ Taban”, 30 Mayıs 2017, İleri.

[2] Cansu Pişkin, “Siyasi Parti Temsilcileri”, 30 Mayıs 2017, Evrensel.

26 Mayıs 2017

Ballistofobi

Bir an düşünün, ödeme yapmak için gittiğiniz vergi dairesi ya da devlet bankasındasınız. Numaratörden aldığınız sıra size geldi, bankoya yöneldiniz, tam işlem için evraklarınızı uzattığınızda devlet memuru olan görevli: “Sıra sizde değil, işlem yapmıyorum” dedi.

Doğal olan tavır, “hayır, sıra bende. Sizin koyduğunuz numaratörden aldığım sıraya göre işlem hakkı bende” dediniz.

Bir anda memur arkadaş sinirlendi ve size tekme tokat saldırdı, sizi yerlerde sürüklemeye başladı.

Ne yapardınız? Bu durumu gören çevrenizdeki insanlar ne yapardı?

Bu durum karşısında bir insanın verebileceği ilk doğal tepki; karşı koymak, saldırıyı püskürtmek olacaktır.

Etrafınızda seyirci olan insanların ilk tepkisi; ayırmak, saldırana karşı gelmek olacaktır. 100 örneğin 99’unda aynı sonucu alacağınıza eminim.

Eee! Ne var bunda?

Aynı devlet memuru polis olduğunda aldığımız sonuç; karşı gelememek, izleyenlerin görmemiş gibi davranması, hatta vicdanının insancıl saldırısına karşı koymak için dövene övücü sözler söyleyerek durumdan siyaset üretmeye gitmek.

Hâlbuki durumun siyasi bir ayağı yok!

Numaratörü koyup işleyişi belirleyen banka ile yasaları işleten kurum aynı, memur aynı.

Hatta ikincisinin adı “güvenlik memuru” diye geçmektedir. Adı üstünde güven, güvenli sıfatları ile bezenmiştir.

Bu durumun adı nedir?

Tehdit, bir kimsenin iç huzuruna, karar verme hürriyetine ve serbest hareket etme özgürlüğüne yönelik bir müdahale olup suç teşkil eder. Cebir ise bir kimseye bir şeyi yapması veya yapmaması için zor kullanmak olarak tarif edilebilir.

Cebir ve tehdit yetkisi hiçbir memura verilmediği halde hür bir insanın hakkını gasp eden kişiye karşı gelmemesi, duruma kayıtsız kalan, hatta cebri meşrulaştıran seyircilerin olmasının sebebini güvenle açıklayamayız.

Memura karşı gelmenin yasası bellidir ve güven atfı bulunan ile bankoda oturan kişiye dokunulmazlık veren kanun aynı iken tepki neden farklıdır?

Herkesin bildiği tek fark, donanımsal farktır. Biri kalem, klavye kullanırken diğeri silâh ve cop kullanmaktadır.

Yani cebre uğrayanı tepkisiz kılan, aciz bırakan ile seyredenleri dilsiz şeytan yapan tek korku:

“Ballistofobi!”

Haklı olmanızın, zulme uğramanızın bir önemi yoktur, artık hür bir insan olmadığınızı size hatırlatan tek şey “ballistofobi”dir.

Bu cümleye kadar okumuşsanız, derin bir nefes alıp arkanıza yaslanın, rahatlayın.

Hastasınız. Evet evet müjde, hastasınız.

Artık daha da rahat seyirci olabilir, vicdanınızı rahatlatabilirsiniz.

Artık sizin de havalı ve moda olan bir hastalığınız var. “Ballistofobi”.

Oppositional defiant disorder’da görüşmek umudu ile…

Zerçe Gifari
26 Mayıs 2017

19 Mayıs 2017

Babam Neden Le Pen’e Oy Veriyor?


Geçen ay Marine Le Pen’in yüzü bilgisayar ekranımda göründü. Resmin altındaki başlıkta “Marine Le Pen 2. Turda” diyordu. Fransa’nın aşırı sağcı Ulusal Cephe’sinin lideri, başkanlık seçimlerinde artık sonucu belirleyecek aşamaya ilerlemişti. Hemen aklıma yüzlerce kilometre uzaklıktaki babam geldi.

Onu televizyonun karşısında, kabına sığmayan bir sevinç duyarken hayal ettim. Aynı sevinci, 2002 yılında Marine Le Pen’in babası ve ulusal cephenin önceki lideri Jean-Marie Le Pen ikinci tura kaldığında da yaşamıştı. Babamın gözlerinde yaşlarla “Kazanacağız!” diye bağırdığını hatırlıyorum.

Neredeyse 1980’lere kadar hemen hemen herkesin aynı fabrikada çalıştığı kuzey Fransa’da ufak bir kasaba olan Hallencourt’da büyüdüm. Doğduğum sıra, 1990’larda birtakım işten çıkarmalardan sonra çevremdeki çoğu insan işsizdi ve geçinebilmek için ellerinden gelen en iyi mücadeleyi vermeye çalışıyorlardı. Babam, tıpkı kendi babası gibi 14 yaşındayken okulu bırakmıştı. 10 yıl fabrikada çalıştı. İşten atılma şansına hiçbir vakit nail olamadı. Bir gün işteyken, bir depolama konteynırı üzerine düştü ve sırtını ezdi. Bu olay onu yatalak bıraktı ve acısını dindirmek için morfin kullandı.

Okumayı sökmeden önce aç olmanın ne olduğunu öğrendim. 5 yaşındayken babam beni aşağı sokağa, soframıza verebilecek biraz makarna ya da ekmekleri olup olmadığını sormak için halalarımdan birisinin kapısını çalmaya yollardı. Beni yollardı, çünkü bir çocuğa bir yetişkinden daha kolay merhamet duyulacağını bilirdi. Babamın aldığı tazminat, yıl be yıl azaldı. Dört kardeşim vardı ve sonunda babam yedi kişilik bir aileye bakamaz oldu. Annem çalışmazdı, babam kadının yerinin evi olduğunu söylüyordu.

On sekizimde, şansımın yaver gitmesi ve kimi mucizeler sayesinde, Fransa’nın en prestijli okullarından birisinde, Paris’te felsefe öğrencisi oldum. Ailemde üniversiteye giden ilk kişi bendim. Yetişip, büyüdüğüm dünyadan çok uzakta, Cumhuriyet Meydanı’nda küçük bir stüdyo dairede yaşarken, geldiğim yerle ilgili bir roman yazmaya karar verdim.

Günlük deneyimimizin parçası olan sefalet ve dışlanmaya tanıklık etmekti niyetim. Bildiğim, tanıdığım hayatın tüm o yıllar boyunca kitaplarda, gazetelerde ya da televizyonda asla görünmemesine şaşırıp kalıyor ve dertleniyordum. Ne zaman birisinin haberlerde ve hatta sokakta Fransa hakkında konuştuğunu duysam, birlikte büyüdüğüm insanlar hakkında konuşmadıklarını görüyordum.

İki yıl sonra kitabı bitirdim ve onu Paris’te bulunan büyük bir yayınevine yolladım. İki haftadan kısa bir süre içerisinde bana dönüş yaptılar. Yazdıklarımı basamayacağını, çünkü yazdığım fakirliğin yüzyıldan fazla bir süredir varolmadığını ve anlattığım hikâyeye kimsenin inanmayacağını söyledi. Bu e-postayı öfke ve umutsuzluğa boğularak, birkaç kez okudum.

2000’lerde, büyüme çağımda, ailemin her üyesi bay Le Pen’e oy verdi. Babam, onların gerçekten Ulusal Cephe’ye oy verdiklerinden emin olmak için oy kullanma kabinine büyük kardeşimle birlikte girerdi. Belediye başkanı ve personeli, babamın bunu yaptığını gördüklerinde hiçbir şey söylemezlerdi. Birkaç yüzlük nüfusu olan kasabamızda herkes aynı okula gitmişti. Herkes, birbirini sabahları fırında ya da akşamları kafede görürdü. Kimse, babamla kavga çıkarmak istemezdi.

Elbette Ulusal Cephe’ye verilen oyda bir yanıyla ırkçılığın ve homofobinin rengi de vardı. Babam, “Yahudileri ve Arapları kapı dışarı edeceğimiz” zamanı gözlüyordu. İlkokul bahçesinde diğer oğlanları daha şimdiden cezbetmeye başlamış olan bana sertçe bakarak, eşcinsellerin idamı hakettiğini söylemekten hoşlanırdı.

Durum buyken, bu seçimlerin babam için gerçekte ifade ettiği şey, onun görünmezlik hissiyle savaşma şansıydı. Babam, burjuvaların, kitabımı birkaç yıl sonra geri çeviren yayıncı gibilerin zihninde varlığımızın hesaba katılmadığını ve gerçek olmadığını benden çok önce anlamıştı. Babam, sol siyasetin serbest piyasa söylemini ve düşüncesini benimsemeye başladığı 80’lerden bu yana kendisi ve kendisi gibilere sırtını döndüğünü bir biçimde hissetmişti. Avrupa’da solcu partiler, sosyal sınıf, yoksulluk ve adaletsizlik, ızdırap, acı ve hakların tükenişi hakkında tek laf etmediler. Hep modernleşmeden, çeşitlilik içinde büyüme ve uyumdan, iletişimden, sosyal diyalogdan ve gerilimleri yatıştırmaktan bahsedip durdular.

Babam, bu teknokratik söz dağarının işçilerin çenesini kapatması ve neoliberalizmin yayılması anlamına geldiğini anladı. Sol, serbest piyasa yasalarına karşı işçi sınıfı için savaşmıyordu, işçi sınıfının yaşamını bu yasalar dâhilinde yönetmeye çalışıyordu. Sendikalar da aynı dönüşümü geçirdiler. Dedem sendikalıydı. Babam değildi.

Televizyon izlerken, ekranda bir sosyalist ya da sendika temsilcisi göründüğünde babam, “Neyse ne! Sol ya da sağ fark etmez, şimdi hepsi aynı” diye şikâyet ederdi. Bu “neyse ne!” ifadesi, onun zihninde, onu savunması gerekirken savunmayanlar karşısında duyduğu hayal kırıklığının en saf hâliydi.

Buna karşılık Ulusal Cephe, kötü çalışma koşullarına ve işsizliğe karşı, göç olgusu ve Avrupa Birliği’ne karşı yakınıp duran bir dil tutturdu. Solun onun çektiği çileyi tartışmaması, babamı sağın önerdiği yanlış açıklamalara bağladı. Yönetici sınıftan farklı olarak, onun önceliği, politik bir programı oylamak değildi. Oy verme, onun için, ötekilerin gözünde varolmaya dönük umutsuz bir girişimden başka bir şey değildi.

Geçen ay, başkanlık seçiminin ilk turunda kime oy verdiğini, Pazar günü 2. turda da nasıl oy kullanacağını bilmiyorum. Onunla pek bir sohbetimiz kalmadı. Birbirimizden çok ayrı düştük ve ne zaman telefonda konuşmaya çalışsak, iki yabancıya dönüşmüş olmamızın acısıyla, sessizliğe gömülüyoruz. Genellikle bir ya da iki dakika sonra aklımıza birbirimize söyleyecek hiçbir şey gelmiyor oluşundan utanıp telefonu kapatıyoruz.

Fakat ona doğrudan soramıyor olsam bile, babamın hâlâ Ulusal Cephe’ye oy verdiğinden eminim. Seçimin birinci turunda, kasabasında Marine Le Pen sandıktan birinci çıktı.

Bugün yazarlar, gazeteciler ve liberaller, geleceğin sorumluluğunun yükünü taşıyorlar. Ailemi Marine Le Pen’e oy vermemeye ikna etmek için onun ırkçı ve tehlikeli olduğunu göstermek yeterli değil. Bunu herkes zaten biliyor. Nefrete karşı ya da ona karşı savaşmak da yeterli değil. Bizim, babam gibi güçsüzler için dövüşmemiz, hiç görülmeyen, hesaba katılmayan insanları kuşatan bir dil uğruna mücadele etmemiz şart.

Éduard Louis
4 Mayıs 2017
Kaynak

18 Mayıs 2017

IŞİD Yenildiğinde

IŞİD Yenildiğinde Arap Dünyasında Oluşacak
Entelektüel Boşluğu Kim Dolduracak?

Son birkaç aydır Ortadoğu’ya baktığımda, Arap aydınlarındaki sessizlik beni hayrete düşürüyor.

Mişel Eflak, Corc Habeş, Raşid Gannuşi, Edward Said ve daha birçok ismi doğurmuş olan topraklar, kendi aydınlarını kıyıya köşeye atıyor.

Hayalleri, öngörüleri olan kimi Araplar, ya mezhepçi propagandaya akıtılan tonla paranın kulu kölesi oluyor, saldırılara uğramaktan korkuyor ya da ait oldukları mezhep, din veya politik kabile neyse onu aşan kolektif bir vizyon üretmeyi başaramıyorlar.

Bu boşluğu, işe yaramayan TV tartışmalarına katılan, birkaç özgün fikri geviş getirip sunan insanlar hâline getirilmiş Arap aydınlar oluşturdu. O boşluğu, herkese soykırım dolu bir gelecek vaat eden, aşırıcı sesler doldurdu.

Arapların ve Müslümanların aşırıcılığın en önemli mağdurları olduğu sır değil.

Oysa kendi karanlık politik gündemlerini başkalarına kabul ettirmek için dini gasp edenlere karşı en çok din âlimleri birleşip harekete geçiyor.

Birçok adım atmış olmalarına karşın, Müslümanların çoğunluğunu temsil eden bu Müslüman âlimlerin sesi medyada pek işitilmiyor.

Örneğin Haziran 2016’da Bangladeş’te yaklaşık yüz bin Müslüman din adamı IŞİD’i mahkûm eden bir fetva yayınladı.

Bu türden fetvalara daha sık rastlanıyor, binlerce Arap Müslüman âlim bu tür adımlara iştirak ediyor.

Ortadoğu, Asya, Afrika ve dünyanın geri kalan kısmında az çok popüler olan IŞİD bir şekilde İslam’ı ve tüm Müslümanları Batı’nın gözüyle tanımlıyor.

Batı medyasında ve akademisyenler arasında verimli ve inatçı bir tartışma sürerken İslamofobiyle zehirlenmiş isimler, büyük bir hevesle İslam’ı IŞİD’e indirgiyorlar, bazı isimler de örgütün kökenleri ile ilgili olarak bir dizi komplo teorisi geliştiriyorlar.

Bu herkesin morallerini çökerten tartışmada gereğinden fazla vakit harcadığımız açık.

Aşırıcılığın kökleri, Avrupa’yı karanlığın, Ortaçağ’ın içinden çıkartıp rasyonel felsefe ile bilimin yükselişe geçtiği bir döneme taşıyan bir dinde bulmak asla mümkün değil.

İslam’ın altın çağı boyunca Müslüman bilim insanları sayesinde simya, matematik, felsefe hatta ziraî yöntemler Müslüman, Hristiyan, Yahudi Araplar ve İranlı âlimler eliyle on ikinci yüzyıl başlarında, yüzlerce yıl süresince, Ortaçağ Avrupa’sına geçti.

Endülüs gibi gelişmiş Arap Müslüman kent devletleri Müslümanların geliştirdiği bilgilerin Batı Avrupa’ya geçiş kapısı görevi gördüler ve bitmek bilmeyen savaşların ve batıl inançların esir aldığı kıtayı etkilediler.

1492’de Granada’nın düşüşüyle her şey terse döndü. İspanya’da Araplar ve Yahudiler yüzlerce yıl katliamlarla yüzleştiler. Birçok Yahudi gelip Arap dünyasına sığındı ve bu barışçıl birlikte yaşama pratiği yirminci yüzyılın ortalarına dek devam etti.

Zaman akıp geçti, bir din olarak İslam’ın özü hiç değişmedi.

Âlimlerin ve aydınların elinde İslam dünyanın büyük bir kısmını etkiledi. IŞİD’li âlimlerin elinde ise İslam istimara uğradı ve bu süreçte her yanından kan damlayan, kadınları aşağılayıp köleleştiren fetvalar üretildi.

İslam hiç değişmedi ama “aydın” değişti.

IŞİD konusunda aramaya çalıştığımız cevapların büyük bir kısmı pek bir anlam ifade etmiyor, zira sorulan sorular Amerika’nın ve Batı’nın öncelikleri üzerinden biçimleniyor.

Israrla IŞİD’i Batı’nın güvenliğine dair bir mesele olarak tartışıyoruz ve onun ortaya çıkışını ABD ile Batı’nın Irak, Suriye, Libya ve Yemen’e yönelik müdahaleleri bağlamında değerlendirmekten imtina ediyoruz.

IŞİD, Kaide veya diğer aşırıcı örgütler Batı’nın Ortadoğu’daki askerî operasyon sahaları ile rabıtalıdır. Aşırıcılık, güçlü merkezî iktidarların olmadığı veya politik meşruiyetten ve halk desteğinden mahrum yerlerde gelişip serpiliyor, bu da yabancı güçlerin müdahalelerine kapı aralıyor.

Yemen’de, Somali’de, Libya’da ve Mali’de uzun yıllardır güçlü bir merkezî iktidar yok. Bu yerlerin hem aşırıcıların hem de müdahalecilerin birer kurbanı olmaları hiç de şaşırtıcı değil.

Müdahaleci bir siyaset güden yabancı güçler çoğunlukla “savaşçı aşırıcılığı” başka ülkelerin içişlerine karışmaya dönük adımlarını meşrulaştırmak için kullanıyor. Bu da müdahaleleri daha fazla adam, para ve destekleyici gerekçe temin etmek için kullanan aşırıcıları güçlendiriyor.

2003’teki Irak işgalinden beri Ortadoğu oluşan fasit dairenin esiri.

Kaosun ve aşırıcılığın takip ettiği müdahaleler arasındaki ilişkiyi Batı medyası her daim gözden kaçırıyor.

Öte yandan Arap dünyasında farklı bir sorun daha var.

Son yıllarda “fikir pazarı” daraldı, bu daralma aydınların satın alınması ve makul fiyata satılması ile alakalı.

Bir gazetenin yayın yönetmeninin gazetesini Ortadoğu’daki bir tarafın sözcüsü olarak kullanması gayet yaygın bir durum. Ayrıca bu tür kişilerin sık sık taraf değiştirdiğine tanıklık ediliyor.

Bu noktada asıl önemli olan, en çok parayı kimin verdiği.

Bir zamanlar geleceği parlak olarak görülen birçok aydın da bu sürecin mağduru ve bu isimler de sadece sözcülük yapıyorlar.

Oysa bir zamanlar Arapları etkileyen milliyetçi, sosyalist ve İslamî ideolojilerin bileşiminden oluşan, özel bir anlatıyı dillendiren Arap aydınları vardı.

Bazen halk hareketlerinin kimi uzantıları belirli bir bireye veya iktidar partisine bağlı olsalar da, sömürgecilik karşıtı mücadele ve sömürge sonrası dönemde gündeme gelen diğer mücadeleler esnasında ortaya çıkmış Arap aydın hareketi geçerliliğini, canlılığını ve gücünü korumayı bildi.

2011’deki ayaklanmalar, isyanlar ve iç savaşlar sonrası yaşanan geri çekilme yoğun bir kutuplaşmaya neden oldu. Batı’ya kaçmış olan birçok Arap aydın ya hapse atıldı ya da sessiz kalmayı tercih etti.

Öte yandan sözde aydınlar birilerinin safına geçti ve eski bağlılıklarını en fazla parayı verene sattı.

Aydın sahasında oluşan bu boşluğu IŞİD, Kaide gibi örgütler doldurdu.

Onların gündemi karanlık ve dehşet verici. Ama onların Arap toplumlarının ümitsizliğe kapıldığı bir dönemin makul sonuçları olduğunu da görmek gerek. Bu dönemde yabancılar bölgeye müdahale ettiler ve bu toprakların mahsulü olan aydın hareketi ortaya çıkıp Arap milletine zorbalıktan ve işgalden arınmış bir geleceğe uzanan bir yol haritası sunamadı.

IŞİD yenilse bile ideolojisi yok olmayacak. Belli ölçüde bu ideoloji değişip dönüşecek ki IŞİD’in kendisi de diğer bir dizi aşırıcı ideolojinin değişip dönüşmüş hâli.

Bugün mevcut boşluğu ne Batılılaşmış Arap aydını ne de birilerinin adamı olan isimler doldurabilir. Bu durum da oportünist aşırıcılığın her fırsatta dolduracağı, daha fazla karışıklıkla yüklü bir alanın oluşmasını sağlıyor.

Bu, özünde devlet destekli Arap medyasının veya Batı üniversitelerinin yürütebileceği bir tartışma değil. Bu ortamlar sadece kendilerine hizmet eden hikâyeler anlatıyorlar ve bu hikâyeler hep onlar lehine olan sonuçlara ulaşıyor.

Bu noktada tartışmayı esas olarak Müslüman veya Hristiyan, tüm özgür Arap düşünürler yürütmeli. Bu tartışma, bölgeye başka bir gelecek sunacak hareketin doğmasını sağlayacak.

Fazla iyi niyetli mi düşünüyorum? Sanmam. Aydın cenahında bu tür bir diriliş gerçekleşmezse Araplar her daim şu iki seçeneğe esir olacaklar: onlar ya Batılı güçlerin uşağı olmaya devam edecekler ya da sadece kendisine hizmet eden rejimlerin esiri olacaklar.

Bu iki seçenek de halklar için hiç de uygun bir seçenek değil.

Remzi Barud
19 Nisan 2017
Kaynak

Kaypaklar ve Kayalar


Yıllar önce bir panelde Kadir Cangızbay, Fransa’yı ve Fransızcayı överek başladığı konuşmasını Fransız Devrimi’yle ilgili yüceltmeleriyle sürdürmüş, devamında konuşmasını, Fransız sömürgeciliğinin Cezayir’de yaptığı “ilerici” ve “modernleştirici” hamlelerini sahiplenen laflarla süslemişti. Le Pen de Cangızbay ile aynı fikirde: “Sömürgeleştirme süreci, eski sömürgelere, özellikle Cezayir’e çok şey vermiştir.”[1]

Genel mânâda, Müslüman, Cezayirli, sömürge, geri kalmış halk… adı ne olursa olsun, değerlendirmeye tabi tutulan dinamikler, batının ölçülerine vuruluyorlar. Öznelik, politik faaliyet, ideolojik hâkimiyet, bu ölçülerle anlam kazanıyor ve o anlamdan yola çıkarak bağlar kurulmaya çalışılıyor. Coğrafyaya dair solcuların değerlendirmeleri, Cangızbay’ın ufkunu aşmıyor. Kaypakkaya’nın çizdiği hat, bu gerçeklikte silikleşiyor ve din eleştirisi ile tarihin çöplüğüne gönderiliyor. Herkes, bilerek özne olduğu vehmiyle, bilginin kaynağını, bağlamını sorgulamaksızın, bilginin maddî tarihi ve oradaki güçle konuşuyor. Batı dillerinde “özne” sözcüğünün bir diğer anlamı da “tebaa”.

Süreç içerisinde, Fransız Devrimi’nin yüksek siyasetine odaklananlar, devletle rabıtalı Perinçek çizgisiyle hesaplaşmayı anlamsızlaştırıyorlar ve tersten, o çizgiye paralel bir konum alıyorlar. Ezilenlerin bağımsız devrimci siyaseti, Perinçek zemininde hükümsüzleşiyor. Kopuş ve hesaplaşma, o hükümle alakalı. Hesaplaşma bağlamında, Çin menşeli teori ve ideoloji de dönüşüyor, kök buluyor. Dönemin ve coğrafyanın gerilimleri ile yüksek siyaset düzleminde esen rüzgârlar arasında bir ayrım söz konusu. Yani Çin-Sovyetler-ABD’nin durduğu düzlemden ayrı, kök arayan bir siyaset filiz veriyor. Yüksek siyasetten gerekli icazeti ve belgeyi almak isteyenler, o siyaseti görmüyorlar ve hemen egemenlerin ödünç verdiği araç ve imkânlara sarılıyorlar.

Bu bağlamda, Osman Oğuz’un yazısı[2], hazır popüler olmuş, Batı'nın sırt sıvazlamasına sebep olan o din karşıtlığı eleştirisi ile başlıyor. Pratikte Kaypakkaya, “kaypak olmak” ve “kaya olmak” olarak ikiye bölünüyor. Geride bıraktığı miras, eğile büküle, batının liberal, hümanist, burjuva solculuğuna yedekleniyor. Böylelikle demir leblebiyi eritecek gerekli kimyasal bulunmuş görünüyor.

Artık politik bir isim olmayan, ressamlık yapan birine yönelik atıfla başlayan Oğuz, Oruçoğlu’nun genç arkadaşını geride bırakmanın övüngenliğiyle yoğrulmuş sözlerini aktarıyor. Oruçoğlu, Kaypakkaya’nın dilindeki ezileni, sömürüleni söküp atıyor, yerine ne idüğü belirsiz bir “büyük insanlık” kavramını monte ediyor. Bu da doğalında ona Kaypakkaya’yı din gibi “gerici ve feodal” çöplüğüne atma fırsatı sunuyor. Oğuz ve Oruçoğlu, kendisini komünist veya devrimci değil, “insan” ve “kendi” olarak tanımlama fırsatından gayet memnun görünüyor. Bu memnuniyetin neyle ve kimle ilgili olduğunu sorgulamak gerekiyor.

Devamında yazı, “mitleştirme”yi eleştiriyor, ama “Kemalizm ve Kürt sorunu” üzerinden, Kaypakkaya’yı “yücelten” dile tekrar başvuruyor, dolayısıyla, aslında bu iki zirveyi kendince düzlüyor. Mit hâline gelen “Kemalizm eleştirisi ve “Kürt sorunu tespitleri”, bugünde talileştiriliyor.

Sonra yazar, Türk solunun küçük burjuvalığına vuruyor. Buradan milliyetçilik eleştirisi yapıyor. Rasim Ozan Kütahyalı ve Taraf gazetesine benzer cümleler kuruyor. Kaypakkaya’nın emekçi çocuğu olması üzerinden eleştirilerini haklı çıkartmaya çalışıyor ki o da aslında tali ve önemsiz bir vasıf.

Burada hemen liberal “ölü seviciliği” eleştirisi gündeme geliyor. Kaypakkaya’nın “okuyan, anlayan, yaşamı savunan” biri olduğu üzerinde duruluyor. Yazar, İbo üzerinden kendisini yüceltmeye, övmeye çalışıyor. Bu da baştaki mit ve din eleştirilerinin neden gündeme geldiğini izah ediyor. Buna karşı, hemen küçük burjuva siyaset tarzına, yani her şeyi kendisinden başlatmaya, herkesi kendisine mecbur etmeye odaklanıyor.[3] Oysa Kaypakkaya, kitlelerle parti (veya kendisi) arasında bir gerilim meydana geldiğinde, kitlelerden yana saf tutacağını söylüyor ve esas olarak Perinçek çizgisini her şeyi kendisinden başlattığı, herkesi kendisine mecbur etmeye çalıştığı için eleştiriyor.

Oğuz’un batılı hikâyesinin “hâlâ örgütlendiğini” söylüyor. Bu hikâyenin neden anlatıldığı açık: yazının, son dönemde Kaypakkaya geleneğine sahip çıkan bir örgütteki iç karışıklıkla ve dıştan eleştirilerle birlikte okunması gerekiyor. Osman Oğuz, o ekibi “Kaypakkaya’yı dinsel bir kimlik kılmak”la ve “hafızayı mistikleştirmek”le eleştiriyor.

Esasen din ve mit eleştirisi, ulusal kurtuluşçuluk eleştirisi ile birlikte ilerliyor. Bu açıdan yazarın Kaypakkaya’nın “Kürt köylerinde Kürt milliyetçiliğinin en küçük bir belirtisine bile rastlamanın olanaksız olmasını” eleştirmesinden bahsetmesinin bir anlamı bulunmuyor. Bugün o milliyetçilik, en fazla Oğuz’un çizgisi üzerinden saldırıya uğruyor.

Genel bağlam dâhilinde, sınıfsal bir ayrım yapmaksızın, egemenlerin saldırdığı yerlere hücum etmek, mânâsız. Bu açıdan Oğuz’un yazısını genel saldırı bağlamında okumak gerekiyor. Çünkü o açıktan, “aziz Kaypakkaya ikonası”nı kırmak, “Kaypakkaya dini”ni tasfiye etmek istediğini söylüyor. Ferhat Tunç gibi isimlerin cumhuriyet kazanımını sahiplenmek gerektiğini vurguladığı bir dönemde[4], Dersim’e Avrupa’dan, Le Pen gibi bakanların sesi galebe çalıyor.

Kaypakkaya’yı Perinçek’le kıyaslanacağı, ölçülebileceği, yarıştırılabileceği bir yerde konumlandırmamak gerekiyor. O, devletin, burjuvazinin ilerleme siyasetinden gayrı, ondan azade olan bir hattı arıyor ve onu pratiğiyle örüyor. Postmodern Perinçek’lerin hüküm sürdüğü koşullarda, o yolun üzerine çökmüş toz bulutunu dağıtmak gerekiyor.

Eren Balkır
17 Mayıs 2017

Dipnotlar:
[1] Abla Klaa, “Le Pen Says ‘Colonisation Gave a lot to Algeria”, 26 Nisan 2017, MEE.

[2] Osman Oğuz, “İbrahim Kaypakkaya: Hatıra Değil Hafıza”, 18 Mayıs 2017, Arşiv.

[3] Osman Oğuz, “Kaypakkaya: Neden Yaşıyor, Nasıl Savaşıyor?”, 17 Mayıs 2013, Arşiv.

[4] Ferhat Tunç Söyleşisi, 17 Şubat 2017, Rudaw.

17 Mayıs 2017

Açlık Grevi



Türkiye, bugünlerde keyifsiz. Bu ruh hâli, Erdoğan’a ve AKP’ye karşı çıkanlar arasında yaygın. Ülkedeki gelişmeler karşısında Erdoğan’ın kimi destekçilerinin bile kafası karışık. 15 Temmuz’daki başarısız darbe girişimi ardından Erdoğan, on binlerce devlet memurunu işten attı. İşten çıkartmalara ilişkin rakamlar, gerçekten ürkütücü. Darbeden bir gün sonra hükümet, 2.745 hâkimin, toplam hâkimlerin üçte birinin görevine son verdi. Bir süre sonra da yüz binin üzerinde memur, öğretmen ve gazeteci, işlerini kaybetti. Bugün sayılar iyice artmış durumda: 138.147 memur, öğretmen ve akademisyen işlerinden kovuldu; 50.987 kişi gözaltına alındı. Trump’ın danışmanı Steve Bannon’ın ifadesine başvurursak, sanki Türk hükümeti, “devletin idarî yapısını yıkıma uğratıyor.”

Tasfiye sürecinin insanî maliyeti çok büyük. İşten atılanlar içerisinde 37 kişi intihar etti. Bu rakamı muhalefet partisi CHP veriyor. Partinin raporunu hazırlayan isimse, başkan vekili Veli Ağbaba. İntihar edenlerin on yedisi polis memuru, dördü asker, ikisi gardiyan. Aşağılanma ve korku, ciddi sonuçlara yol açıyor.

Darbeden saatler sonra Erdoğan, darbenin “Allah’ın bir lütfu” olduğunu söyledi. Darbe, ona düşman saydığı herkesin peşine düşme fırsatı sundu. Bu kişiler arasında bir dönem kendisi ile birlikte olup sonrasında muhalefete geçen isimler de var. Erdoğan’ın gerçekleştirdiği en çarpıcı saldırı, bugün Pensilvanya’da yaşayan Fethullah Gülen’in başını çektiği harekete yönelikti. Erdoğan ve Gülen, AKP’nin devlete ve topluma ait kurumlarda görev başı yaptığı günlerde müttefikti. Ağır ilerleyen tasfiye sürecinde hükümet, seküler isimleri atıp yerine Gülencileri getirdi. Burada rol oynayan inanca göre, İslamcılar, AKP’nin ajandasını daha fazla sempatiyle karşılayacaklardı. Bugün Erdoğan, Gülen hareketini pek kullanmıyor. O, kurumları, en geniş mânâda İslamcı ideolojiye değil, kendisine sadık isimlerin yönetmesini istiyor. Otoriter bir sistemin alamet-i farikası da bu zaten.

Erdoğan, Trump’la buluşmak için Washington’a gelecek. Trump, yaşanan tasfiye sürecine muhtemelen pek ses etmeyecek. Erdoğan’ın beklentisi ise Gülen’in iade edilmesi ve ABD’nin Suriye’deki silâhlı Kürd güçlerine ağır silâhların verilmemesi yönünde. Mevcut tüm göstergelere göre, Trump Gülen’i teslim etmeyecek ve Kürdlere silâh akışını durdurmayacak. Ancak eğer Trump, en azından Gülen’in ABD’de sorgulanmasına izin verip Gülen’in destekçilerine yaptığı internet yayınlarını durdurursa, bu, Erdoğan’ı cesaretlenmiş bir şekilde Ankara’ya dönmesini sağlayacak.

Zafer Direnenlerindir

Nuriye Gülmen üniversitede edebiyat hocası, Semih Özakça ise ilkokul öğretmeni. İkisi de başını Erdoğan’ın çektiği tasfiye sürecinde işlerinden atıldı. Her gün Ankara’da bulunan Yüksel Caddesi’nde, insan hakları anıtının önünde destekçileriyle bir araya geliyorlar. Bu iki aydın, yaklaşık yetmiş gündür açlık grevinde. Hayatlarına limon ve tuzlu suyla devam ediyorlar. Gülmen yaklaşık on, Özakça ise yirmi kilo verdi. İkisinin de sağlık durumları tehlikeli bir aşamaya girdi. Ankara Tabip Odası’ndan Onur Karahanlı’nın ifadesiyle, “Gülmen ve Özakça çok kritik aşamada, sinir sistemleri ve kardiyovasküler sistemleri iki aylık açlık sonrası hasar görmüş durumda.” Türkiye dışında eylemleri hakkında pek haber yapılmıyor.

Çok şık bir sloganları var: “İşimizi geri istiyoruz.” Binlerce insanın umutlarını dillendiriyorlar. Türkiye genelinde birçok öğretmen ve akademisyen, destek amaçlı açlık grevlerine başladı. Mimar Arife Şahin (Düzce), öğretmen Nazife Onay (İstanbul) ve başka isimler yeni bir direniş ekibi oluşturdu. İstanbul’da bir grup akademisyen ve ODTÜ’lü öğrencilerle hocalar, 24 saatlik dayanışma grevi gerçekleştirdiler. Korku içerisinde yaşayan ve susan birçok kişi ise Gülmen ve Özakça’yı hayranlıkla izliyor.

Bu esnada Türkiye’deki kamu kurumları, vasıflı insanların bulunmamasının çilesini çekiyor. Erdoğan’ın gerçekleştirdiği tasfiyelere dönük eleştirileriyle tanınan felsefeci Halis Yıldırım, “iyi, kendilerini işlerine adamış, deneyimli öğretmenlerin yerini, hükümetin atadığı, düşük vasıflı insanların aldığını” söylüyor. Ona göre, bugün temel eğitim sistemi, son on yıldır iş bulamayan üniversite mezunlarının oluşturduğu büyük “yedek işsizler ordusu” sebebiyle krizde. Bu insanlar, okullarda çalıştırılmak üzere işe alınıyorlar. Öte yandan üniversiteler de ciddi bir sorunla karşı karşıya. Bilhassa sosyal bilimler ve beşeri bilimler alanında seminerler ve dersler iptal ediliyor ki bu, hükümetin pek ciddiye aldığı bir husus değil. Yıldırım’ın bana söylediği kadarıyla, işten çıkarmalar “kayıp bir neslin” oluşmasına yol açacak.

Hükümetin Kürdlere yönelik savaşına itiraz eden imza kampanyasına imza atan bir profesörün dediğine göre, hükümet, eğitimi devlet okullarından alıp imam hatiplere teslim etmeye çalışıyor. 2004’te bu dinî okullarda okuyan çocukların sayısı 65.000’di. bugünse bu rakam bir milyonu aştı. İslam ve Erdoğan, müfredatta Mustafa Kemal’e kıyasla daha önemli bir yere sahip. Başka bir akademisyen ise evrim teorisi ortaokul ve lise ders kitaplarından çıkartıldığını söylüyor.

Kürtlere Karşı Sokağa Çıkma Yasağı

Dersim’deki Seyit Rıza Meydanı’nda yetmiş yaşındaki Kemal Gün yaklaşık seksen gündür açlık grevinde. Kemal Gün, meydanda, çoğu zaman tek başına, yanına uzanmış bir köpekle oturuyor. Etrafında hükümetten oğlu Murat Gün’ün naaşını iade etmesini isteyen dövizler bulunuyor. Kemal Gün’ün iki oğlu, Kürdlerin kendi kaderini tayin hakkına destek veren bir devrimci sol örgütün üyesiydi. Murat DHKC’liydi. Örgütün aralarında Murat’ın da bulunduğu on bir üyesi, Kasım 2016’da devletin düzenlediği hava saldırılarında öldürüldü. Aynı yıl Nisan ayı içerisinde Murat’ın kardeşi Geyiksuyu’nda öldürüldü. Kemal Gün, Murat’ın naaşını almak için açlık grevinde.

Ülkenin güneydoğusunda durum berbat. Sokağa çıkma yasakları yüzünden kentler ve kasabalarda hayat durmuş. Suç işleyen askerlere hiçbir ceza verilemiyor. Birleşmiş Milletler’in Mart 2017 tarihli raporunda, Türkiye’nin “ciddi boyutlara ulaşan” ihlallere son vermesi istendi. Devletin operasyonlarından otuz kadar ilçe etkilendi, beş yüz bin kişi bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. Raporda insanın kanını donduran hikâyelere yer veriliyor. Bir adam, ablasının 2016’da Cizre’de öldürülüşünü şu şekilde anlatıyor: “Ailemi savcı çağırdı. Ablamın bedeni olduğunu iddia ettiği, yakılmış üç parça verdi bize.” Devlet, onun neden öldürüldüğünü veya kimin öldürdüğünü açıklamadı.

Kürdlere yönelik baskı süreci, solun ve Kürdlerin politik örgütlerinin oluşturduğu ittifakın adı olan HDP’yi de içine aldı. Devlet, partinin 11 görevlisini tutukladı. Bu insanların arasında partinin eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ da var. Hatta Demirtaş’ın hapiste kaleme aldığı “Bulaşıcı Cesaret” şiirinin yayınlanması bile yasaklandı. Anlaşılan, Erdoğan karşısında olan örgütlü güçlerin direnci kırılmak isteniyor.

#HayirDahaBitmedi

Erdoğan’ın az bir oy farkıyla kazandığı referandum sonrası sosyal medyada dolaşıma sokulan Twitter etiketinde bu yazıyordu: “Hayır Daha Bitmedi”. Bir gazeteci, bana ülkeyi hiç bu kadar bölünmüş görmediğini söylüyordu. “Bizi bir arada tutan harcı yitirdik.” Bir akademisyen ise şu tespitini dile getiriyordu: “Kamusal hayatta insanın politik yönelimine göre ruh hâli de değişiyor.” Seküler sol, aklın tahrip edilmesi ve yaşanan tasfiyeler karşısında telaşa kapılmış durumda. Erdoğan yanlıları, “işten çıkarmaları hiç umursamıyor. Hatta bazıları, yıkıcı unsurların yok edilmesinin faydalı olduğunu düşünüyor.”

Felsefeci Yıldırım, Erdoğan’ın yakınında bulunan, liyakat sahibi hiçbir insana hoşgörü göstermeyeceğinden bahsediyor. Türkiye, Erdoğan’a itaatle bağlı kişilerce yönetiliyor. Eleştirel düşünce yasaklanmış durumda.

Bu koşullarda ülkede bir yandan da açlık grevleri devam ediyor. Bu eylem, teslim olmaya itiraz etmenin bir yolu. Teslimiyet, insan ruhunun ölmesi demek. Demirtaş’ın şiirindeki duygu da bu anlayış üzerine:

“Çıt çıkmasın diyecekler
Renk olmasın diyecekler
Gülerek isyan etmişsin
Gül açmasın diyecekler
Gülelim o zaman
Öksüz kalmasın isyanın
Suçsa suç kardeşim
Gülüşü solmasın insanın

Gün doğmasın diyecekler
Umuda silah çekecekler
Koşarak isyan etmişsin
Suçu sana yükleyecekler
Koşalım o zaman
Yalnız kalmasın isyanın
Suçsa suç kardeşim
Tepesini attırmayın insanın”

Son dize hükümeti hedef alıyor. Tasfiye süreci insanların tepesini attırıyor. Toplumu bölüyor. Ama insan ruhu, sonsuz. Açlık grevinin 69. gününde gücünü yitiren, ama mağlup edilemeyen bir isim olarak Nuriye Gülmen, Filistinli politik tutsakların açlık greviyle dayanışma içerisinde olduklarını ilân etti. Bedeni eriyor ama o, asla kendi içine kapanmıyor, gözünü Filistin’e çeviriyor. Nuriye Gülmen gibi insanlar, insanlık onuruna dair birer simge. İnsanlık onuru ise Erdoğan hükümetinin yadsıdığı bir vasıf.

Vijay Prashad
17 Mayıs 2017
Kaynak

16 Mayıs 2017

Açlık Grevi Direnişi


Açlık Grevi Direnişi, Etik Bir Tercih Değil Etik Bir Paranteze Alma Önerisi


Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın KHK’larla haksız ve hukuksuz bir şekilde işten atılmalarına karşı başlattıkları açlık grevi kritik bir aşamaya geldi. Direnişin böylesi keskin bir sınıra varmasıyla birlikte sosyal medya mecralarında da etik-politik bir tartışma başladı. Tartışmayı başlatan temel argüman, eylemin artık ölümle sonuçlanabilecek kritik bir aşamaya geldikten sonra bırakılması gerektiğini dile getiriyor. Ancak bu dile getiriş, bu kritik aşamadan sonra eyleme destek olmaya devam eden politik tarafların, taşıyıcıların ve öznelerin bu ölümlerin “göz göre göre”leşmesinden sorumlu olacakları yollu bir imayı ve eleştiriyi de içeriyor. Tartışmanın esas olarak sıkıştığı etik nokta da buradan kaynaklanıyor. Yani argüman, eylemin olası bir ölüm yaşanmaması için bitirilmesi önerisiyle birlikte, direniş etrafında oluşmuş olan konsensüse da etik bir sorumluluk yükleyerek, bu konsensüsün dağılması gerektiğini bildiriyor.

Eylemin artık bitirilmesi gerektiğini ifade eden argüman, merkez olarak Nuriye ve Semih’in ölmemesi gerektiğine dayanıyor. İçinde bulunulan durum, her şeye rağmen, onurla mücadelelerini veren bu iki insanın yaşamlarını kaybetmeleriyle sonuçlanmamalı. Başka direniş olanakları yaratılabileceği, bunların düşünülmesi gerekliliği üzerine yoğunlaşacak bir açılıma işaret etmek istiyor. Burada bir ayrışma ve çatışma yok. Direnişe kalben ya da fiilen bağlı olan herkes, bu noktada tartışmasız hemfikir. Kimse olası bir yaşam kaybı ihtimalini düşünmek bile istemiyor. Ancak karşımızda politik bir direniş biçimini yüklenmiş ve bunun kararını almış iki insan var. Bizi çıkmazla karşı karşıya bırakan temel nokta bu. Bu iki insan aldıkları karardan vazgeçmiyor.

Argümanın kendini dayandırdığı bir diğer temel, eylemin taşıyıcılarının “dışarı”da olması. Bu daha çok cezaevleri deneyimine göreli olarak ortaya konan bir temellendirme. Dünyada ve Türkiye’de açlık grevi ve ölüm oruçları, politik tutsakların temel direniş biçimi deneyimlerinden birisi olarak açığa çıktı. Türkiye’de tek tip elbiseye karşı 84 deneyimi ve hücre tipi cezaevi saldırılarına karşı 96 ve 2000 deneyimleri yaşandı. Hepsi kendi tekilliği ve özgüllüğünde değerlendirilmesi gereken ve politik tarihimize “olağanüstü politik kriz hâlleri” olarak kayıt olmuş tarihselliklerimiz. Ancak Nuriye ve Semih’in direnişiyle bu deneyimleri karşılaştıran argüman, “dışarı”da olmayı bir politik direniş biçimi olarak açlık grevini olumsuzlamanın dayanağı hâline getirmeye çalışıyor. Yani kapatılmış bir politik mahkûmun “dışarıda olmayan” olması, onun açlık grevi gibi bir direniş biçimine yaslanmasını meşru kılabiliyor. Ancak bu, argümanın bir direniş biçimi ve geleneği olarak açlık grevi deneyiminin özünü anlamadığını gösteriyor. Açlık grevini bir politik biçim olarak ortaya çıkaran deneyimin özü, insan varlığının en aşırı uçtan olumsuzlanmasına, yine en aşırı uçtan gerçekleşecek bir mütekabiliyet fenomenini açığa çıkarmaktır. Varlığın bu en temel ve karşı uçtan olumsuzlanmasına (varlığın yok sayılması) varlığın bu en temel ve karşı noktaya mütekabil olacak bir noktadan cevaba dönüştürülmesidir. Açlık grevi, olumsuzlanmanın ona karşılık gelecek özdeş bir noktadan olumsuzlanması olduğu için bir paradoks olarak açığa çıkar. Varlığı olumsuzlanan, bu olumsuzlanmaya, varlığını olumsuzlama iradesini bizzat kendisi içererek karşılık verir ve kendisi için varlık olur. Heidegger’ce söyleyelim: Hiçin hiçmesine hiçerek karşılık vermek. Bundan dolayı açlık grevi, “içeride” ya da “dışarıda” olma bağlamıyla düşünülemez. O, bir politik direniş geleneği ve daha çok ezilenlerin mücadele tarihinin ürettiği bir deneyimdir. En temel “dışarıda”ki deneyim Gandhi deneyimidir. Gandhi, “dışarıda” olan bir politik lider olarak İngiliz sömürgeciliğinin kendisinin ve halkının varlığını olumsuzlamasını, bu politik biçim içerisindeki deneyime yaslanarak olumsuzlamıştır. Ve ezilenlerin tarihine, üzerinde hâlâ ısrarla ve derin düşünülmesi gereken pasif ve barışçıl mücadele örnekleri hediye eden bir deneyimin yaratıcısı olmuştur.

Argümanın kendisini dayandırdığı bir diğer zemin, direnişin motivasyonunun ekonomizm temelli olmasıdır. Yani “işe geri dönme” talebinin direnişin temel motivasyon kaynağı olması. Böyle bir talebin sonunda ölüme varacak bir direniş biçimi gerektirmediği söylenmektedir. Bu, açıkça apolitik bir yaslanmadır. Direniş, işe geri dönme gibi bir talebi değil, ayan beyan yaşanan bir adaletsizliği merkezine almaktadır. Üstelik bu adaletsizlik, direnişin taşıyıcıları dışında yüz binlerce insanı da içerisine alan ve toplumda derin bir yarılmaya sebep olan bir adaletsizliktir. Direnişin temel motivasyonu, iki insanın (ve insanların) işe geri dönmesi değil, son dönem Türkiye toplumsallığını baskılayan ve belirlemeye çalışan diktatoryal devlet refleksinin kurumsallaşmış hâlidir.

Ancak tüm bunlar, direnişin olası sonucuyla çıplak olarak yüzleştiğimizde bizi yine de etik-politik bir açmazla karşı karşıya bırakmaktan kurtaramıyor. Bu, ölümdür. Bütün toplum, gözlerinin önünde günbegün ölüme giden bu iki insanın ölmelerine razı mı gelecek? Buna kimsenin rızası yok ve buna razı değiliz. Ancak direnişin bizi karşı karşıya bıraktığı olası temel fenomen “ölüm” değil, “can verme”dir.

“Başkalarının can verişine şahit olduğumuzda, varlık minvali Dasein (yahut hayat) olan bir varolanın birden bire artık-Dasein-olmamaya dönüşmesi diyebileceğimiz dikkate şayan bir varlık fenomenini tecrübe etmiş oluruz.” [Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, syf. 253.]

Yani bu politik direniş biçimi üzerinden karşı karşıya kaldığımız temel fenomen, varlığımızı “tamam”layacak olan, ancak bu tamamlanma gerçekleştiğinde de bizi artık varolan olarak bırakmayacak olan ölümün “can verme” olarak öncelenmesi ve onunla karşılaşıyor oluşumuzdur. Bizi çıkmaza sürükleyen ve çelişkide bırakan temel şey, varlık tarzı hayat olan bir varolanın, bir politik direniş biçimi aracılığıyla “başkasının can vermesi” olarak açığa çıkışıdır. Ve tüm sorun, bizde bu “can vermeye” dönük nasıl bir angajman yaşandığıdır.

Umarım buradaki düşünceler, “ölüm güzellemesi” kolaycılığına indirgenmez. İfade edilmek istenen şey, politik bir direniş biçiminin bizi etik bir tercihle karşı karşıya bıraktığı anda varolan açmazın bizde ortaya çıkmasını sağlayan temelleri soruşturma denemesidir. Olası bir can kaybı aşamasına gelindikten sonra, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın direnişlerine destek olmaya devam etmenin ölümlere ortak olma anlamına geldiğini ima eden argüman, özündeki burjuva hümanist önermeyi açığa çıkarmaktadır. Farklı direniş biçimlerinin aranması gerektiğini öneren ifadeyle, şu an için karşı karşıya olduğumuz kritik eşikten dolayı farklı direniş biçimleri aramayı direnişin varolan biçiminin tasfiye edilmesine gerekçe yapan önerme arasında fark vardır. Bu fark, politik olanla politik olmayan arasındaki farktır. Zira burjuva hümanizmi, “politik olmama”nın özü olarak olgusal ve empirik düzlemde sürekli olumsuzlanan bir aşkınlığı ifade eder. Çünkü o, savaşlar, açlık, katliam, göç, iş cinayetleri, kadın cinayetleri olgularının ortasında ölmemeyi kutsal yaşam hakkı kategorisi altında düşünmeye çalışır. Oysa bu “can verme”ler politik olanın belirlenimi altındadır. Hümanizm, bize tarafsız bir insanlık ideali alanı açmaya çalışır. Oysa tüm bu ölümler, bir taraftan bir tarafa verilen ölümlerdir. Tartışmayı ve direnişe verilen desteği, bu bağlamda soyut bir yaşam/ölüm karşıtlığı ve burjuva hümanizminin mantıksal alanına davet edip bu davete icabet etmemeyi zorunlu bir mantıksal sonuç olarak “ölüm savunuculuğu” pozisyonuna indirgeyen önerme, direnişin ruhsal tasfiyesini etik silâhıyla yapmaya çalışmaktadır. Bu noktada eğer etik, bir silâh olarak kullanılacaksa, bu silâhın sağlaması gereken olanak, direnişin içeriğini ahlâkî seslenişlere uyarlayabilecek bir tercih bağlamı değil, tam tersine direnişin içeriğine dönük tüm ahlâkî buyrukları paranteze almamızı sağlayacak bir formellik alanı oluşturmaktır. Buradan varılmak istenen önerme şudur: Direnişin vardığı bu kritik aşamada, direnişin içeriğine etik bir “tercih” yükleyen ve bu tercihe göre yaşanacak bir can kaybından negatif anlamda bir sorumluluk kategorisi devşiren argüman, ifade ettiği bu etik sonuçla birlikte direniş biçimini çoğullaştıracak yöntemleri arama ve önerme sorumluluğuyla da karşı karşıyadır. Ancak bu durum, direnişe destek olmaya devam edenleri yaşanacak olası bir ölümün “göz göre göre”leşmesini sağlayan bir irade olarak itham etme hakkını doğurmaz.

Tartışmanın önünün kesilmemesiyle birlikte, bu direnişe kalben ve fiilen bağlı olan herkesin direnişin görünürlüğünü artırma, kendi bulunduğu alandan, yerden, dünyadan direnişin hatırlatılması, duyurulması adına işler ortaya koyma, bunu bir toplumsal kampanyaya dönüştürme mücadelesi sürmelidir. Diğer yandan direnişin ne tür olanaklarla çoğul bir karakter ve pratik kazanabileceği üzerine düşünümler de devam etmelidir. Bu, sırf bugünle ilgili değil, gelecekle de ilgilidir. Ölmelerini istemiyoruz, bunu sonuna kadar haykıracağız. Ancak tüm acı gerçekliğine rağmen aldıkları karardan vazgeçmelerine dönük yapabileceğimiz bir şey yoktur. Eğer burada zorunlu bir etik karar noktası tayin edilmek isteniyorsa, bu, onların ailelerinin kararıdır. Yönetmenliğini Terry George’un yaptığı “Some Mother’s Son” filminde tam da kritik eşikte yapılan tercihle ilgili film bizi esas tarafsızlık noktasına çeker. Film, IRA militanlarının yoldaşları Bobby Sands önderliğinde başlattıkları açlık grevini anlatır. Filmin başrolünde oynayan Helen Mirrer’ın (filmdeki adıyla Kathleen) IRA militanı olan oğlu da cezaevine düştükten sonra açlık grevi içerisinde yer alır. Bu süreçte birçok değişim geçiren Kathleen, kendisini politik mücadelenin içerisinde bulur. Tutsaklar, ölümcül aşamaya geçtiklerinde hastaneye kaldırılırlar. Kendileri direnişten vazgeçmeseler bile hukukî olarak aileleri yaşamalarını istediklerini beyan ettiklerinde tıbbî müdahale gerçekleşir. Filmin bizi getirdiği kritik aşama da burada gün yüzüne çıkar. Bir oğlu İngiliz askerleri tarafından öldürülen, diğer oğlu da gözünün önünde ölüme doğru giden bir anne, yine de tıbbî müdahaleye izin veren belgeyi imzalamaz. Kathleen ise imzalar ve oğlunun hayatta kalmasına müsaade eder. Burada karşı karşıya kaldığımız etik vurgu, iki annenin yapmış olduğu tercihin etik olarak bir yargı içeriğine dönüştürülemeyeceğidir. Süreç tam da “o an”ın diyalektiğine uygun bir şekilde işler. Kâğıdı imzalamayan anne oğlunun katili değildir, imzalayan anne de oğluna ihanet etmiş değildir.

Bugün Filistinli tutsaklar Siyonist rejime karşı açlık grevinde. Filistin halkının ve kendilerinin varlıklarının en aşırı noktadan olumsuzlanmasına en aşırı noktadan bir olumsuzlamayla karşılık vermekteler. Yalnızca oğlunun cenazesini almak gibi temel bir insanî talebi olumsuzlanan Kemal Gün, varlığının bu en aşırı noktadan olumsuzlanmasına karşı açlık grevinde. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça açlık grevinde. Bizi çok temel bir soruyla ve çelişkiyle yüz yüze bırakıyorlar. Varlığımızın bu en aşırı noktadan gerçekleşen olumsuzlanmasına karşı biz neyi olumsuzluyoruz?

Ozan Çılgın
16 Mayıs 2017