I
Solun
tarihinde Kemalizmin “sol”u ve “sağ”ı ile kurulan ittifakların ağırlıklı bir
yeri var. Ama hiçbir zaman onunla hesaplaşma gereği duyulmuyor. Ellilerde
Demokrat Parti ile kurulan ilişki, en fazla, altmışlarda, Kürd coğrafyasında DP
ile ilişkili Barzanicilerle ittifak yapmak gibi bir sonuç veriyor. Bugün hâlâ
TİP’in altmışlarda o Barzanicilerle kurduğu birliktelik üzerinden elde ettiği
seçim başarılarından[1] övgüyle söz edilmesi, bir tür soyut öznecilikten kaynaklanıyor,
nihayetinde “biz yaptık” deniliyor, Kürd’ün iradesi hiç görülmüyor. Çünkü Kürd “maraba”,
“sandığa git oy ver” denilince sandık önüne sıralanan “güruh”. Oysa o seçimle
kurulan ilişkinin silahlı-devrimci mücadeleye de belirli bir tesiri söz konusu.
Hiçbir şey boşlukta, bağlamsız, gerçekleşmiyor. Mücadele, bir milli bağlamda
anlam kazanıyor.
Bu
açıdan, Gezi’nin sol ve sağ Kemalizm arasındaki salınımda heba edilmesi, asıl
sorun. “Ana bina, kurgu, iskelet ve harç” önsel olarak mutlak kabul ediliyor ve
sadece dış sıvaya dair bir yarış içerisine giriliyor. Gezi’nin bu yarışta
tüketilmeyecek yanları da süreç içerinde törpüleniyor. Onun ülkeye dair dili
lâl, gözü kör ediliyor. İlerleme adına, en geriye tav olunuyor. Gezi’nin
konuşmasını, görmesini kimse istemiyor. Herkes, onun güç olmasını, kendisine
küfür olarak değerlendiriyor. Sol, Gezi’de sadece kendi tasfiye olasılığını
görüyor, o olasılıktan ürküyor.
II
Örgütü
merkeze almak, onu allayıp pullamak, özetle, örgütçülük yapmak, örgütlülük
değil. Örgütçülük, pratikte, Kemalizmle yoğrulmak, ondan öğrenmek, onu örtük
olarak savunmaya mecbur. O binaya renk olmak, kifayetsiz.
İdeolojik
planda, her yanın kuşatıldığı, her yerin kirli olduğu üzerine kurulu bir
propaganda yürütülmesinin sebebi de bu örgütçülükle alakalı. Örgütçülük,
boşluğa örgütlenmektir. Örgüt, en saf, en temiz, en mutlu, en bağsız olunan
yerdir. Bu şekilde satıldığı sürece, gerçekle ilişki kurma biçimleri de
arızîleşecektir. Esasen en saf, en temiz, en mutlak yerin merkeze oturtulması,
başkalarının varlığının boşa düşürülmesi, onların sözlerinin
değersizleştirilmesi içindir. Mühim olan, kırılan soğana, dökülen tere, bükülen
demire örgütlenmektir.
Dolayısıyla,
örgütlü ve örgütçü arasında ayrım yapmak şarttır. Bu ayrımın en net hissedildiği
moment, Gezi’dir. Bu açıdan Sırrı Süreyya Önder’in “Gezi benzersizdir. Onun
tekrarlanmasını beklemek tembelliktir, sosyolojiden anlamamaktır”[2] sözü,
örgütlülüğün değil, örgütçülüğün replikleridir. Kendi biricikliğini,
benzersizliğini gerçeğe dayatanlar, örgütlülüğü tasfiye etmek zorundadırlar.
“Sosyoloji” dedikleri, resmi ideolojinin bir çıktısıdır, “benzersizlik”
dedikleri, sui generis olmakla övünüp duran bir ideolojinin tezahürüdür.
Yüz yıl önce “bizde işçi yok, bu sosyalizm güzel ama bizde olmaz” diyenlerin
güncel biçimleri, Gezi ile birlikte tekrar gündeme gelmişlerdir. Küçük burjuva,
herkesi kendisine kul-köle, mecbur etmeye programlıdır. “Darbe mekaniği” ile
“Gezi’nin mekaniği”ni birlikte değerlendirenlerin gizlediği gerçek budur. Onca
ultra özneymiş gibi görünüp özne olmayanların diyarında, bu mekanik kırılmaya
mecburdur.
III
Gezi’nin
geleceğini kimse bilmiyordu. Her örgüt, “bu toplum bizi şaşırttı,
beklemiyorduk” dedi. Bir örgüt, Haziran ayının sonunda, eylemlerin şiddetinin
azaldığı bir momentte, “bu kitle hareketinin öncüsü olacağız” açıklaması yaptı,
oysa o güne dek sahadaki militanlarına “bulaşmayın bu harekete” talimatı
veriyordu. Bu talimat, özünde herkese dairdi. İlk gün belli başlı örgütler,
akşamına toplantı yaptılar. O toplantıdan ertesi gün için ortak bir eylem
kararı çıkmadı. Sonrasında tüm yapılanlar, sarfedilen tüm sözler, diğer
örgütlere nispetle, onlara göre, onlara fark koymak amacıyla şekillendi.
Yaşanana dair tek laf edene rastlanmadı.
Ardından,
belirli sendikalarda söz sahibi olan örgütler, geç de olsa “genel grev” kararı
aldılar. Kendileri bile ciddi bir katılım göstermediler. Örneğin Ankara’daki
eylemde polisin karşısına dikilen gençler kovalanıyor, “huzursuzluk
çıkartılmaması” talebi o gençlere zorla tatbik ediliyordu. Aynı örgüt (Halkevleri),
birkaç gün sonra, nedense Kızılay’ı işgal etti, çünkü aynı gün diğer örgütler
başka bir yerde, Gezi’dekine benzer, çadır kurma eylemi içerisindeydiler.
Benzer tartışmalar, Taksim etrafındaki barikatların kaldırılması konusunda da
yaşandı.
Bu
didişme ve yarışla geçti günler. Sonra seçim gündemi sardı her yanı. Gezi
ölmedi, öldürdüler, üç beş oy ve üç beş ay için öldürdüler. Yüksek siyaset
açısından Gezi, tehdit teşkil ediyordu, tasfiye ettiler. Merkeze alınan şey,
ölmek için oradaydı. Devamında Gezi, Taksim Mitingi üzerinden Yenikapı ruhuna,
Milli Mutabakat’a bağlandı.
IV
Gezi,
mülkiyetin ve rekabetin boyasını döktü. Asıl sorunlu yanı da buydu. Takip eden
yıllar, o boyayı arayıp bulmakla ve rastgele fırça darbeleriyle kendi suretini
boyamakla geçti. Mülkiyetin ve rekabetin boyası, yeniden karıldı. Hatta sosyal
medyada bir boya firmasına övgüler düzülecek bir noktaya gelindi. O firma,
dönüp dolaşıp Gazi’nin suretine büründü. Geziciler tek tek Gazici oldular.
Bireysel
varlığını mülkiyet ve rekabet pazarında satmayı bilenler, köşeleri kaptılar.
Zenginleştiler, isim ve imza edindiler, belli mekânlarda “özgürce” yaşama
imkânı buldular. Kimsenin umurunda değildi, Gezi’nin nereden gelip nereye
gittiği. Sosyal medyanın parlaması, Gezi’nin tarihi ve toplumu ile ilişki
kurmak istenmemesi ile alakalıydı. Tüketim ideolojisiyle yoğrulanlar, Gezi’yi en
kısa sürede tüketme yarışına girdiler. Kimse, onun gözünün yaşına bile bakmadı.
V
Gezi,
en az bir otuz yıldır çok şey yapıp da yapılmayanlara dair bir imgeydi. Yani
Gezi, özünde bugüne dek örgütlerin tüm devrim-sosyalizm iddialarının boş,
anlamsız, temelsiz ve imansız olduğunu ortaya çıkarttı. Örgütlerin böylesi bir
moment için örgütlenmediği, net biçimde görüldü.
Örgütçülük,
yüce, ari, her şeyden münezzeh kadrolarına öyle kalmayı, başkalarından üstün
yanlarını göstermeyi öğretiyordu, devrimciliği değil. O Gezi günlerinde, bu
örgütlerin, kadrolarına kitle hareketini, onun nasıl yönlendirileceğini,
öncülük için hangi araçların üretileceğini, hangi bağların kopartılıp
hangilerinin kurulacağını, ortak emeğe ve kavgaya nasıl örgütlenileceğini vs.
öğretmediği anlaşılmış oldu. Bir iki günlük şokun ardından, hemen eski
ezberlere dönüldü ve yarış, tekrar başladı. Ortak bir iş örmenin, ortak işe
örgütlenmenin kendisine küfür etmek olduğu söylendi. İlk üç günün ortaklaşa,
eşitleyici pratiğinin karşısına, liberal özgürlükçü bir zemin çıkartıldı ve bu
zeminin girişine göstermelik örgüt tabelaları yerleştirildi. Herkes, birbirine
karşı mülkünü korudu; yarışta diğerine üstün olan yanlarını gösterip durdu.
Özünde sol, sadece kendi içine “siyaset” yaptı, dışarıyı siyasetsiz kıldı.
Oysa
aslolan, eşitlikçi değil, eşitleyici olandı; özgürlükçü değil, özgürleştirici
olandı. Eşitlikçi-özgürlükçü olanlar, Fransız Devrimi’nde burjuvazinin temin
ettiği sınıflarüstü dengeye ve kurguya put misali tapanlardı. Gezi’nin
eşitleyici yanı özgürlükçülerin; özgürleştirici yanı eşitlikçilerin
sunaklarında kurban edildi. Gezi, hem Gazi hem gazi oldu.
VI
Örgütçülük,
Gezi’nin gelecekteki yansımasını asla örgütleyemeyecek, onu var edecek sürece
hiçbir vakit örgütlenme ihtiyacı duymayacak. Kütle, kitle ve öncü, örgütçülükle
değil, örgütlülükle, örgüyle, bağ kurmakla anlam kazanacak.
Gezi’yi
bu hâle, 12 Eylül’e ağıtlar yakarak bir ömür geçirenler getirdi. Uzunca bir
zaman da Gezi’ye ağıtlar yakarak geçirilecek. Böylece hiç kimse, hatanın,
kusurun, yanlışın, eksiklerin hesabını verme gereği duymayacak. 12 Eylül
edebiyatının yerini Gezi edebiyatı alacak. Sıcağı sıcağına Gezi derlemeleri
kaleme alanlar, kitapları, albümleri raflara dizenler, bu pazarı tüketerek
varolma yollarını arayıp bulacaklar. Ve kimse, geleceğe dair, teorik ve pratik
notlar çıkartmayacak.
Eren Balkır
30
Mayıs 2017
Dipnotlar:
[1] Metin Çulhaoğlu, “Türkiye’de Sağ Taban”, 30 Mayıs 2017, İleri.
[2]
Cansu Pişkin, “Siyasi Parti Temsilcileri”, 30 Mayıs 2017, Evrensel.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder