1919
yılının sonunda Batı’nın devlet adamları, Sovyetler’de Bolşeviklerle savaşan
Beyaz kuvvetlerin yenildiğini, ülkeye yönelik müdahalelerinin başarısız
olduğunu gördüler. İngiliz başbakanı Lloyd George, Ocak 1920’nin ortalarında
Sovyetler’le ticaretin kaldığı yerden devam etmesi önerisini gündeme getirdi.
Öneri kabul edildi, ama bu kararın “Müttefik Kuvvetler’in Sovyetler’e yönelik
siyasetinde bir değişikliği ifade etmediği” ısrarla dile getiriliyordu.[1]
Bugün
olduğu gibi o gün de bir tahıl krizi vardı. İngiliz başbakanı, Amerika’dan değil
de Rusya’dan tahıl alınmasını istiyordu. Güç mücadeleleri dâhilinde İngilizler,
hem Bolşevikleri “evcilleştirmek”, hem de Avrupa ile Asya’daki etkinliğini muhafaza
etmek derdindeydi.
Lloyd
George, “İngiltere’den çok Avrupa’yı düşünen” bir liberaldi.[2] Onun siyaseti,
ilhamını Batı kapitalizminin genel çıkarlarından alıyordu. George’a göre, Asya
ve Afrika halklarının hilafına olacak şekilde, Avrupalı işçilerin yaşam
standartları iyileştirilmeliydi. Bu iyileştirme için Rusya’yla ilişki kurulması
zaruriydi.
“Avrupa’nın zengin tarım
arazilerine ve maden yataklarına sahip olan, yüz otuz milyon insana ev
sahipliği eden bir ülkenin işbirliği olmadan adım atması mümkün değildi.
Avrupa’nın yeniden inşa edildiği süreçte çalışmalar yürüten uzmanlar, Rusya’nın
Avrupa’ya dâhil edilmesinin zaruri olduğunu her gün ortaya koyuyorlardı. Rus
hayranı olmayan Avrupalı devlet adamları bile bu tezi zamanla kabul
ettiler.”[3]
O
dönem Avrupa’da olan Perulu komünist José Carlos Mariátegui, Avrupa’nın Rusya
ile ilişkisi konusunda bu değerlendirmeyi yapıyor.
Ticari
ilişkilerin kurulması konusunda Rus Kooperatif Birlikleri’nden istifade edildi.
İlişki, sadece İngilizleri değil, tüm müttefik kuvvetleri ilgilendiriyordu. 31
Mayıs 1920 günü başlayan görüşmelerde İngilizler, Sovyetler’i politik konularda
anlaşmaya varmaya zorladı. Ekonomik açıdan sıkıntıda olan ülkeyi sıkıştırmaya
çalıştı. Eski Rusya’nın borçlarını ödemesini, el konulan altınları iade
etmesini istedi. İngiliz dışişleri, Sovyetler’in anlaşmayı imzalamak için her
türden bedeli ödeyeceğini düşünüyordu. İngilizler’in Sovyetler’den ilk istediği
şeyse, bilhassa Asya’da, İngiliz karşıtı propaganda faaliyetlerinin son bulmasıydı.[4] Bu rica, anlaşmanın ardından Sovyet dışişleri bakanına elden iletilen mektupta açık bir dille aktarılmaktaydı.
Bu
ticaret anlaşması için yürütülen görüşmeler, Polonya meselesi üzerinden kesintiye
uğradı. Polonya ile Sovyetler arasındaki savaşta 17 Nisan günü Polonya,
saldırıya geçerek belirli mevzileri ele geçirdi. Batılı güçler, Polonya’yı Ekim
Devrimi ile Almanya arasında bir tampon olarak inşa etmek niyetindeydi. 12 Ekim
günü Sovyetler, Polonya ile anlaşmak zorunda kaldı. Anlaşma, Riga Anlaşması ile
18 Mart 1921 günü resmileşti. Devrimin batıya uzanan yolu, kapandı. Moskova, yüzünü doğuya döndü. Dönmek zorunda kaldı.
Müzakere
süreci dâhilinde, İngiliz-Sovyet ticaret anlaşmasından eski borçların kabulü
maddesi çıkartıldı, propaganda yasağı ile ilgili madde, bir miktar yumuşatıldı.
Belli ödünler karşılığında, anlaşma, 16 Mart 1921 günü imzalandı. Lloyd George,
Kafkasya’yı Bolşeviklere verdi, karşılığında Anadolu’yu aldı.[5]
Bu
propaganda yasağı meselesi, Afganistan, İran ve Türkiye gibi İngiliz nüfuzunda
olan ülkelerle yapılan anlaşmalara da girdi. Bolşevikler, buralarda kurdukları
İngiliz karşıtı ittifakları dağıttılar. Küçük burjuva unsurların muktedir
olmasına izin verdiler.
Tasfiye
edilen isimlerden biri de Küçük Han’dı. Çerkes Ethem, Mustafa Suphi ve Küçük
Han, hep birlikte tasfiye edildiler. Kafkasya’nın verilmiş olması, oradaki
mücadelenin yolunun kesilmesi demekti. Bağ kopmalıydı. İran ve Anadolu için
oluşturulmuş Kızıl Ordu nüveleri, yok edildiler. “Ordusu işçi ve köylülerden
oluşan Rus Bolşevikleriyle el ele verip Tahran’a, ortak düşmanın üzerine yürümek”[6]
niyetinde olan güçler, ortadan kaldırıldılar. Meydan, devletin koltuğu altında
solculuk yapan, Batı’nın ilerlemeciliğini, hümanizmini, sosyal demokrasisini,
liberalizmini sosyalizm diye ambalajlayıp satanlara kaldı.
Sovyetler’le
devlet ve ticaret üzerinden ilişki kuran, solu ve sosyalizmi bu ilişkiler
üzerinden tarif edenler, hâkim oldu sola. “Sovyetler’le ticari bağların
geliştirilmesinden yana olan bu kesimler, Sovyet hükümetinin devlet düzeyinde
tanınması için çalışma bile yürüttüler.”[7] O ticari bağlar belirledi sosyalist
hareketi. Hareket bağlarla düşündükçe, devlete daha fazla yakınlaştı. “Ama halkı
düşünüyoruz, kapitalizm de gerçek neticede, ona uyum sağlamak ve ilerlemek
lazım” denildi. Ağızlarındaki “işçi sınıfı”, kapitalizmi övmek ve yüceltmek için
vardı aslında. Dertleri, gerçek işçi ve davası değildi. “İşçi” vurgusu üzerinden
en fazla Alman sosyal demokrasisine, Fransız sosyalizmine ve İngiliz işçi partisine
bağlandılar. Oraların ajanı olabildiler.
Neticede
Komintern’in Doğu’da yürüttüğü yıkıcı faaliyetlerle, Sovyet Dışişleri’nin Batı
ülkeleriyle yürüttüğü diplomatik ilişkiler çelişti. Yeni kurulan
cumhuriyetlerde, misal Türkiye’de, sosyalist hareket, o dışişleriyle ilişkilere
göre şekil aldı. “İşçi-köylü ordusu” fikri, toprağa gömüldü.
Bugün
sosyalist hareket, bahsi geçen ticaret anlaşmasının ve diplomasinin ürünü. Batı’nın
anlaşmasında, “tamam, o geri Doğu’yu siz aydınlatın, modernleştirin, ama bize düşman
etmeyin” cümlesi var. Sovyetler, bu anlaşma uyarınca hareket etti. “İşçi-köylü
ordusu ve devrim” fikrinin üzeri örtüldü.
Neticede
siyasetle, ideolojiyle ve teoriyle ilişki, bu diplomasi ve ticaret anlaşmasının
verdiği kıvama ve içeriğe göre şekillendi. İster istemez her solcu, devletle
düşünmeye, devletle hareket etmeye alıştı.
Ticaret
anlaşması, Doğu konusunda tuhaf bir işçiciliği koşulladı.
Bir
dönem Komintern genel sekreterliği yapan Balabanova, Türkistan’da
görevlendirilince sinirlenir. “Bunlar, beni tasfiye etmek istiyor” der. Barbarlıkları,
ilkellikleri aşikâr olan bu bölge halkının içine beni ölmem için gönderiyorlar”
türünden laflar eder. Solun Doğu’yla ilgili algısı, bilgisi bu düzeydedir.
Bu sol, Doğu’nun milleti ve dini karşısına Batı liberalizminin yüce bireyini
çıkarttı. O bireye “işçi” tulumu giydirdi. “İşçi sınıfı” ve “işçinin saflığı”
derken, aslında bireyden söz ediyordu. Dinden ve milletten arınmış bir işçicilik,
tüm sosyalist harekete miras kaldı. Devlet ve sermaye, bu miras üzerinden
solcuları ajanlaştırdı.
İran’da
komünist parti, İngiliz petrollerini millileştiren Musaddık’a bu işçici
liberalizm sebebiyle karşı çıktı.[8] Gerçeklikten kopuk, ezbere muhalefet,
partinin kitle tabanını zayıflattı. 1953’teki İngiliz-Amerikan darbesi ile
birlikte parti, etkisizleşti.
Saf
birey olarak “işçi sınıfı”nı korumak adına, dinle ve milletle “bulaşık” halk
kitlelerinin sınıfsal tepkilerine körleşmek, bölgedeki komünist partilerin ve
türevlerinin yazgısı. O yüzden aşağıdaki tweet atılıyor. Stalin'in yoksul bir Doğulu kadınla yan yana oturmasına bile tahammül edilemiyor. O kadınla illaki dalga geçme ihtiyacı duyuluyor. Saf birey kurgusu, burjuvaziye ait. Bu alaycı dilde burjuvazinin saldırısı tespit edilip savuşturulmalı.
İşçi
sınıfı, burjuva manada izole edilip, göğe çıkartılınca, din ve milletten
arındırılınca, din ve milletle ilişkili halk kitleleri içerisindeki sınıflar
mücadelesinden kopuldu. Neticede sol, devletin solu olmaya mahkûmdu. O, devletin ve
sermayenin kitleleri arındırma, dönüştürme, disipline edip terbiye etme
çabalarına bir yerlerinden ortak olmaya çalıştı. Solculuk, bu ortaklık olarak
tarif edildi. Burjuvaların modernizasyon, aydınlanma ve ilerleme çalışmalarına yedeklendi.
Oysa
din ve milletle “bulaşık” halk kitleleri içerisinde tüm canlılığıyla yaşanan
sınıflar mücadelesine kolektif devrimci özne olarak katışmak, orada “işçi-köylü
ordusu” ve devrimin solu için güç biriktirmek, zaruri.
Türkiye’de
sol, önce resmi TKP’nin, sonra İngiliz-Sovyet ve Türk-Sovyet ticaret
anlaşmalarının çocuğudur. Otuzlarda Sovyetler’le kurulan, örneğin sanat ve sanayi gibi alanlardaki
ortaklıkları ağzı açık seyreden bürokratlardan ve memurlardan farkı yoktur. Siyaseti,
o ağzı açıklıkla, o hayranlıkla tanımlıdır. O ağızlar, zamanla Ankaralı bürokrat ve memur gibi konuşmayı öğrenmiştir. Bu bilince sahip sol, işçiyi, yoksulu, halkı ve ezileni
hor görmeye mecburdur. Siyasetle ticaret üzerinden ilişki kurdukça, o İngiliz-Sovyet
ve Türk-Sovyet ticaret anlaşmasına teslim olur, devletin solu olarak varlığını
sürdürür. O varlığı korumak için, verdiği gizli söz gereği, devrimin solunu yok
etmek için uğraşır.
Türkiye komünist hareketi, Komintern’in devrimci damarıyla, tüm coğrafyada işçi-köylüden oluşan kızıl ordular kurma iradesiyle, milleti ve diniyle ayağa kalkmış halk kitleleriyle ortaklaşan davasıyla birleşmeyi bilmelidir. Devletin solunun devrim gibi derdi olamaz.
O nedenle bugün TİP, TKP, Sol Parti gibi oluşumların
sözlerinde ve eylemlerinde devrim diye bir derde yer yoktur. Devletin solu,
devrimin solunu tasfiye etmeye mahkûmdur. Önce bu mahkûmiyetin duvarları
yıkılmalıdır.
Eren Balkır
24
Ocak 2023
Dipnotlar:
[1] M. V. Glenny, “The Anglo-Soviet Trade Agreement, March 1921”, Journal of
Contemporary History, Cilt 5, Sayı 2, (1970), s. 63.
[2]
José Carlos Mariátegui, “Lloyd George”, La escena contemporánea içinde, MIA. Türkçesi: İştiraki.
[3]
José Carlos Mariátegui, “Dos Testimonios”, La escena contemporánea içinde, MIA. Türkçesi: İştiraki.
[4]
Stephen White, Science & Society, Cilt 40, Sayı 2, Yaz 1976, s. 177.
[5]
Erhan Baltacı, “İştirakiyyun Fırkası: İlk Huruc”, 31 Ocak 2012, İştiraki.
[6]
Cosroe Chaqueri, Birth of the Travma: The Soviet Socialist Republic of Iran,
1920-1921, University of Pittsburgh Press, 1995, s. 193.
[7]
Stephen White, a.g.e., s. 190.
[8] Cosroe Chaqueri, Cahiers du Monde russe, Sayı 40/3, Temmuz-Eylül 1999, s. 526.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder