Pages

30 Haziran 2022

Paulo Freire’den Bell Hooks’a Eleştirel Pedagoji


Doksanların başında Paul Buhle, şu tespiti yapmıştı: “Gelelim asıl meseleye: Altmışların tüm o radikalleri nereye gittiler? Bu soruya verilecek en doğru cevap, şu olmalı: Ne dinî tarikatlara ne de yuppiliğin kucağına, sınıflara gittiler.”[1]

Aslında altmışlı yılların radikallerinin önemli bir kısmı, ömrünü bir tarikatın veya komünün içerisinde tamamladı. Mücadeleyi sürdürenlerse, onu sınıflarda verdiler. Politik yenilgiyle yüzleşmiş olan tüm bu radikal isimler, öğretmenlik kariyeri yapmayı tercih ettiler ve yeni kuşakları dersliklerde politize edeceklerini umdular.

“Eleştirel pedagoji”, bu dönemin ürünüdür. O, genel manada eğitimin politikleştirilmesi işlemi olarak anlaşılmalıdır. Eleştirel pedagojinin amacı, adil, özgür ve eşit bir toplum inşa etmek için insanları eğitmektir.

Akademi sahasında eleştirel pedagoji kadar, kimseye müdanası olmaksızın solcu olabilen disiplin sayısı, bir elin parmaklarını geçmez. Eleştirel pedagojinin kullandığı dil, devrimci değilse bile radikaldir. Önde gelen eleştirel pedagoglardan birinin ifadesiyle,

“eğitimin asli hedefi, öğrencileri, kendi tarihsel, ırksal, sınıfsal ve cinsel konumunu gören, hayatını biçimlendiren güçleri bilen, insanı özgürleştirme ve kurtarma mücadelesi dâhilinde politik ve ahlakî düzlemde harekete geçebilen politik özneler olarak inşa etmek suretiyle, toplumsal dönüşümün koşullarını oluşturmaktır.”

Bu tarz bir eğitime çok az solcu itiraz edecektir. Ama gene de solcuların bu konuda ihtiyatlı olmalarında fayda vardır. Zira eleştirel pedagoji, öğrencilere “tarihsel konumlar”ı konusunda eğitim verdiğini varsaysa da o, kendi konumunu idrakten yoksundur.

Eleştirel pedagoji, politik düzlemde canlılığını ve geçerliliğini yitirmiş olan yeni solun bir ürünüdür. Yeni sol, geçmiş dönemin militanlığını kendisinin pratikte yaptığı hataları değerlendirmeye tabi tutmaksızın, dersliklere aktarmıştır. Sınıftaki radikalizm ile politik yenilgi arasındaki çelişki, kendilerine rehberlik etsinler diye eleştirel pedagogların gözlerinin içine bakan öğrencilerden saklanmıştır. Yeni solun yenilgilerle yüklü tarihini bir türlü kabule yanaşmayan eleştirel pedagoji, o hataları tekrarlamaya mahkûmdur. O, “radikal toplumsal değişim”in faili olmak şöyle dursun, o değişimin önündeki engeldir.

Paulo Freire’nin Sahte Radikalizmi

Paulo Freire’in Ezilenlerin Pedagojisi (1968) isimli eseri, çoğunlukla eleştirel pedagojinin kurucu metni olarak kabul edilse de bu kitabın ilgili sahayla ilişkisi, karmaşık ve bir miktar da mesafelidir.

1. Freire’nin metni, yurttaş hakları, dekolonizasyon ve Soğuk Savaş’ın artmakta olan gerilimleri karşısında aktivizmin politik fırsatlarla yüzleştiği altmışların bir ürünüdür. Oysa eleştirel pedagoji, aktivizm açısından pek elverişli olmayan seksenlere dek ortaya çıkmış değildi.

2. Freire düşüncelerini, okuryazar oranının düşük olması gibi kimi eğitsel güçlüklerle cebelleşen üçüncü dünya bağlamında geliştirmişti. Eleştirel pedagoji ise Batı’nın belirli bir idareye tabi olan toplumlarını çıkış noktası almıştı. Dolayısıyla, Ezilenlerin Pedagojisi’nin ilgili saha içerisindeki konumu sorunludur.

Ömrü boyunca Freire, kariyerini Brezilya’nın önde gelen okuryazarlık uzmanı olarak inşa etti. Hukuk bölümünden mezun olduktan sonra işçilerin refah düzeylerini artırmak için bizatihi sanayiciler tarafından kurulmuş olan Serviço Social da Indústria [“Sanayi İçin Toplum Hizmetleri” -SESI] isimli örgütte çalıştı. Freire, radikal görüşlerini bu çerçeve dâhilinde geliştirdi. Onu en çok da kurtuluş teolojisi, varoluşçuluk, daha da önemlisi, hükümete bağlı düşünce kuruluşu Instituto Superior de Estudos Brasileiros’un (“Brezilya Çalışmaları Yüksek Enstitüsü”nün -ISEB) savunduğu kalkınmacı milliyetçilik etkilemişti.

O dönemde birçok Brezilyalı aydın, ülkenin modernize edilmesi için işçilerin ve köylülerin harekete geçirilmelerinin gerekli olduğunu düşünüyordu. Nüfusun neredeyse yarısı (yaklaşık kırk milyon) okuma yazma bilmediği için haklarından mahrum kalıyordu. Bu noktada Freire’nin geliştirdiği okuryazarlık programlarının toplumsal değişimin gerçekleştirilmesi noktasında önemli bir rol oynayacağı görüldü. Asıl mesele, bu değişimin ne tür bir değişim olacağı idi?

Freire ve arkadaşları, okuryazarlığın bilinçlendirme aracı olarak kullanılabileceğini gördüler. “Freire yöntemi”, öğrencilere sadece okuma yazmayı değil, kendi durumlarını eleştiri süzgecinden geçirip, o durum hakkında kafa yormayı öğretiyordu. “Favela” türünden kavramlara dair sözel ve görsel unsurları kullanan öğrenciler, kelimelerin “şifre”sini çözmeyi, onlarla bağlantılı olan gerçekleri idrak etmeyi öğreniyorlardı.[3] Eğitim materyalleri, doğayla kültür arasındaki farka vurgu yapıyor, öğrencilerin gerçekliğin kendi faaliyetlerinin bir ürünü olduğunu idrak etmelerini, böylece onların gerçekliğin değiştirilebileceğini görmelerini sağlıyordu.

Ezilenlerin Pedagojisi, bu yöntemi geliştirip, bir eğitim felsefesi hâline getiriyor. Kitap, zulmün ne olduğuna veya zalimlerin kim olduklarına dair bir açıklama sunmuyor, bu konulara üstünkörü değinmekle yetiniyor.[4] Kitap daha çok, ezilenin gördüğü zulüm karşısında sorumluluk aldığı ve onu aştığı, böylelikle tarihsel failler hâline geldiği durumun öğretim aşamasında nasıl modellenebileceği üzerinde duruyor. Freire, görevlerinin kendilerini özgürleştirmek olduğunu düşündüğü için, öğretmenin öğrencilerine neleri düşünüp neleri yapacaklarını söylediği geleneksel pedagoji modeline bel bağlayamayacaklarını söylüyor. Freire, geleneksel pedagojiyi “bankacı” modeli olarak görüyor, çünkü bu pedagoji anlayışında öğrenciler, öğretmenin bilgi “depoladığı” birer kumbara olarak algılanıyorlar. (s. 72) Freire’ye göre bu model, öğrenciyi eğitim sürecinin pasif bir nesnesi kılıyor. Freire, özgürlüğün öğretilmesi için bu modelin kullanılması durumunda, ezen-ezilen ilişkisinin içeriğine karşı çıksa bile, modelin pratikte bu ilişkinin biçimini yeniden üreteceğini söylüyor. Freire, diyalektik açıdan ele aldığı eğitim meselesinde “problem kurma” seçeneğini gündeme getiriyor. (s. 79) Buna göre öğrenci, bilgiyi pasif bir biçimde alan kişi olmaktan çıkıyor, nesnel gerçekliği muhakeme etmek suretiyle, onu dönüştüren özne hâline geliyor. Öğretmen, bu sürece diyalog kurarak yön veriyor. Freire’ye göre, gerçek eleştirel pedagoji, diyaloga dayalı olmalı, bu anlamda, öğretmen ve öğrenci, birer eşit kişi olarak diyaloga girmeli, ama daha da önemlisi, bu diyalog, dünyayı dönüştürebilecek hakiki kelimeler üretebilmeli.

Ezilenlerin Pedagojisi, genelde devrimci bir bakış açısı sunan bir çalışma olarak görülüyor.[5] Bu, kısmen yazarının Marksist terimleri kullanıyor oluşunun bir sonucu.

Oysa Triviños ve Andreola’nın da tespit ettiği biçimiyle, Freire, “analize dair Marksist kategorileri kullanırken, Marksist ideolojiyi kapı dışarı ediyor.”[6] Hayatının hiçbir döneminde bağımsız işçi sınıfı siyaseti içerisinde yer almamış olan Freire’nin asarına, daha çok teoriyle pratik arasındaki derin çelişki damgasını vuruyor.

Ezilenlerin Pedagojisi, ezilenlerin kendi kendilerini kurtarmaları fikrinden yana saf tutsa da Freire, hep bürokrasiye tabi, devletin yönlendirdiği işlerde çalışıyor, çoğunlukla işçi sınıfını bağımsız bir güç olarak örgütleme derdinde olanların yürüdükleri yolun ters istikametinde ilerliyor. Freire, Brezilya ve Şili’de kurulmuş olan reformist hükümetlerde görev alıyor, BM Gıda ve Tarım Örgütü ve UNESCO gibi ulusötesi teşkilâtlarda ve tek partiyle yönetilen kimi ülkelerde çalışmalar yürütüyor. Ait olduğu tek bağımsız (bu anlamda sivil) teşkilât, kilise.

Geriye dönüp baktığımızda, Freire’nin Brezilya kırsalında yürüttüğü okuryazarlık çalışmaları, esasen radikal her türden seçeneği önceden boğmak için kullanılmış. Soğuk Savaş döneminde egemenler, yetişkinlerdeki okuryazarlık sorununu en önemli politik sorun olarak görmüşler. Üçüncü Dünya’daki düşük okuryazarlık oranları karşısında yoksul köylülerin eğitilmesi acil bir sorun olarak gündeme gelmiş, ama burada esas amaç, komünizmin yayılmasını durdurmak.

Küba Devrimi’nin elde ettiği başarı karşısında korkuya kapılan Kennedy yönetimi, Latin Amerika’da “orta sınıf devrimi” yapma vaadinde bulunan İlerleme Yanlısı İttifak isimli bir yardım programını yürürlüğe koymuş.[7] Freire’nin yürüttüğü okuryazarlık programları, kısmen bu program tarafından finanse edilmiş.

Ezilenlerin Pedagojisi, devrimci bir dili kuşanmış, ama öte yandan da metin, başka türden bir politikaya meylediyor, burada Freire, tüm dünyada yeni sol radikallerin yanına oturuyor. Ona göre eleştirel pedagojinin nihai hedefi, ezilenleri devrim için hazırlamak. Yani, onlarda bulunan, zalimin nakşettiği, ezilenlerin bir biçimde içselleştirdikleri bilinci söküp atmak. (s. 55)

“Eğer ezilenler, devrimci sürece çift anlamlılığı ile, yani hem kendileri hem de zalim olarak iştirak edecek olurlarsa, zulüm koşullarının kendilerine dayattığı bu çift anlamlılığın tecessüm etmiş hâli olarak iktidara gelecek olurlarsa, kanaatim şu ki, onlar, iktidarı ancak rüyalarında görürler. Hatta ezilenlerin varoluşlarındaki bu ikili hâl, bürokrasinin inşasına yol açacak olan sekter ortamın oluşmasını sağlayacak, bu da devrimin altını oyacak.” (s. 127)

Freire kitabında, politik devrim öncesinde bir kültür devriminin yaşanması gerektiğini söylüyor.[8] Böylelikle atı arabanın arkasına bağlıyor. Oysa Freire’nin “insanın kâmil ve tam insan olma yolculuğunun tamama ereceği” (s. 55) koşulları, ancak politik devrim yaratabilir.

Freire, eğitim, zulmün ezilenlerin derisinde ve ruhunda açtığı yaraları ortadan kaldırana dek, ezilenlerin bir mücadeleye öncülük edemeyeceklerini düşünüyor. O, “devrim” derken, tıpkı yeni sol gibi, “kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilen uzun yürüyüş”ü, reformların parça parça kopartılıp alındığı aşamalı bir süreci kastediyor.

Yeni solun yenilgisi, yetmişlerin sonunda onun akademi koridorlarına saçılmasında karşılık buluyor. Freire, bu süreci gayet iyi örnekliyor. Bir memur olarak o, Brezilya köylerinde okuryazarlık oranını yukarı çekmenin yollarını arıyor. Ama bu politik kariyer, 1964 darbesiyle kesintiye uğruyor. Şili’de sürgün hayatı yaşarken, Ezilenlerin Pedagojisi’ni kaleme alıyor. Kitap, uluslararası planda birçok kapının açılmasını sağlıyor. Harvard’da ders verme imkânı bulan Freire, birçok ülkede eğitim sistemlerini nasıl geliştirecekleri konusunda hükümetlere danışmanlık hizmeti veriyor. Tam da bu noktada Freire, teorik manada başka bir yola giriyor, eleştirel bir pozisyon alıyor, ama iş işten geçiyor.

Freire’nin yürüdüğü yol, Brezilya’ya has politik koşulların bir dışavurumu. Bu yol, bir yandan da dünya genelinde yeni solun kaderine de ışık tutuyor. İsyan sürecinde “ezilenler”e öncülük etmeyi başaramayan yeni sol, içindeki muhalif ruhu politik rüzgârın dindiği koşullarda bile diri tutma umuduyla, akademinin kapısından içeri giriyor.

Akademik Solun Yükselişi

Yeni solun ölümü, akademik solun ortaya çıkışına sebep oluyor. Böylelikle yetmişler ve sonrasında akademyaya Marksist çentik atılıyor. Pedagoji alanında bu eleştirel çentiği, Samuel Bowles ile Herbert Gintis’in 1976 yılında kaleme aldıkları Schooling in Capitalist America [“Kapitalist Amerika’da Eğitim”] isimli çalışma atıyor. Yazarlar, bu kitapta eğitimin özgürleştirme potansiyelinin kapitalist ekonomide eğitim sürecinin kayıt altına alınmasına dönük pratikler üzerinden sınırlandığını söylüyorlar. Onlara göre eğitim, temelde, toplumsal yeniden üretime ait bir mekanizma olarak anlaşılmalı.

Eleştirel pedagoji, Bowles ve Gintis’deki kötümserliği karşıya atan bir saha olarak gündeme geliyor. Henry Giroux ve Peter McLaren, yazarlardaki “determinizm”i ve “ütopya düşmanlığı”nı eleştiriyor, onun yerine, “ihtimalleri dikkate alan bir dil”i öneriyor.[9] Giroux ve McLaren, okulların sadece toplumsal yeniden üretime ait birer mekanizma olmadıklarını, onların aynı zamanda “direniş” ve “itiraz” bağlamında özerk birer kurum olduklarını söylüyor.[10]

Kendilerini “hakiki Marksist” olarak gören bu iki taraftan biri, üstyapıyı esas alan ekonomi analizinden, diğeri ise altyapıdaki çelişkilerden yola çıkıyor. “Ortodoks” Marksizme bağlı ekonomistlere göre, eleştirel pedagoglar, Frankfurt Okulu ve Gramsci’den devşirilmiş “Batı” Marksizmine veya “eleştirel” Marksizme karşı çıkıyorlar. Oysa “ekonomik” Marksizm ile “politik” Marksizm arasındaki ayrışma, aslında kendilerini Marksist kabul eden solculardaki dağılmanın ve yaşanan yenilginin bir sonucu.

“68 ruhu”nu muhafaza etmeye çalışan eleştirel pedagoglar, Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi eseriyle tanışıyorlar ve onu geriye dönük inşa faaliyeti dâhilinde, eleştirel pedagojinin kurucu metni kabul ediyorlar. Çünkü kitap, bireyin bilincindeki dönüşüme odaklanıyor, bu anlamda en fazla ihtiyaç duyulan umudu içinde barındırıyor ve işlevselcilerdeki kötümserliğin panzehri olarak görülüp önemseniyor.

Aslında politik düzlemde eleştirel pedagoglarla ve işlevselciler arasında pek bir fark yok. Her iki kesim de toplumsal değişimi, özgür toplumun “kurumlar eliyle organize edilen uzun yürüyüş”[11] üzerinden gerçekleşen aşamalı dönüşümü olarak tahayyül ediyor. Bu noktada, ilgili süreçte eğitimin oynayacağı rol üzerinde duruluyor. İşlevselciler, eğitimin rolünün ufak olduğunu düşünürlerken, eleştirel pedagoglar, eğitimin toplumsal değişimin asli kaldıracı olduğuna inanıyorlar.

Eleştirel pedagojinin seksenlerde hızla gelişme kaydetmesiyle birlikte, yeni eleştirel söylemler arz-ı endam ediyor. Bu dönemde muhaliflerin akademiye hücum etmeleri, genel manada muhalefetin akademikleşmesi, politik krize dair bir alamet olarak değil de fırsatlar sunan bir gelişme olarak görülüyor.

İlgili dönemde umut olarak görülen postmodernizmin, yeni imkân ve ihtimalleri, hatta politik imkân ve ihtimalleri yaratacak yeni teorik çerçeveleri ve fikirleri sunduğu düşünülüyor. Postmodernizmin hüküm sürdüğü üniversite hayatına hoppalık ve miyopluk galebe çalıyor. Örneğin Terry Eagleton’ın çok satan kitabı Literary Theory: An Introduction [“Edebiyat Teorisi: Bir Giriş” -1983] Jacques Derrida ve Michel Foucault’nun teori sahasında getirdiği yeniliklerin “aslanı” (yani işçileri) uyandırabileceği kehanetinde bulunuyor.[12] Kitabın 1996 tarihli baskısında Eagleton, kitaba son söz ekliyor ve orada postmodernizm konusunda eskisi kadar iyimser olmadığını ifade ediyor. Orada, “Postmodern toplumun bizlere takdim ettiği göz kamaştırıcı ürünlerden biri de kültür teorisi” diyen Eagleton, bugün postmodern teorinin bırakalım politikleştirici bir güç olmayı, “politik faaliyetin yerini aldığını, dolayısıyla depolitize edici bir niteliğe kavuştuğunu” söylüyor.[13] Neticede şu görülmeli: yeni solun politikası şapa oturmuş, postmodern teori de aynı şekilde çıkmaz sokakta sıkışıp kalmıştır.

İnatla “imkânları esas alan dil” peşinde koşup duran eleştirel pedagoglar da kendi bindikleri dalı kestiler. İmkânsızlığın dilini, işlevselci Marksizmi terk edip, postmodernizmin “üst anlatılar”a yönelik eleştirisini benimsediler.

Epey ünlü olan makalesinde feminist akademisyen Elizabeth Ellsworth, eleştirel pedagojinin önemli kavram ve amaçlarının “güçlendirme”, “öğrencinin sesi”, “diyalog”, hatta “eleştirel” kelimesinin bile, baskıcı birer mit olduğunu söylüyordu.[14]

Bu anlamda, postmodernizmin kimlik temelli söylemleri, ütopyacılıktan kalanları tuz buz etti ve eleştirel pedagojinin genel politik penceresini “içerme” ve “tanınma” meselelerine doğru daralttı.

Bell Hooks’a Uzanan Yol

Eleştirel pedagojinin hikâyesinin bittiği yeri görmek için Bell Hooks’un Teaching to Transgress [“Sınırları Aşmayı Öğretmek” -1994] isimli kitabına bakmak gerekir. Hooks’un metni, hem postmodernizmin bir ürünü hem de onun siyasetine yönelik bir şikâyetnamedir.

“Beyaz üstüncülüğü, emperyalizm, cinsiyetçilik ve ırkçılık, teorinin onları yapısöküme uğratmak için gerekli araçları temin ettiği koşullarda nasıl oluyor da hâlâ varlıklarını sürdürebiliyor?”[15] diye soran Hooks’a göre eleştirel pedagoji, öğrencilere ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyet denilen sınırları aşmayı öğretmelidir. Ama bu öğretme pratiği, politik bir proje olarak görülmemelidir. Hooks’a göre eleştirel pedagoji, “marjinal grupların yaşanmış tecrübeler”ine hitap etmelidir. (s. 75) Bu bağlamda yazar, tecrübe denilen şeyi öze yerleştirir ve onu, hakiki bilginin koşulu hâline getirir. Eleştirel pedagoji, tecrübe şahsında, “her bir kişinin sahip olduğu değeri ve biricikliği yüceltiyor” olmalıdır. (s. 84)

Hooks üzerinden şu tür bir sonuca ulaşmak mümkündür: Postmodernizm “politikleştiğinde” o, ancak kimlik politikası yapabilmektedir.

Bu noktada Hooks’un kimlik politikasına dair tespitine değinmekte fayda var. Hooks’un çıkış noktası şudur: “Irk, cinsiyet ve sınıfsal imtiyaz, bazı öğrencilere diğerlerine kıyasla daha fazla güç bahşediyor, bazı sesleri diğerlerine kıyasla daha fazla ‘otorite’yle kuşandırıyor.” (s. 185)

Kimlik politikasının amacı, hâkim sesteki otoriteyi un ufak etmek, öte yandan bugüne dek göz ardı edilmiş veya bastırılmış sesleri merkeze koymaktır. Bu işlemse tecrübeyle kimliği birbirine bağlayarak, kişinin söylediklerini o kişinin kim olduğuna dair bir ifade hâline getirerek gerçekleştirilir. Sonuçta hâkim ses, beyaz heteroseksüel erkeğin sesi olarak özelleştirilir, böylelikle o ses, genel olma özelliğini yitirir. Marjinal sesler de aynı şekilde hâkim ses karşısında belirli bir eşitliğe kavuşurlar. Gelgelelim bu, büyük bedelleri olan bir zaferdir. Zira sadece hâkim ses değil, ızdırap çekenin sesi de otoriteden mahrum kalır. Zulüm kişiselleşir, kişinin “yaşanmış tecrübe”sine ait bir işlev hâlini alır. Hâkim gruplar gibi ezilen de başkaları adına konuşamaz hâle gelir.

Bu imkân, muktedir sınıf için bulunmaz nimettir. Bell Hooks, farkında olmadan, neoliberalizmin mantığını yeniden üretir. Thatcher’dan işittiğimiz “toplum diye bir şey yok” lafı, Hooks’un “her bir kişinin sesi biriciktir” lafında yankılanır. Hem Thatcher hem de Hooks, toplum denilen gerçekliği görmezden gelir. Aynı şekilde, içerme ve çeşitlilik üzerine kurulu politika da ta başından beri egemenlerce temellük edilmiş, namluya sürülmüş bir olgudur.

Neticede Bill Clinton, “büyük hükümet devri kapandı” derken, ayrımcılığı sona erdireceği vaadini dillendirmiş oluyordu.[16] Hooks’un pedagojisi de esasen kendi dönemi içerisinde Demokrat Parti’nin politikasına can veren ilkeleri temel alıyordu. Bu teoride ideal sınıf (derslik), esasen ideal topluma benziyor ve bu toplum da “herkesin sesinin işitilebildiği, varlığının kabul ve değer gördüğü bir cemaati ifade ediyor.” (s. 185) Muhtemelen Hooks’un tasavvur ettiği bu cemaat, mevcut toplumsal ilişkiler dâhilinde inşa edilebilecek bir olgu.

Bell Hooks, radikallerin ufkundaki daralmayı ifade ediyor. Freire, “radikalin öznelci olmaması gerektiğini söylerken, Hooks, radikalin kaderini kimlik politikasının ellerine teslim ediyor.[17] Freire’ye göre, “nesnel gerçeklik dönüştürülmeden kurtuluş mümkün değil iken, Hooks, tıpkı Clinton ve Blair gibi, kurtuluşun herkesin sesinin işitilmesini, kişilerin oldukları hâlleriyle kabul görmelerini sağlamak demek olduğunu düşünüyor.[18] Artık amaç, toplumu değiştirmek değil, insanları o toplumla bütünleştirmektir.

Özetle; eleştirel pedagoji, bugün özgürlükle çelişen bir eğilim olarak, kendimizi dönüştürmek yerine olduğumuz hâli kabullenmeyi, dünyayı değiştirmek yerine, onu olduğu gibi kabul etmeyi öğretmekte, öğütlemektedir.

Yeni solun güçlü olduğu dönemle doksanlar arasında geçen süre boyunca özgürlükçü pratiğin ufku alabildiğine daraldı. Bu gerçeği kabul etmeye yanaşmayan Hooks, Freire’nin asarına damga vuran devrimci retoriğe başvurmayı sürdürüyor. Kendisini önceleyen birçok solcu gibi o da yaşanan yenilgiyi doğallaştırıp, bu yenilginin üzerine zafer elbisesi geçiriyor.

Hooks, kendisi terk etmiş olmasına rağmen eleştirel pedagoji geleneğini savunduğunu iddia ediyor. Neoliberalizmin mantığını yeniden üretmesine rağmen, hâlen daha “beyaz üstünlükçü kapitalist patriarka”ya kafa tuttuğunu söyleyebiliyor. (s. 47) Her ne kadar yaşanan gerileme sürecine dair her türden farkındalığı ortadan kaldırmasına rağmen Hooks, aktardığı hikâyelerden birinde, istemeden de olsa, bu gerileme sürecine değiniyor.

Teaching to Transgress isimli kitabının bir yerinde Hooks, gençlik yıllarından bahsederken, kendisinin ve arkadaşlarının o dönem sandıkları kadar sınırları zorlayan kişiler olmadıkları itirafında bulunuyor: “Kendilerini zeki birer sanatçı sanan küçük ve kaynaşmış bir ekibin parçası olarak biz, tıpkı bohemler gibi, sonsuza dek hür yaşayacağımıza, kanun manun tanımayan bir kültür yaratmaya yazgılı olduğumuza inanıyorduk.” (s. 24) Yıllar sonra Hooks, “onca muhalif pozu kesmiş olmalarına rağmen, o dönemde cüret edip ulaşmak istedikleri yerin fersah fersah uzağında olduklarını, direniş eylemleri diye yaptıkları şeylerin büyük bir kısmının gerçekte statükoya hiçbir şekilde kafa tutmadığını” fark ediyor. (s. 25) Peki Hooks’un öğrencileri de benzer bir tecrübeye sahip olmadılar mı? O öğrenciler de gençlik yıllarına, sınırları aştıkları yıllara geri dönüp baktıklarında, statükoya kafa tutma konusunda başarısız olduklarını görmüyorlar mı? Bugünün öğrencileri gibi onlar da kurumsallaşmış sınır aşma pratiklerinin, esasında birer gölge boksundan başka bir şey olmadığını fark etmediler mi?

Peki bugün eleştirel pedagojideki radikal itkinin yeniden kazanılması, ne tür bir sonuç verecek? Hooks, ciddiye almamız gereken iki öneride bulunuyor. Freire gibi o da eğitimin “özgürlük pratiği” olduğunu söylüyor ki bu, doğru bir tespit. Fakat bu önermeye sadık kalmak için özgürlüğün dışına odaklanan bir pedagojinin uygulamaya konulması gerekiyor. Yani özgürlüğün, sınıfta poz keserek elde edilecek bir şey değil de onun reddedilerek tecrübe edilmesi gereken bir şey olduğu öğretilmeli, özgürlüğün salt bir eksiklik değil, ayrıca ifa edilecek bir görev de olduğu üzerinde durulmalıdır. Ayrıca Hooks’un eğitimin “hakikate yönelik kolektif bağlılığa ihtiyaç duyduğu”yla (s. 33) ilgili fikrine de sahip çıkılmalıdır. Ama şu da görülmelidir: Hooks’un iddia ettiği gibi, hakikat, “yaşanmış tecrübe”den neşet etmez. O, tarihe ait bir işlevdir.

İçinde yaşadığımız tarihsel momentin hakikati ise şudur: değişim, imkânsız değilse bile uzak ihtimaldir. En azından şunu söylemek gerekmektedir: değişime uzanan kısa bir yol bulunmamaktadır. Kıymetli olan her türden eleştirel pedagoji pratiği, kendi karşıtının kisvesine bürünmüş olan bu hakikati esas almaktadır. Hakikatin karşısında ise “geçmişin “özgürlük”, “sosyalizm” ve “sol” gibi, verili hâlleriyle anlamlarını yitirmiş sloganlarına sürekli yatırım yapanlar durmaktadır.

Bu anlamda eleştirel pedagoji, öğrencilere duymak istedikleri şeyi öğretmemeli, onlara “dünya sizindir, dönüştürün” dememeli, hakikati dillendirmeli, içinde bulunduğumuz tarihsel açmazı anlatmalıdır. Bu açmaz, insanın kendisine taktığı çelmedir, dolayısıyla ondan kurtulmak mümkündür, ama bunun için geçmişin geride bıraktığı enkazla serinkanlılıkla yüzleşmek gerekmektedir. Bugün eleştirel pedagojinin görevi, yenilgilerle yüklü tarihi doğallaştırma işine son verecek ilk adımı atmaktır.

J. A. Koster
14 Haziran 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Paul Buhle, Marxism in the United States: Remapping the History of the American Left, 2. Baskı, (Londra: Verso, 1991), s. 263.

[2] Peter McLaren, Critical Pedagogy and Predatory Culture: Oppositional Politics in a Postmodern Era (New York: Routledge, 1995), s. 38.

[3] John L. Elias, “The Paulo Freire Literacy Method: A Critical Evaluation,” McGill Journal of Education 10, Sayı. 2 (1975): s. 209, McGill. Ayrıca bkz.: Heinz-Peter Gerhardt, “Paulo Freire,” Prospects: The Quarterly Review of Comparative Education (UNESCO International Bureau of Education) XXIII, Sayı. 3/4 (1993): s. 439–58, PDF.

[4] Freire, zulmü “emir ve talimatların damgasını vurduğu bir ilişki” olarak tarif eder. Ama bu tespit, aynı zamanda otorite temelli tüm ilişkilerin zalimane olduğunu söyler. Paulo Freire, Pedagogy of the Oppressed, Çeviren: Myra Bergman Ramos, 30. yıldönümü. (New York: Continuum, 2005), s. 46-7. Parantez içerisinde verilen sayfa numaraları bu baskıdan.

[5] Örneğin bkz.: Isaac Gottesman, The Critical Turn in Education: From Marxist Critique to Poststructuralist Feminism to Critical Theories of Race (New York: Routledge, 2016), s. 25. Sahanın tarihi konusunda bu çalışmadan epey istifade ettim. Ayrıca bkz.: Gerhardt, “Paulo Freire.”

[6] Aktaran: Andrew J. Kirkendall, Paulo Freire and the Cold War Politics of Literacy (Chapel Hill: University of North Carolina Press, 2010), s. 82.

[7] Kirkendall, Paulo Freire and the Cold War Politics of Literacy, s. 25.

[8] Ayrıca bkz.: Seehwa Cho, Critical Pedagogy and Social Change: Critical Analysis on the Language of Possibility (New York: Routledge, 2013), s. 26.

[9] Henry Giroux, Ideology, Culture, and the Process of Schooling (Philadelphia: Temple University Press, 1981), s. 14–16; McLaren, Critical Pedagogy and Predatory Culture, s. 33. Ayrıca bkz.: Cho, Critical Pedagogy and Social Change, birinci ve ikinci bölümler.

[10] Giroux, Ideology, Culture, and the Process of Schooling, s. 15.

[11] Samuel Bowles ve Herbert Gintis, Schooling in Capitalist America: Educational Reform and the Contradictions of Economic Life (Şikago: Haymarket Books, 2011 [1976]), s. 286–87. Şu önemli notu düşmek gerekiyor: Eleştirel pedagoglar, Bowles ve Gintis’i kötümserlikle suçlarlarken, yazarlar, kendilerinin “iyimser” olduklarını düşünüyorlar, ayrıca “toplumsal devrim”in eli kulağında olduğunu söylüyorlar. A.g.e., s. 277–81.

[12] Terry Eagleton, Literary Theory: An Introduction, 2. Baskı (Oxford: Blackwell, 1996), s. 189.

[13] A.g.e., s. 206.

[14] Elizabeth Ellsworth, “Why Doesn't This Feel Empowering? Working Through the Repressive Myths of Critical Pedagogy,” Harvard Educational Review 59, Sayı. 3 (1989): s. 298.

[15] Bell Hooks, Teaching to Transgress: Education as the Practice of Freedom (New York: Routledge, 1994), s. 29. Yazının devamında parantez içerisinde verilen sayfa numaraları bu baskıdan.

[16] 1996 tarihli ulusa sesleniş.

[17] Freire, Pedagogy of the Oppressed, s. 38.

[18] A.g.e., s. 52.

29 Haziran 2022

Öğretmen Kamal

Bugün sosyalistlerin, Atatürk’ün ölümünün 100. yılı için 12 Eylül rejimince çektirilmiş filmle Cüneyt Arkın’ı anması, teslimiyetin düzeyini ortaya koyuyor. Unutulmasın ki Maraş Katliamı öncesi provokasyon sürecini başlatan Güneş Ne Zaman Doğacak filmi de gene aynı rejimin eseriydi.

Solun sırtını yasladığı, bu rejim tarafından imal edilmiş “halk kitlesi”, özünde askere ve sermayeye bağlı, onların mamulü.

15-16 Haziran işçi kıyamında İnan Kıraç’ın işçi tulumu giyip Koç ailesini kaçırdığı iddia ediliyor. Vitali Hakko, fabrikasından çıkamadığı koşullarda, kendisini sosyalist ressam Bedri Rahmi Eyüpoğlu kurtarıyor.[1] Bu gerçeklikte sosyalist hareket, askerin ve sermayenin ilerlemesine bel bağlıyor, kendi varlığını sürekli oradan tarif ediyor. O tulumu giymek, o sınıf bilinci, nedense sosyalist harekete bir türlü nasip olmuyor.

Bu açıdan sosyalist hareket, “AKP iktidarı’nın, Kemalizmin başka araçlarla sürdürülmesi”[2] olduğunu görmüyor. AKP’ye yönelik eleştirilerin AKP’nin dışına çevrilmesinin, içteki Kemalizmin bir marifeti olduğunu anlamıyor. AKP bahanesi arkasına saklanıp, CHP’lileşiyor. Bu anlamda, devlete ve sermayeye iyice teslim oluyor.

Bugün solun laikliğin öncüsü olarak gördüğü Koç ailesi, Öğretmen Kemal filmiyle ile aynı yılda, 1981’de çekilmiş BBC belgeselinde, mealen, “bir ayağımız Avrupa’da, bir ayağımız Ortadoğu’da olsun, Türkiye büyüsün” diyor.[3] AKP, bu adımlarda inşa ediliyor. Sola, o yürüyüşün gerçek sahiplerini gizlemek düşüyor. AKP, sermayenin ve askerin dediği yere doğru büyüttüğü ülkede yaşanan sorunları gizlemek, kitleyi kontrol altında tutmak ve pürüzleri gidermek için var. Sola da bu senaryoya uygun bir rol biçilmiş, kimi küçük burjuva şefler de bu rolü kabul etmeyi içlerine sindirmişler. Sol sayesinde sermaye ve devlet, eleştiri silahından muaf, silahın eleştirisinden azade kılınıyor.

Bugün sosyalist hareketin rolü, askerin ve sermayenin kirini pasını gizlemek, onu AKP halısının altına süpürmekten ibaret. Başka bir işlevinin olmadığını, o da biliyor. Fazlayı, dışarıyı, öteyi sorgulayan tüm unsurlarını bir bir tasfiye ediyor.

Sosyalist hareket, asker ve sermaye tarafından belirli bir kıvama getiriliyor. Zaten varolmayan bağımsızlığı sorgulamayacak, bağımsız siyaset imkânlarını yok edecek bir yere doğru savruluyor.

Oğuzhan Müftüoğlu, “12 Eylül İslamî militarist bir darbedir” lafını böylesi bir bağlamda dillendiriyor.[4] Ama nasıl oluyorsa, kendi gazetesinde, birilerini kandırmak amacıyla, 12 Eylül’ün “sermayenin emrine amade” olduğuna dair yazılara yer veriliyor.[5] Oysa Müftüoğlu’nun örgütü de dâhil, birçok sol örgüt, darbenin başında, yıllarca ilerici demokrat bildikleri ve gizlice alkışladıkları Kenan Evren olduğunu görüp sessiz kalıyorlar, “Kemalist bir darbe bu, bize bir şey yapmaz” diye düşünüyorlar.[6] O yüzden kolaylıkla teslim oluyorlar. O rejim, müzik, edebiyat, yayıncılık gibi suların başına o solcuları yerleştiriyor.

Öte yandan, Vehbi Koç, Müftüoğlu’nun “İslam” dediği siyasetin sınırlarını, 12 Eylül paşalarına yazdığı mektupta belirliyor: “Dinsiz millet olmaz. Din işleri, bu defa, siyasi partilerin istismar edemeyecekleri şekilde düzene sokulmalıdır.” Müftüoğlu, bu koşullarda, Vehbi Koç’un, ABD’nin, Kenan Evren’in “İslamcı militarist bir darbe” yaptığını sanıyor. Bugün sola halen daha bu “cehalet” yön veriyor.

Vehbi Koç da o dönemin ABD büyükelçisi de AB temsilcisi de 12 Eylül’ün “faşist” olmadığını söylüyor. O faşizm, kendi psikologlarına, bilim insanlarına yaptırdığı incelemelerde, “alt kadronun davaya inandığını, üst kadronun dava gibi bir derdi olmadığını” söylüyor, hamlelerini buna göre yapıyor. Sonrasında, her gün ezberletilen altı ok, İstiklal Marşı ve Memleketim şarkısı, sosyalist hareketin zihnine kazınıyor. Onun içeriğini ve biçimini tayin ediyor.

Bugün sosyalist hareketi, bu zihin yönetiyor. Hareketin başında, ya zaten asker olanlar, ya orduya asker yazılmış olanlar ya da yazılmak için taklalar atanlar bulunuyor. Ağza alınan her türden asker ve sermaye eleştirisi, bu iki gücün yüceliğinin kabul edilmesi, sadece eksik ve kusurlu yanların vurgulanması üzerinden yapılıyor.

Türkiye’de sosyalist hareketin askeri ve sermayeyi tam boy karşıya atıp, onunla mücadele etmesi, mümkün değil. O, ancak askerin ve sermayenin silâh niyetine kullandığı, (solun hem askeri hem sermayeyi bir vücutta cem ettiği için sevdiği) bir “çete reisi”nin kendisini kurtarmasını umabiliyor. Tam da bu sebeple, o erkin acar eri oluyor. Düşmanının fuatını avni görüyor.

Aydınlanma, ilerleme, modernleşme, batılılaşma ile ilgili anlatılan masallar, solun asker ve sermayeyle ilişkisini gizlemekle ilgili olarak dile dökülüyorlar. Sol, askerden ve sermayeden arındırılmış, Yunan mitolojisinden, Türk destanlarından, binbir gece masallarından çıkma cümlelerle, aydınlanma, ilerleme, modernleşme ve batılılaşma savunuculuğu yaparak insanları kandırmaya çalışıyor. Giderek, o cümlelere kendisi de inanıyor.

Bu dört ideolojik yönelimde sol, hep askerin ve sermayenin yanında hizalanıyor. Askerin ve sermayenin dört ideolojik yönelim ardına gizlediği sınıfsal çıkarların görülmemesini sağlıyor. Sınırları silikleştiriyor.

Avrupa, mültecileri kurşuna diziyor, “emperyalizm gibi gerici kavramlardan kurtulduk” diyen ESP ve sermayeye tanıtım filmleri çeken Gençlik Komiteleri gibi liberal sol yapılar, nedense AB emperyalizmine eleştiri yöneltiyorlar. Burada aslında kendilerinin, o mültecileri kurşuna dizen ve polise teşekkürlerini sunan başbakan kadar sosyalist oldukları gerçeğini gizlemeye ve kendi varlıklarını bir şekilde temize çıkartmaya çalışıyorlar. Bir dertleri de üretici güçlerin gelişiminin son aşaması olan emperyalizmi aklayıp yüceltmek. Temiz Avrupa için dil dökmek.

Sosyalist hareketin aklındaki aydınlanma, ilerleme, modernleşme ve batılılaşma, fazla sınıfsız ve fazla sınırsız. Sosyalist hareket, mevcut burjuva siyasetçileri, bu sınıfsızlık ve sınırsızlık düzleminde eleştiriyor, bu sınıfsızlığa ve sınırsızlığa halel getirdiğini düşünüyor ve bu konumu sosyalist siyaset diye yutturuyor. Aydınlanmanın, ilerlemenin, modernleşmenin ve batılılaşmanın sınırını ve sınıfını asla eleştiremiyor. Dokunulmaz, mutlak, yüce ve kutsal kabul edilen bu dört olgu üzerinden askerin ve sermayenin elde ettiği mevzilere put gibi sarılıyor. Kendi bekasını o puta bağlıyor. Sadece belirli askerleri ve belirli sermayedarları bu dört olgu ölçüsünde eleştirebiliyor.

Sosyalist hareket, bir 12 Eylül filmi olan Öğretmen Kemal’deki Durali karakteri olmayı içine sindiriyor. Bir kısmı da Kemal’i Arapça ve gerici bir kelime kabul ettiği için, Öğretmen Kamal olmayı tercih ediyor.

Sosyalist hareket, cumhuriyet rejiminin bir yerlerinde ağaya, sermayeye karşı çıkan bir öz barındırdığını zannediyor. Film de bu zannı esas alıyor. Ama tüccarın ismi, ancak Leon olabiliyor. Filmin çekildiği dönemde bir Rum’un mallarına el konuluyor, Demirören ailesine teslim ediliyor.

Filmin Atatürk’ü imgeleyen baş karakteri, yobaza “seninle hep mücadele edeceğim” derken, onu örtük olarak muhafaza edeceğini söylüyor, ona kimi zaman ihtiyaç duyacağını ikrar ediyor. Menemen, iktidarın sınıfsal ihtiyaçlarına göre ara ara ısıtılıyor.

Sol, Cüneyt Arkın’ın oynatıldığı filmde gördüğümüz, kurşunun, gayet ilerici ve bilimsel bir müdahaleyle, iki parmakla sıkılarak çıkartıldığı sahnede olduğu gibi[7], o özü açığa çıkartmak için uğraşıyor. Kaybettiği cevheri, kaybettiği yerde, sermayenin ve askerin kucağında arıyor. O nedenle bir arpa boyu yol alamıyor. O yol, askerin ve sermayenin emirleri ve isteklerine göre şekilleniyor.

Sol, o özü çıkartmak için varolan yarayı sıktıkça, sömürü ve zulüm denilen irinden başka bir şeyin çıkmadığını görmüyor. Sosyalist hareket, o irinde boğuluyor. Yavan, altı boş, imansız, temelsiz, hakikatsiz AKP eleştirileri de bu gerçeği gizleyemiyor. Sol, AKP giderse öleceğini iyi biliyor. Ona olan gizli aşkının bitmesini hiç istemiyor.

Eren Balkır
29 Haziran 2022

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Cevap Niyetine”, 6 Kasım 2008, İştiraki.

[2] Eren Balkır, “Fısıltılar”, 2 Aralık 2013, İştiraki.

[3] Eren Balkır, “Koç Taşağı”, 7 Ekim 2018, İştiraki.

[4] Yaşar Aydın, “Oğuzhan Müftüoğlu Söyleşisi II”, 13 Eylül 2020, Birgün.

[5] Aziz Çelik, “12 Eylül 40 Yıldır Sürüyor”, 14 Eylül 2020, Birgün.

[6] Eren Balkır, “Medusa”, 15 Ekim 2020, İştiraki.

[7] Öğretmen Kemal Filmi, Youtube.

28 Haziran 2022

Domenico Losurdo Anısına


28 Haziran günü aramızdan ayrılmış olan Profesör Domenico Losurdo’nun ismini ilkin Stalin: Tarih ve Kara Propagandanın Eleştirisi isimli çalışması ve bu kitabın 2009 yılında Komünist Yeniden Kuruluş Partisi’nin yayın organı Liberazione’de yayımlanması sonrası kopan fırtına ile birlikte öğrendim.[1]

Losurdo’nun Stalin savunmasına yönelik gerçekleştirilen saldırıları büyük bir ilgiyle takip ettim. Nikita Hruşçef’in partinin 25 Şubat 1956’da gerçekleşen yirminci kongresinde yaptığı “gizli konuşma”da söylediği yalanlarla ilgili kitabım da kısa süre önce, Aralık 2008’de Rusya’da yayımlanmıştı. (Antistalinskaia podlost -Moskova: Algoritm). Yaptığım çalışma dâhilinde Hruşçef’in o konuşmada Stalin’e yönelik tek bir gerçek “suç” isnat edememiş olması, bu tür suçların gerçekte varolup olmadığı sorusunu sormama neden olmuştu.

Bu sebeple gidip Losurdo’nun Stalin’le ilgili kitabını aldım ve oturup inceledim. İncelemenin ardından şu sonuca ulaştım: Losurdo’nun, bilhassa Sovyetler Birliği’nin ve Komintern’in emperyalizme karşı verdiği mücadele üzerine inşa ettiği Stalin savunusu, bir yandan, Stalin’i şeytanlaştıranları ve bunun sonucunda da yirminci yüzyılda ortaya konmuş komünist hareketi redde tabi tutanları sorgulayanların olduğunu kanıtlıyor, bir yandan da bu alanda yürütülen teorik faaliyete armağan edilmiş yeni bir soluğu ifade ediyor.

2012’de Losurdo, Fransız anti-komünist akademisyen Nicolas Werth ile Stalin tartışması yürüttü.[2] O tartışmada Losurdo’nun fark etmediği bir husus dikkatimi çekmişti: Werth, tartışma dâhilinde tarımın kolektifleştirilmesi ve 1932-1933’te Sovyetler’de yaşanan kıtlıkla ilgili yeni çıkan yayınlardan, namuslu bir aydına yakışmayan bir üslupla, yalan yanlış alıntılar yapıyordu. Bu hususu Losurdo’ya gönderdiğim mesajda dile getirdim. Mesajın ardından bana teşekkür eden Losurdo, açıklamalarımı kendi blogunda paylaşmıştı.[3]

2014 yılında New York Manhattan’da düzenlenen Sol Forum etkinliği dâhilinde bir panele katılmıştım. Panelin sonunda biri yanıma gelip kendisinin Domenico Losurdo olduğunu söyledi. Kendisiyle tanıştığım için memnun olduğumu dile getirdikten sonra Losurdo’yu panele davet ettim. Yeni çıkarttığı kitabın tanıtımı için şehre gelmiş olan Losurdo, beni dinlemek için panele gelmişti!

Hruşçef’in gizli konuşması ile ilgili Hruşçef Yalan Söyledi isimli kitabımın İngilizcesi 2011 yılında yayımlanmıştı. Sonrasında Losurdo, kitabın İtalyancada yayımlanmasını sağlamak için beni Città del Sole isimli bir yayıneviyle tanıştırdı ve kitabın İtalyanca versiyonuna takdim yazısı yazmayı önerdi. Onun izniyle Losurdo’nun bu takdim yazısı kitabın İtalyanca, Almanca ve Fransızca versiyonlarında yer aldı. Ayrıca Losurdo, incelik göstererek, Sergei Kirov Cinayeti (2013) isimli kitabımın arka kapağa için bir yorum, ayrıca hâlen daha yayınlanamamış olan bir de uzun bir takdim yazısı kaleme almayı kabul etti.

Kendisinin de ısrarla dile getirdiği biçimiyle Losurdo, tarihçi değil, felsefeciydi. Rusça bilmiyordu. Dolayısıyla, dün olduğu gibi bugün de kapitalist veya troçkist, cümle anti-komünist akademyanın ne kadar sahtekâr olduğunu görmemize imkân veren Sovyet arşivlerine ait birincil kaynaklardan mahrumdu.

Buna karşın Losurdo, teorik zemini sağlam bir tarih felsefecisiydi. Marksist felsefe, onun için diyalektik ve tarihsel materyalizmdi. Ondaki yirminci yüzyıl tarihine, bilhassa emperyalizmin Batı “demokrasiler”i maskesi ardında yol açtığı dehşete dair derin bilgi, Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nin ve Komintern’in emperyalizmle mücadele konusunda oynadığı rolü ayrıntılandırıp savunması için gerekli zemini teşkil ediyordu.

Losurdo’nun kanaatine göre, komünist hareketin öncülük ettiği, Stalin’in onay verdiği özgürlük mücadeleleri ile Stalin’e isnat edilen “suçlar” arasında büyük bir çelişki söz konusuydu. Bu konuda anlatılan hikâyenin anlamsız gelen, akla mantığa sığmayan bir tarafı vardı. Losurdo haklıydı.

Karl Marx’ın ifade ettiği biçimiyle, felsefenin amacı dünyayı değiştirmekti. Bu cümleye şunu eklemek mümkün: dürüst bir materyalist tarihin amacı, geçmişten çıkartılacak olumlu ve olumsuz tüm dersleri edinmek, böylelikle gelecek nesiller için daha iyi ve daha aydınlık bir dünya inşa edecek güçlere katkıda bulunmaktır.

Her şeyin ötesinde Domenico Losurdo, bir hakikat savaşçısıydı. Onun ezilenlerin ve sömürülenlerin nihai kurtuluşuna sunduğu katkı, bugün bizi beslediği gibi, gelecekte mücadele yürütecek, bizden bayrağı alacak nesilleri de besleyecek.

Grover Furr
1 Temmuz 2018
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Losurdo’nun kitabı ile ilgili tartışma için bkz.: Archive. Liberazione yayın hayatına 2014’te son verdi, dolayısıyla internet sitesi artık çalışmıyor.

[2] Werth’in katkısı: Diderot; Losurdo’nun cevabı: Diderot.

[3] Bkz.: Blog.

27 Haziran 2022

Anti-Antipopülizm


Sosyalist solun son yıllarda elde ettiği münferit başarılar, onun sistem karşıtı popülizm dalgasına binebilmiş olması ile ilişkilidir. Sosyalist solun yüzleştiği başarısızlıklarsa, genelde popülizmin gerçekleştirdiği saldırılar karşısında statükoyu savunması konusunda müesses nizamın kendisine uyguladığı baskıların neticesidir.

Bernie hareketine asıl zararı, Bernie Sanders’ın 2020’de başkan adayı olmak için girdiği yarışta, Trump karşıtı bir hamle olarak, onun arkasında Rusya’nın olduğunu söyleyen anlayışa sunduğu örtük destek vermiştir. Bu konumu sebebiyle Bernie hareketi, başkanlık seçimlerinde Biden’ın kuyruğuna tutunmuş, bunun neticesinde de bağımsız bir güç olarak ortaya çıkma imkânını yitirmiştir.

Corbyn’in Avrupa’ya meftun olan, AB’de kalmayı savunan politikası da böylesi bir düzlemde felâketle neticelendi. Öte yandan, akıllı bir siyasetçi olarak Mélenchon, İngiltere ve ABD’de yaşanan bu felâketlerin ardından, doğru bir hamle yapıp, Le Pen karşısında Macron’a destek sunma fikrine karşı çıktı ve her iki ismi eleştirmeyi tercih etti.

Bu tür tespitlerin, sosyalizmle popülizmi ilişkilendirmeye dönük her türden çabanın en iyi hâliyle, solun gerçeğini örtbas edecek, karartacak bir oportünizme yol açacağı iddiasıyla karşılanacağını biliyorum.

Corbyn’in 2017’deki seçimde elde ettiği şaşırtıcı başarının da ispatladığı üzere, “halk”ı “elitler”in karşısına koyan popülizmle aynı yolu yürümek, kimi vakit “pratikte hayırlı sonuçlara vesile olsa” bile, Slavoj Žižek’in de dediği gibi, “teoride aynı sonucu vermez.” “Halk”ın kötü elitlerle karşıtlık arz ettiğini düşünmek, onu birbiriyle çelişkili çıkarlardan azade, manen ve maddeten iç tutarlılığa sahip bir yapı olarak görmek, uzun vadede faşizme varır, çünkü bu anlayış, ister istemez “halk” içerisinde açığa çıkan, gerçek hayata dair tüm gerilimleri muhayyel ve yabancı düşmanlara mal edecektir.

Popülizme yönelik bu suçlama, ciddiyetle ele alınmalıdır. Daha önce de dile getirdiğim gibi, sol popülizmi bu suçlamaya karşı savunmak veya sol popülizmin ne kadarının savunulacağını tespit etmek yerine, ilgili eleştiri, bugün sola çelme takan düşünme alışkanlıkları konusunda da dillendirilmeli, antipopülizm, yapılan suçlama düzleminde ele alınmalıdır.

Popülizm, iç tutarlılığa sahip, hep iyi olma eğiliminde olan “halk”ı mutlak bir öz olarak almakla suçlanıyorsa, antipopülizm de tam tersini iddia ediyor, iç tutarlılığa sahip bu “halk”ın kötü, gerici veya aptal olduğunu düşünüyor. Bu anlamda, popülizm gerçeği karartıyorsa, anti-popülizm de karartıyor.

Son on yıl içerisinde herkesin dilinde bir “sol popülizm” lafı var, herkes onu tartışıyor, yerden yere vuruyor, ama kimse, “sol antipopülizm” denilen meseleyi ele almıyor.

Soldaki antipopülizmin kökenini en iyi anlatan isim, Thomas Frank. The People, No [“Halka Hayır”] isimli kitabında Frank, on dokuzuncu yüzyılda Halkçı Parti’ye ve yirminci yüzyılın ilk yarısında Yeni Mutabakat’a yönelik sağcı tepkilere damgasını vuran, avama yönelik güvensizliğin tuhaf bir biçimde sola aktarıldığını söylüyor. Bu aktarım sürecinin ilk aşaması, ellilere denk düşüyor. Bu dönemde sol, Senatör McCarthy’nin solculuk karşıtlığının giderek yaygınlaşması karşısında dehşete kapılıyor.

İkinci aşama ise altmışlarda başlıyor. Bu dönemde yeni sol, özgürlük mücadelesinin öznesini sıradan mavi yakalı işçinin dışında arıyor. Ona göre mavi yakalı işçi, “ağzı sıkı, gergin, asker tıraşlı, üstü başı düzgün, kiliseye giden, arabasının camına Amerikan bayrağı yapıştıran, komünistlere, gençlere ve siyahlara düşmanlık besleyen kişi”yi ifade ediyor.

Bugün de yaşanan krizler karşısında solcular, gösterdikleri tepkiler dâhilinde, halkı aynı şekilde gerici olarak gören antipopülizme sarılıyorlar. Kovid pandemisi ve sosyalist solun hükümetlerden daha ağır kısıtlama tedbirleri talep etmesi, bu bağlamda değerlendirilecek bir mesele.

Oysa kapanma tedbiri, en azından başlarda, halktan ciddi bir destek gördü aslında. Zengin ülkelerde aşı olanların sayısı da epey yüksekti. Dolayısıyla bence Kovid kısıtlamalarına karşı çıkmanın popülizmle bir alakası yok. Bilâkis, bu kısıtlamalara destek sunanlarda antipopülizm hâkim. Bu kısıtlamaları tek kelime eleştirmeden benimseyen ve savunan solun bu tutumu sorgulanmayı bekliyor.

Şükran Günü ve Noel konusunda ortaya konulan yaklaşım farklılığını da ele almak lazım. 2020 yılında ninelerimizi öldürmek istemiyorsak, bir araya gelmememiz gerektiği söylendi. Bugün de birçoğumuz, bunun doğru bir karar olduğunu düşünüyor. Fakat bir yıl sonra başka bir şey söylendi. Aşısız kişilerin ailelerinden uzak durmaları istendi. İlk talepte antipopülist sadizmin baskın olduğunu, ikincisindeki cehaletin ağırlığını görmek gerek. Biden yönetimi de Kovid pandemisini hep “aşısızların pandemisi” olarak niteledi. Bu da “halk”ın içindeki gerici kesimlere karşı konumlanmayı emrediyordu.

İlk başta kapanma tedbirleri de antipopülist bir zeminde yürürlüğe konulmuştu. Epidemiyolog Mark Woodhouse’un da aktardığı biçimiyle, Britanya genelinde Mart 2020’de kapanma tedbirlerinin uygulanmasına sebep olan olası ölüm tahminleri, esasen hiçbir tedbirin alınmadığı, kimsenin davranışlarını değiştirmediği senaryo ile kapanma senaryosunu kıyaslayan bir çalışmayı temel alıyordu. Yetkililer, bu düzlemde bir tercihle baş başa bırakıldılar: onlar, ya hareket etme ve toplanma özgürlüğünü askıya alacak ya da aptal “halk” dizginlenmeyecek, birbirlerinin yüzüne öksürmeye devam edecekti. Modelleme işlemini gerçekleştirenler, aslında yanlış bir tespit üzerinden hareket ediyorlardı.

Woodhouse’un aktardığına göre, salgının başladığı günden kapanma tedbirlerinin alındığı güne dek geçen sürede cep telefonları üzerinden elde edilen veriler, insanların kendi başlarına, kendiliğinden akıllı kimi tedbirler aldıklarını ortaya koyuyor. Dolayısıyla, bu noktada devletin dayattığı kapanma tedbirlerinin yol açtığı büyük hasar, bir bakıma “kurumsallaşmış antipopülizm”in bir ürünü.

Elbette bu örnekler, sosyalist sola has meseleler değil. En genel manada liberallerin ve orta sınıfın pandemiye yönelik tepkisinin birer tezahürü. Daha önce de dile getirdiğim üzere, en azından Britanya’da, tıpkı Brexit’te olduğu gibi, Kovid konusunda da sol, benzer bir tutum ortaya koydu. Sosyalist sol, sıfır Kovid stratejisine teslim oldu. Kanada’daki kamyoncular konvoyunda görüldüğü üzere, dünya genelinde tepkiler açığa çıktığında, sosyalistler şoförleri görmezden gelmeyi tercih ettiler, taleplerinin haklı olup olmadığını bile tartışmadılar.

Soldaki antipopülizm, kendisini en son Florida’da 2022 yılının başında hazırlanan “Eğitimde Ebeveyn Hakları” kanun tasarısı ile ilgili tartışmalarda açığa vurdu. Üçüncü sınıfa kadar okullarda öğrencilere cinsel yönelim ve cinsel kimlik konusunda eğitim verilmesini yasaklayan kanun, eşcinsel haklarıyla ilişkilendirildi. Sol ise kanunun zeminine ve içeriğine bakmadan, trans yanlısı bir konum aldı, bu anlamda, popülizmin gerici yüzünü benimsedi.

Söz konusu kanun, tersten sol antipopülizmi tetikledi. Cumhuriyetçiler, öğrencilere bahsi edilen konularda eğitim verilmesine yasak getirilmesini istediler ve bu isteklerini gelenekler üzerinden temellendirdiler. Sol ise mevcut cinsel kimliğiyle uyumsuz çocukların evde değil de okulda daha kolay yetişeceğini düşündüğü için kanun tasarısına karşı çıktı. Ona göre, avama mensup sıradan ebeveynlerin cinsel eğitim konusunda söz sahibi olması sorunluydu. Bu insanlar, ikna edilemezlerdi. Onlar, “gerici, fazla asabi ve asker tıraşlı”ydılar. Ta başından beri eğitim sistemi içerisinde çalışan saygın profesyonellerin karşısında duruyorlardı.

Sol, bu örnekte görüldüğü üzere, ilerici öğretmenlerle halktaki gericiliği karşı karşıya getiriyor. Bu anlamda, elitlerde görülen antipopülist mantığa sarılıyor.

Geçen ay anayasa mahkemesi üyeliğine aday gösterilen Kentaji Brown Jackson, “kadın nedir?” sorusuna, “ben biyolog değilim ki” diye cevap vermesi üzerine epey alaya alınmıştı. Demek ki trans kimliği sorgulansa bu sorunun da cevabını ancak ehil uzmanlar kastından alabileceğiz. Halk, o uzmanların dilindeki hakikate ikna edildiği vakit kurtulacağız.

Sol içerisinde daha fazla kısıtlama ve tedbir için yaygara kopartan, sıfır Kovid hedefini asıl kabul eden kesim, farkında olmadan, talimat vermedikçe kimsenin ellerini dahi yıkamayacağını düşünen, devlete bağlı bilim insanları ile işbirliği yaptı. Bu anlamıyla, muhayyel ebeveynlerin karşısında muhayyel öğretmenlerden yana saf tutan solcular, bir kadının ne olduğu konusunda yorumda bulunabilmek için biyoloji alanında doktora yapmış olması gerektiğini düşünen hukukçunun mantığını sahipleniyorlar.

Burada tabii ki “sol, diğer tarafa geçip, kriz kaynaklı kültürel meseleler konusunda sağcı popülistlikleri aleni olan kişilerin peşine takılmalı” denmiyor. Burada daha çok, solun kendi içerisindeki antipopülizmden kaynaklanan kötü alışkanlıkların üzerinde durması ve liberallerle sağ arasındaki çelişkilere cevap üretmesi gerektiğinden bahsediliyor.

Popülizmden farklı olarak antipopülizm, teoride olduğu gibi pratikte de yanlış. Bugün solun salt popülist olması yetmez. O antipopülist de olmalıdır.

James A Smith
5 Mayıs 2022
Kaynak

26 Haziran 2022

Devrime Yeniden Bağlanmak


Öznenin kuruluşunu devrimden kopartma girişimi, en tutarlı ifadesini Carla Lonzi’nin metinlerinde buluyor. Lonzi’nin yazılarını Gilles Deleuze’ün belirlediği kategorilerle kavramsallaştırıp genelleştirmek mümkün.

Altmışlarda yaşadığı politik-askerî yenilginin ardından “devrim”in gerçekleştirdiği saldırıları karşılamak adına Deleuze, (her daim kötü sonuçlanan) “devrimler”le devrimci sürece katılanların “devrimci oluşu” arasında ayrıma gider. Bu “devrimci olma hâli”, devrimler başarısız olsa da devam eden bir şeydir.

1968 sonrasında ortaya çıkan hareketlerin büyük bir kısmı, stratejilerini “devrimci olma” ile “devrim” arasındaki ayrım üzerine inşa etti. Bu hareketlere göre, “devrimci olma”, her türden boyunduruk altına alma pratiğinin eleştirisini, öznenin farklı bir düzlemde üretilmesini, “yaşam biçimleri”nin özerkliğini ve bağımsızlığını, ayrıca “nefsin” onaylanıp, onunla ilgilenilmesini ifade ederken, “devrim”, mülkiyet rejimindeki köklü değişime, politik iktidar için verilen mücadeleye, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesine ve kapitalizmin yok edilmesine denk düşüyordu.

“Devrimci olma” ile “devrim” arasında yapılan bu ayrım üzerinden özgürleşme pratiği ile devrim de ayrıştırılmaktaydı. Bu ayrımı yapanlara göre, özgürleşme pratiği, cinsel, ırksal, etnik, her türden azınlığın aşağıda olma hâlinden, dışlayıcı uygulamalardan ve kapitalizmin sınırları tayin ettiği hâkimiyet ilişkilerinden kurtulmasına dönük çabaları içeriyorken, “devrim”, kapitalizmi sonlandırmayı şart koşuyordu.

Köleliğin ilgası, sadece özgürleşme pratiği üzerine kurulu olan siyasetin sınırlarını ortaya koydu. Bu uygulamanın, ırk temelli ayrımcılığın bir biçiminden başka bir biçimine geçişe mani olmadığı görüldü. Özgürleşme pratiği üzerine kurulu siyasetin, politik eylemin “yaratıcı” boyutunu “yıkıcı” boyuttan koparttığı anlaşıldı.

Peki devrimle devrimci olmayı birbirine bağlayan o güçlü bağı kopartmak mümkün mü?

Öznenin üretildiği ve farklılaştığı süreç, aynı zamanda kapitalizmin ve devletin yıkılmasını amaçlamadan ilerleyebilir mi?

Neoliberalizm, kırk yıldır hükmediyor ve bu süreç, devrim ve devrimci olma hâli ilişkilendirilmediği, karşılıklı olarak birbirini besleyip zenginleştirmediği durumda, her ikisinin de zayıfladığını ortaya koydu.

“Devrimci olma hâli”ni özerkleştiren, kolektiften kopartan stratejiyi sadece feminist ve lubunya hareketleri değil, Batı’da altmışlarda açığa çıkmış mücadelelerin ürettiği eleştirel düşünce pratikleri de benimseyip geliştirdiler.

Devrimci öznenin devrim olmaksızın kurulması fikri, Negri’de de mevcut. Ona göre, biyopolitik bir yapı olarak tanımlanmış üretim geliştikçe, kafa emekçisi, “giderek daha fazla özerk ve bağımsız” oluyor. Kafa emekçileri, üretim süreci içerisindeki işlevlerine sıkı sıkıya bağlı bir güce sahipler ve bu güç, her türden devrimci örgütü ve pratiği önceliyor, çünkü dünyayı ve ilişkilerini (ontolojik emek olarak) “kogniterya”nın yaptığı iş biçimlendiriyor.

Bu kolektif işçinin biyopolitik üretim içerisinde, ona karşı biriktirdiği özerklik ve bağımsızlık temelli güç, onun eylemli olarak huruç eylemesini, zaten işlemekte olan kapitalizmden çıkış süreci içerisine girmesini mümkün kılıyor. Devrimse, sadece hâlihazırda o sürecin içerisinde yer alan şeyleri (ekip çalışmasına ait müşterekleri) teyit etme noktasında iş görüyor.

Jacques Rancière, devrimle devrimci olma hâli arasındaki kopukluğa değinen isimlerden biri. Ona göre, iki tip çelişki var: ilki, güçlerin çelişkisi (sınıf mücadelesi ve Marksist gelenek), ikincisi, dünyalararası çelişki (politik öznenin özerkliğinin onun tarafından öznel olarak teyit edilmesi). İlki, devrime; ikincisi özgürleşme pratiklerine denk düşüyor. 

Bu bağlamda, politik eylemde, toplumda görülen kimliklendirme pratiklerini ortadan kaldıran, muhalif güçleri değil de dünyaları belirleyen yeni yaşam biçimlerini yaratan özerk bir zamanı devreye sokmak suretiyle, karşılıklı mutabakata dayalı düzenin her türden aracısını topa tutan isimlerin icadı üzerinde duruluyor. 1968’deki yenilik de zaten dünyaların çelişkisi ile güçlerin çelişkisini birbirlerinden kopartmasıyla ilgili.

Bu kopukluk, üçkâğıda neden oluyor. Çünkü politik hareketlerin eşit olduğu dünya ile kapitalist eşitsizliğin hüküm sürdüğü dünya, karşı karşıya getirilmiyor. 

Güç uygulamalarından ayrıştırılması mümkün olmayan eşitsizlikler dünyası, eşitliğin hüküm sürdüğü dünyayı sistematik bir biçimde yok etti, “ayrışma” alanlarını hiçleştirdi. Bugün eşitsizlik, yeni faşizm pratiklerinin uyguladığı güçle, başka bir eşiği aşmakta.

Artık düşüncelerimizi daha ileri taşıyamayız, çünkü Hans-Jürgen Krahl’ın da izah ettiği biçimiyle, “devrimci teori”, “devrimin teorisi” ile aynı şey değil. Devrimci teori (örneğin 1968’de üretilen tüm, hadi diyelim, neredeyse tüm düşünce) toplumu hâkimiyet ilişkilerini ifşa etmek suretiyle gerçekleştirilecek dönüşüm üzerinden ele alırken, devrim teorisi, belirli stratejik ilkeleri ortaya koyuyor: bu görev de aslolarak devrimci örgüte ve geleceğin devrimcilerine düşüyor.

Maurizio Lazzarato

[Kaynak: Capital Hates Everyone: Fascism or Revolution, Çeviren: Robert Hurley, Brill, 2021.

25 Haziran 2022

Direnişin STK’laşması

Direnişin STK’laşması, kitle hareketlerinin yüzleştiği bir tehlikedir. Birileri işin kolayına kaçıp, bu sözümü tüm STK’ları suçladığım şeklinde yorumlayacaktır. Bu yorum, tümüyle yanlıştır. Sahte STK’ların dolaştığı, devasa miktarlarda paranın akıtıldığı veya vergi kaçakçılığı ile ilgili dolapların çevrildiği karanlık suların dışında, tabii ki kıymetli işler yapan STK’lar da mevcuttur. Fakat öte yandan, STK denilen olgu, daha geniş bir politik bağlam içinde ele alınmalıdır.

Örneğin Hindistan’da paraya boğulan STK’ların sayısı, seksenlerin sonunda ve doksanlarda hızla arttı. Bu artış, esasen Hindistan’da piyasaların neoliberalizme açıldığı momente denk düştü. O dönemde yapısal düzenlemelerle ilgili şartları yerine getirmekte olan Hint devleti, kırsal kalkınma sürecine, tarıma, enerjiye, ulaşıma ve halk sağlığına akan paranın musluklarını bir bir kesti. Devletin eski rolünü terk ettiği dönemde STK’lar, bu boşalan alanlarda çalışmak üzere hamle yaptılar. Arada elbette belirgin bir farklılık söz konusuydu: bu STK’lara akıtılan fonlar, kamu harcamalarındaki kesintinin yanında devede kulak kalıyordu.

En fazla para akıtılan STK’lar, sırasıyla, Batı hükümetleri, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler ve kimi çokuluslu şirketlerce fonlanan yardım ve kalkınma ajanlarınca finanse ve himaye ediliyorlar. Her ne kadar bu STK’lar, neoliberal projeyi yöneten, dağınıklıkla malul, aynı politik oluşumun bir parçası iseler de, ilk planda hükümet harcamalarında kesinti yapılmasını talep ediyorlar.

Peki bu ajanslar, STK’ları neden fonluyorlar? Bunlar, eski tip misyoner faaliyetinin bir biçimi olabilirler mi? Bence, bundan biraz daha fazlası.

STK’lar, sahadan çekilen devletin geride bıraktığı boşluğu dolduruyormuş izlenimi veriyorlar. Aslında dolduruyorlar da ama maddi planda önemli sayılmayacak düzeyde. Bu kurumlar, esasen politik öfkeyi azaltmak ve halkın hakkı olan yardımı veya ihsanı ona gıdım gıdım sunmak suretiyle katkı yapıyorlar. Kamuoyunun ruh hâlini değiştiriyorlar. Bu tür pratikleriyle STK’lar, halkı kendilerine bağımlı birer mağdura dönüştürüyor, böylelikle, politik direnişin keskin bıçağını köreltiyorlar. Neticede STK’lar, iktidarla halk, imparatorluk ve tebaası arasında bir tür tampon görevi görüyorlar. Onlar, birer arabulucu, tercüman ve kolaylaştırıcı olarak iş görüyorlar.

Uzun vadede STK’lar yanlış iş yaptıklarında halka değil, kendilerine para akıtanlara hesap veriyorlar. Onlar, botanikçilerin “indikatör tür”üne benziyorlar. Neoliberalizmin yol açtığı yıkım ne kadar büyükse, STK sayısı da o ölçüde artıyor.

Örneğin ABD bir ülkeyi işgale hazırlanırken, bir yandan da ülkeye girip yıkım sonrası ortalığı temizlesin diye STK’ları hazırlıyor. Bu STK’lar, para muslukları kesilmesin, içinde çalışma yürüttükleri ülkelerin hükümetleri faaliyetlerine izin versin diye yaptıkları işleri, belirli bir politik veya tarihsel bağlamdan yoksun olan, dar bir çerçevede yürüyen işlermiş gibi takdim etmek zorunda kalıyorlar. Kendilerini her hâlükârda uygunsuz bir tarihsel veya politik bağlama oturtuyorlar.

Yoksul ülkelerden ve savaş bölgelerinden gelen, apolitik (dolayısıyla, aslında aşırı politik) olan sıkıntılarla dolu raporlar, (karanlık) ülkelerin (karanlık) insanlarının marazlı birer mağdurmuş gibi görünmelerini sağlıyorlar. Bu tür raporlarda hep, yetersiz beslenen Hintlilerden, açlık çeken Etiyopyalılardan, Afgan mülteci kamplarından, sakat kalmış Sudanlılardan, eninde sonunda beyaz insanın yardımına muhtaç olan insanlardan bahsediliyor. Bu raporları hazırlayanlar, farkında olmadan, ırkçı klişeleri besliyorlar, bir yandan da Batı medeniyetinin başarılarının, rahat yönlerinin ve ona yönelik tutkunun (büyük sevdanın) altını çiziyorlar. STK’lar, modern dünyanın seküler misyonerleridir.

En nihayetinde STK’lara sinsice akıtılan sermaye, yoksul ülkelerin ekonomilerine akıtılan ve oralardan alınan spekülatif sermayeden az olsa da alternatif politika noktasında benzer bir işlev görüyor. Bu sermaye de kendi ajandasını dayatıyor. Yüzleşme, çatışma ihtimalini ortadan kaldırıp, müzakere sürecinin hâkim olmasını sağlıyor. STK’lara akan sermaye, direnişi depolitize ediyor. Faaliyet yürütülen ülkenin insanlarının örgütledikleri, eskiden sadece kendi gücüne bel bağlayan hareketlere müdahale ediyor. STK’lara akan fonlar, normalde gidip direniş hareketleri içerisinde çalışacak insanları istihdam ediyor ve onların aciliyeti olan, hayırlara vesile olacak, yaratıcı işler yaptıklarını düşünmelerine neden oluyor, aynı zamanda onların bir geçim kapısı bulmalarını sağlıyor.

Gerçek politik direnişte bu türden kısa devrelere yer yok. Siyasetin STK’laştığı süreç, önemli bir tehdidi içeriyor: o, direnişi edepli, makul, iyi maaş veren, sabah dokuz akşam beş çalışılan bir işe dönüştürüyor. Birilerini avantayla besliyor. Gerçek direnişse gerçek sonuçlarla ilerliyor ve kimseye tek kuruş maaş vermiyor.

Arundhati Roy
4 Eylül 2014
Kaynak