Açlık Grevi Direnişi, Etik Bir Tercih Değil Etik Bir Paranteze
Alma Önerisi
Nuriye
Gülmen ve Semih Özakça’nın KHK’larla haksız ve hukuksuz bir şekilde işten
atılmalarına karşı başlattıkları açlık grevi kritik bir aşamaya geldi.
Direnişin böylesi keskin bir sınıra varmasıyla birlikte sosyal medya
mecralarında da etik-politik bir tartışma başladı. Tartışmayı başlatan temel
argüman, eylemin artık ölümle sonuçlanabilecek kritik bir aşamaya geldikten
sonra bırakılması gerektiğini dile getiriyor. Ancak bu dile getiriş, bu kritik
aşamadan sonra eyleme destek olmaya devam eden politik tarafların,
taşıyıcıların ve öznelerin bu ölümlerin “göz göre göre”leşmesinden sorumlu
olacakları yollu bir imayı ve eleştiriyi de içeriyor. Tartışmanın esas olarak
sıkıştığı etik nokta da buradan kaynaklanıyor. Yani argüman, eylemin olası bir
ölüm yaşanmaması için bitirilmesi önerisiyle birlikte, direniş etrafında
oluşmuş olan konsensüse da etik bir sorumluluk yükleyerek, bu konsensüsün
dağılması gerektiğini bildiriyor.
Eylemin
artık bitirilmesi gerektiğini ifade eden argüman, merkez olarak Nuriye ve
Semih’in ölmemesi gerektiğine dayanıyor. İçinde bulunulan durum, her şeye
rağmen, onurla mücadelelerini veren bu iki insanın yaşamlarını kaybetmeleriyle
sonuçlanmamalı. Başka direniş olanakları yaratılabileceği, bunların düşünülmesi
gerekliliği üzerine yoğunlaşacak bir açılıma işaret etmek istiyor. Burada bir
ayrışma ve çatışma yok. Direnişe kalben ya da fiilen bağlı olan herkes, bu
noktada tartışmasız hemfikir. Kimse olası bir yaşam kaybı ihtimalini düşünmek
bile istemiyor. Ancak karşımızda politik bir direniş biçimini yüklenmiş ve
bunun kararını almış iki insan var. Bizi çıkmazla karşı karşıya bırakan temel
nokta bu. Bu iki insan aldıkları karardan vazgeçmiyor.
Argümanın
kendini dayandırdığı bir diğer temel, eylemin taşıyıcılarının “dışarı”da
olması. Bu daha çok cezaevleri deneyimine göreli olarak ortaya konan bir
temellendirme. Dünyada ve Türkiye’de açlık grevi ve ölüm oruçları, politik
tutsakların temel direniş biçimi deneyimlerinden birisi olarak açığa çıktı.
Türkiye’de tek tip elbiseye karşı 84 deneyimi ve hücre tipi cezaevi
saldırılarına karşı 96 ve 2000 deneyimleri yaşandı. Hepsi kendi tekilliği ve
özgüllüğünde değerlendirilmesi gereken ve politik tarihimize “olağanüstü
politik kriz hâlleri” olarak kayıt olmuş tarihselliklerimiz. Ancak Nuriye ve
Semih’in direnişiyle bu deneyimleri karşılaştıran argüman, “dışarı”da olmayı
bir politik direniş biçimi olarak açlık grevini olumsuzlamanın dayanağı hâline
getirmeye çalışıyor. Yani kapatılmış bir politik mahkûmun “dışarıda olmayan”
olması, onun açlık grevi gibi bir direniş biçimine yaslanmasını meşru
kılabiliyor. Ancak bu, argümanın bir direniş biçimi ve geleneği olarak açlık
grevi deneyiminin özünü anlamadığını gösteriyor. Açlık grevini bir politik
biçim olarak ortaya çıkaran deneyimin özü, insan varlığının en aşırı uçtan
olumsuzlanmasına, yine en aşırı uçtan gerçekleşecek bir mütekabiliyet
fenomenini açığa çıkarmaktır. Varlığın bu en temel ve karşı uçtan olumsuzlanmasına
(varlığın yok sayılması) varlığın bu en temel ve karşı noktaya mütekabil olacak
bir noktadan cevaba dönüştürülmesidir. Açlık grevi, olumsuzlanmanın ona
karşılık gelecek özdeş bir noktadan olumsuzlanması olduğu için bir paradoks
olarak açığa çıkar. Varlığı olumsuzlanan, bu olumsuzlanmaya, varlığını
olumsuzlama iradesini bizzat kendisi içererek karşılık verir ve kendisi için
varlık olur. Heidegger’ce söyleyelim: Hiçin hiçmesine hiçerek karşılık vermek.
Bundan dolayı açlık grevi, “içeride” ya da “dışarıda” olma bağlamıyla
düşünülemez. O, bir politik direniş geleneği ve daha çok ezilenlerin mücadele
tarihinin ürettiği bir deneyimdir. En temel “dışarıda”ki deneyim Gandhi
deneyimidir. Gandhi, “dışarıda” olan bir politik lider olarak İngiliz
sömürgeciliğinin kendisinin ve halkının varlığını olumsuzlamasını, bu politik
biçim içerisindeki deneyime yaslanarak olumsuzlamıştır. Ve ezilenlerin
tarihine, üzerinde hâlâ ısrarla ve derin düşünülmesi gereken pasif ve barışçıl
mücadele örnekleri hediye eden bir deneyimin yaratıcısı olmuştur.
Argümanın
kendisini dayandırdığı bir diğer zemin, direnişin motivasyonunun ekonomizm
temelli olmasıdır. Yani “işe geri dönme” talebinin direnişin temel motivasyon
kaynağı olması. Böyle bir talebin sonunda ölüme varacak bir direniş biçimi
gerektirmediği söylenmektedir. Bu, açıkça apolitik bir yaslanmadır. Direniş,
işe geri dönme gibi bir talebi değil, ayan beyan yaşanan bir adaletsizliği
merkezine almaktadır. Üstelik bu adaletsizlik, direnişin taşıyıcıları dışında
yüz binlerce insanı da içerisine alan ve toplumda derin bir yarılmaya sebep
olan bir adaletsizliktir. Direnişin temel motivasyonu, iki insanın (ve
insanların) işe geri dönmesi değil, son dönem Türkiye toplumsallığını
baskılayan ve belirlemeye çalışan diktatoryal devlet refleksinin kurumsallaşmış
hâlidir.
Ancak
tüm bunlar, direnişin olası sonucuyla çıplak olarak yüzleştiğimizde bizi yine
de etik-politik bir açmazla karşı karşıya bırakmaktan kurtaramıyor. Bu,
ölümdür. Bütün toplum, gözlerinin önünde günbegün ölüme giden bu iki insanın
ölmelerine razı mı gelecek? Buna kimsenin rızası yok ve buna razı değiliz.
Ancak direnişin bizi karşı karşıya bıraktığı olası temel fenomen “ölüm” değil,
“can verme”dir.
“Başkalarının can verişine
şahit olduğumuzda, varlık minvali Dasein (yahut hayat) olan bir
varolanın birden bire artık-Dasein-olmamaya dönüşmesi diyebileceğimiz
dikkate şayan bir varlık fenomenini tecrübe etmiş oluruz.” [Martin Heidegger, Varlık
ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, syf. 253.]
Yani
bu politik direniş biçimi üzerinden karşı karşıya kaldığımız temel fenomen,
varlığımızı “tamam”layacak olan, ancak bu tamamlanma gerçekleştiğinde de bizi
artık varolan olarak bırakmayacak olan ölümün “can verme” olarak öncelenmesi ve
onunla karşılaşıyor oluşumuzdur. Bizi çıkmaza sürükleyen ve çelişkide bırakan
temel şey, varlık tarzı hayat olan bir varolanın, bir politik direniş biçimi
aracılığıyla “başkasının can vermesi” olarak açığa çıkışıdır. Ve tüm sorun,
bizde bu “can vermeye” dönük nasıl bir angajman yaşandığıdır.
Umarım
buradaki düşünceler, “ölüm güzellemesi” kolaycılığına indirgenmez. İfade
edilmek istenen şey, politik bir direniş biçiminin bizi etik bir tercihle karşı
karşıya bıraktığı anda varolan açmazın bizde ortaya çıkmasını sağlayan
temelleri soruşturma denemesidir. Olası bir can kaybı aşamasına gelindikten
sonra, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın direnişlerine destek olmaya devam
etmenin ölümlere ortak olma anlamına geldiğini ima eden argüman, özündeki
burjuva hümanist önermeyi açığa çıkarmaktadır. Farklı direniş biçimlerinin
aranması gerektiğini öneren ifadeyle, şu an için karşı karşıya olduğumuz kritik
eşikten dolayı farklı direniş biçimleri aramayı direnişin varolan biçiminin
tasfiye edilmesine gerekçe yapan önerme arasında fark vardır. Bu fark, politik olanla
politik olmayan arasındaki farktır. Zira burjuva hümanizmi, “politik olmama”nın
özü olarak olgusal ve empirik düzlemde sürekli olumsuzlanan bir aşkınlığı ifade
eder. Çünkü o, savaşlar, açlık, katliam, göç, iş cinayetleri, kadın cinayetleri
olgularının ortasında ölmemeyi kutsal yaşam hakkı kategorisi altında düşünmeye
çalışır. Oysa bu “can verme”ler politik olanın belirlenimi altındadır.
Hümanizm, bize tarafsız bir insanlık ideali alanı açmaya çalışır. Oysa tüm bu
ölümler, bir taraftan bir tarafa verilen ölümlerdir. Tartışmayı ve direnişe
verilen desteği, bu bağlamda soyut bir yaşam/ölüm karşıtlığı ve burjuva
hümanizminin mantıksal alanına davet edip bu davete icabet etmemeyi zorunlu bir
mantıksal sonuç olarak “ölüm savunuculuğu” pozisyonuna indirgeyen önerme,
direnişin ruhsal tasfiyesini etik silâhıyla yapmaya çalışmaktadır. Bu noktada
eğer etik, bir silâh olarak kullanılacaksa, bu silâhın sağlaması gereken
olanak, direnişin içeriğini ahlâkî seslenişlere uyarlayabilecek bir tercih
bağlamı değil, tam tersine direnişin içeriğine dönük tüm ahlâkî buyrukları
paranteze almamızı sağlayacak bir formellik alanı oluşturmaktır. Buradan
varılmak istenen önerme şudur: Direnişin vardığı bu kritik aşamada, direnişin
içeriğine etik bir “tercih” yükleyen ve bu tercihe göre yaşanacak bir can
kaybından negatif anlamda bir sorumluluk kategorisi devşiren argüman, ifade
ettiği bu etik sonuçla birlikte direniş biçimini çoğullaştıracak yöntemleri
arama ve önerme sorumluluğuyla da karşı karşıyadır. Ancak bu durum, direnişe
destek olmaya devam edenleri yaşanacak olası bir ölümün “göz göre
göre”leşmesini sağlayan bir irade olarak itham etme hakkını doğurmaz.
Tartışmanın
önünün kesilmemesiyle birlikte, bu direnişe kalben ve fiilen bağlı olan
herkesin direnişin görünürlüğünü artırma, kendi bulunduğu alandan, yerden,
dünyadan direnişin hatırlatılması, duyurulması adına işler ortaya koyma, bunu
bir toplumsal kampanyaya dönüştürme mücadelesi sürmelidir. Diğer yandan
direnişin ne tür olanaklarla çoğul bir karakter ve pratik kazanabileceği
üzerine düşünümler de devam etmelidir. Bu, sırf bugünle ilgili değil, gelecekle
de ilgilidir. Ölmelerini istemiyoruz, bunu sonuna kadar haykıracağız. Ancak tüm
acı gerçekliğine rağmen aldıkları karardan vazgeçmelerine dönük yapabileceğimiz
bir şey yoktur. Eğer burada zorunlu bir etik karar noktası tayin edilmek
isteniyorsa, bu, onların ailelerinin kararıdır. Yönetmenliğini Terry George’un
yaptığı “Some Mother’s Son” filminde tam da kritik eşikte yapılan tercihle
ilgili film bizi esas tarafsızlık noktasına çeker. Film, IRA militanlarının
yoldaşları Bobby Sands önderliğinde başlattıkları açlık grevini anlatır. Filmin
başrolünde oynayan Helen Mirrer’ın (filmdeki adıyla Kathleen) IRA militanı olan
oğlu da cezaevine düştükten sonra açlık grevi içerisinde yer alır. Bu süreçte
birçok değişim geçiren Kathleen, kendisini politik mücadelenin içerisinde
bulur. Tutsaklar, ölümcül aşamaya geçtiklerinde hastaneye kaldırılırlar.
Kendileri direnişten vazgeçmeseler bile hukukî olarak aileleri yaşamalarını
istediklerini beyan ettiklerinde tıbbî müdahale gerçekleşir. Filmin bizi
getirdiği kritik aşama da burada gün yüzüne çıkar. Bir oğlu İngiliz askerleri
tarafından öldürülen, diğer oğlu da gözünün önünde ölüme doğru giden bir anne,
yine de tıbbî müdahaleye izin veren belgeyi imzalamaz. Kathleen ise imzalar ve
oğlunun hayatta kalmasına müsaade eder. Burada karşı karşıya kaldığımız etik
vurgu, iki annenin yapmış olduğu tercihin etik olarak bir yargı içeriğine
dönüştürülemeyeceğidir. Süreç tam da “o an”ın diyalektiğine uygun bir şekilde
işler. Kâğıdı imzalamayan anne oğlunun katili değildir, imzalayan anne de
oğluna ihanet etmiş değildir.
Bugün
Filistinli tutsaklar Siyonist rejime karşı açlık grevinde. Filistin halkının ve
kendilerinin varlıklarının en aşırı noktadan olumsuzlanmasına en aşırı noktadan
bir olumsuzlamayla karşılık vermekteler. Yalnızca oğlunun cenazesini almak gibi
temel bir insanî talebi olumsuzlanan Kemal Gün, varlığının bu en aşırı noktadan
olumsuzlanmasına karşı açlık grevinde. Nuriye Gülmen ve Semih Özakça açlık
grevinde. Bizi çok temel bir soruyla ve çelişkiyle yüz yüze bırakıyorlar.
Varlığımızın bu en aşırı noktadan gerçekleşen olumsuzlanmasına karşı biz neyi
olumsuzluyoruz?
Ozan Çılgın
16
Mayıs 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder