Pages

31 Temmuz 2022

Devrimci Tıp Üzerine

“Tek bir insanın hayatı, dünyanın en zengininin sahip olduğu tüm altınlardan daha değerlidir.” [Che Guevara]


Küba halkının her gün özgürlüklerini, tüm devrimci kanunların sağladığı ilerlemeyi ve tam bağımsızlık yolunda elde ettiği mevzileri kutladıkları bu sade etkinliğin beni özel olarak ilgilendirdiğini söylemeliyim.

Aşağı yukarı herkes, benim yıllar önce kariyerime doktor olarak başladığımı bilir. Doktor olarak yola koyulduğumda, tıp okumaya başladığımda ilkelerimle dolu çıkın, bugün bir devrimci olarak sahip olduğum fikirlerin büyük bir kısmını henüz o dönemde içermiyordu.

Herkes gibi ben de başarılı olmak istiyordum. Ben de tıp araştırmaları yapan ünlü bir bilim insanı olmanın hayalini kuruyordum. İnsanlığa yardım etmek için kullanılabilecek, bende sadece kişisel bir zafere denk düşecek bir şeyleri keşfetmek için yorulmak nedir bilmeden çalışmayı hayal ediyordum. Bugün burada olan sizler gibi ben de içinde bulunduğum ortamın büyüttüğü bir çocuktum.

Mezun olduktan sonra, özel kimi koşullara, belki de karakterime dair bazı özelliklere bağlı olarak, tüm Latin Amerika kıtasını boydan boya gezmeye başladım, neredeyse tüm halklarla tanış oldum. Sadece Haiti’ye ve Santo Domingo’ya gidemedim. Onun dışında tüm Latin Amerika ülkelerini ziyaret ettim. Önce öğrenci, ardından doktor olarak çıktığım seyahatlerde karşılaştığım koşullar sebebiyle yoksullukla, açlıkla ve hastalıkla, parasızlık yüzünden tedavi olamayan çocuklarla, sürekli açlık çektiği ve cezalandırıldığı için oğlunun kaybını Amerika denilen vatanımızdaki ezilen sınıfların sıklıkla yüzleştikleri bir kazayı önemsiz görüp kabullenen baba karşısında duyulan şaşkınlıkla yakından temas kurma imkânı buldum. O an ünlü olmak veya tıp bilimine önemli katkılar sunmak kadar önemli olan başka şeylerin olduğunu fark ettim. Artık o insanlara yardım etmek istiyordum.

Sizin gibi ben de bulunduğum ortamın bir çocuğuydum, bu, üstelik devam etmekte olan bir süreçti. O insanlara kendi kişisel çabalarımla yardım etmek istiyordum. Zaten epey yeri gezmiştim. O dönemde başında [Jacobo] Arbenz’in bulunduğu Guatemala’daydım. Devrimci bir doktorun faaliyetlerine yön verecek hususları kendimce not etmeye, devrimci bir doktor olmak için gerekli olan unsurları keşfetmeye başlamıştım.

Ama sonra saldırı süreci başladı. Bu sürecin fitilini, pratikte Birleşik Meyve Şirketi, ABD Dışişleri Bakanlığı ve CIA şefi ateşledi ki bu üçü aslında aynı şeylerdi, onlara bir de kukladan başka bir şey olmayan [Guatemala devlet başkanı Carlos] Castillo Armas eşlik ediyordu. Bu saldırı başarılı oldu, çünkü halk, bugün Küba halkının ekseriyetinin ulaştığı düzeye henüz ulaşamamıştı. Her zamanki gibi güzel olan bir günde sürgün yoluna revan oldum, artık Guatemala, benim ülkem olmadığı için oradan ayrılıyordum.

Sonra çok önemli bir şeyi fark ettim: Devrimci bir doktor veya en azından devrimci olabilmek için önce bir devrim lazımdı. İdeallerinin saflığını korusa da münferit bireysel çabalar, hiçbir işe yaramıyorlardı, kişi, Amerika’nın bir köşesinde ilerlemeye mani olan kötü hükümetlere ve toplumsal koşullara karşı tek başına ve yapayalnız kavga verdiği sürece, bir insanın tüm hayatını ideallerin en asil olanı için feda etme arzusu, hiçbir amaca hizmet etmiyordu. Devrimin yapılabilmesi için bugün Küba’da olan şeye, kollarını kullanarak, o kolların ve birliğin değerini anlamak için militanların birliğini uygulamaya koyarak öğrenen tüm halkın seferberliğine ihtiyaç vardı.

Buradan da bugün yüzleştiğimiz sorunun kabuğunu atıp özüne ulaşmış oluyoruz. Bugün nihayet herkes, her şeyin ötesinde devrimci bir doktor olma, yani kendi mesleğine ait teknik bilgileri devrimin ve halkının hizmetinde kullanan bir insan olma hakkına ve görevine sahiptir. Fakat şimdi o eski sorunlar, yeniden su yüzüne çıkıyorlar: toplumu refaha kavuşturma işi, fiiliyatta nasıl yürütülecek? Toplumun ihtiyaçlarıyla bireysel çabalar nasıl birleştirilecek?

Hepimiz, bir kez daha hayatlarımızı, doktor olarak düşündüklerimizi ve yaptıklarımızı ya da devrimden önce halk sağlığı alanında üstlendiğimiz görevde dâhilinde düşündüklerimizi ve yaptıklarımızı gözden geçirmek zorundayız. Bu gözden geçirme işini eleştirel bir çaba dâhilinde yapmalı, en nihayetinde geçmiş dönemde düşündüğümüz ve yaptığımız neredeyse her şeyin rafa kaldırılması gerektiğini görüp, yeni tipte bir insan yaratılmasının zaruri olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Eğer her birimiz, bu yeni insan tipinin kusursuzlaşması konusunda elinden gelen azami çabayı ortaya koyarsak, o insan tipini halkın yaratması ve onun yeni Küba’ya örnek teşkil etmesini sağlaması daha kolay olacaktır.

Burada bulunan Havanalılara bu fikri aktarmaktan memnuniyet duyuyorum. Küba’da yeni tipte insan yaratma işi, bugün başkentte tam anlamıyla takdir görüyor olmasa da o insan tipinin bu ülkenin her köşesinde karşımıza çıktığını söylemek gerekiyor. 26 Temmuz günü Sierra Maestra’ya çıkan sizler, daha önce bilmediğiniz iki şeye tanık oldunuz. İlki, ellerinde çapa ve kazma bulunan insanlardan oluşan, Doğu bölgesindeki vatanseverlerin kutladığı bayramlarda o çapaları ve kazmaları havaya kaldırıp yürüyen, onlara silâhlı yoldaşlarının ellerindeki tüfeklerle eşlik ettiği orduydu. Fakat bundan daha önemli bir şeyi de görmüştünüz. O gözleriniz, aslında on üç on dört yaşında olan ama fiziksel yapıları gereği sekiz dokuz yaşındaymış gibi görünen çocuklara tanıklık etmişti. Bunlar, Sierra Maestra’nın, dağların en hakiki evlatları, açlığın ve sefaletin en hakiki çocuklarıydı. Bu çocuklar, yetersiz beslenmeyle malul hayatın mahsulleriydi.

Bu Küba denilen ufacık ülkede, dört beş televizyon kanalı, yüz kadar radyo istasyonu var, modern bilimin ilerleme sürecinin mevcut aşamasında bu çocuklar ilk kez akşam okula gelip ampullerin yandığını görünce, “yıldızlar ne kadar da yakın” diye bağırmışlardı. Bazılarını sizin de gördüğünüz bu çocuklar, okuma derslerinden ticarete kadar birçok farklı yeteneğin kazandırıldığı kolektif okullarda eğitim görüyorlar, üstelik bir de devrimci olmak denilen o zor bilime vakıf oluyorlar.

Onlar, Küba’da doğan yeni insanlar. Onlar, Sierra Maestra’nın farklı bölgelerinde, birbirinden kopuk alanlarda dünyaya açıyorlar gözlerini. Ayrıca kooperatiflerde ve iş merkezlerinde doğuyorlar. Tüm bu bahsini ettiğim hususlar, bugün burada hekimin veya her türden tıp emekçisinin devrimci hareketle bütünleştirilmesi meselesiyle yakından ilgili konular. Gençlerin eğitilmesi ve beslenmesi görevi, ordunun eğitilmesi görevi, bir vakitler büyük toprak sahiplerine ait olan toprakların zerre fayda elde etmeden o arazileri her gün işleyenlere dağıtılması görevi, tüm bu görevler, Küba’da toplumsal tıbbın elde ettiği başarılardır.

Hastalıkla mücadelenin temel alması gereken ilke, sağlam bir beden yaratmak olmalıdır. Fakat sağlam bir beden, zayıf bir organizma üzerinde doktorun icra ettiği sanatsal çalışma ile değil, tüm toplumsal kolektifin çalışmalarıyla yaratılmalıdır.

Bu sebeple, bir gün gelecek ve tıp, kendisini hastalığa mani olmaya ve halkı tıbbi görevleri icra etmeye yönlendirmeye yarayacak bir bilime dönüştürmek zorunda kalacak. Tıp, yeni toplumda insanların sahip oldukları beceriler dışında kalan ameliyat yapmak gibi işleri üstlenmek, aciliyet arz eden durumlara müdahale etmek durumunda kalacak.

Bugün Sağlık Bakanlığı’na ve benzeri teşkilâtlara düşen görev, azami sayıda insana ücretsiz sağlık hizmeti sunmak ve halkı hijyenle ilgili uygulamaları yerine getirmesi konusunda yönlendirmektir.

Fakat tüm devrimci görevlerde olduğu gibi teşkilâtın üstlendiği bu görevde de asıl ihtiyaç duyulan şey, bireyin ta kendisidir. Kimilerinin iddiasının aksine devrim, kolektif iradeyi ve kolektif inisiyatifi belirli bir ölçüte bağlamaz. Bilâkis, devrim, insanın bireysel yeteneğini özgürleştirir. Devrim, bu işi o yeteneğe yön vererek yapar. Bugün bizim görevimiz, tüm tıp uzmanlarının sahip olduğu yaratıcı becerileri toplumsal tıp alanına yönlendirip, bu becerilerin ilgili alanda kullanılmalarını sağlamaktır.

Biz, sadece burada, Küba’da değil, tüm dünya genelinde bir dönemin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Kim ne umut ederse etsin, isterse çıkıp aksini iddia etsin, kapitalizmin bildiğimiz biçimi, içinde yaşadığımız, yetiştiğimiz ve çilesini çektiğimiz hâli, tüm dünya genelinde yenilgiyle yüzleşiyor. Tekeller yıkılıyor. Kolektif bilim, her gün yeni ve önemli zaferlerin altına imza atıyor. Tüm Amerika kıtasında uzun zaman önce boyunduruk altına alınmış Afrika ve Asya’da uzun zaman önce başlamış olan kurtuluş hareketinin öncüsü olma gururunu yaşamak, bu görevin sadık bir neferi olmak, bize düştü. Böylesine büyük bir toplumsal değişim, insanların akıllarında aynı ölçüde büyük değişiklerin yaşanmasını talep ediyor.

Küba’da, belirli bir toplumsal sahada tek başına yürütülen bireysel eylem biçimini almış bireycilik, yok edilmelidir. Gelecekte bireycilik, bir kolektivitenin mutlak faydası için bireyden verimli bir biçimde yararlanmayı ifade ediyor olmalıdır. Bugün bu fikri idrak etmeniz, burada söylediğim şeyleri tümüyle kavramanız ve bugüne, geçmişe ve gelecekte olması gerekenlere dair az da olsa düşünmeye hazır olmanız yetmez. Düşünme tarzını değiştirmek için iç dünyamızın kapsamlı bir değişim içine girmesi, dış dünyamızdaki, bilhassa toplum karşısında üstlendiğimiz görev ve yükümlülüklerin icrası konusunda büyük değişikliklere tanık olunması gerekir.

Küba’da her gün bu türden dışsal değişiklikler yaşanıyor. Devrimi tanımanın ve halkın bağrında saklı olan, uzun süredir açığa çıkmayı bekleyen enerjilerin bilincine varmanın tek yolu, tüm Küba’yı gezmek ve bugün kurduğumuz kooperatifleri ve iş merkezlerini kendi gözlerimizle görmektir. Tıp meselesinin özünü idrak etmenin tek yolu ise, halkı ziyaret etmek, o kooperatifleri ve iş merkezlerini kuran insanlarla tanış olmakla kalmayıp, onlardaki hastalıkları belirlemek, çektikleri çileleri öğrenmek, yıllardır maruz kaldıkları derin yoksulluğu tanımak, yüzlerce yılın mirası olan baskıyı ve topyekûn teslimiyeti bilmektir. Doktor ve tıp emekçisi, kitlenin içindeki insana, kolektifin içindeki insana gitmeli, yeni işinin kabuğunu aşıp, özüne vakıf olmalıdır.

Dünyada ne olursa olsun doktor, hastasına hep çok yakındır ve onun ruhunun en derin noktalarını bilir. Çünkü doktor, o acıyla mücadele eden, onu dindirendir. Doktor, toplum içerisinde paha biçilmez bir sorumlulukla hareket eder.

Birkaç ay önce burada Havana’da yeni mezun olmuş bir grup doktor, taşraya gitmek istemediklerini, gitmeyi kabul etmeleri durumunda ücret talep ettiklerini söyledi. Geçmişe ait bakış açısı üzerinden baktığımızda, böylesi bir talep, dünyadaki en mantıklı taleptir. En azından bana öyle geliyor, bu talebi gayet iyi anlayabiliyorum. Bu yaşanan durum, birkaç yıl önce olduğum hâli ve düşündüklerimi hatırlattı bana. Benim hikâyem, isyan eden, insanların kendisine ihtiyaç duymasını sağlamak, daha iyi bir geleceği ve daha iyi koşulları güvence altına almak isteyen yalnız savaşçının hikâyesiydi.

Peki aileleri tarafından okul masrafları yıllarca karşılanabilen bu çocuklar yerine, okullarını bitirip mesleklerini icra etmeye başlayanlar, daha az talihli çocuklar olsaydı, ne olacaktı? Diyelim, elimizdeki sihirli değnekle dokunup, üniversite koridorlarında iki ilâ üç yüz köylünün boy göstermesini sağlasaydık, ne olacaktı?

Ne mi olacaktı? O köylüler, hemen, büyük bir coşkuyla kardeşlerinin yardımına koşacaklardı. Onlar, kendilerine o derslerin boşuna okutulmadığını göstermek için en zor ve sorumluluk talep eden işleri üstlenmek isteyeceklerdi. Ne mi olacaktı? Yeni öğrenciler, o işçilerin ve köylülerin evlatları, altı yedi yıl her türden alanda diploma aldıklarında ne olduysa o olacaktı.

Gene de geleceğe kaderci bir açıdan bakmamalı, tüm insanları işçilerin ve köylülerin çocukları ve karşı-devrimcilerin çocukları diye ayrıştırmamalıyız. Zira bu, çok basit bir ayrımdır, doğru değildir, onurlu bir insanı devrimden, devrimin içinde yaşamaktan daha iyi hiçbir şey yetiştiremez. Granma gemisiyle ülkeye gelen, dağlara yerleşen, kendisiyle birlikte yaşayan köylüye ve işçiye saygı duymayı öğrenen ilk gruptaki hiçbir insan, işçi veya köylü değildi. Doğal olarak o grup içinde çalışmak zorunda kalmış, çocukken kimi sıkıntılar çekmiş kişiler vardı. Ama açlık, gerçek açlık denilen o şey, hiçbirimizin tecrübe ettiği bir şey değildi. Dağlarda yaşadığımız o iki uzun yıl boyunca o açlığı öğrendik. Sonra her şey daha da berraklaştı.

Zengin bir köylünün veya toprak sahibinin malına dokunanı bile ağır bir biçimde cezalandıran biz, bir gün dağa on bin baş sığır getirdik, sonra da köylülere “yiyin!” dedik. Yıllar sonra o köylüler, hayatlarında ilk kez sığır eti yediler.

Biz, o on bin baş sığırla ilgili, kutsal saydığımız mülkiyet hakkına yönelik saygımızı silâhlı mücadele sürecinde yitirdik ve tek bir insanın yeryüzündeki en zengin insanın tüm malından milyon kez daha değerli olduğunu kusursuz bir biçimde idrak ettik. Üstelik bu bilince varanlar, ne işçi ne de köylü sınıfından insanlardı. Şimdi biz, imtiyazlı olan insanlar, ülkenin dört bir köşesine gidip, Küba halkına “bu gerçeği siz idrak edemezsiniz” mi diyeceğiz? Evet, bu gerçeği onlarda idrak edebilirler, öğrenebilirler. Ayrıca bugün Kübalı’dan, komşuya hizmet etmenin verdiği gururun en iyi ücretten daha önemli olduğunu idrak etmesini devrim istiyor. Bir kişinin biriktireceği tüm altınların halkın minnettarlığından daha kalıcı olamayacağını devrim söylüyor. Kendi faaliyetleri dâhilinde her bir doktor, halkın minnettarlığı denilen o kıymetli hazineye sahip olabilir, olmalıdır da.

Demek ki tüm eski anlayışlarımızı silip atmalı, halka daha da yakın olmalı, giderek daha fazla bilinçlenmeliyiz. Halka eskiden olduğu gibi yaklaşamayız. Siz, şimdi “hayır, ben halkı severim. İşçilerle köylülerle sohbet etmek hoşuma gider, pazarları çıkıp oraya buraya giderim” gibi şeyler söyleyeceksiniz. Bu işleri herkes yaptı, yapıyor. Yardım faaliyetlerinde de bulunduk, fakat bugün asıl dayanışma pratiklerine ihtiyacımız var. Halka gidip, “işte geldik. Size varlığımızla yardımda bulunmak, size bilim öğretmek, hatalarınızı göstermek, kültürünüzdeki eksikleri, temel konularla ilgili cehaletinizi ortaya çıkartmak için geldik” diyemeyiz. Aksine halka sorgulayıcı bir zihinle ve gerçek bilgi kaynağının halk olduğunu öğrenmek için gerekli olan mütevazı bir ruh hâliyle gitmeliyiz.

Sonra birçok kez, o alıştığımız anlayışların hiç de bizim parçamız olmadıklarını, düşünce yapımızın doğal bir bileşeni olmadıklarını fark edeceğiz. O anlayışları değiştirmek zorunda kalacağız. Üstelik sadece genele dair toplumsal veya felsefî anlayışları değil, tıpla ilgili anlayışlarımızı da değiştirmek zorunda kalacağız.

Hastalıkların her zaman büyük şehir hastanelerinde tedavi edilmesine gerek olmadığını göreceğiz. Doktorun aynı zamanda bir çiftçi olup, yeni ürünler ekmesini öğrenmesi, onların tüketilmesine dönük arzuyu tetiklemesi, ayrıca tarım potansiyeli açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Küba’daki hâlihazırda sınırlı ve zayıf olan beslenme süreçlerinin mevcut yapısını çeşitlendirmesi gerekiyor. O vakit bu koşullarda, bazen az bazen çok, öğretici bir konumda olacağız. Bazen doktorun siyasetçi olması gerekecek. Her durumda yapacağımız ilk iş, gidip halka bizdeki bilgiyi sunmak olmayacak. Bunun yerine biz, halkla birlikte öğreneceğimizi, yeni Küba’nın inşası denilen, herkesin omuzlayacağı o güzel ve muhteşem deneyimi hep birlikte ortaya koyacağımızı o halka göstermek zorundayız.

Şu ana dek hâlihazırda birçok adım atıldı. 1 Ocak 1959’dan bugüne gelene dek eski araçlarla ölçülemeyecek bir mesafenin katedildiğini görmeliyiz. Halkın büyük çoğunluğu, uzun zaman önce bu ülkede sadece bir diktatörü değil, aynı zamanda bir sistemi yıktığını anladı. Şimdi halk, kendisini mutlu kılacak yeni sistemi çökmüş sistemin yıkıntıları üzerine inşa etmek zorunda olduğumuzu öğrenecek.

Anımsadığım kadarıyla, geçen yılın ilk aylarında bir ara yoldaş Guillên, Arjantin’den gelmişti. Kitapları ancak bir iki dile tercüme edilmiş olan, ama gene de dünyanın tüm dillerinde her gün yeni okurlar edinen bu şair, çağımızın en büyük şairlerinden biriydi. O zaman da öyleydi. Ama Küba’da onun şiirlerine ulaşmak zor bir işti. Popüler şiirlerdi bunlar, halkın şiiriydi. Devrimin ilk döneminde önyargılar hâkimdi. Herkes, şair Guillên’in halka sarsılmaz bir bağla bağlı olduğunu, o tanrı vergisi olağanüstü şiir yeteneğini inandığı davanın ve halkın hizmetine sunmuş bir isim olduğunu düşünmeye devam etti. Halk, onu Küba’nın şanlı bir ismi değil de yasaklı bir politik partinin temsilcisi olarak görüyordu.

Şimdi tüm bunlar unutuldu. Ortak bir düşmanımız ve ortak bir hedefimiz varsa, ülkemiz içerisindeki belirli yapıların geliştirdikleri farklı bakış açılarının ayrışmalara sebep olmaması gerektiğini öğrendik. Bugün üzerinde anlaşmak zorunda olduğumuz husus, ortak düşmanımızın olup olmadığı, ortak hedefe ulaşmak için çaba harcayıp harcamadığımızdır.

Şu an hepimiz, ortak bir düşmanımız olduğuna kani olmalıyız. Bugün hiç kimse, tekeller aleyhine bir görüş beyan etmeden veya “düşmanımız, tüm Amerika kıtasının düşmanı ABD’nin başındaki tekelci hükümettir” demeden önce etrafında elçilikten birileri var mı, duyduklarını bir yerlere iletiyor mu diye yanına yöresine bakma gereği duymuyor. Bugün herkes, madem düşmanın ABD hükümeti olduğunu biliyor, o düşmanla mücadele eden herkesin bizimle ortak bir davası olduğunu düşünüyor, o vakit demek ki ikinci aşamaya geçebiliriz. Bu aşamada şu sorulara cevap bulunmak zorunda: “Küba’da hedeflerimiz nelerdir? Ne istiyoruz? Halkın mutluluğunu istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Küba’nın topyekûn ekonomik kurtuluşu için mücadele ediyor muyuz, etmiyor muyuz?”

Herhangi bir askerî bloka dâhil olmadan, burada alınacak herhangi bir iç ve dış kararla ilgili olarak dünya üzerindeki herhangi bir süper gücün elçiliğine danışmak zorunda olmadan, özgür uluslar içinde bir özgür ulus olmak için mücadele ediyor muyuz, etmiyor muyuz? Eğer çok fazla malı mülkü olanlardan onları alıp, hiçbir şeyi olmayanlara vermek için zenginliği yeniden bölüştürmeyi planlıyorsak; eğer yaratıcı çalışmayı mutluluğumuzun gündelik, dinamik kaynağı hâline getirmek istiyorsak, artık ulaşmak için çalışacağımız hedeflerimiz var demektir. Dahası, bizimle aynı hedeflere ulaşmak isteyen herkes, dostumuzdur. Onun başka anlayışlara sahip olması, şu veya bu örgüte üye olması, ufak ve önemsiz meselelerdir.

Büyük tehlike anlarında, büyük gerilim ve büyük yaratılış anlarında önemli olan, büyük düşmanlar ve büyük hedeflerdir. Anlaşmaya vardıysak eğer, nereye gittiğimizi artık biliyorsak, bırakalım kedere sebep olan kederlensin, bize düşen, kollarımızı sıvayıp işe koyulmaktır.

Size daha önce bir devrimci olmak için öncelikle bir devrime sahip olmanız gerektiğini söylemiştim. Biz, bu devrime zaten sahibiz. Şimdi sıra, birlikte çalışacağınız halkı tanımakta. Henüz onu iyice tanımadığımızı düşünüyorum, öyle ki bu yolda bir süre daha ilerlememiz gerekiyor. Bana, “halkı tanımanın kooperatiflerde onlarla birlikte yaşamak ve çalışmaktan başka yolları nelerdir?” diye soracaksınız. Bunu herkes yapamaz, ayrıca sağlık emekçilerinin varlığının önem arz ettiği birçok yer vardır. Ben, devrimci milis kuvvetlerinin Küba halkının gösterdiği dayanışmanın önemli bir tezahürü olduğunu düşünüyorum. Bugün milisler, doktora yeni bir görev yüklüyor, onu kısa bir zaman öncesine kadar Küba için üzücü sonuçlara yol açacak, neredeyse ölümüne sebep olabilecek gerçekliğe, hepimizi katletme ihtimali bulunan o büyük askerî saldırıya hazırlıyor.

Bu noktada sizi şu konuda uyarmalıyım: asker ve devrimci görevini üstlenmiş olan doktor, aynı zamanda doktor da olmalıdır. Bizim Sierra’da düştüğümüz hataya siz de düşmeyin. Belki de bizim yaptığımız bir hata değildi, o dönem bizimle olan tüm sağlıkçı yoldaşlarımız neyden bahsettiğimi iyi biliyor. O günlerde yaralı veya hasta birinin yanında kalmak, onursuzca bir davranışmış gibi geliyordu bize. Hepimiz, tüfeği kapıp cepheye koşmak ve orada neler yapabileceğimizi herkese göstermek için her fırsatı kolluyorduk.

Şimdi koşullar farklı. Ülkeyi savunmak için inşa edilmiş olan yeni ordular, bugün farklı taktiklere sahip olmalı. Bu yeni ordunun planında doktor çok önemli bir yere sahip olacak. O, hem doktor olmaya, o güzel görevlerden birini ifa etmeye, savaş esnasında en önemli olan işi yapmaya devam edecek. Sadece doktor da değil, hemşireler, laboratuvar teknisyenleri, kendilerini tepeden tırnağa insanla alakalı olan bu mesleğe adamış herkes, çok büyük bir öneme sahip.

Henüz kendisini göstermeyen tehlikenin farkında olsak da, varlığını hissettirmeye devam eden saldırı ihtimalini savuşturmak için kendimizi hazırlasak da bu tehlikeyi artık aklımızdan çıkartmalıyız. Asıl meselemiz savaş hazırlıkları olursa, kendimizi yaratıcı çalışmalara teksif edemeyiz. Askerî eylem için yürütülen hazırlık çalışmasına tahsis ettiğimiz tüm sermaye de bu hazırlık için yaptığımız tüm işler de yaratıcı çalışmalar yoksa çöpe atılmış demektir. Maalesef bu hazırlıkları yürütmek zorunda kaldık, çünkü karşımızda savaşa hazırlananlar var. Fakat gene de tüm samimiyetimle ve askerliğin bana verdiği şeref üzerine yemin ederim ki beni en çok da Ulusal Banka’nın kasasından biraz silâh almak için para çıkışını oturup seyretmek zorunda kalmak üzmüştür.

Öte yandan, milislerin barış döneminde de üstlenmesi gereken bir görev vardır. Milisler, kalabalık nüfuslu yerlerde halkı birleştiren bir araç hâline gelebilmelidirler. Tıpkı doktorlardan oluşan milis kuvvetleri içerisinde tanık olunduğu gibi, halk içerisinde de dayanışma, en yüksek seviyede inşa edilebilmeli. Tehlikeyle yüzleşildiği dönemlerde bu milisler, yoksul Küba halkının sorunlarını acilen çözüme kavuşturabilmeli. Fakat aynı zamanda milisler, Küba’daki tüm toplumsal sınıflardan insanları tek bir üniforma ile bir araya getirip eşitleyerek, onların birlikte yaşama imkânını da yaratabilmelidirler.

Bir süredir aklımdan uçup gitmiş olan unvanı kullanmama izin verirseniz eğer, biz sağlık emekçileri, başarılı olursak, dayanışma denilen bu yeni silâhı kullanabilirsek, hedeflerimizi, düşmanımızı ve yürüdüğümüz yolu bilirsek, artık geriye sadece yolun her gün arşınlayacağımız kısmını bilmek kalacak. Bu yürünecek kısmı bize kimse gösteremez, o, her bir bireyin yaptığı özel yolculuğa aittir. Kişinin her gün yaptıkları, bireysel deneyimiyle elde ettikleri, halkın esenliğine adanmış olan mesleğini icra ederken kendinden ne kadarını vereceğidir.

Şimdi geleceğe doğru yürürken, her tür unsura sahip olduğumuz koşullarda Martí’nin nasihatini hep birlikte hatırlayalım. Her ne kadar şu an ben, bu sözün ağırlığıyla hareket etmiyor olsam da birileri bu söz uyarınca yürümelidir: “İnsanlara bir şeyi anlatmanın en iyi yolu, onu yapmaktır.” O vakit hep birlikte kol kola girip, Küba’nın geleceğine doğru yürüyelim.

Che Guevara
19 Ağustos 1960 Kübalı Milisler Toplantısı
Kaynak

30 Temmuz 2022

Kadrolar: Devrimin Omurgası


Bugün devrimimizin ana özellikleri, ulusal kurtuluş devriminden sosyalist devrime geçişin damgasını vurduğu tüm o kendiliğinden hamlelerle birlikte aldığı o ilk özgün biçimi üzerine kafa yormak gerekiyor. Devrim yürüyüşümüz, ilk başta Moncada Kışlası’na saldırarak destan yazan ilk grubun içinde yer alan insanların öncülük ettikleri, hızla geride kalan aşamalardan geçti. Moncada devrimini, sonrasında Granma gemisinden inip, Küba Devrimi’nin sosyalist niteliğinin herkese ilân edilmesi ile zirveye ulaşan devrim izledi. Yeni sempatizanların, kadroların ve örgütlerin katılımıyla, hâlihazırda güçsüz olan yapımız güçlendi, böylelikle devrimimiz, kitle zeminine kavuştu, devrimimize bu özelliği damga vurdu.

Küba’da yeni bir toplumsal sınıfın iktidarı almasıyla, devletin tabi olduğu mevcut koşullar sebebiyle, devlet iktidarı, önemli sınırlarla yüzleşti. Devrimciler, devlet aygıtı, politik örgütlenme ve ekonomi cephesinde yürütülecek faaliyetler dâhilinde yüzleşeceği çok önemli görevleri yerine getirecek kadrolardan yoksunlardı.

İktidarın alınmasından hemen sonra idarede görev alacak isimler, “üstünkörü” belirlendiler. O noktada eski yapı parçalanmadığı için, hiçbir sorunla karşılaşılmadı. Eskiden kalma, yavaş işleyen, ferini yitirmiş, dağılmış bir hâlde ilerleyen aygıt, gene de belirli bir örgütsel yapıya ve eylemsiz kalarak varlığını sürdürmek için yetecek koordinasyona sahipti. Bu aygıt, ekonomik yapıda yaşanacak değişim sürecinin ilk aşaması olarak gündeme gelen tüm politik değişiklikleri küçük görüyordu.

Örgütün sağ kanadı ile sol kanadı arasında süren mücadeleler yüzünden eli kolu bağlanmış olan 26 Temmuz Hareketi, inşa ile ilgili görevlerine yeterince vakit ayıramıyordu. Öte yandan, uzun süre ağır saldırılara maruz kalmış, epeyce bir zaman illegal faaliyet yürütmüş olan Halkın Sosyalist Partisi de yeni ortaya çıkan sorumlulukları üstlenecek ara kadrolar üretemiyordu.

Devletin ekonomiye yönelik ilk müdahaleleri esnasında kadro bulma sorunu, o kadar da içinden çıkılmaz bir sorun değildi, çünkü bu kadroları, liderlik konumuna gelebilecek asgari birikime sahip insanlar arasından seçmek mümkündü. Fakat önce Kuzey Amerikalı işletmelerin, ardından büyük Kübalı işletmelerin millileştirildiği sürecin hızlanması ile birlikte, idari planda görev alacak teknisyen eksikliği sorunu ile yüzleşildi. Ayrıca devrim, Kuzey ve Güney Amerika’da faal olan emperyalist şirketlerin önerdikleri pozisyonların cazibesine kapılıp ülkeyi terk eden, üretim sahasında önemli görevlere sahip teknisyenlerin yol açtığı boşluğu doldurma sorununu da çözmek zorundaydı. Politik aygıt, o dönemde yoğun bir çaba ortaya koyup, bir yandan da devrime öğrenme hevesiyle iştirak etmiş kitleleri ideolojik açıdan eğitme ve kendisine bir kitle inşa etme görevleriyle de yüzleşti.

Hepimiz, görevlerimizi elimizden geldiğince layıkıyla yerine getirmeye çalıştık, ama bilinmelidir ki bu süreç, acılarla ve kaygılarla birlikte işledi. İcranın başında olan isimler, idari görevlerini yerini getirirken, birçok hata yaptılar. Büyük sorumluluklar üstlenmiş olan, millileştirilmiş işletmelerin başına geçen yeni idareciler, önemli yanlışların altına imza attılar. Politik aygıt içerisinde biz de büyük, maliyetleri yüksek bir dizi hata yaptık. Zamanla o politik aygıt, meselelere kayıtsız olan, hâlinden memnun bürokratların eline geçti ve kitlelerden tümüyle koptu, zamanla az çok önemli bürokratik görevler ve terfiler için bir tür sıçrama tahtası olarak görülmeye başlandı.

Yaptığımız hataların ana sebebi, belirli bir momentte gerçekliğe dair bilincimizin eksik oluşuydu. Ancak eksikliğini hissettiğimiz algılama becerimizi körelten, partiyi bürokratik bir yapıya dönüştüren, idare ve üretim sahasını tehlikeye sokan asıl hata, ara kadrolar geliştirememiş olmamızdı. Zamanla görüldü ki kadro bulmak için kitlelere gitmek, kitlelerle yeni bağlar kurmak gerekiyordu. Oysa ilk aşamada devrim sayesinde kitlelerle sıkı bağlar kurabilmiştik. Artık faydalı sonuçlar doğuracak başka türde bir mekanizmanın oluşturulması, bu anlamda kitlelerin nabzına kulak verilmesi, politik açıdan onlara yol gösterilmesi gerekiyordu. Biz, o dönemde bu yol gösterme işini, ancak Başbakan Fidel Castro gibi devrim liderlerinin kişisel müdahaleleri aracılığıyla yapabiliyorduk.

Buraya kadar aktarılan bakış açısı üzerinden, şimdi ne tür bir kadro istediğimiz sorusuna geçebiliriz.

Kadro, merkezî iktidarın kapsamlı talimatlarını yorumlayıp, o talimatları benimseyecek, onları kitlelere yol göstermek için uygulayacak, aynı zamanda kitlelerin yapıp ettiklerini onların arzularına ve içsel motivasyon kaynaklarına dair birer işaret olarak algılayacak kişidir.

Kadro, demokratik merkeziyetçiliği bilip uygulayan, mevcuttaki çelişkileri bu yöntemle nasıl değerlendireceğini, onun birçok yönünden nasıl faydalanabileceğini, kolektif tartışma ilkesini uygulayan, üretim süreci dâhilinde kendi kararlarını alıp sorumluluk üstlenen kişidir.

Kadronun sadakati her daim sınanır, fiziksel ve ahlakî cesareti ideolojisiyle birlikte gelişir, böylelikle kadro, her türden çelişkiyle yüzleşecek iradeye sahip olur, hayatını devrimin hayrına adar. Ayrıca kadro, gerekli kararları alabilmesini ve disiplinle çelişmeyen bir üslup dâhilinde yaratıcı kimi adımlar atmasını sağlayacak bir pratik olarak, sürekli kendisini analize tabi tutan kişidir.

Dolayısıyla kadro, yaratıcı bir kişiliktir, yüksek ahlakî değerleri olan bir liderdir, politik liderlik konumu üzerinden kitleleri geliştirebilen, diyalektik düşünerek üretim alanında kendisini ilerletebilen, politik düzeyi gelişkin bir teknisyendir.

Herkese örnek teşkil eden ve her gün karşılaştığımız bu insan, Küba halkında zaten mevcut olan, o elde edilmesi zor erdemlere sahiptir. Asıl mesele, onun geliştirilmesi için gerekli imkânları yaratmak, onu eğitmek, her bir insandan azami faydayı elde edip, onu tüm milletin hayrına kullanmaktır.

Kadro, her gün ifa edilecek, belirli bir sisteme bağlı olan görevler üzerinden geliştirilir. Kadrolar, işinin ehli olan profesörlerce, özel okullarda eğitilmeli, ideolojik gelişim konusunda teşvik edilmelidir.

Sosyalizmi inşa etmeye başlamış bir rejimde politik gelişim düzeyi yüksek olmayan kadrolarla yol alamazsınız. Politik gelişim ise Marksist teori işinde ustalaşmakla ilgili bir meseledir. Biz, kişilerin eylemlerinin sorumluluğunu almalarını istemek, onlardan her türden zayıflığı sınırlı düzeyde tutacak, ama öte yandan inisiyatif almaya asla mani olmayacak disiplini talep etmek zorundayız. Kadro, devrimin tüm sorunlarıyla sürekli meşgul olmalıdır. Kendisini geliştirebilmesini güvence altına alabilmemiz için önce bizim, kitleler içerisinden kadro seçme işinin dayanacağı ilkeleri belirlememiz gerekmektedir. Gelişime açık olan kişiler, ancak kitlelerin içinde bulunmalı, bu kişiler, heyecanlarını ortaya koymalı, fedakârlıklarda bulunacakları durumlarla sınanmalı, onlar için özel okullar oluşturulmalıdır. Mümkün olduğu durumda bu kişilere, pratiklerde sınanmalarını sağlayabilmek için büyük sorumluluk verilmelidir.

Biz, son yıllarda gelişme kaydetmiş olan yeni kadroları, ancak bu sayede bulabildik. Bu kadrolar, eşit bir biçimde gelişmediler elbette. Zira genç yoldaşlarımız, partinin gerekli yönlendirmesi olmadan, devrimci yaratım sürecinin mevcut gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kaldılar. Bazı yoldaşlarımız başarılı olurken, bazıları, ya yarı yolda bıraktılar, ya bürokrasinin içinden çıkılmaz, labirente dönmüş koridorlarında kayboldular ya da iktidarın cazibesine kapıldılar.

Devrimin zaferini ve her yönden kendisini tahkim etmesini sağlayacak araçları güvence altına almak adına biz, farklı tipte kadrolar geliştirmek zorundayız. Bizim politik kadrolarımız, kitle örgütlerimizin asli zemini olabilmeli, Partido Unido de la Revolucion Socialista’nın [Birleşik Sosyalist Devrim Partisi’nin] ortaya koyacağı eylemler üzerinden o kitle örgütlerine yön verebilmelidir. Hâlihazırda ülke ve eyaletler genelinde Devrimci Eğitim Okulları, çalışma programları ve her düzeyde çalışma grupları üzerinden bu tür bir zemini oluşturmaya başladık.

Bize ayrıca askerî kadrolar da lazım. Bu tür kadrolara sahip olabilmek için biz, savaşın eleğinden geçmiş genç savaşçılarımızdan istifade edeceğiz. Hâlen hayatta olan bu savaşçılar, derin bir teorik bilgiye sahip olmasa bile mücadelenin en zor koşullarında ateşin sınavından geçmiş isimler. Çünkü bu devrimciler, devrimci mücadelenin içine doğdular ve Sierra’da gerillanın girdiği ilk çatışmalardan beri devrimle birlikte geliştiler.

Ayrıca ekonomi sahasında da, sosyalist devletin yaratıldığı bu türden momentlerde, onu örgütleme ve en genel anlamda planlama gibi önemli ve zor görevleri üstlenecek kadrolar geliştirmeliyiz.

Bugün gelişim sürecinin hızlanmasını güvence altına alacak ideolojik coşkunun dilini bilime kazandıracak çalışmalar dâhilinde, önemli teknik işleri yürütmeleri konusunda gençleri teşvik edecek uzmanlara ihtiyacımız var. Ayrıca bizim bir idari ekip oluşturmamız gerekiyor. Başkalarına ait özel teknik bilgiden nasıl istifade edeceğini bilen bu ekip, işletmeler ve devlete bağlı diğer kurumlar, devrimin o güçlü ritmiyle uygun adım ilerleyebilsin diye gerekli koordinasyonu sağlayıp, o işletmelere ve kurumlara rehberlik edecek.

Tüm bu kadroların ortak paydası, politik netlik olmalıdır. Burada kadrolar, devrimin fikirlerini onların üzerine zerre kafa yormadan desteklemekten vazgeçmeli, o fikirleri akıl temelinde destekleyebilmelidirler.

Devrimin zengin teorisine ve pratiğine her düzeyde, kesintisiz bir biçimde katkı sunacak diyalektik analiz becerisi ve fedakârlıkta bulunma becerisi, kadroların olmazsa olmazıdır. Yoldaşlarımız, kitleler içerisinden, sadece “en iyi olan öne çıksın” ilkesi uyarınca seçilmeli, en iyi olan kadrolara gelişmeleri konusunda en iyi imkânlar sunulmalıdır.

Farklı cephelerde mücadele yürütüyor olsalar da kadrolar, esasen aynı işlevi görürler. Kadro, devrimin partisini bir kılan ideolojik motorun ana unsurudur. Onu aynı zamanda ideolojik motorun dinamik vidası olarak adlandırmak mümkündür. Bu vida, gördüğü işlev açısından ideolojik motorun doğru işlemesini sağlar. Bu anlamda kadro, sloganları veya talepleri aşağı ya da yukarı ileten basit bir aktarıcı değil, kitlelerin gelişimine ve liderlerin bilgilenme sürecine katkıda bulunan, kitlelerle liderlerine temas kurmasını sağlayan yaratıcı bir unsurdur. Kadronun en önemli görevi, devrimin o büyük ruhunun yok olmamasını sağlamak, o ruhun dinginleşmesine, ölgünleşmesine, ritmini yitirmesine mani olmaktır. Kadro, kitlelerden geleni partiye aktaran, kitleleri partinin yoluna sokandır.

Dolayısıyla bugün kadroların geliştirilmesi, asla ertelenemeyecek bir görevdir. Devrimci hükümet, belirli ilkeleri temel alan burs programları, işçiler için geliştirilmiş, onlara teknolojik gelişimi sağlamak için fırsatlar sunan eğitim programları, lise ve üniversitelerin geliştirilmesi, yeni iş imkânlarının yaratılması ile birlikte kadrolar geliştirme işini büyük bir hevesle üstlenmiştir. Devrimci hükümet, aynı zamanda devrime gelecekte öncülük edecek kadrolar da dâhil, her türden kadroyu bünyesinde barındıran Genç Komünistler Birliği üzerinden, tüm ülke genelinde devrimci teyakkuz için gerekli tüm çalışmaları yürütmekte, gerekli eğitimleri vermekte, bu ihtiyaç duyulan işleri üstlenmektedir.

Kadro kavramı, fedakârlıkta bulunma becerisiyle sıkı bir ilişkiye sahiptir. Devrimin dillendirdiği hakikat ve şiar, kadronun şahsiyetinde karşılık bulur. Politik liderler olarak kadrolar, eylemleriyle işçilerin saygısını kazanmalıdırlar. Kadroların yoldaşlarının saygısına ve sevgisine güvenebilmeleri, o sevgi ve saygıya sırtlarını yaslamaları gerekir. O yoldaşlar, öncü partinin çizdiği yolda o kadroların rehberliğinde ilerleyeceklerdir.

Neticede kitlelere örnek olacak işçileri seçen meclislerde kitlelerin belirlediği kadrolardan daha iyi kadro bulmak mümkün değildir. Birleşik Sosyalist Devrim Partisi’nin eski üyelerinin yanında aramıza, gerekli elemelerden geçmiş eski Organizacion Revolucionaria Integrada [“Birleşik Devrimci Teşkilât”] üyeleri de katılmıştır. Bu isimler, başta küçük bir parti meydana getirecekler, işçiler arasında muazzam bir etkiye yol açacaklar, sonrasında ise sosyalist bilinç, halkın davasına bağlılığı ve çalışmanın kendisini zaruret hâline getirdikçe bu parti büyüyecek. İlgili kategoride yer alan ve ara kadrolar içerisinden çıkan liderlerle biz, yüzleştiğimiz o zor görevlerin üstesinden, daha az hata yaparak geleceğiz.

Kafa karışıklığıyla ve işe yaramaz yöntemlerle heba ettiğimiz o dönemin ardından, artık hiç terk etmeyeceğimiz, haklılığını ispatlamış bir politikaya ulaşmış bulunuyoruz. Devrimci dürtüsünü sürekli yenileyen bir işçi sınıfına, Birleşik Sosyalist Devrim Partisi’nden gelen kadro enerjisine ve partimizin güçlü liderlik meziyetlerine sahip olarak biz, bugün devrimimizin hızla gelişmesini güvence altına alacak kadroları oluşturma görevini tümüyle üstlenmiş bulunuyoruz. Bu yönde ortaya koyacağımız tüm çabalarda başarılı olmak zorundayız.

Ernesto Che Guevara
Eylül 1962
Kaynak

29 Temmuz 2022

Aparat

Sol, devletin ve sermayenin ABD, İngiltere ve Almanya ile ilişkisinde basit bir aparat olmanın ötesine geçemez. Bu ülkelerle kurulan ekonomik ve ideolojik ilişkinin sınırlarını asla aşamaz. Orada dönen çarkların işleyişine bağımlı olduğunun farkındadır. Çark başağı ezmiştir, çekici de kıracaktır. Aslolan çarktır. O, solun putudur.

Devlet ve sermaye, kentlerin kenar mahallelerini dönüşüme sokar, nezihleştirme sürecini başlatır, önden TKP ve Halkevleri gibi yapıları sürer, oraya yerleşecek insanların dişlerine uygun kıvama getirilmesini ister. Semtevleri, ancak devletin izniyle açılabilen birer emlâk danışmanlık bürosu ve kültür ofisidir.

Halkevleri, kent merkezinde veganlık yapar, ama gider, taşrada kurban derisi toplar. Bu örgütler, halka sürekli yalan söylemeye mecburdurlar. Varlık gerekçeleri, tümüyle yanlış olan bir temenniye dayanmaktadır. O gerekçe, “Bir gün ABD, İngiltere ve Almanya olur muyuz?” hayaliyle yaşayanlara masallar anlatmaktan ibarettir.

Sol, ABD, İngiltere ve Almanya’nın içteki kalelerini asla bombalayamaz. O işgalle mücadelenin içinde pişmediği için, her rüzgârda dağılan kumdan kaleler inşa etmekle yetinir.

Bu örgütler, bir yandan “nerede Türk Hava Kurumu’nun uçakları” diye ağlar, bir yandan da kurumun asıl ekmek kapısı olan kurban derilerine göz koyar. Aslolan, şeflerin geçinmesi, dünyalıklarını biriktirmesidir.

Bir yandan devletin tasfiye sürecine timsah gözyaşı döken bu örgütler, bir yandan da bu tasfiye sürecine ortak olacak birer STK gibi çalışma yürütürler. Bu STK’lar, yoksulun et yeme imkânlarına yönelik saldırıya omuz vermeye mecburdurlar. ABD, İngiltere ve Almanya’dan akan paralara mahkûmdurlar.

* * *

Ellilerde Demokrat Parti karşıtı liberaller, Forum dergisinde bir araya gelirler. Ecevit, bu dergide Sovyetler ve komünizm karşıtı yazılar kaleme alır. Güvenlik ve hürriyetin dengelenmesini önerir. Sovyet karşıtı önlemleri haklı görür. Onun kafasındaki CHP, Avrupa sosyal demokrat partilerine değil, Amerikan Demokrat Parti’sine yakındır.

“Güvenlik, Hürriyet ve Kültür” başlıklı yazısında, zamanında “komünist” olmuş solcu aydınların bu yanlıştan dönebilecekleri bir manevra alanı açılmasını talep eder.[1] Sopaya karşı havucu önerir. Sonra o havucun renginde CHP taşeronu örgütler kurulur. O sopayı da havucu da eleştirmeyi bilmiş Kıvılcımlı’nın adını kullananlar, CHP avukatlık bürosu olarak çalışmayı içlerine sindirirler.

Sonrasında başbakan olan Ecevit, gerekli manevra alanını oluşturmak ve komünizm tehdidini savuşturmak adına, genel af ilân eder. O afla çıkan isimlerin her biri, bu alana uygun örgüt kurar. Genel af, Demirel’in demir yumruğuna geçirilmiş kadife eldivenden başka bir şey değildir.[2] Devletin ve sermayenin attığı bu çentiğin izi, diğer izler gibi hâlen daha silinememiştir.

* * *

Son pandemi sürecinde sol örgütlerin gösterdikleri tepkiler, olguları ve gerçekleri anlama, analiz etme yöntemleri gösteriyor ki hepsi, Amerika, İngiltere ve Almanya’daki sol burjuva partileri esas ölçüt kabul ediyor. Trump, Johnson, Merkel gibi isimler üzerinden halka yönelik oluşan güvensizlik, soldaki halk düşmanlığı geleneğini hâkim kılıyor. Herkes, Ecevit’teki liberalizme geriliyor. Bugün bu sosyalistlerin, Nevşin Mengü gibi isimleri taşlamasının bir önemi yok. Hepsinin liberal oldukları görüldü.

Çıta ve ölçüt olarak belirledikleri yer, Amerika, İngiltere ve Almanya. Oradaki sol, sosyalist ve komünist örgütlerin ağızlarından çıkanlara bakıyorlar. Bu ülkelerdeki siyaseti buraya taşıyorlar. Tek yaptıkları, tercüme. Kavramları, sloganları ve programları, ithal. Başka bir işlevleri yok.

Ama bu örgütler, o Amerika, İngiltere ve Almanya gibi yerlerde sol, sosyalist ve komünist örgütlerin ne tür badirelerden geçtiklerini, nerelerde düştüklerini, nerelerde doğrulduklarını, elde ettikleri mevzileri dikkate almıyorlar. Bu üç gücün emperyalist olduğu üzerinde asla durulmuyor. Çünkü aslında o ülkelerdeki sol örgüt ve partiler de emperyalizm bağlamında anlam ve değer kazanıyor. Bu ülkeye geçmişte Maoizm, ancak Avrupa ve Amerika kampüslerinden gelebiliyor.

Bu zeminde yalandan ve yavan bir antiemperyalizm edebiyatına sarılıp, fukara gençler kandırılmaya, oyalanmaya çalışılıyor. Hepsi, önerdikleri siyasetleriyle ve ideolojileriyle, o emperyalizmi önsel olarak kabul ediyorlar, içselleştiriyorlar. Sol örgütler, “Avrupa geridir, Asya ileridir”[3] diyen Lenin’in fikri ve eylemi tohumlanmasın, gelişmesin diye varlar. Varlıklarını kime ve neye borçlu olduklarını çok iyi biliyorlar.

Lenin’in sözünü ettiği, emperyalizmin yağmasından dökülen kırıntıların peşine düşmüş küçük burjuvaziye öykünüyorlar.[4] O küçük burjuvazi gibi devletin ve sermayenin askeri olmayı tercih ediyorlar. Bu açıdan, Birinci Dünya Savaşı’nda devletlerin hazırladıkları savaş kredilerine onay ve destek veren sosyalistlerle pandemi süresince egemenlerin tedbirlerine ve hamlelerine onay ve destek veren sosyalistlerin mayası, aynı teknede karılmıştır.

* * *

Pandemi süreci, politika dışı ve teknik bir işlem olarak ele alınmıştır. Devlet ve sermaye, bunun böyle görülmesini istemiş, sol örgütler de herkese başlatılan pandemi sürecinin politika dışı ve teknik-bilimsel bir işlem olduğu yalanını yutturma işini üstlenmişlerdir. Oysa süreç, gayet politiktir, gayet egemenlerin sınıfsal aklı ve sınıfsal bilim silâhı uyarınca işlemektedir. Sosyalist hareketse yukarıdaki tvitte konuşan Demokrat Partili avukatın sözünden başka bir şey söylememiş, onunla kol kola girmiştir.

Küçük burjuvazinin işi, her olgu ve olayı sınıf dışına kaçırmaktır. Sınıfsız yurttaşlık, sınıfsız doğa, sınıfsız toplumsal cinsiyet, sınıfsız bilim ve sınıfsız bireylik, kaçıp sığındığı yerlerdir. Bunlar, burjuvazinin açtığı, dönüşüm ve teslimiyet için gerekli olan, manevra alanlarıdır. O manevra alanlarında tek siyaset, bireyi sabit kılıp, geri kitlelerin ve koşulların o sabitin düzeyine gelmesini beklemek, kıpırtılara alkış tutmaktır.

Eren Balkır
29 Temmuz 2022

Dipnotlar:
[1] Aktaran: Yunus Emre, Toplumsal Tarih, Sayı. 290, s. 83.

[2] Eren Balkır, “Sadak ve Eldiven”, 11 Şubat 2017, İştiraki.

[3] V. I. Lenin, “Geri Avrupa, İleri Asya”, 18 Mayıs 1913, İştiraki.

[4] V. I. Lenin, “İkinci Enternasyonal’in Çöküşü III”, Haziran 1915, İştiraki.

28 Temmuz 2022

26 Temmuz

“26 Temmuz Hareketi, aşağıdakilerin aşağıda olan insanlar için kurduğu,
onlara ait bir devrimci örgüttür.”
[Fidel Castro]


Fidel Castro’nun 26 Temmuz 1961 günü Havana’daki Jose Marti Devrim Meydanı’nda düzenlenen, Moncada Kışlası’na yönelik saldırının sekizinci yıldönümünü anma töreninde yaptığı konuşma.

* * *

26 Temmuz, emperyalizm için üzücü bir gündür.

26 Temmuz, Yanki emperyalistleri, yabancı tekeller, büyük toprak sahipleri, sanayinin ve finans kuruluşlarının başındaki büyük patronlar, büyük spekülatörler, büyük kumarbazlar ve devrim karşıtı çeteler için acı bir gündür.

26 Temmuz, siyasetçiler için acı ve üzücü bir gündür.

Büyük suçlular, tüm halk düşmanları için acı ve üzücü bir gündür.

Ve tabii devrim, asıl getirilen kanunlarla imtiyazlarını yitiren herkes için acı ve üzücü bir olaydır. 26 Temmuz, esas onları endişelendirmektedir.

Fidel Castro
26 Temmuz 1961
Kaynak

27 Temmuz 2022

Sınıf Dayanışması


Siz de Halkevleri ve TKP gibi örgütlerin gündemini okurken, misal, bir “The Economist” makalesi okur gibi hissediyor musunuz?

Aşı konusunda da gördük. Halka, sürekli artan ve zapt edilmesi gereken bir nüfus, bir kalabalık gözüyle bakan tipik bir küçük burjuva hareketi.

Hali vakti yerinde bir Boğaziçi Üniversiteli profesörün, bir Halkevcinin, TKP’li bir doktorun, bir Amerikan demokratının, Ankara İşçi Blokları’nda ya da İstanbul Kadıköy’de yaşayan bir vegan gencin, İzmir Foça’da yazlıkta Birgün okuyan Odtülü emekli bir mühendisin dünyaya aynı zaviyeden bakabilmesinin nedeni nedir?

Bu kişilerin dünyanın karşı karşıya olduğunu düşündükleri tehditleri kavrama biçimleri ve bunlara sundukları çözümler, niçin mesela bir Garanti BBVA ile, Gaziantep’in işveren dostu AKP’li belediye başkanı ile, Koç ailesi ile, Microsoft ile, Amazon ile örtüşür?

Sorunun cevabı, burjuvazi ile küçük burjuvazi arasındaki sınıf dayanışması ve bunun ideolojik ifadesinde saklıdır. Siz bunu bilime duyulan koşulsuz iman ve aydınlanma olarak da okuyabilirsiniz.

Küçük burjuva ideolojisinin “bilimi”, yirminci yüzyılda geniş halk kitlelerinin refahını arttırmayı hedeflerken, bugün batı-dışı dünya halklarının yaşam şartlarının iyileşmesine; her ülkede yoksulların bölüşüm kavgasında paylarını arttırmasına engel olmanın formülü hâline gelmiştir.

Geçen yüzyılda sermaye sahipleri ve onların muhasebe sınıfının çıkarına olan şey, bugün onları tehdit etmektedir. Zira kapitalizmin her çevriminde olduğu gibi kârlılık sorunu, sermayenin birikim krizine dönüşmüş; daha önce pasta büyürken, sistemik sorunlar yaratmayan eşitsiz bölüşüm, pasta küçülürken, uluslararası arenada yeni rakiplerin ortaya çıkmasına, her ülkede orta sınıfın hızla erimesine ve emekçilerin sefaletine yol açmıştır.

Küçük burjuvanın bu şartlarda patronunun sunduğu çözüm planının hayata geçirilmesi ve böylece yeniden ayrıcalıklı konumuna dönebilmek için canla başla çalışması garipsenecek bir durum değildir.

Ve elbette her ideolojide olduğu gibi geniş kitlelerin bu çözüme ikna edilmesinde kullanılan “bilim”, herkesin yararına ve değer-nötr bir anlatı olarak sunulmaktadır. Oysa yaşanan krize yönelik “bilimsel” reçetelerin tamamı, teknolojinin olanaklı kıldığı yeni üretim ve denetim araçlarının emekçilerin sınırsız sömürüsü ve kontrolünde seferber edilmesi; bu gidişin önünde engel teşkil eden demokrasinin, temel haklar ve özgürlükler doktrininin tamamen çöpe atılmasından ibarettir.


Bu arkadaşlara göre, kitlelerin araba, ev sahibi olması, et yemesi asla sürdürülebilir değildir. Fakat bu ideolojiyi savunanların ezici çoğunluğu, çocuklarının dünyalığını yapmıştır, dünya kaygıları yoktur.

Bu arkadaşlarda sınıfsal refleks o kadar belirgin ki, her problemde akıllarına ilk çözüm olarak geniş kitlelerin yemesi, içmesi, araç kullanması, geniş konutlarda oturması geliyor. Kafalarında yoksulların her kazanımını 8 milyarla çarpıp “dünyamızı tüketecekler” diye tir tir titriyorlar.

Elmalarla armutları ayırmak lazım. Trafiği azdıran ana neden İstanbul gibi anakentlerdeki yığılmadır. Çözümü, nüfusun kentlere dengeli dağılımıdır. Yığılmaya bağlı sağlık sorunlarının yoksulların araç almasıyla alakası bulunmamaktadır. Gelelelim “ekolojik yıkım” meselesine.

Bu arkadaşlar, bireysel otomobilin çevresel etkilerini düşünüyorlarsa, karbon salınımı ve hava kirliliği düşük araçlar üretilmesini talep etmelidirler. Yok gerçekçi değilse bir zahmet işe özel jetlerden, helikopterlerden, jeeplerden, kısacası zenginlerden başlamalıdırlar. Daha sonra solcular tekfir edilmelidir.

Dolayısıyla, “Bugün direniş nerede?” diye soruyorsanız, küçük burjuvanın üzerinde “Cehalet!” “Cahiller!” diye tepindiği itirazlara kulak verilmelidir.

Benzer bir ikiyüzlülük, Çin ve Rusya karşısında Batının tutumu için de geçerlidir. Neyse, laf uzadı, yoruldum. Bence siz artık bu konulara girmek yerine, Ege sahillerinde köpek kulübesi projesi yapmakla filan uğraşın. Kendinizi tarih önünde daha fazla rezil etmeyin.

Pikeman Paladinoğlu
27 Temmuz 2022
Kaynak

Siyah Hareketi ve Küba


Bu makale, Afrikalı-Amerikalı radikallerle Fidel Castro’nun başta olduğu Küba arasında altmışlı ve yetmişli yıllar boyunca kurulan politik ve kültürel ilişkilere dair kısa bir inceleme sunuyor.

Siyah özgürlük hareketinin radikal kanadı ile devrimci Küba arasındaki ilişkiler, ABD’de ve dünya genelinde beyaz olmayan insanlar için oldukça önemli olan bir dönemde kuruldu. Bu dönemde Montgomery Otobüs Boykotu’nun başarıyla sonuçlanması ve 1957’de Little Rock şehrinde dokuz Siyahînin liseye yazılmasıyla ortaya çıkan krize verilen tepkilerin olumlu sonuç vermesi ardından insan hakları eylemleri hız kazanmış, bir yandan da 1955 yılında Afrikalı-Amerikalıları epey etkileyen bağımsızlar hareketinin doğmasını sağlayan Bandung Konferansı toplanmıştı. Birçok tarihçinin de ortaya koyduğu biçimiyle, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’de açığa Siyah özgürlük hareketi ve Üçüncü Dünya’da başlayan dekolonizasyon süreci, onlarca yıl önce W. E. B. Du Bois, Marcus Garvey ve Hubert Harrison’ın öngördüğü “kara ırkların doğuşu” ile bağlantılı gelişmelerdir.[1].Burada bu bahsini ettiğimiz tarihyazımının açtığı yoldan ilerleyeceğiz ve Afrikalı-Amerikalıların devrimci Küba ile ilişkilerini dekolonizasyon denilen tarihsel bağlam içerisinde değerlendireceğiz.

Üçüncü Dünya’da yaşanan bağımsızlık savaşları Afrikalı-Amerikalıların epey dikkatini çekti, ama öte yandan Sierra Maestra’da (1956-1958) yıllarca süren, ABD destekli diktatör Fulgencio Batista’ya karşı sürdürülen gerilla savaşı ve Castro’nun başını çektiği isyan, siyahî Amerikalıların ilgisine bir süre mazhar olamadı. Bunun muhtemel sebebi, siyahîlerin çıkarttığı New York Amsterdam News isimli, epey okuru bulunan gazetenin, melez olan Albay Batista’yı insan hakları savunucusu olarak takdim etmesi, ayrıca ellilerde cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı dönemde Afrikalı-Kübalı halkın önemli kazanımlar elde ettiğinin düşünülmesiydi.[2]

ABD’deki siyahî basın, Castro’nun önderlik ettiği isyan sürecine başta ilgi göstermedi, fakat Batista ordusunun yenilmesi sonrası, devrimci Küba, birçok Afrikalı-Amerikalıya ilham kaynağı oldu. Bunun dört sebebi vardı.

1. Devrimcilerin arasında beyazlar, siyahîler ve melezler vardı. Hareket, ırkları bir araya getirmeyi bilmişti. Örneğin Afrikalı-Kübalı Juan Almeida Bosque, isyan ordusunun önde gelen generallerinden biriydi.

2. Birçok Afrikalı-Amerikalı, Küba devrimini ABD müdahalesinden kurtulmak ve bağımsızlaşmak için verilen bir savaş olarak görüyordu. Neticede Fidel Castro, devrimci Küba’nın ABD’yle kurulmuş tüm politik ve ekonomik bağımlılık ilişkilerini kesip attığını açıklamıştı.

3. Devrimin üzerinden daha iki ay bile geçmeden Küba lideri, halkın önüne çıkıp, yeni hükümetin asli amaçlarından birinin Küba toplumundaki ayrımcılığın ve ırkçılığın kökünü kazımak olduğunu açıkladı.[3]

4. Küba Devrimi, bir Üçüncü Dünya devrimiydi ve Castro’nun Küba’sı, Bandung Konferansı sonrası Afrika ve Asya ülkelerini içine alan hareketin yanında yer almıştı.[4]

Ocak 1959’da, devrimin zaferinden birkaç gün sonra, o dönem Castro’ya destek olan Siyahî Kongre üyesi Adam Clayton Powell, Küba lideriyle ABD-Küba ilişkilerinin geleceğini konuşmak ve o dönem Amerikan basınında epey yer bulan ve hakkında olumsuz haberlerin yapıldığı, Batistacıların öldürülmesi meselesini tartışmak için Havana’ya gitti.[5] Toplantılarda Castro’dan olumlu yönde etkilenen Powell’a Castro, “devrimin komünist değil, milliyetçi bir devrim olduğu, Kübalıların Washington’la iyi ilişkiler kurmak istedikleri” konusunda güvence verdi. Bu görüşmenin bir sebebi de Powell’ın Castro ile Amerikan başkanı Dwight Eisenhower’ı bir araya getirmek istemesiydi, ama Powell, bu konuda başarılı olamadı.[6]

Siyahî basının Küba devrimine alkış tuttuğu bir dönemde, 1960 yılının başında, insan hakları hareketinin birçok lideri, Castro hükümetinden uzak durmayı tercih etti. O dönem McCarthycilik bitmiş olsa da ABD dış politikasını eleştiren her tutum, “Amerikanizm karşıtlığı” ile ilişkilendiriliyordu. Hatta o dönemde Ulusal Siyahların İlerlemesi Derneği gibi birçok Siyahî derneği, Washington’ın Castro’nun “Sovyet yanlısı bir komünist” olduğu iddiasını paylaşıyordu.[7] Bu anlamda eski ağır sıklet boks şampiyonu, Afrikalı-Amerikalı Joe Louis’in Castro ile bir araya gelmesi, önemli bir olaydı.

Devrimin birinci yıldönümünü kutlamak amacıyla Küba’ya giden Louis, Aralık 1959’da Castro’yla Havana’da bir araya geldi. Bu buluşmanın neticesinde Louis, Afrikalı-Amerikalı turistlerin Küba’ya gelmelerini sağlamak için başlatılan kampanyaya katkı sundu. Bu çalışma dâhilinde Küba hükümeti, Afrikalı-Amerikalılara ait basın kuruluşlarına verilecek reklâmlar için 287.000 dolarlık bir bütçe ayırdı.[8]

Louis ABD’ye döndüğünde, basın kendisini ağır bir dille eleştirdi ve onu komünist hükümeti desteklemekle suçladı.[9] Eski boks şampiyonuna karşı yürütülen kampanyanın neticesinde Louis, Küba hükümetiyle yaptığı anlaşmayı feshetmek zorunda kaldı.

İnsan hakları hareketinin birçok liderinin Küba Devrimi’ne karşı geliştirdiği ihtiyatlı tutumu ülkenin kuzey ve doğu sahilindeki kentlerde faaliyet yürüten siyahî radikaller paylaşmıyorlardı. Bu isimler, Fidel Castro’yu, Che Guevara’yı ve Küba Devrimi’ni övmeye devam ettiler.

Örneğin Harlem’de Küba’ya yönelik destek, Afrikalı-Amerikalı milliyetçiler arasında çok güçlüydü. Bu isimlerin önemli bir bölümü, merkezi Manhattan’da bulunan Küba İçin Oyun Adil Olsun Komitesi adında farklı ırk ve milletlerden insanların kurdukları örgüte katıldı.[10] Komitenin ilk başta belirlediği amaç, hiç de radikal bir amaç değildi. Komite üyelerinin tek isteği, “devrimle ilgili gerçekleri anlatmak” ve Küba ile iyi komşuluk kurulmasını öngören bir politikanın yürürlüğe girmesini sağlamaktı. Buna karşın devlet kurumları ve medya, komiteyi komünizme sıcak bakan, devrimcilerden esinlenmiş bir yapı olarak değerlendirdi.[11]

Komiteyle iyi ilişkiler kurmak adına, 1960 yazında Castro, komite üyesi bazı siyahî üyeleri 26 Temmuz kutlamalarına davet etti. Daveti kabul edenler arasında Robert Williams, Harold Cruse, John Henrik Clarke[12], LeRoi Jones (Amiri Baraka) ve Julian Mayfield gibi, sonrasında Siyah Güç Hareketi’nin ideolojisine önemli katkılar sunacak olan birçok siyahî radikal de vardı.

Havana’ya gelen heyet, Castro ve Juan Almeida Bosque ile bir araya geldi. Hatta söz konusu etkinlik süresince Küba lideriyle aynı sahneyi paylaştılar. Küba seyahatleri sonrası bu isimler, devrimin ırklararası eşitliği savunduğuna iyice ikna oldular ve Küba hükümetini açıktan savunmaya başladılar.[13]

Eylül 1960’ta tertiplenen on beşinci Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Malcolm X ve Fidel Castro’nun tarihsel buluşması için gerekli sahneyi teşkil etti. Castro ve Küba delegesi, Manhattan’a 18 Eylül’de geldi. Şehirdeki birçok otel, ülkeye “düşman” olduğunu düşündükleri bir heyete barınma imkânı sunmayı reddetti. Castro’nun “gidip Central Park’ta kalacağız” tehdidini savurmasına tanık olunan, gerilimin tırmandığı o birkaç saatin ardından Kübalılar, Malcolm X’in Harlem’deki Theresa Oteli’nde kalmaları için yaptığı daveti kabul ettiler. Bu siyah mahallesine geldiklerinde Castro’yu kendilerini ABD hükümetinin değil, bu üçüncü dünya liderinin hükümetinin temsil ettiğini düşünen binlerce insan karşıladı. Otele varınca Fidel, Malcolm X’i odasında kabul etti.[14] Yarım saatlik buluşma esnasında iki lider, ABD’deki siyahların mücadelesi, (Mayıs 1960’taki seçimleri kazandıktan sonra tutuklanan) Kongo lideri Patrice Lumumba ve Castro’nun BM Genel Kurulu’nda dekolonizasyon ve üçüncü dünyaya odaklanan konuşması üzerine sohbet etti.[15] Castro’nun militan siyah hareketinin bu önde gelen liderleriyle buluşması, sembolik bir anlama sahipti. Buluşma, siyahî radikalizmi ile devrimci Küba arasında kurulan ittifakı bir biçimde tasdikliyordu.

Birkaç ay sonra, Nisan 1961’de, ABD’nin desteklediği Domuzlar Körfezi çıkartmasına tepki olarak, otuz Afrikalı-Amerikalı aydın ve eylemciden oluşan bir grup, “Afrikalı-Amerikalıların Vicdanî Beyanı” isimli bir belge yayınladı.[16] Aralarında W. E. B. Du Bois’in de bulunduğu grup, ABD hükümetini, genelde üçüncü dünyaya yönelik pederşahi davranışı, özelde Küba’ya karşı geliştirdiği yeni-sömürgecilik üzerine kurulu yaklaşımı üzerinden kınadı. Bildirinin tespit ettiği biçimiyle, adanın işgalini destekleyen güçler, siyahî Amerikalıların insan haklarını ve yurttaşlık haklarını kabul etmeye yanaşmayan politik ve toplumsal güçlerdi.

Siyah radikalizmi ile devrimci Küba arasında altmışların başında işleyen dinamiğin en aydınlatıcı örneklerinden biri Robert Williams’tı. Ekim 1961’de Siyahların İlerlemesi Derneği’nin eski üyesi Williams, Kuzey Carolina’nın Monroe kentinde beyaz bir çifti kaçırma suçlamasıyla yargılandığı dava esnasında, bu iftira kampanyasından kaçmak için Küba’ya gitmeye karar verdi. Küba’ya geldiğinde o, adada zaten tanınmaktaydı. Williams’ı Castro ve Che karşıladı. Küba hükümeti, Williams’ın bir radyo programı hazırlamasına ve bir broşür yayınlamasına katkı sundu. Bu ikisi, siyah enternasyonalizminin ABD genelinde yayılmasını sağlayan önemli birer kanal hâline geldi. Williams’ın Castro ve Che ile iyi ilişkiler kurmasına karşın, bazı Kübalı komünistler, onun ülkede yürüttüğü çalışmaları eleştirdiler. Sovyetler ile kurulan ittifak sonucu Küba hükümetine nüfuz elde etmeye başlayan komünistler, komünist olmayan siyah bir devrimci olan Williams’ın Afrikalı-Kübalılar, bilhassa doğu bölgesindekiler arasında ayrılıkçı duyguları kışkırtacağından korkuyorlardı. Bunun dışında Kübalı komünistler, tek muhtemel devrimin komünist proleter (ve çok ırklı) bir devrim olacağına inanıyorlardı. Onlara göre, kapitalizm yenilince ırksal meseleler de ortadan kalkacaktı.[17] Williams’ın 1966’da Küba’yı terk edip Çin’e gitmesinin ana sebebi, Williams’ın devrimci ve ayrılıkçı yaklaşımı ile Kübalı komünistlerin görüşleri arasındaki uyuşmazlıktı.

Altmışlarda Küba devrimini destekleyen birçok siyahî devrimci, Guevara’nın fokoculuğunu övüyor, gerilla stratejisini ırkçı zulme verilecek yegâne cevap olduğunu düşünüyordu.[18] Bazı tarihçilerin de dile getirdiği biçimiyle, Guevara, Afrikalı-Amerikalılardaki radikal ideolojilere sempatiyle yaklaşmaktaydı. Ayrıca o, 1964’te Küba’yı adına BM Genel Kurulu’na katılmak üzere gittiği New York’ta Malcolm X’in mücadelesine destek verdi.[19] Dolayısıyla Guevara, 1965’te Küba’yı terk ettiğinde, Afrikalı-Amerikalılar da Castro hükümeti içerisinde kendilerine yönelik en güçlü desteği de yitirmiş oldular. Sonrasında Küba’yla sadece kendisini sosyalist veya komünist olarak tanımlayanlar ilişki kurdular (bu konudaki önemli bir istisna, Stokely Carmichael’in 1967’deki ziyaretidir).

Küba’yla en önemli ilişkileri kurmuş olan Afrikalı-Amerikalı örgütü, Kara Panter Partisi’ydi. Parti, Küba devriminden ve Che’nin fokoculuğundan ilham alan, devrimci Marksist bir örgüttü. Partiyi Bobby Seale ile birlikte kuran Huey P. Newton’ın otobiyografisinde şu cümleye rastlanmaktaydı:

“Castro’ya göre, gerilla savaşı iyi bir propaganda yöntemidir. Richmond sokaklarında silâhlarla yürümek de bizim propaganda yöntemimizdi.”[20]

Birçok Kara Panter üyesine göre, Küba, sosyalist bir sistemin tüm yurttaşlarına eşit fırsatlar sunma konusunda nasıl başarılı olabileceğine dair mükemmel bir örnekti.[21] Sosyalist Küba, aynı zamanda John Edgar Hoover’ın Karşı İstihbarat Programı [COINTELPRO] üzerinden yürütülen yasadışı faaliyetlerden kaçmak isteyen birçok Kara Panter üyesi için güvenli bir liman olarak iş gördü. 1967-68’den itibaren onlarca parti üyesi Küba’ya sığındı. Küba’da yaşayan Afrikalı-Amerikalılar arasında Eldridge Cleaver, Huey P. Newton ve Assata Shakur gibi, hareketin önemli kimi liderleri de vardı.

Cleaver, Küba’ya 1968’de geldi. Amacı, hakkında çıkartılan tutuklama kararı sonrası olası baskılardan kurtulmaktı. Adada sekiz ay kaldı. Onun hikâyesi bilhassa ilginçti, çünkü Kara Panter Partisi’nin Enformasyon Bakanı olarak, onun Küba hükümeti ile kurulan ittifaktan ciddi beklentileri mevcuttu. O, Kübalıların Afrikalı-Amerikalı devrimcilerin eğitimi için askerî bir kamp kuracağını umuyordu. Proje başarısız oldu, zira Kübalılar, (böylesi bir seçimin uluslararası sonuçları olacağı düşüncesiyle) Afrikalı-Amerikalıların kurtuluş mücadelesine dönük politik desteklerinin askerî bir desteğe dönüşmesini istemediler.[22]

Huey P. Newton ise Oakland’da bir fahişeyi öldürme suçlaması üzerine 1974’te Küba’ya geldi. Newton, Santa Clara’dan çıkmasa da yeni lider Elaine Brown ile yaptığı telefon görüşmeleri üzerinden partiyi yönetmeyi sürdürdü.[23]

Partinin eski bir militanı ve Siyahların Kurtuluş Ordusu’nun üyesi olan Assata Shakur, 1979’da hapishaneden kaçtı ve 1984’te Castro hükümetinin siyasi iltica talebini kabul etmesi üzerine Küba’ya geldi.[24]

Siyahîlerin kurtuluş mücadelesi esnasında başka isimler de Castro’nun resmî misafiri olarak Küba’ya geldiler. Siyah hareketi savunma örgütü üyelerinden Stokely Carmichael, bunlardan biriydi. 1965 sonrası Küba hükümetinden resmî davet alan tek komünist olmayan Afrikalı-Amerikalı oydu. Temmuz 1967’de Carmichael, Latin Amerika Dayanışma Konferansı’nın örgütlenme sürecine katıldı. Che’nin isminin ve mücadelesinin anıldığı bu konferans, onun faaliyetlerini öven konuşmalara tanıklık etti. Söz konusu konuşmalarda, Che’nin faaliyetlerinin Üçüncü Dünya devrimcileri ve aynı zamanda devrimci Siyahîler için önemli bir ilham kaynağı olduğu üzerinde duruldu.[25]

Son olarak adaya, komünist parti üyesi ve siyahların özgürlüğü için mücadele eden bir isim olan Angela Davis geldi. Davis, devrime yönelik dayanışma duygularını ifade etmek adına, 1972’de hapisten çıkması üzerine Küba’yı ziyaret etti. Ziyaret, yüz binlerce insanın “Angela Davis’e özgürlük” kampanyası yürüttüğü ve kampanyanın muazzam bir başarı elde ettiği bir dönemde gerçekleşti. Bu kampanya sayesinde Davis, siyahîlerin özgürlük hareketinin en önemli isimlerinden biri hâline geldi.[26]

Sonuç

Bu kısa makalenin de ortaya koyduğu biçimiyle, altmışların başında birçok radikal siyahî, Küba Devrimi’ni Amerika kıtasında ABD emperyalizmine karşı mücadele eden bir Üçüncü Dünya devrimi olarak görmüştür. Bir yandan bu siyahî militanlar, kendi ülkelerinde etnik milliyetçiliği benimserlerken, diğer yandan da ülke dışında Üçüncü Dünya enternasyonalizmini desteklemişlerdir.

John Henrik Clarke, siyahî entelektüellerden oluşan bu grubu “yeni Afrikalı-Amerikalı milliyetçiler” olarak adlandırıyor.[27] Bazı tarihçilerse Siyah Güç eylemlerinin Robert Williams, Harold Cruse, LeRoi Jones ve Malcolm X gibi ilk dönem siyahî milliyetçilerin (bir anlamda enternasyonalistlerin) ideolojilerinden beslendiğini, hareketin insan hakları mücadelesinin yanı başında gelişip serpildiğini ifade ediyorlar.[28]

Bu tarihyazımının açtığı yoldan ilerleyen bir isim olarak ben, 1959 Küba Devrimi’nin altmışların başında Siyah Güç hareketinin büyüdüğü sürece damgasını vuran, onu etkileyen ve yönünü tayin eden sosyalizm, üçüncü dünyacılık ve antiemperyalizm gibi bir dizi enternasyonalist ideolojinin gelişiminde önemli bir yere sahip olduğunu söylüyorum.

Afrikalı-Amerikalıların devrimci Küba ile ilişkisi konusunda şu tespiti yapmak mümkün: bu ilişkiler, her iki taraf için de önemli sonuçlara yol açmıştır. Afrikalı-Amerikalıların eylemlerine destek sunmak suretiyle Castro, Üçüncü Dünya’nın dikkatini ABD’nin aşil topuğu olan ırkçı ayrımcılık meselesine çekmiş, Soğuk Savaş’ın temelde propaganda savaşı olarak yürütüldüğü dönemde propaganda sahasında o dönem için önemli bir zafer elde etmiştir.

1960 ve 1964’te toplanan Birleşmiş Milletler genel kurulları, bu zaferin şahididir. Bu toplantılarda Castro ve Che, ABD’yi Afrikalı-Amerikalı yurttaşlarına ayrımcılık uygulamakla suçlamıştır. Siyahî Amerikalıların radikalizmiyle ittifak kurması neticesinde Castro, aynı zamanda kendisini büyük lider ve Küba’nın kurtarıcısı olarak gören Afrikalı-Kübalılar nezdinde sahip olduğu konumu da güçlendirmiştir. Bu destek sayesinde Afrikalı-Kübalılar, Castro’yu dünya genelinde siyahîlerin haklarının savunucusu olarak görmeye başlamışlardır.

Siyahî Amerika ile kurulan ittifak ve ABD’deki ırk ayrımcısı rejim ile Küba’da ırklarüstü toplum arasındaki çarpıcı fark da Castro’nun Üçüncü Dünya’da olumlu bir imaj edinmesini sağlamış, bu imaj, Küba’nın bir dizi Afrika ülkesiyle ilişkilerine olumlu yönde tesir etmiştir.

Birçok Afrikalı-Amerikalı için Küba Devrimi, ırk sorununun ırkçı ayrımcılık meselesine ilk elden çözüm sunmasa bile, ancak yukarıda alınıp aşağıya doğru tatbik edilecek kararlarla çözüme kavuşturulabileceğini, tüm Amerikalı yurttaşlara eşit haklar verilebileceğini göstermiştir.

Küba ile kurulan ittifak sayesinde birçok siyahî radikal, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı “kara ırklar”ın dünya genelinde verdikleri mücadelelerle Afrikalı-Amerikalıların insan hakları mücadelesini birbirine bağlamak suretiyle, kendi mücadelelerini uluslararasılaştırmıştır. Küba hükümeti ile kurulan ittifak sayesinde Eldridge Cleaver, Robert Williams ve Stokely Carmichael gibi birçok siyahî Amerikalı, Üçüncü Dünya liderleriyle bir araya gelme ve onlarla işbirliği kurma imkânına kavuşmuştur. Onlar için Küba, Afrika ve Asya arasında uzanan “köprü”dür.

Afrikalı-Amerikalılarla Küba arasında kurulan ilişkiler, bir yandan da Üçüncü Dünya’nın ABD’deki ırkçılık sorununa dikkat kesilmesini, iki kesimin Eisenhower, Kennedy ve Johnson gibi Amerikan başkanlarının insan hakları konusunda belirledikleri siyasetlere bir biçimde baskı uygulama imkânına kavuşmalarını sağlamıştır.

Son olarak şu önemli hususa değinmek gerekmektedir. FBI Başkanı Edgar Hoover’ın kurduğu, birçok siyah güç örgütünün zayıflatılması için kullanılan COINTELPRO [Karşı İstihbarat Programı] denilen projenin yasadışı faaliyetler yürüttüğü dönemde, onlarca Afrikalı-Amerikalı, Küba’yı güvenli bir sığınak olarak görüp bu ülkeye gitmiştir.

Alberto Benvenuti
2015
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Borstelmann, Thomas. The Cold War and the Color Line: American Race Relations in the Global Arena. Cambridge: Harvard UP 2001; Yayına Hazırlayan: Plummer, Brenda Gayle, Window on Freedom. Race, Civil Rights and Foreign Affairs 1945-1988. Chapel Hill: U of North Carolina P, 2003; Bush, Roderick. The End of White World Supremacy: Black Internationalism and the Problem of the Color Line. Philadelphia: Temple UP, 2009.

[2] “Discrimination Against Negroes in Cuba Fading.” New York Amsterdam News 10 Aralık 1938: s. 8; “Cuban President Urges Race to Join All-Out Victory Effort.” New York Amsterdam News 19 Aralık 1942: s. 7.

[3] Küba’da ırk ayrımcılığı, ABD’nin güneyinde olduğu gibi kurumsal bir yapı arz etmiyordu, ancak gene de devrim öncesinde kamusal alanın belirli kesimlerinde ve belirli sektörlerde ırk ayrımcılığı söz konusuydu. Bkz.: De la Fuente, Alejandro. A Nation for All: Race, Inequality and Politics in Twentieth-Century Cuba. Chapel Hill: U of North Carolina P, 2001.

[4] Castro, Fidel. “Speech at the Fifteenth Session of the United Nations General Assembly.” Official Records. New York: United Nations, 1961, s. 118.

[5] “Adam Powell Lands in Cuba.” Daily Defender 21 Ocak 1959: s. 1.

[6] Powell, Adam Clayton. Adam by Adam: The Autobiography of Adam Clayton Powell. New York: Dafina, 2002, s. 196.

[7] Lissner, Will. “Castro is Failing to Lure Negroes.” New York Times 31 Temmuz 1960: 1; Harold Cruse, “Cuba and the North American Negro: A Study in Two Revolutionary Perspectives.” N.d. Box 4, folder 2. Harold Cruse Papers, Tamiment Lib.-Robert F. Wagner Labor Archives, Elmer Holmes Bobst Lib., New York.

[8] “Racial Integration Advances in Cuba.” Daily Defender 10 Mayıs 1960: s. 12; “Register Joe as Tourist Promoter.” Daily Defender 26 Mayıs 1960: s. 3.

[9] “Joe Louis Agency Engaged in Cuba.” New York Times 26 Mayıs 1960: 4; “Louis Works for Cuba.” New York Mirror 26 Mayıs 1960: s. 1.

[10] Mealy, Rosemary. Fidel & Malcolm X: Memories of a Meeting. Melbourne: Ocean P, 1993.

[11] Fair Play for Cuba Committee. “What is Really Happening in Cuba?” New York Times 6 Nisan 1960; “How the Fair Play for Cuba Committee Was Formed.” Fair Play 6 Mayıs 1960: s. 4.

[12] Cruse, Harold. “The American Negro and the Cuban Revolution: A Critical Essay.” N.d. Box 3, folder 19. Harold Cruse Papers, Tamiment Lib.-Robert F. Wagner Labor Archives, Elmer Holmes Bobst Lib., New York; Jones, LeRoi. “Cuba Libre.” Evergreen Review. 4.15 (1960). Rpt. in Home: Social Essays. By Jones. New York: Akashic, 2009, s. 23-78.

[13] Frankel, Max. “Cuban in Harlem.” New York Times 20 Eylül 1960: s. 1.

[14] Matthews, Ralph D. “Going Upstairs: Malcolm X Greets Fidel.” New York Citizens Call 24 Eylül 1960: s. 1; Gleijeses, Piero. Conflicting Missions: Havana, Washington and Africa, 1959-1976. Chapel Hill: U of North Carolina P, 2002.

[15] “A Declaration of Conscience by Afro-Americans.” Baltimore Afro-American, 22 Nisan 1961: s. 16.

[16] Williams, Robert F. Negroes With Guns. New York: Marzani and Munsell, 1962.

[17] Cohen, Robert Carl. Black Crusader: A Biography of Robert Franklin Williams. New York: Radical, 2008.

[18] Williams, Robert F. “USA: The Potential of a Minority Revolution.” The Crusader 5.4 (1964): s. 1-6; “USA: The Potential of a Minority Revolution. Part II.” The Crusader 7.1 (1965): s. 1-8.

[19] X, Malcolm. Malcolm X Speaks:Selected Speeches and Statements. Yayına Hazırlayan: George Breitman. New York: Merit, 1965, s. 102.

[20] Newton, Huey P. Revolutionary Suicide. New York: Penguin, 2009, s. 153.

[21] Newton, Huey P. “Message of Solidarity to Our Cuban Comrades.” The Black Panther 9 Ağustos 1971: s. 8.

[22] Cleaver, Eldridge. “On Exile and Return to United States.” 1976. Box 2, folder 86. Eldridge Cleaver Papers, The Bancroft Lib., University of California, Berkeley; Cleaver, Eldridge. “Slow Boat to Cuba.” N.d., Box 2, folder 31. Eldridge Cleaver Papers, The Bancroft Lib., University of California, Berkeley; Reitan, Ruth. The Rise and the Decline of an Alliance: Cuba and African American Leaders in the 1960s. East Lansing: Michigan State UP, 1999.

[23] Walker, Alice. “Secrets of the New Cuba.” 1977. Box 144, folder 23. Alice Walker Papers, Robert W. Woodruff Lib., Emory University, Atlanta; Brent, William Lee. Long Time Gone: A Black Panther’s True-Life Story of His Hijacking and Twenty-Five Years in Cuba. Lincoln: toExcel, 2000, s. 222-240.

[24] Shakur, Assata. Assata: An Autobiography. Chicago: Lawrence Hill, 2001, s. 266-274.

[25] “Envia Carmichael mensaje al Comandante guerrillero Ernesto Guevara.” Granma 2 Ağustos 1967: s. 1; Meluzá, Pedro. “Conferencia de Prensa de Stokely Carmichael.” Granma 2 Ağustos 1967: s. 6.

[26] “Ofrecen Homenaje a Angela Davis.” Granma 2 Ekim 1972: s. 1; Pita Astudillo, Felix. “El verdadero sueno americano.” Granma 4 Ekim 1972: s. 5.

[27] Clarke, John Henrik. “The New Afro-American Nationalism.” Freedomways 1.3 (1961): s. 285-95.

[28] Woodard, Komozi. “Amiri Baraka, the Congress of African People,and Black Power Politics From the 1961 United Nations Protest to the 1972 Gary Convention.” The Black Power Movement: Rethinking the Civil Rights-Black Power Era. Yayına Hazırlayan: Peniel Joseph. New York: Routledge,2006. s. 55-77; Joseph, Peniel. Waiting ’Til the Midnight Hour: A Narrative History of Black Power in America. New York: Holt, 2006.