Geçen ay Marine Le Pen’in yüzü bilgisayar ekranımda
göründü. Resmin altındaki başlıkta “Marine Le Pen 2. Turda” diyordu. Fransa’nın
aşırı sağcı Ulusal Cephe’sinin lideri, başkanlık seçimlerinde artık sonucu
belirleyecek aşamaya ilerlemişti. Hemen aklıma yüzlerce kilometre uzaklıktaki
babam geldi.
Onu televizyonun karşısında, kabına sığmayan bir
sevinç duyarken hayal ettim. Aynı sevinci, 2002 yılında Marine Le Pen’in babası
ve ulusal cephenin önceki lideri Jean-Marie Le Pen ikinci tura kaldığında da
yaşamıştı. Babamın gözlerinde yaşlarla “Kazanacağız!” diye bağırdığını
hatırlıyorum.
Neredeyse 1980’lere kadar hemen hemen herkesin aynı
fabrikada çalıştığı kuzey Fransa’da ufak bir kasaba olan Hallencourt’da
büyüdüm. Doğduğum sıra, 1990’larda birtakım işten çıkarmalardan sonra
çevremdeki çoğu insan işsizdi ve geçinebilmek için ellerinden gelen en iyi
mücadeleyi vermeye çalışıyorlardı. Babam, tıpkı kendi babası gibi 14
yaşındayken okulu bırakmıştı. 10 yıl fabrikada çalıştı. İşten atılma şansına
hiçbir vakit nail olamadı. Bir gün işteyken, bir depolama konteynırı üzerine
düştü ve sırtını ezdi. Bu olay onu yatalak bıraktı ve acısını dindirmek için
morfin kullandı.
Okumayı sökmeden önce aç olmanın ne olduğunu öğrendim.
5 yaşındayken babam beni aşağı sokağa, soframıza verebilecek biraz makarna ya
da ekmekleri olup olmadığını sormak için halalarımdan birisinin kapısını
çalmaya yollardı. Beni yollardı, çünkü bir çocuğa bir yetişkinden daha kolay
merhamet duyulacağını bilirdi. Babamın aldığı tazminat, yıl be yıl azaldı. Dört
kardeşim vardı ve sonunda babam yedi kişilik bir aileye bakamaz oldu. Annem
çalışmazdı, babam kadının yerinin evi olduğunu söylüyordu.
On sekizimde, şansımın yaver gitmesi ve kimi mucizeler
sayesinde, Fransa’nın en prestijli okullarından birisinde, Paris’te felsefe
öğrencisi oldum. Ailemde üniversiteye giden ilk kişi bendim. Yetişip, büyüdüğüm
dünyadan çok uzakta, Cumhuriyet Meydanı’nda küçük bir stüdyo dairede yaşarken,
geldiğim yerle ilgili bir roman yazmaya karar verdim.
Günlük deneyimimizin parçası olan sefalet ve
dışlanmaya tanıklık etmekti niyetim. Bildiğim, tanıdığım hayatın tüm o yıllar
boyunca kitaplarda, gazetelerde ya da televizyonda asla görünmemesine şaşırıp
kalıyor ve dertleniyordum. Ne zaman birisinin haberlerde ve hatta sokakta
Fransa hakkında konuştuğunu duysam, birlikte büyüdüğüm insanlar hakkında
konuşmadıklarını görüyordum.
İki yıl sonra kitabı bitirdim ve onu Paris’te bulunan
büyük bir yayınevine yolladım. İki haftadan kısa bir süre içerisinde bana dönüş
yaptılar. Yazdıklarımı basamayacağını, çünkü yazdığım fakirliğin yüzyıldan
fazla bir süredir varolmadığını ve anlattığım hikâyeye kimsenin inanmayacağını
söyledi. Bu e-postayı öfke ve umutsuzluğa boğularak, birkaç kez okudum.
2000’lerde, büyüme çağımda, ailemin her üyesi bay Le
Pen’e oy verdi. Babam, onların gerçekten Ulusal Cephe’ye oy verdiklerinden emin
olmak için oy kullanma kabinine büyük kardeşimle birlikte girerdi. Belediye
başkanı ve personeli, babamın bunu yaptığını gördüklerinde hiçbir şey söylemezlerdi.
Birkaç yüzlük nüfusu olan kasabamızda herkes aynı okula gitmişti. Herkes,
birbirini sabahları fırında ya da akşamları kafede görürdü. Kimse, babamla
kavga çıkarmak istemezdi.
Elbette Ulusal Cephe’ye verilen oyda bir yanıyla
ırkçılığın ve homofobinin rengi de vardı. Babam, “Yahudileri ve Arapları kapı
dışarı edeceğimiz” zamanı gözlüyordu. İlkokul bahçesinde diğer oğlanları daha
şimdiden cezbetmeye başlamış olan bana sertçe bakarak, eşcinsellerin idamı
hakettiğini söylemekten hoşlanırdı.
Durum buyken, bu seçimlerin babam için gerçekte ifade
ettiği şey, onun görünmezlik hissiyle savaşma şansıydı. Babam, burjuvaların,
kitabımı birkaç yıl sonra geri çeviren yayıncı gibilerin zihninde varlığımızın
hesaba katılmadığını ve gerçek olmadığını benden çok önce anlamıştı. Babam, sol
siyasetin serbest piyasa söylemini ve düşüncesini benimsemeye başladığı
80’lerden bu yana kendisi ve kendisi gibilere sırtını döndüğünü bir biçimde
hissetmişti. Avrupa’da solcu partiler, sosyal sınıf, yoksulluk ve adaletsizlik,
ızdırap, acı ve hakların tükenişi hakkında tek laf etmediler. Hep
modernleşmeden, çeşitlilik içinde büyüme ve uyumdan, iletişimden, sosyal
diyalogdan ve gerilimleri yatıştırmaktan bahsedip durdular.
Babam, bu teknokratik söz dağarının işçilerin çenesini
kapatması ve neoliberalizmin yayılması anlamına geldiğini anladı. Sol, serbest
piyasa yasalarına karşı işçi sınıfı için savaşmıyordu, işçi sınıfının yaşamını
bu yasalar dâhilinde yönetmeye çalışıyordu. Sendikalar da aynı dönüşümü
geçirdiler. Dedem sendikalıydı. Babam değildi.
Televizyon izlerken, ekranda bir sosyalist ya da
sendika temsilcisi göründüğünde babam, “Neyse ne! Sol ya da sağ fark etmez,
şimdi hepsi aynı” diye şikâyet ederdi. Bu “neyse ne!” ifadesi, onun zihninde,
onu savunması gerekirken savunmayanlar karşısında duyduğu hayal kırıklığının en
saf hâliydi.
Buna karşılık Ulusal Cephe, kötü çalışma koşullarına
ve işsizliğe karşı, göç olgusu ve Avrupa Birliği’ne karşı yakınıp duran bir dil
tutturdu. Solun onun çektiği çileyi tartışmaması, babamı sağın önerdiği yanlış
açıklamalara bağladı. Yönetici sınıftan farklı olarak, onun önceliği, politik
bir programı oylamak değildi. Oy verme, onun için, ötekilerin gözünde varolmaya
dönük umutsuz bir girişimden başka bir şey değildi.
Geçen ay, başkanlık seçiminin ilk turunda kime oy
verdiğini, Pazar günü 2. turda da nasıl oy kullanacağını bilmiyorum. Onunla pek
bir sohbetimiz kalmadı. Birbirimizden çok ayrı düştük ve ne zaman telefonda
konuşmaya çalışsak, iki yabancıya dönüşmüş olmamızın acısıyla, sessizliğe
gömülüyoruz. Genellikle bir ya da iki dakika sonra aklımıza birbirimize
söyleyecek hiçbir şey gelmiyor oluşundan utanıp telefonu kapatıyoruz.
Fakat ona doğrudan soramıyor olsam bile, babamın hâlâ
Ulusal Cephe’ye oy verdiğinden eminim. Seçimin birinci turunda, kasabasında
Marine Le Pen sandıktan birinci çıktı.
Bugün yazarlar, gazeteciler ve liberaller, geleceğin
sorumluluğunun yükünü taşıyorlar. Ailemi Marine Le Pen’e oy vermemeye ikna
etmek için onun ırkçı ve tehlikeli olduğunu göstermek yeterli değil. Bunu herkes
zaten biliyor. Nefrete karşı ya da ona karşı savaşmak da yeterli değil. Bizim,
babam gibi güçsüzler için dövüşmemiz, hiç görülmeyen, hesaba katılmayan
insanları kuşatan bir dil uğruna mücadele etmemiz şart.
Éduard Louis
4 Mayıs 2017
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder