Pages

30 Haziran 2022

Paulo Freire’den Bell Hooks’a Eleştirel Pedagoji


Doksanların başında Paul Buhle, şu tespiti yapmıştı: “Gelelim asıl meseleye: Altmışların tüm o radikalleri nereye gittiler? Bu soruya verilecek en doğru cevap, şu olmalı: Ne dinî tarikatlara ne de yuppiliğin kucağına, sınıflara gittiler.”[1]

Aslında altmışlı yılların radikallerinin önemli bir kısmı, ömrünü bir tarikatın veya komünün içerisinde tamamladı. Mücadeleyi sürdürenlerse, onu sınıflarda verdiler. Politik yenilgiyle yüzleşmiş olan tüm bu radikal isimler, öğretmenlik kariyeri yapmayı tercih ettiler ve yeni kuşakları dersliklerde politize edeceklerini umdular.

“Eleştirel pedagoji”, bu dönemin ürünüdür. O, genel manada eğitimin politikleştirilmesi işlemi olarak anlaşılmalıdır. Eleştirel pedagojinin amacı, adil, özgür ve eşit bir toplum inşa etmek için insanları eğitmektir.

Akademi sahasında eleştirel pedagoji kadar, kimseye müdanası olmaksızın solcu olabilen disiplin sayısı, bir elin parmaklarını geçmez. Eleştirel pedagojinin kullandığı dil, devrimci değilse bile radikaldir. Önde gelen eleştirel pedagoglardan birinin ifadesiyle,

“eğitimin asli hedefi, öğrencileri, kendi tarihsel, ırksal, sınıfsal ve cinsel konumunu gören, hayatını biçimlendiren güçleri bilen, insanı özgürleştirme ve kurtarma mücadelesi dâhilinde politik ve ahlakî düzlemde harekete geçebilen politik özneler olarak inşa etmek suretiyle, toplumsal dönüşümün koşullarını oluşturmaktır.”

Bu tarz bir eğitime çok az solcu itiraz edecektir. Ama gene de solcuların bu konuda ihtiyatlı olmalarında fayda vardır. Zira eleştirel pedagoji, öğrencilere “tarihsel konumlar”ı konusunda eğitim verdiğini varsaysa da o, kendi konumunu idrakten yoksundur.

Eleştirel pedagoji, politik düzlemde canlılığını ve geçerliliğini yitirmiş olan yeni solun bir ürünüdür. Yeni sol, geçmiş dönemin militanlığını kendisinin pratikte yaptığı hataları değerlendirmeye tabi tutmaksızın, dersliklere aktarmıştır. Sınıftaki radikalizm ile politik yenilgi arasındaki çelişki, kendilerine rehberlik etsinler diye eleştirel pedagogların gözlerinin içine bakan öğrencilerden saklanmıştır. Yeni solun yenilgilerle yüklü tarihini bir türlü kabule yanaşmayan eleştirel pedagoji, o hataları tekrarlamaya mahkûmdur. O, “radikal toplumsal değişim”in faili olmak şöyle dursun, o değişimin önündeki engeldir.

Paulo Freire’nin Sahte Radikalizmi

Paulo Freire’in Ezilenlerin Pedagojisi (1968) isimli eseri, çoğunlukla eleştirel pedagojinin kurucu metni olarak kabul edilse de bu kitabın ilgili sahayla ilişkisi, karmaşık ve bir miktar da mesafelidir.

1. Freire’nin metni, yurttaş hakları, dekolonizasyon ve Soğuk Savaş’ın artmakta olan gerilimleri karşısında aktivizmin politik fırsatlarla yüzleştiği altmışların bir ürünüdür. Oysa eleştirel pedagoji, aktivizm açısından pek elverişli olmayan seksenlere dek ortaya çıkmış değildi.

2. Freire düşüncelerini, okuryazar oranının düşük olması gibi kimi eğitsel güçlüklerle cebelleşen üçüncü dünya bağlamında geliştirmişti. Eleştirel pedagoji ise Batı’nın belirli bir idareye tabi olan toplumlarını çıkış noktası almıştı. Dolayısıyla, Ezilenlerin Pedagojisi’nin ilgili saha içerisindeki konumu sorunludur.

Ömrü boyunca Freire, kariyerini Brezilya’nın önde gelen okuryazarlık uzmanı olarak inşa etti. Hukuk bölümünden mezun olduktan sonra işçilerin refah düzeylerini artırmak için bizatihi sanayiciler tarafından kurulmuş olan Serviço Social da Indústria [“Sanayi İçin Toplum Hizmetleri” -SESI] isimli örgütte çalıştı. Freire, radikal görüşlerini bu çerçeve dâhilinde geliştirdi. Onu en çok da kurtuluş teolojisi, varoluşçuluk, daha da önemlisi, hükümete bağlı düşünce kuruluşu Instituto Superior de Estudos Brasileiros’un (“Brezilya Çalışmaları Yüksek Enstitüsü”nün -ISEB) savunduğu kalkınmacı milliyetçilik etkilemişti.

O dönemde birçok Brezilyalı aydın, ülkenin modernize edilmesi için işçilerin ve köylülerin harekete geçirilmelerinin gerekli olduğunu düşünüyordu. Nüfusun neredeyse yarısı (yaklaşık kırk milyon) okuma yazma bilmediği için haklarından mahrum kalıyordu. Bu noktada Freire’nin geliştirdiği okuryazarlık programlarının toplumsal değişimin gerçekleştirilmesi noktasında önemli bir rol oynayacağı görüldü. Asıl mesele, bu değişimin ne tür bir değişim olacağı idi?

Freire ve arkadaşları, okuryazarlığın bilinçlendirme aracı olarak kullanılabileceğini gördüler. “Freire yöntemi”, öğrencilere sadece okuma yazmayı değil, kendi durumlarını eleştiri süzgecinden geçirip, o durum hakkında kafa yormayı öğretiyordu. “Favela” türünden kavramlara dair sözel ve görsel unsurları kullanan öğrenciler, kelimelerin “şifre”sini çözmeyi, onlarla bağlantılı olan gerçekleri idrak etmeyi öğreniyorlardı.[3] Eğitim materyalleri, doğayla kültür arasındaki farka vurgu yapıyor, öğrencilerin gerçekliğin kendi faaliyetlerinin bir ürünü olduğunu idrak etmelerini, böylece onların gerçekliğin değiştirilebileceğini görmelerini sağlıyordu.

Ezilenlerin Pedagojisi, bu yöntemi geliştirip, bir eğitim felsefesi hâline getiriyor. Kitap, zulmün ne olduğuna veya zalimlerin kim olduklarına dair bir açıklama sunmuyor, bu konulara üstünkörü değinmekle yetiniyor.[4] Kitap daha çok, ezilenin gördüğü zulüm karşısında sorumluluk aldığı ve onu aştığı, böylelikle tarihsel failler hâline geldiği durumun öğretim aşamasında nasıl modellenebileceği üzerinde duruyor. Freire, görevlerinin kendilerini özgürleştirmek olduğunu düşündüğü için, öğretmenin öğrencilerine neleri düşünüp neleri yapacaklarını söylediği geleneksel pedagoji modeline bel bağlayamayacaklarını söylüyor. Freire, geleneksel pedagojiyi “bankacı” modeli olarak görüyor, çünkü bu pedagoji anlayışında öğrenciler, öğretmenin bilgi “depoladığı” birer kumbara olarak algılanıyorlar. (s. 72) Freire’ye göre bu model, öğrenciyi eğitim sürecinin pasif bir nesnesi kılıyor. Freire, özgürlüğün öğretilmesi için bu modelin kullanılması durumunda, ezen-ezilen ilişkisinin içeriğine karşı çıksa bile, modelin pratikte bu ilişkinin biçimini yeniden üreteceğini söylüyor. Freire, diyalektik açıdan ele aldığı eğitim meselesinde “problem kurma” seçeneğini gündeme getiriyor. (s. 79) Buna göre öğrenci, bilgiyi pasif bir biçimde alan kişi olmaktan çıkıyor, nesnel gerçekliği muhakeme etmek suretiyle, onu dönüştüren özne hâline geliyor. Öğretmen, bu sürece diyalog kurarak yön veriyor. Freire’ye göre, gerçek eleştirel pedagoji, diyaloga dayalı olmalı, bu anlamda, öğretmen ve öğrenci, birer eşit kişi olarak diyaloga girmeli, ama daha da önemlisi, bu diyalog, dünyayı dönüştürebilecek hakiki kelimeler üretebilmeli.

Ezilenlerin Pedagojisi, genelde devrimci bir bakış açısı sunan bir çalışma olarak görülüyor.[5] Bu, kısmen yazarının Marksist terimleri kullanıyor oluşunun bir sonucu.

Oysa Triviños ve Andreola’nın da tespit ettiği biçimiyle, Freire, “analize dair Marksist kategorileri kullanırken, Marksist ideolojiyi kapı dışarı ediyor.”[6] Hayatının hiçbir döneminde bağımsız işçi sınıfı siyaseti içerisinde yer almamış olan Freire’nin asarına, daha çok teoriyle pratik arasındaki derin çelişki damgasını vuruyor.

Ezilenlerin Pedagojisi, ezilenlerin kendi kendilerini kurtarmaları fikrinden yana saf tutsa da Freire, hep bürokrasiye tabi, devletin yönlendirdiği işlerde çalışıyor, çoğunlukla işçi sınıfını bağımsız bir güç olarak örgütleme derdinde olanların yürüdükleri yolun ters istikametinde ilerliyor. Freire, Brezilya ve Şili’de kurulmuş olan reformist hükümetlerde görev alıyor, BM Gıda ve Tarım Örgütü ve UNESCO gibi ulusötesi teşkilâtlarda ve tek partiyle yönetilen kimi ülkelerde çalışmalar yürütüyor. Ait olduğu tek bağımsız (bu anlamda sivil) teşkilât, kilise.

Geriye dönüp baktığımızda, Freire’nin Brezilya kırsalında yürüttüğü okuryazarlık çalışmaları, esasen radikal her türden seçeneği önceden boğmak için kullanılmış. Soğuk Savaş döneminde egemenler, yetişkinlerdeki okuryazarlık sorununu en önemli politik sorun olarak görmüşler. Üçüncü Dünya’daki düşük okuryazarlık oranları karşısında yoksul köylülerin eğitilmesi acil bir sorun olarak gündeme gelmiş, ama burada esas amaç, komünizmin yayılmasını durdurmak.

Küba Devrimi’nin elde ettiği başarı karşısında korkuya kapılan Kennedy yönetimi, Latin Amerika’da “orta sınıf devrimi” yapma vaadinde bulunan İlerleme Yanlısı İttifak isimli bir yardım programını yürürlüğe koymuş.[7] Freire’nin yürüttüğü okuryazarlık programları, kısmen bu program tarafından finanse edilmiş.

Ezilenlerin Pedagojisi, devrimci bir dili kuşanmış, ama öte yandan da metin, başka türden bir politikaya meylediyor, burada Freire, tüm dünyada yeni sol radikallerin yanına oturuyor. Ona göre eleştirel pedagojinin nihai hedefi, ezilenleri devrim için hazırlamak. Yani, onlarda bulunan, zalimin nakşettiği, ezilenlerin bir biçimde içselleştirdikleri bilinci söküp atmak. (s. 55)

“Eğer ezilenler, devrimci sürece çift anlamlılığı ile, yani hem kendileri hem de zalim olarak iştirak edecek olurlarsa, zulüm koşullarının kendilerine dayattığı bu çift anlamlılığın tecessüm etmiş hâli olarak iktidara gelecek olurlarsa, kanaatim şu ki, onlar, iktidarı ancak rüyalarında görürler. Hatta ezilenlerin varoluşlarındaki bu ikili hâl, bürokrasinin inşasına yol açacak olan sekter ortamın oluşmasını sağlayacak, bu da devrimin altını oyacak.” (s. 127)

Freire kitabında, politik devrim öncesinde bir kültür devriminin yaşanması gerektiğini söylüyor.[8] Böylelikle atı arabanın arkasına bağlıyor. Oysa Freire’nin “insanın kâmil ve tam insan olma yolculuğunun tamama ereceği” (s. 55) koşulları, ancak politik devrim yaratabilir.

Freire, eğitim, zulmün ezilenlerin derisinde ve ruhunda açtığı yaraları ortadan kaldırana dek, ezilenlerin bir mücadeleye öncülük edemeyeceklerini düşünüyor. O, “devrim” derken, tıpkı yeni sol gibi, “kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilen uzun yürüyüş”ü, reformların parça parça kopartılıp alındığı aşamalı bir süreci kastediyor.

Yeni solun yenilgisi, yetmişlerin sonunda onun akademi koridorlarına saçılmasında karşılık buluyor. Freire, bu süreci gayet iyi örnekliyor. Bir memur olarak o, Brezilya köylerinde okuryazarlık oranını yukarı çekmenin yollarını arıyor. Ama bu politik kariyer, 1964 darbesiyle kesintiye uğruyor. Şili’de sürgün hayatı yaşarken, Ezilenlerin Pedagojisi’ni kaleme alıyor. Kitap, uluslararası planda birçok kapının açılmasını sağlıyor. Harvard’da ders verme imkânı bulan Freire, birçok ülkede eğitim sistemlerini nasıl geliştirecekleri konusunda hükümetlere danışmanlık hizmeti veriyor. Tam da bu noktada Freire, teorik manada başka bir yola giriyor, eleştirel bir pozisyon alıyor, ama iş işten geçiyor.

Freire’nin yürüdüğü yol, Brezilya’ya has politik koşulların bir dışavurumu. Bu yol, bir yandan da dünya genelinde yeni solun kaderine de ışık tutuyor. İsyan sürecinde “ezilenler”e öncülük etmeyi başaramayan yeni sol, içindeki muhalif ruhu politik rüzgârın dindiği koşullarda bile diri tutma umuduyla, akademinin kapısından içeri giriyor.

Akademik Solun Yükselişi

Yeni solun ölümü, akademik solun ortaya çıkışına sebep oluyor. Böylelikle yetmişler ve sonrasında akademyaya Marksist çentik atılıyor. Pedagoji alanında bu eleştirel çentiği, Samuel Bowles ile Herbert Gintis’in 1976 yılında kaleme aldıkları Schooling in Capitalist America [“Kapitalist Amerika’da Eğitim”] isimli çalışma atıyor. Yazarlar, bu kitapta eğitimin özgürleştirme potansiyelinin kapitalist ekonomide eğitim sürecinin kayıt altına alınmasına dönük pratikler üzerinden sınırlandığını söylüyorlar. Onlara göre eğitim, temelde, toplumsal yeniden üretime ait bir mekanizma olarak anlaşılmalı.

Eleştirel pedagoji, Bowles ve Gintis’deki kötümserliği karşıya atan bir saha olarak gündeme geliyor. Henry Giroux ve Peter McLaren, yazarlardaki “determinizm”i ve “ütopya düşmanlığı”nı eleştiriyor, onun yerine, “ihtimalleri dikkate alan bir dil”i öneriyor.[9] Giroux ve McLaren, okulların sadece toplumsal yeniden üretime ait birer mekanizma olmadıklarını, onların aynı zamanda “direniş” ve “itiraz” bağlamında özerk birer kurum olduklarını söylüyor.[10]

Kendilerini “hakiki Marksist” olarak gören bu iki taraftan biri, üstyapıyı esas alan ekonomi analizinden, diğeri ise altyapıdaki çelişkilerden yola çıkıyor. “Ortodoks” Marksizme bağlı ekonomistlere göre, eleştirel pedagoglar, Frankfurt Okulu ve Gramsci’den devşirilmiş “Batı” Marksizmine veya “eleştirel” Marksizme karşı çıkıyorlar. Oysa “ekonomik” Marksizm ile “politik” Marksizm arasındaki ayrışma, aslında kendilerini Marksist kabul eden solculardaki dağılmanın ve yaşanan yenilginin bir sonucu.

“68 ruhu”nu muhafaza etmeye çalışan eleştirel pedagoglar, Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi eseriyle tanışıyorlar ve onu geriye dönük inşa faaliyeti dâhilinde, eleştirel pedagojinin kurucu metni kabul ediyorlar. Çünkü kitap, bireyin bilincindeki dönüşüme odaklanıyor, bu anlamda en fazla ihtiyaç duyulan umudu içinde barındırıyor ve işlevselcilerdeki kötümserliğin panzehri olarak görülüp önemseniyor.

Aslında politik düzlemde eleştirel pedagoglarla ve işlevselciler arasında pek bir fark yok. Her iki kesim de toplumsal değişimi, özgür toplumun “kurumlar eliyle organize edilen uzun yürüyüş”[11] üzerinden gerçekleşen aşamalı dönüşümü olarak tahayyül ediyor. Bu noktada, ilgili süreçte eğitimin oynayacağı rol üzerinde duruluyor. İşlevselciler, eğitimin rolünün ufak olduğunu düşünürlerken, eleştirel pedagoglar, eğitimin toplumsal değişimin asli kaldıracı olduğuna inanıyorlar.

Eleştirel pedagojinin seksenlerde hızla gelişme kaydetmesiyle birlikte, yeni eleştirel söylemler arz-ı endam ediyor. Bu dönemde muhaliflerin akademiye hücum etmeleri, genel manada muhalefetin akademikleşmesi, politik krize dair bir alamet olarak değil de fırsatlar sunan bir gelişme olarak görülüyor.

İlgili dönemde umut olarak görülen postmodernizmin, yeni imkân ve ihtimalleri, hatta politik imkân ve ihtimalleri yaratacak yeni teorik çerçeveleri ve fikirleri sunduğu düşünülüyor. Postmodernizmin hüküm sürdüğü üniversite hayatına hoppalık ve miyopluk galebe çalıyor. Örneğin Terry Eagleton’ın çok satan kitabı Literary Theory: An Introduction [“Edebiyat Teorisi: Bir Giriş” -1983] Jacques Derrida ve Michel Foucault’nun teori sahasında getirdiği yeniliklerin “aslanı” (yani işçileri) uyandırabileceği kehanetinde bulunuyor.[12] Kitabın 1996 tarihli baskısında Eagleton, kitaba son söz ekliyor ve orada postmodernizm konusunda eskisi kadar iyimser olmadığını ifade ediyor. Orada, “Postmodern toplumun bizlere takdim ettiği göz kamaştırıcı ürünlerden biri de kültür teorisi” diyen Eagleton, bugün postmodern teorinin bırakalım politikleştirici bir güç olmayı, “politik faaliyetin yerini aldığını, dolayısıyla depolitize edici bir niteliğe kavuştuğunu” söylüyor.[13] Neticede şu görülmeli: yeni solun politikası şapa oturmuş, postmodern teori de aynı şekilde çıkmaz sokakta sıkışıp kalmıştır.

İnatla “imkânları esas alan dil” peşinde koşup duran eleştirel pedagoglar da kendi bindikleri dalı kestiler. İmkânsızlığın dilini, işlevselci Marksizmi terk edip, postmodernizmin “üst anlatılar”a yönelik eleştirisini benimsediler.

Epey ünlü olan makalesinde feminist akademisyen Elizabeth Ellsworth, eleştirel pedagojinin önemli kavram ve amaçlarının “güçlendirme”, “öğrencinin sesi”, “diyalog”, hatta “eleştirel” kelimesinin bile, baskıcı birer mit olduğunu söylüyordu.[14]

Bu anlamda, postmodernizmin kimlik temelli söylemleri, ütopyacılıktan kalanları tuz buz etti ve eleştirel pedagojinin genel politik penceresini “içerme” ve “tanınma” meselelerine doğru daralttı.

Bell Hooks’a Uzanan Yol

Eleştirel pedagojinin hikâyesinin bittiği yeri görmek için Bell Hooks’un Teaching to Transgress [“Sınırları Aşmayı Öğretmek” -1994] isimli kitabına bakmak gerekir. Hooks’un metni, hem postmodernizmin bir ürünü hem de onun siyasetine yönelik bir şikâyetnamedir.

“Beyaz üstüncülüğü, emperyalizm, cinsiyetçilik ve ırkçılık, teorinin onları yapısöküme uğratmak için gerekli araçları temin ettiği koşullarda nasıl oluyor da hâlâ varlıklarını sürdürebiliyor?”[15] diye soran Hooks’a göre eleştirel pedagoji, öğrencilere ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyet denilen sınırları aşmayı öğretmelidir. Ama bu öğretme pratiği, politik bir proje olarak görülmemelidir. Hooks’a göre eleştirel pedagoji, “marjinal grupların yaşanmış tecrübeler”ine hitap etmelidir. (s. 75) Bu bağlamda yazar, tecrübe denilen şeyi öze yerleştirir ve onu, hakiki bilginin koşulu hâline getirir. Eleştirel pedagoji, tecrübe şahsında, “her bir kişinin sahip olduğu değeri ve biricikliği yüceltiyor” olmalıdır. (s. 84)

Hooks üzerinden şu tür bir sonuca ulaşmak mümkündür: Postmodernizm “politikleştiğinde” o, ancak kimlik politikası yapabilmektedir.

Bu noktada Hooks’un kimlik politikasına dair tespitine değinmekte fayda var. Hooks’un çıkış noktası şudur: “Irk, cinsiyet ve sınıfsal imtiyaz, bazı öğrencilere diğerlerine kıyasla daha fazla güç bahşediyor, bazı sesleri diğerlerine kıyasla daha fazla ‘otorite’yle kuşandırıyor.” (s. 185)

Kimlik politikasının amacı, hâkim sesteki otoriteyi un ufak etmek, öte yandan bugüne dek göz ardı edilmiş veya bastırılmış sesleri merkeze koymaktır. Bu işlemse tecrübeyle kimliği birbirine bağlayarak, kişinin söylediklerini o kişinin kim olduğuna dair bir ifade hâline getirerek gerçekleştirilir. Sonuçta hâkim ses, beyaz heteroseksüel erkeğin sesi olarak özelleştirilir, böylelikle o ses, genel olma özelliğini yitirir. Marjinal sesler de aynı şekilde hâkim ses karşısında belirli bir eşitliğe kavuşurlar. Gelgelelim bu, büyük bedelleri olan bir zaferdir. Zira sadece hâkim ses değil, ızdırap çekenin sesi de otoriteden mahrum kalır. Zulüm kişiselleşir, kişinin “yaşanmış tecrübe”sine ait bir işlev hâlini alır. Hâkim gruplar gibi ezilen de başkaları adına konuşamaz hâle gelir.

Bu imkân, muktedir sınıf için bulunmaz nimettir. Bell Hooks, farkında olmadan, neoliberalizmin mantığını yeniden üretir. Thatcher’dan işittiğimiz “toplum diye bir şey yok” lafı, Hooks’un “her bir kişinin sesi biriciktir” lafında yankılanır. Hem Thatcher hem de Hooks, toplum denilen gerçekliği görmezden gelir. Aynı şekilde, içerme ve çeşitlilik üzerine kurulu politika da ta başından beri egemenlerce temellük edilmiş, namluya sürülmüş bir olgudur.

Neticede Bill Clinton, “büyük hükümet devri kapandı” derken, ayrımcılığı sona erdireceği vaadini dillendirmiş oluyordu.[16] Hooks’un pedagojisi de esasen kendi dönemi içerisinde Demokrat Parti’nin politikasına can veren ilkeleri temel alıyordu. Bu teoride ideal sınıf (derslik), esasen ideal topluma benziyor ve bu toplum da “herkesin sesinin işitilebildiği, varlığının kabul ve değer gördüğü bir cemaati ifade ediyor.” (s. 185) Muhtemelen Hooks’un tasavvur ettiği bu cemaat, mevcut toplumsal ilişkiler dâhilinde inşa edilebilecek bir olgu.

Bell Hooks, radikallerin ufkundaki daralmayı ifade ediyor. Freire, “radikalin öznelci olmaması gerektiğini söylerken, Hooks, radikalin kaderini kimlik politikasının ellerine teslim ediyor.[17] Freire’ye göre, “nesnel gerçeklik dönüştürülmeden kurtuluş mümkün değil iken, Hooks, tıpkı Clinton ve Blair gibi, kurtuluşun herkesin sesinin işitilmesini, kişilerin oldukları hâlleriyle kabul görmelerini sağlamak demek olduğunu düşünüyor.[18] Artık amaç, toplumu değiştirmek değil, insanları o toplumla bütünleştirmektir.

Özetle; eleştirel pedagoji, bugün özgürlükle çelişen bir eğilim olarak, kendimizi dönüştürmek yerine olduğumuz hâli kabullenmeyi, dünyayı değiştirmek yerine, onu olduğu gibi kabul etmeyi öğretmekte, öğütlemektedir.

Yeni solun güçlü olduğu dönemle doksanlar arasında geçen süre boyunca özgürlükçü pratiğin ufku alabildiğine daraldı. Bu gerçeği kabul etmeye yanaşmayan Hooks, Freire’nin asarına damga vuran devrimci retoriğe başvurmayı sürdürüyor. Kendisini önceleyen birçok solcu gibi o da yaşanan yenilgiyi doğallaştırıp, bu yenilginin üzerine zafer elbisesi geçiriyor.

Hooks, kendisi terk etmiş olmasına rağmen eleştirel pedagoji geleneğini savunduğunu iddia ediyor. Neoliberalizmin mantığını yeniden üretmesine rağmen, hâlen daha “beyaz üstünlükçü kapitalist patriarka”ya kafa tuttuğunu söyleyebiliyor. (s. 47) Her ne kadar yaşanan gerileme sürecine dair her türden farkındalığı ortadan kaldırmasına rağmen Hooks, aktardığı hikâyelerden birinde, istemeden de olsa, bu gerileme sürecine değiniyor.

Teaching to Transgress isimli kitabının bir yerinde Hooks, gençlik yıllarından bahsederken, kendisinin ve arkadaşlarının o dönem sandıkları kadar sınırları zorlayan kişiler olmadıkları itirafında bulunuyor: “Kendilerini zeki birer sanatçı sanan küçük ve kaynaşmış bir ekibin parçası olarak biz, tıpkı bohemler gibi, sonsuza dek hür yaşayacağımıza, kanun manun tanımayan bir kültür yaratmaya yazgılı olduğumuza inanıyorduk.” (s. 24) Yıllar sonra Hooks, “onca muhalif pozu kesmiş olmalarına rağmen, o dönemde cüret edip ulaşmak istedikleri yerin fersah fersah uzağında olduklarını, direniş eylemleri diye yaptıkları şeylerin büyük bir kısmının gerçekte statükoya hiçbir şekilde kafa tutmadığını” fark ediyor. (s. 25) Peki Hooks’un öğrencileri de benzer bir tecrübeye sahip olmadılar mı? O öğrenciler de gençlik yıllarına, sınırları aştıkları yıllara geri dönüp baktıklarında, statükoya kafa tutma konusunda başarısız olduklarını görmüyorlar mı? Bugünün öğrencileri gibi onlar da kurumsallaşmış sınır aşma pratiklerinin, esasında birer gölge boksundan başka bir şey olmadığını fark etmediler mi?

Peki bugün eleştirel pedagojideki radikal itkinin yeniden kazanılması, ne tür bir sonuç verecek? Hooks, ciddiye almamız gereken iki öneride bulunuyor. Freire gibi o da eğitimin “özgürlük pratiği” olduğunu söylüyor ki bu, doğru bir tespit. Fakat bu önermeye sadık kalmak için özgürlüğün dışına odaklanan bir pedagojinin uygulamaya konulması gerekiyor. Yani özgürlüğün, sınıfta poz keserek elde edilecek bir şey değil de onun reddedilerek tecrübe edilmesi gereken bir şey olduğu öğretilmeli, özgürlüğün salt bir eksiklik değil, ayrıca ifa edilecek bir görev de olduğu üzerinde durulmalıdır. Ayrıca Hooks’un eğitimin “hakikate yönelik kolektif bağlılığa ihtiyaç duyduğu”yla (s. 33) ilgili fikrine de sahip çıkılmalıdır. Ama şu da görülmelidir: Hooks’un iddia ettiği gibi, hakikat, “yaşanmış tecrübe”den neşet etmez. O, tarihe ait bir işlevdir.

İçinde yaşadığımız tarihsel momentin hakikati ise şudur: değişim, imkânsız değilse bile uzak ihtimaldir. En azından şunu söylemek gerekmektedir: değişime uzanan kısa bir yol bulunmamaktadır. Kıymetli olan her türden eleştirel pedagoji pratiği, kendi karşıtının kisvesine bürünmüş olan bu hakikati esas almaktadır. Hakikatin karşısında ise “geçmişin “özgürlük”, “sosyalizm” ve “sol” gibi, verili hâlleriyle anlamlarını yitirmiş sloganlarına sürekli yatırım yapanlar durmaktadır.

Bu anlamda eleştirel pedagoji, öğrencilere duymak istedikleri şeyi öğretmemeli, onlara “dünya sizindir, dönüştürün” dememeli, hakikati dillendirmeli, içinde bulunduğumuz tarihsel açmazı anlatmalıdır. Bu açmaz, insanın kendisine taktığı çelmedir, dolayısıyla ondan kurtulmak mümkündür, ama bunun için geçmişin geride bıraktığı enkazla serinkanlılıkla yüzleşmek gerekmektedir. Bugün eleştirel pedagojinin görevi, yenilgilerle yüklü tarihi doğallaştırma işine son verecek ilk adımı atmaktır.

J. A. Koster
14 Haziran 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Paul Buhle, Marxism in the United States: Remapping the History of the American Left, 2. Baskı, (Londra: Verso, 1991), s. 263.

[2] Peter McLaren, Critical Pedagogy and Predatory Culture: Oppositional Politics in a Postmodern Era (New York: Routledge, 1995), s. 38.

[3] John L. Elias, “The Paulo Freire Literacy Method: A Critical Evaluation,” McGill Journal of Education 10, Sayı. 2 (1975): s. 209, McGill. Ayrıca bkz.: Heinz-Peter Gerhardt, “Paulo Freire,” Prospects: The Quarterly Review of Comparative Education (UNESCO International Bureau of Education) XXIII, Sayı. 3/4 (1993): s. 439–58, PDF.

[4] Freire, zulmü “emir ve talimatların damgasını vurduğu bir ilişki” olarak tarif eder. Ama bu tespit, aynı zamanda otorite temelli tüm ilişkilerin zalimane olduğunu söyler. Paulo Freire, Pedagogy of the Oppressed, Çeviren: Myra Bergman Ramos, 30. yıldönümü. (New York: Continuum, 2005), s. 46-7. Parantez içerisinde verilen sayfa numaraları bu baskıdan.

[5] Örneğin bkz.: Isaac Gottesman, The Critical Turn in Education: From Marxist Critique to Poststructuralist Feminism to Critical Theories of Race (New York: Routledge, 2016), s. 25. Sahanın tarihi konusunda bu çalışmadan epey istifade ettim. Ayrıca bkz.: Gerhardt, “Paulo Freire.”

[6] Aktaran: Andrew J. Kirkendall, Paulo Freire and the Cold War Politics of Literacy (Chapel Hill: University of North Carolina Press, 2010), s. 82.

[7] Kirkendall, Paulo Freire and the Cold War Politics of Literacy, s. 25.

[8] Ayrıca bkz.: Seehwa Cho, Critical Pedagogy and Social Change: Critical Analysis on the Language of Possibility (New York: Routledge, 2013), s. 26.

[9] Henry Giroux, Ideology, Culture, and the Process of Schooling (Philadelphia: Temple University Press, 1981), s. 14–16; McLaren, Critical Pedagogy and Predatory Culture, s. 33. Ayrıca bkz.: Cho, Critical Pedagogy and Social Change, birinci ve ikinci bölümler.

[10] Giroux, Ideology, Culture, and the Process of Schooling, s. 15.

[11] Samuel Bowles ve Herbert Gintis, Schooling in Capitalist America: Educational Reform and the Contradictions of Economic Life (Şikago: Haymarket Books, 2011 [1976]), s. 286–87. Şu önemli notu düşmek gerekiyor: Eleştirel pedagoglar, Bowles ve Gintis’i kötümserlikle suçlarlarken, yazarlar, kendilerinin “iyimser” olduklarını düşünüyorlar, ayrıca “toplumsal devrim”in eli kulağında olduğunu söylüyorlar. A.g.e., s. 277–81.

[12] Terry Eagleton, Literary Theory: An Introduction, 2. Baskı (Oxford: Blackwell, 1996), s. 189.

[13] A.g.e., s. 206.

[14] Elizabeth Ellsworth, “Why Doesn't This Feel Empowering? Working Through the Repressive Myths of Critical Pedagogy,” Harvard Educational Review 59, Sayı. 3 (1989): s. 298.

[15] Bell Hooks, Teaching to Transgress: Education as the Practice of Freedom (New York: Routledge, 1994), s. 29. Yazının devamında parantez içerisinde verilen sayfa numaraları bu baskıdan.

[16] 1996 tarihli ulusa sesleniş.

[17] Freire, Pedagogy of the Oppressed, s. 38.

[18] A.g.e., s. 52.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder