Bolşevizm,
ezilen halkların milliyetçi hareketleriyle ittifaklar kurdu, ama bu ittifaklar
çatışmalardan ve çelişkilerden azade değildi. Bunun en önemli kanıtı, Mirsaid
Sultan Galiyev’in (1892-1940) Rusya Komünist Partisi Merkezi Kontrol
Komisyonu’na yazdığı mektuptur. Bolşevik Tatar Galiyev, Müslüman milli
komünizminin hem eylemcisi hem de teorisyeni olarak Sovyet iktidarına sadık bir
isimdi. Ama 1923’te Stalin’in emriyle tutuklandı ve partiden atıldı. Bu
mektupta partiye yeniden alınmasını istiyor. Bu isteği yerine getirilmeyen
Galiyev 1940 yılının Ocak ayının sonlarında kurşuna dizildi.
* * *
Partinin
merkezî organlarının geçen yıl aldığı kararla, Basmacı hareketinin
liderlerinden biri olan Zeki Velidov ile MK’nın dışında ilişki kurma girişimim
sebebiyle RKP(B)’den ihraç edilmiştim. Bu, benim için çok ağır bir karardı, ama
ben gene de partinin verdiği haklı bir ceza uygulaması olarak kabul etmiştim
onu, çünkü bundan önce de kendi davranışımın sadece yanlış değil, aynı zamanda
suç olduğunu, gerekli cezayı hak ettiğimi kabul etmiştim. Benim için “partisiz”
olarak geçen bu zorlu aylar süresince tek tesellim, partinin belirli bir süre
sonra beni davranışımdan dolayı affedeceği ve tekrar bünyesine alacağı
umuduydu.
Bunu
şu nedenlerle umut ediyordum:
Birincisi,
partinin beni partiden ihraç etme fikri, tüm haklılığına ve gerekliliğine
rağmen, biraz aceleyle alınmış, o sırada millet meselesi sebebiyle yaşanan ve derinleşmiş
olan ikiye bölünmüşlüğün, daha doğrusu, “millici” ve “merkezci” olarak
adlandırılan kesimler arasındaki ilişkiler sebebiyle alınmış bir karardı. Bana öyle
geliyor ki tüm bu süre zarfında bu mesele keskinliğini yitirdi ve benim
sorunumu daha sakin ve soğukkanlı bir biçimde ele almak için gerekli zemin
oluştu.
İkincisi,
benim davranışımın 12. Parti Kongresi’nden önce, yani partinin gelişiminin
durduğu ve “Büyük Devlet Şovenizmi” ile “Büyük Rus Şovenizmi” denilen şeyin
güçlenmesi ve onlarla kararlı bir mücadeleye girildiği süreçten önce, devrimin
o anı için tehlikeli olan olumsuz etkenlerden önce yapılmış olmasının benim
suçumu belirli öcüde hafiflettiğini düşünüyorum, zira benim suçum, tam da bu”
Büyük Devlet Şovenizmi”nin güçlenip büyümesine karşı (belki belli ölçüde
hastalıklı) bir tepki vermemle ilgiliydi.
Üçüncüsü,
partiden ihraç edilmem karşısında aldığım tutumlarımın partiye yeniden alınmam
konusunda umutlanmamı mümkün kıldığını düşünüyorum. Bilindiği gibi, merkezî
organların benimle ilgili aldığı karara tartışmasız boyun eğmiştim. Dahası,
partiden ihracımı takip eden üç ay içerisinde Almanya’da yaşanacak olayların
arifesinde Parti genel sekreteri Yoldaş Stalin’le bir araya geldim ve ona gerek
duyulursa, devrimin savunulmasında aktif rol almaya hazır olduğumu kendisine
bildirdim. Bunu o vakit tümüyle hür irademle ve hiçbir baskı olmaksızın yaptım,
içtenlikle, ne yapmak gerekiyorsa yapmak istiyordum, partiden ihraç edildiğim
için kendimi devrime yabancı hissetmiyordum ve devrimle dünya gericilerinin arasında
cereyan edecek bir askeri çatışmada zerre şüphe içine düşmeden devrimin yanında
saf tutardım.
Eğer
partiye karşı düşmanca bir tutum içerisinde olsaydım, partiden ihraç edilmem
karşısında Myasnikov, Levi, Frassar, Trammel ve Heglund’un yaptığını yapar,
RKP(B) ve Komintern aleyhine ajitasyon faaliyeti yürütür, bunun için yabancı ülkelerle
ve Doğu’daki ülkelerle ilişkiye geçerdim. Ama bunu yapmadım, sürekli saldırıya
uğramama, sürekli takip edilmeme ve kimi yoldaşlarımın sanki bilerek ve isteyerek
beni bu yöne itmesine rağmen (MKK, bu dediğimle ilgilenirse, çok daha ayrıntılı
kanıtlar sunabilirim) bunu yapmadım, yapamayacağım için değil, istemediğim için
yapmadım.
Bunu
şu aşağıdaki nedenlere bağlı olarak yapmak istemedim:
a.
Partideki millet ve sömürge meselelerinin taktik ve pratik ele alınış tarzının
sonuçta eskisine nazaran daha net bir biçimde belirlenip sağlamlaştırıldığını,
eskisine göre daha kararlı bir şekil aldığını gördüm. Partinin (idari kısmının)
bu yöndeki düşüncelerinin gelişimini, ayrıca bu yöndeki pratik çalışmalarını
(Çin, Türkistan sorunu vb.) düzenli bir biçimde izleyerek, partinin neticede
kesin bir biçimde, sömürge meselesinin, kapitalist Avrupa’nın sömürge ekonomisi
sistemini yıkmanın ve tasfiye etmenin, sosyal devrimin önemli ve temel bir parçası
olduğu, ayrıca Komünist Enternasyonal üyesi partilerin de bu sorun konusunda aynı
duyguda olan seyirciler konumundan milliyetçi-özgürlükçü sömürge hareketlerinin
başlatıcısı ve önderleri konumuna geçmesi gerektiği (Beşinci Komintern Kongresi’nde
Yoldaş Manuilski’nin bildirisi) gibi doğru bazı karar almış olduğuna inandım. Sorunun
başka veçhelerinin de açıklığa kavuşturulması, benim açımdan belirli bir ilerlemeye
tekabül ediyordu. Sömürge devrimi, yani sömürgenin merkezi emperyalist
ülkelerin boyunduruğundan devrimci kurtuluşu Avrupa ülkelerindeki toplumsal
ayaklanmaya öncülük etmeli miydi, yoksa tersine, aşırı solcu yoldaşların öne
sürdükleri gibi, (bir devrim biçiminde değil, belirsiz bir “milli özerklik” biçiminde)
Avrupa’daki sınıfsal devrimin zaferinin ardından mı gelmeliydi?
Bu
açıdan her partinin idari kesiminin MK Politbüro üyesi Yoldaş Trotskiy
aracılığıyla dile getirilen görüşlerine de karşı çıkamam. O, İngiliz-Sovyet Konferansı’ndan
önce Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, toplumsal
devrimin doğrudan Batı’nın teknik açıdan gelişmiş ülkelerinin proletaryası
tarafından yapılmasının gerektiğini, aksi takdirde, dünyadaki toplumsal
devrimin inisiyatifinin bilinen koşullar altında Doğu’nun, yani sömürge ve
yarı-sömürge ülkelerin komünist ve emekçilerinin eline geçebileceğini
söylüyordu.
Millet
ve sömürge meselesinin tüm bu ortaya konuluş biçimlerinde ben, devrim esnasında
yaptığım çalışmalarda geliştirdiğim kendi görüş ve düşüncelerimin karşılıklarını
gördüm.
b.
Günümüzde kapitalist ekonomik sistemin toplumsal temellerine, merkezi emperyalist
ülkelerin sömürge ekonomisi sistemine ve yakın dönemde bu ekonomiyi temel alan
uluslararası düzlemde yaşanması muhtemel devrimci kalkışmalara dair derin
çözümleme pratiğim neticesinde şu sonuca ulaştım: Son tahlilde yeryüzünde
komünist düzenin tesis edilmesi hedefini güden sınıfsal devrim meselesi, asıl
amacı, sömürgenin ve yarı-sömürgenin ekonomik ve politik kurtuluşu olan sömürge
devriminden sonra da, bu devrimin neticelerinden bağımsız, tüm kaçınılmazlığıyla,
güncelliğini bir biçimde koruyacaktır. Yani eğer sömürge devrimi, sömürge ve
yarı-sömürgelerin onların gelişimini dizginleyen merkezi ülkelerin
emperyalizminin etkisinden kurtulmaları neticesinde dünya ekonomisinin akılcı
örgütlenmesi için temel sağlayacak olsa da (üretim araçları hammadde
kaynaklarına yaklaşacak, böylelikle sömürge halklarının “terli emekçi
ellerinden” yüz milyonlarca insan için yararlı ürünler çıkacak) her koşulda
komünist devrim sorunları, çok yüksek düzeydeki sorunlar olarak, insanlığın
gerçek yaşamsal ihtiyacı ve üretim araçlarının ve emeğin ortaklaşmasına yönelen
çağın hukuki bir ihtiyacı olarak da değişmeden kalacak ve tüm yoğunluğuyla
çözüm bekleyecektir. Başka bir ifadeyle, “değerlerin yeniden değerlendirilmesi”
denen şeyi sömürge ve yarı-sömürge emekçileri açısından, onları gördüğüm
şekliyle yapmaya çalıştım. Komünist hareketin en son aşamasının, yani
Leninizmin sadece merkezi emperyalist ülkelerdeki emekçi halk kitlelerinin
ihtiyaçları için varolan, sadece bu ihtiyaçlardan neşet etmiş bir devrim bilimi
olmadığını, tarihsel düzlemde çok daha büyük ölçüde, yüz milyonlarca köle sömürgenin
toplumsal kurtuluşu için başlıca devrimci silâha ve devrimci ocağa, onların son
devrimci ideali olan köktenci-devrimci bir okula dönüştüğünü tespit ettim. Bu açıdan,
komünizm ve Leninizm, benim için kapitalist anarşi ve emperyalist oligarşinin
egemenliğinden sadece onların pençesinde bulunan Avrupa emekçileri değil, geri
kalan tüm sömürge dünyasının da kurtarılmasının zorunluluğu anlamına geliyor.
Bu
düşünceler temelinde, geçtiğimiz yıl Parti genel sekreteri Yoldaş Stalin’le
yaptığımız görüşme esnasında ona partiye tekrar alınma ihtimalimin olup
olmadığını sordum Yoldaş Stalin, o zaman bana, bu sorunun ele alınabileceğini,
ama en az bir yıl beklemek gerektiğini söyledi.
Belirtilen
sürenin sonunda tekrar kendisine, sadece MK sekreteri değil, ayrıca beni
başkalarından çok daha iyi tanıyan merkezdeki görevlilerden biri olarak da başvurdum,
o da, partiye tekrar alınma isteğimi RKP(B) MMK’ya sunmamı tavsiye etti.
MKK’ya
bu açıklamam dâhilinde seslenirken, ondan benim partiden ihraç edilmemle ilgili
kararı, şu aşağıdaki koşulları da göz önüne alarak, yeniden gözden geçirmesini rica
ediyorum:
1.
Partiye tümüyle yeniden katılmayı, yani eski parti hizmetime alınmayı, devrimci
dünyanın geri kalan kısmından yalıtılmışlarına aldırmaksızın, o dönemde Çarlığa
karşı yürütülen yeraltı çalışmasında yer almış birkaç Tatar sosyalistinden biri
olarak, 1913 yılından beri devam eden devrimci hizmetlerimin MKK tarafından
hakkının verilmesini istiyorum. MKK’nın 1917 yılından sonraki hizmetimi
reddetmemesini rica ediyorum, çünkü 1917-1923 yılları, benim için kendimi içtenlikle
devrime adadığım yıllar ve hayatımın en iyi ve en verimli yılları oldu.
2.
Benimle ilgili sorunun MKK’da ele alınmasından önce, başka koşulların yanı
sıra, oldukça önemli olan bir hususa, Türk-Tatar halkının diğer ekonomik ve
politik bölgelerinde devrimin gelişme koşullarının kendine özgülüğüne dikkat edilmesini
rica ediyorum.
Devrim
süresince geri kalmış milliyetler arasında şahsen yürüttüğüm çalışmalardan
edindiğim tecrübe ışığında ulaştığım sonuç şudur: ülkenin Doğu sınırları
boyunca uzanan topraklarda devrim, düz bir çizgiyi takip ederek gelişmeyecek,
hatta zigzaglar dahi çizerek ilerlemeyecek, bu devrim, kopuk kopuk ilerleme
kaydedecektir.
Bunun
açıklaması, bu bölgelerin Çarlık tarafından çok ağır bir biçimde ezilmiş
olmasıdır. Rus çarları ve onların satrapları (bölge valileri) tarafından alınan
tedbirler ve uygulanan zulümler, ancak Ekim Devrimi’nden sonra, Türk-Tatarların
ve Rusya’nın diğer ezilen halklarının tarihini gerçekten nesnel olarak inceleme
imkânı ortaya çıkınca tüm gaddarlığı, tüm “üstün zekâlılığı”yla ortaya çıktı. Rus
tarihçilerinin, insanı hayrete düşüren bir pratik dâhilinde, Rusların bu halklar
üzerinde tesis ettiği egemenliğin uyguladığı insanlıkdışı ve tarihte eşi benzeri
görülmemiş acımasızlıkları gizlediği görüldü. Kazan Hanlığı’nın tarihinin
nesnel incelemesi, Rus pomeşçikleri (ağaları) ve Rus burjuvazisi tarafından
Doğu bölgelerinin sömürgeleştirilmesi tarihi, ayrıca Volga çevresi ve Ural
halklarının devrimci hareketleri, Türk-Tatarların ve Rusya’nın diğer Doğu halklarının
fethedilmesi, bastırılması ve sömürgeleştirilmesi tarihinin tümüyle “kan ve
gözyaşı” tarihi olduğunu ortaya koyuyor. Doğuda ilerleyebilmek için Rus feodal
ağaları ve ticaret burjuvazisinin, gelişmiş şehir ve köyleri yerle bir etmesi
ve yüz binler ve milyonlarca yerli köylü, işçi ve aydını ortadan kaldırması
gerekiyordu. Onlarca yerleşim yeri ve yüz binlerce insan katledildi. Bu acımasızlıklar,
birbiri ardına ayaklanmalara yol açtı (Kazan Hanlığı’nın kuşatılmasından sonra
geçen 15-20 yıl içerisinde Çuvaş, Mar, Votyak ve Tatarların silâhlı
ayaklanmaları, Başkurt ve Tatarların Pugaçev hareketine destek vermesi; Başkurdistan,
Türkistan, Kırım ve Kafkasya’daki ayaklanmaları), bunlar da ardından, oranın
sağlıklı ve özgür yetişkin halklarından onlarca, yüzlerce bin insanın ölmesine
sebep oldu, bu da onların daha sonra yaşanan gelişmelerde çok derin izler
bıraktı. Bu acımasız “kan ve gözyaşı” politikasının yüzyıl boyunca doğurduğu
sonuçlar, tüm yıkıcılığıyla, bu halklarda görülmektedir. Yirminci yüzyılın
başında hepsi millet olarak varolma imkânını yitirmiştir. Bu, tam anlamıyla kölelik
ve paryalıktır.
1905
yılında bu milletler bir miktar canlandılar. Ama o da çok sınırlı bir
canlanmaydı. Aynı yıl, Türk-Tatarları için yol açtığı olumlu sonuçlardan biri
de yerli ticaret burjuvazisinin ve zayıf olan yerli küçük burjuva aydın katmanının
sahneye politik bir güç olarak, “milli diriliş” şiarıyla çıkmasıydı. Sözcüğün
Batı Avrupa’da kullanılan anlamıyla, yani millet düzeyinde örgütlenmiş, sınıfsal
politik bir güç ve nitelikli işgücü anlamında proletarya henüz mevcut değildi. Yeraltı
madenlerinde, demiryollarında ve az sayıda fabrika ve atölyede çalışan Tatar
işçileri, niteliksiz işçi olarak her yerde azınlık hâldeydi, bu hâlleriyle Rus
proletaryası içerisinde yer alıyorlardı.
Tüm
bunlar, laf esirgenmeden, çekinmeden dile getirilmeliydi, Türk-Tatar halk
kitleleri içerisinde açığa çıkan devrimci ve komünist hareketin gelişimi
dâhilinde bu tespitler bir bir dillendirildi. Eğer komünist partinin Rus
kesimi, fabrika ve atölyelerde inşa edilen yeraltı faaliyeti içerisinde
doğduysa, Türk-Tatar komünistleri de ancak devrim esnasında can bulabildiler. Ekseriyeti
küçük emekçi aydınların içinden şans eseri çıkanlar oluşturuyordu ve bu
insanlar, komünist partiye sınıf mücadelesi ve sınıfsal devrim sloganları değil,
daha çok milletin özgürlüğü sloganları üzerinden bağlanmışlardı. İçlerinde partiye
gerçekten sınıfsal devrim hevesiyle gelmiş olanlar varsa da bunların sayısı
öylesine azdı ki bu insanlar, yerel halka mensup komünistlerin örgütlenmesi
içerisinde gerçek bir güç hâline gelemediler. Buna bir de Türk-Tatar
komünistleri içerisinde kariyerist ve “dalkavuk” unsurların Rus yoldaşlara
kıyasla daha fazla görülmesi meselesini de eklemek gerekmektedir.
Bu
koşullarda az sayıdaki Tatar komünistinin, Ekim Devrimi sırasında ve sonrasında
milliyetçi zehrin ve silâhlı yerli şovenizmin bitinin kanlanmasına karşı inisiyatif
almayı bilmiş, cesaret ortaya koymuş olmasının ne kadar zor ve trajik olduğunu
sanırım Tatar komünistlerinin Kazan örgütlenmesinin tarihinde karşımıza çıkan
şu tipik örnek daha iyi ortaya koyacaktır: 1918 yılı baharında “Zabulaç
Cumhuriyeti”ni silahlandırdık. Bunun sonrasında merhum Yoldaş Şeynkman’ın
çağrısıyla Tatar burjuvazisinden (zorla) bağış toplanmıştı, ardından, Tatar
komünistlerinin oldukça etkin olan kesiminin düzenlediği resmi toplantı esnasında
elli bin ruble tutarındaki altını “kara günde” aralarında paylaşmayı teklif
etmişi. Daha sonra, bir yandan Tatar ve Rus yoldaşlar, diğer yandan Tatar
komünistlerin kendileri arasında şiddetli tartışmalar cereyan etti. Ben 1918
yazında Moskova’daki yönetim faaliyetlerinden uzaklaşıp Kazan’a döndüğüm vakit
(tüm bunlar ben yokken olmuştu) yereldeki parti teşkilâtının neredeyse tümden çöktüğünü
gördüm. Kazan’daki garnizon birliğinde Haziran ayında yaşanan ayaklanmanın[1] kuşkusuz
tümüyle değil, büyük ölçüde parti teşkilâtının bu ahlaksızlaşması temelinde
ortaya çıktığına inandım.
1919
yılı başında Ufalı iki işçiyle yaşanan olay da bu türden bir örnek olarak ele
alınabilir: Bu işçilerden biri Devrimci Komite (Revkom), diğeri ise
Tatar-Başkurt komünistlerinin il başkanlığı üyesiydi. Bu yoldaşların tek
meşguliyeti, yağmacılıktı. Müslüman halkı, karşıdevrimle mücadele etmek için
kurulmuş örgütleri kullanıp korkutuyorlar, insanlardan sistemli ve örgütlü bir
çaba dâhilinde para sızdırıyorlardı. O esnada Kolçaklar, Ufa’nın yirmi otuz
kilometre ötesindeydiler (bununla ilgili ayrıntılı bilgi, o sırada 5. Ordu özel
dairesinde çalışan, şimdilerde sanırım Askeri İstihbarat görevlisi olan Yoldaş Pavlunovski’den
alınabilir) ve oranın halkını devrim safına çekebilmek için çok büyük çabalar
harcamak gerekiyordu.
Sanırım,
bu bakış açısına göre, şu anda Tatar komünistlerinin başını çeken grubun yüzde 70-80’inin
molla ve tüccar çocukları olması, genellikle de devrime kadar ve devrim öncesindeki
yıllarda Tatarların toplumsal yaşamında çok gerici bir rol oynamış olan
mollaların çocukları olmasına dikkat çekmek yanlış olmayacaktır.
Tarihin
oldukça sorumluluk içeren ve zor bir görevi, emekçi Doğu halklarını etkin bir
biçimde hareket eden güçler olarak toplumsal devrimin yörüngesine çekmek gibi
zor bir görevi yüklediği Tatar komünistlerinin durumunun bu koşullarda, nasıl
olması gerektiği, umarım, açıklamaya ihtiyaç duymadan, idrak edilecektir.
Bu
durum, bizlerin Türk-Tatar halklarının bağrından çıkan komünistlerin yeraltının
devrimci zorluklarını çekmemiş olmamızın yanında, başlangıç düzeyinde de olsa
doğru eğitim ve öğrenimin temellerine sahip olmamamız sebebiyle daha da
derinleşti. Çocukken Arap ortaçağının “bilgileri”, sonra da İlminski, Pobyedonotsev
gibi Rus misyonerlerinin “bilgileri” sokuldu. Devrimci gelişmenin okullarına
sahip olamadık. Sosyal Demokrat (Bolşevik) ve kısmen anarşist ve sosyalist
devrimci saydığımız Rus proletaryasının devrimci okulları, o yoğun gizlilik
koşullarında ürettikleri çalışmaları bize ulaştıramadılar. Biz, tesadüfen
edindiğimiz broşürlerden, meclis hatiplerinin konuşmalarından ve bildirilerden
bir şeyler öğrenip belirli yargılara ulaşabildik. Onların gazeteleri taşraya,
bize, dahası, köylere hiç gelmedi, çünkü Çarlık iktidarı, sürekli takipteydi. Örneğin,
şahsen ben, bir ara altı ay boyunca muhasebe yardımcısı olarak matbaada
çalışmama rağmen, Bakû’de bile Bolşeviklere kendimi duyuramadım. Dahası,
partimiz RSDİP(B) bizim aklımıza ve fikrimize göre en devrimci partiydi. Kendimizi
bu partiye yakın hissediyorduk. Hâsılı, kendi ham ve işlenmemiş devrimci enerjimizden,
dikkatli bir yaklaşım ve doğru bir devrimci eğitimle çok daha iyi bir devrimci
çekirdek, Doğu’da devrimin gelişmesi için iyi bir maya temin edebilirdik. Ama devrim
esnasında bunu düşünecek vakti bulamadık. Korku ve kaygıyla hareket ettiğimiz
için o mayaya ve çekirdeğe kavuşamadık.
Bu
birinci temel husus.
İkincisi
ise şu: Devrim esnasında yürüttüğümüz çalışmalar (Türk-Tatar milletinin ve
küçük milletlerin, “kendi kaderini tayin hakkı” şiarı aracılığıyla toplumsal
devrime örgütlenmesi yönünde yürütülen çalışmalar) çok boyutlu ve çeşitliydi. Ayrıca
bu çalışmalar yoğun bir güç ve enerji harcamayı gerekli kılıyordu. Hiç şüphe
yok ki tüm bunlar doğalında yürütülmesi gereken işlerdi, başka türlüsü zaten
mümkün değildi.
İnsanlığın
bildiği devrimler içerisinde Rus Ekim Devrimi, toplumun yeniden yapılanması
sorunu yanı sıra, proletarya diktatörlüğü koşullarında millet meselesinin çözüme
kavuşturulması sorununu da ele aldı ve bu çalışmanın en güç kısmının, deyim
yerindeyse, kara kısmının, çevremizdeki yerli komünistlerin sırtına bindiğini söylemek
gerekiyor. Bu yöndeki çalışmanın da kolaylıkla, hiç mücadele etmeksizin,
huzursuzluğa yol açmadan, hata ve kusurlarla yüzleşmeden yürümesini talep etmek
akıllıca olmayacaktır. Dahası, toplumsal devrim meselesi konusunda ortada zengin
bir deneyim var. Bu konuyla ilgili literatür de gayet zengin. Ayrıca işçi
sınıfı bilinçli bir örgütlenme süreci içerisinde. Buna rağmen, devrim konusunda
bu tür taleplerde bulunulamaz.
Millet
meselesi, bu türden koşullara sahip değildi. Teorik açıdan millet meselesi
yeterince incelenmedi, özellikle devrimin ilk yıllarında üzerine pek kafa
yorulmadı, sadece deneyim üzerinden çözüme kavuşturulmaya çalışıldı. Devrim esnasında
millet meselesi, üç kez parti kongresinde, iki kez de Komintern kongresinde
gündeme getirildi. Bu, söylediğim sözün kanıtı.
Bu
sebeple, parti kitlesi de millet meselesi ile ilgili çalışmaların yöntemleri
açık bir dille ifade etmedi. Yoldaşların büyük bir kısmı, millet meselesinin
önemini kesinlikle idrak edebilmiş değil. Ona olumsuz bir şekilde, gayri ciddi
ve alaycı bir tutumla yaklaşıyorlar. Sadece Rus değil, yerli komünistler de
meseleyi nihilist bir açıdan ele alıyorlar.
Bu
bağlamda, özerk cumhuriyetlerin ve bölgelerin oluşum tarihi, küçük istisnalar haricinde,
bir yandan hem yerelliklerdeki emekçi halk kitlelerinden beslenen hem (yoldaş
Lenin ve Stalin gibi) merkezdeki kimi önemli isimlerin desteğine ve o desteğin
sağladığı güvene yaslanan hem de kadroların milli politika şiarlarını gerçeğe
taşıması fikrine destek sunan küçük grupların, bunun yanında, yereldeki Rus
yoldaşların ve onlara eşlik eden, nihilizm eğilimli, millet meselesine olumsuz
yaklaşan, onu devrim değil, daha çok bir karşı-devrim meselesi addeden
yereldeki yoldaşların mücadele tarihi olagelmiştir. Sanırım, Merkezî Komite
arşivlerinde, millet denilen oluşumların ortaya çıkma ve varolma tarihinin
muhtelif momentlerini niteleyen, milli özerk birimlerin ortaya çıkmasının da
var olmasının da Rus ve kısmen yerli yoldaşların şiddetli tepkilerine yol
açtığı döneme dair yeterince belge bulunmaktadır.
Parti
MKK’sından bir kez daha, benimle ilgili sorunu gözden geçirirken bu koşulları
gözardı etmemesini rica ediyorum, zira bu koşullar, çalışmaların olağan ve
hatasız bir seyir içerisinde yürütmenin çok güç olduğu koşullardır.
MKK’ya
verdiğim dilekçeyi özetlersem eğer:
1.
Partiden ihraç edilmem, benim hatalı davranışımın neticesiydi. Bu davranış
karşısında partinin kestiği cezayı haklı buldum.
2.
Buna karşın, partiye yeniden alınma umudumu korudum, korumaya devam ediyorum,
çünkü benimle ilgili davanın ayrıntılı incelemesi sırasında görülebilecek bir
dizi nesnel ve öznel koşula bağlı olarak, partinin beni davranışımdan ötürü
affedebileceğini düşündüm, hâlen daha düşünüyorum.
3.
Bu beklentim temelinde MKK’nın 1913 yılından beri devam etmekte olan devrimci
faaliyetlerimi de hesaba katarak, benimle ilgili sorunu tekrar ele almasını ve
beni 1917 yılındaki eski konumuma yeniden atamasını rica eden dilekçeyi vermeme
izin vermesini istiyorum.
4.
Partiye tekrar alınmam durumunda, partinin disiplinli bir üyesi olacağıma, parti
nereye gönderirse oraya gideceğime söz veriyorum.
Mirsaid Sultan Galiyev
8
Eylül 1924
Moskova
Kaynak
Dipnot:
[1] 1918 yılının Haziran ayının başlarında Kazan’daki garnizon kuvvetleri,
Kazan’ın sivil ve askeri iktidarının kendilerine verilmesi talebinde bulunmuştu.
Aksi takdirde tüm garnizonun 17-18 Temmuz’da silâhlı çıkaracağını söylemişti.
Sultan Galiyev’in de içinde bulunduğu Kazan’ın bazı yöneticilerinin iradesi ve
Karl Marx Uluslararası Taburu Birinci Müslüman Sosyalist Alayı ve Tatar-Başkurt
Taburu’nun sarsılmaz devrimci konumunu koruması sayesinde silâhlı isyan engellenmişti.
19 Temmuz’da Kazan Sovyeti, Garnizon Komitesi’ni dağıtma ve onun görevlerini
Kızıl Ordu’ya devretme karar aldı. 27-29 Haziran’da Kazan Sovyeti Kızıl Ordusu’nun
yeni seçimleri yapıldı. Bu seçimin neticesinde garnizon yönetimine Sovyet
iktidarının görüşünü paylaşan askerler getirildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder