Yıllar
önce bir panelde Kadir Cangızbay, Fransa’yı ve Fransızcayı överek başladığı
konuşmasını Fransız Devrimi’yle ilgili yüceltmeleriyle sürdürmüş, devamında
konuşmasını, Fransız sömürgeciliğinin Cezayir’de yaptığı “ilerici” ve
“modernleştirici” hamlelerini sahiplenen laflarla süslemişti. Le Pen de Cangızbay
ile aynı fikirde: “Sömürgeleştirme süreci, eski sömürgelere, özellikle
Cezayir’e çok şey vermiştir.”[1]
Genel
mânâda, Müslüman, Cezayirli, sömürge, geri kalmış halk… adı ne olursa olsun,
değerlendirmeye tabi tutulan dinamikler, batının ölçülerine vuruluyorlar.
Öznelik, politik faaliyet, ideolojik hâkimiyet, bu ölçülerle anlam kazanıyor ve
o anlamdan yola çıkarak bağlar kurulmaya çalışılıyor. Coğrafyaya dair
solcuların değerlendirmeleri, Cangızbay’ın ufkunu aşmıyor. Kaypakkaya’nın
çizdiği hat, bu gerçeklikte silikleşiyor ve din eleştirisi ile tarihin
çöplüğüne gönderiliyor. Herkes, bilerek özne olduğu vehmiyle, bilginin
kaynağını, bağlamını sorgulamaksızın, bilginin maddî tarihi ve oradaki güçle
konuşuyor. Batı dillerinde “özne” sözcüğünün bir diğer anlamı da “tebaa”.
Süreç
içerisinde, Fransız Devrimi’nin yüksek siyasetine odaklananlar, devletle
rabıtalı Perinçek çizgisiyle hesaplaşmayı anlamsızlaştırıyorlar ve tersten, o
çizgiye paralel bir konum alıyorlar. Ezilenlerin bağımsız devrimci siyaseti,
Perinçek zemininde hükümsüzleşiyor. Kopuş ve hesaplaşma, o hükümle alakalı.
Hesaplaşma bağlamında, Çin menşeli teori ve ideoloji de dönüşüyor, kök buluyor.
Dönemin ve coğrafyanın gerilimleri ile yüksek siyaset düzleminde esen rüzgârlar
arasında bir ayrım söz konusu. Yani Çin-Sovyetler-ABD’nin durduğu düzlemden
ayrı, kök arayan bir siyaset filiz veriyor. Yüksek siyasetten gerekli icazeti
ve belgeyi almak isteyenler, o siyaseti görmüyorlar ve hemen egemenlerin ödünç
verdiği araç ve imkânlara sarılıyorlar.
Bu
bağlamda, Osman Oğuz’un yazısı[2], hazır popüler olmuş, Batı'nın sırt
sıvazlamasına sebep olan o din karşıtlığı eleştirisi ile başlıyor. Pratikte
Kaypakkaya, “kaypak olmak” ve “kaya olmak” olarak ikiye bölünüyor. Geride
bıraktığı miras, eğile büküle, batının liberal, hümanist, burjuva solculuğuna
yedekleniyor. Böylelikle demir leblebiyi eritecek gerekli kimyasal bulunmuş
görünüyor.
Artık
politik bir isim olmayan, ressamlık yapan birine yönelik atıfla başlayan Oğuz,
Oruçoğlu’nun genç arkadaşını geride bırakmanın övüngenliğiyle yoğrulmuş
sözlerini aktarıyor. Oruçoğlu, Kaypakkaya’nın dilindeki ezileni, sömürüleni
söküp atıyor, yerine ne idüğü belirsiz bir “büyük insanlık” kavramını monte
ediyor. Bu da doğalında ona Kaypakkaya’yı din gibi “gerici ve feodal” çöplüğüne
atma fırsatı sunuyor. Oğuz ve Oruçoğlu, kendisini komünist veya devrimci değil,
“insan” ve “kendi” olarak tanımlama fırsatından gayet memnun görünüyor. Bu
memnuniyetin neyle ve kimle ilgili olduğunu sorgulamak gerekiyor.
Devamında
yazı, “mitleştirme”yi eleştiriyor, ama “Kemalizm ve Kürt sorunu” üzerinden,
Kaypakkaya’yı “yücelten” dile tekrar başvuruyor, dolayısıyla, aslında bu iki
zirveyi kendince düzlüyor. Mit hâline gelen “Kemalizm eleştirisi ve “Kürt
sorunu tespitleri”, bugünde talileştiriliyor.
Sonra
yazar, Türk solunun küçük burjuvalığına vuruyor. Buradan milliyetçilik
eleştirisi yapıyor. Rasim Ozan Kütahyalı ve Taraf gazetesine benzer
cümleler kuruyor. Kaypakkaya’nın emekçi çocuğu olması üzerinden eleştirilerini
haklı çıkartmaya çalışıyor ki o da aslında tali ve önemsiz bir vasıf.
Burada
hemen liberal “ölü seviciliği” eleştirisi gündeme geliyor. Kaypakkaya’nın
“okuyan, anlayan, yaşamı savunan” biri olduğu üzerinde duruluyor. Yazar, İbo
üzerinden kendisini yüceltmeye, övmeye çalışıyor. Bu da baştaki mit ve din
eleştirilerinin neden gündeme geldiğini izah ediyor. Buna karşı, hemen küçük
burjuva siyaset tarzına, yani her şeyi kendisinden başlatmaya, herkesi
kendisine mecbur etmeye odaklanıyor.[3] Oysa Kaypakkaya, kitlelerle parti (veya
kendisi) arasında bir gerilim meydana geldiğinde, kitlelerden yana saf
tutacağını söylüyor ve esas olarak Perinçek çizgisini her şeyi kendisinden
başlattığı, herkesi kendisine mecbur etmeye çalıştığı için eleştiriyor.
Oğuz’un
batılı hikâyesinin “hâlâ örgütlendiğini” söylüyor. Bu hikâyenin neden
anlatıldığı açık: yazının, son dönemde Kaypakkaya geleneğine sahip çıkan bir
örgütteki iç karışıklıkla ve dıştan eleştirilerle birlikte okunması gerekiyor.
Osman Oğuz, o ekibi “Kaypakkaya’yı dinsel bir kimlik kılmak”la ve “hafızayı
mistikleştirmek”le eleştiriyor.
Esasen
din ve mit eleştirisi, ulusal kurtuluşçuluk eleştirisi ile birlikte ilerliyor.
Bu açıdan yazarın Kaypakkaya’nın “Kürt köylerinde Kürt milliyetçiliğinin en
küçük bir belirtisine bile rastlamanın olanaksız olmasını” eleştirmesinden
bahsetmesinin bir anlamı bulunmuyor. Bugün o milliyetçilik, en fazla Oğuz’un
çizgisi üzerinden saldırıya uğruyor.
Genel
bağlam dâhilinde, sınıfsal bir ayrım yapmaksızın, egemenlerin saldırdığı
yerlere hücum etmek, mânâsız. Bu açıdan Oğuz’un yazısını genel saldırı
bağlamında okumak gerekiyor. Çünkü o açıktan, “aziz Kaypakkaya ikonası”nı
kırmak, “Kaypakkaya dini”ni tasfiye etmek istediğini söylüyor. Ferhat Tunç gibi
isimlerin cumhuriyet kazanımını sahiplenmek gerektiğini vurguladığı bir
dönemde[4], Dersim’e Avrupa’dan, Le Pen gibi bakanların sesi galebe çalıyor.
Kaypakkaya’yı
Perinçek’le kıyaslanacağı, ölçülebileceği, yarıştırılabileceği bir yerde
konumlandırmamak gerekiyor. O, devletin, burjuvazinin ilerleme siyasetinden
gayrı, ondan azade olan bir hattı arıyor ve onu pratiğiyle örüyor. Postmodern
Perinçek’lerin hüküm sürdüğü koşullarda, o yolun üzerine çökmüş toz bulutunu
dağıtmak gerekiyor.
Eren Balkır
17 Mayıs 2017
Dipnotlar:
[1] Abla Klaa, “Le Pen Says ‘Colonisation Gave a lot to Algeria”, 26 Nisan
2017, MEE.
[2]
Osman Oğuz, “İbrahim Kaypakkaya: Hatıra Değil Hafıza”, 18 Mayıs 2017, Arşiv.
[3]
Osman Oğuz, “Kaypakkaya: Neden Yaşıyor, Nasıl Savaşıyor?”, 17 Mayıs 2013, Arşiv.
[4]
Ferhat Tunç Söyleşisi, 17 Şubat 2017, Rudaw.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder