Öznenin
kuruluşunu devrimden kopartma girişimi, en tutarlı ifadesini Carla Lonzi’nin
metinlerinde buluyor. Lonzi’nin yazılarını Gilles Deleuze’ün belirlediği
kategorilerle kavramsallaştırıp genelleştirmek mümkün.
Altmışlarda
yaşadığı politik-askerî yenilginin ardından “devrim”in gerçekleştirdiği
saldırıları karşılamak adına Deleuze, (her daim kötü sonuçlanan) “devrimler”le
devrimci sürece katılanların “devrimci oluşu” arasında ayrıma gider. Bu “devrimci
olma hâli”, devrimler başarısız olsa da devam eden bir şeydir.
1968
sonrasında ortaya çıkan hareketlerin büyük bir kısmı, stratejilerini “devrimci
olma” ile “devrim” arasındaki ayrım üzerine inşa etti. Bu hareketlere göre, “devrimci
olma”, her türden boyunduruk altına alma pratiğinin eleştirisini, öznenin
farklı bir düzlemde üretilmesini, “yaşam biçimleri”nin özerkliğini ve
bağımsızlığını, ayrıca “nefsin” onaylanıp, onunla ilgilenilmesini ifade ederken,
“devrim”, mülkiyet rejimindeki köklü değişime, politik iktidar için verilen
mücadeleye, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesine ve kapitalizmin yok
edilmesine denk düşüyordu.
“Devrimci
olma” ile “devrim” arasında yapılan bu ayrım üzerinden özgürleşme pratiği ile
devrim de ayrıştırılmaktaydı. Bu ayrımı yapanlara göre, özgürleşme pratiği,
cinsel, ırksal, etnik, her türden azınlığın aşağıda olma hâlinden, dışlayıcı
uygulamalardan ve kapitalizmin sınırları tayin ettiği hâkimiyet ilişkilerinden
kurtulmasına dönük çabaları içeriyorken, “devrim”, kapitalizmi sonlandırmayı şart
koşuyordu.
Köleliğin
ilgası, sadece özgürleşme pratiği üzerine kurulu olan siyasetin sınırlarını
ortaya koydu. Bu uygulamanın, ırk temelli ayrımcılığın bir biçiminden başka bir
biçimine geçişe mani olmadığı görüldü. Özgürleşme pratiği üzerine kurulu
siyasetin, politik eylemin “yaratıcı” boyutunu “yıkıcı” boyuttan koparttığı
anlaşıldı.
Peki
devrimle devrimci olmayı birbirine bağlayan o güçlü bağı kopartmak mümkün mü?
Öznenin
üretildiği ve farklılaştığı süreç, aynı zamanda kapitalizmin ve devletin yıkılmasını
amaçlamadan ilerleyebilir mi?
Neoliberalizm, kırk yıldır hükmediyor ve bu süreç, devrim ve devrimci olma hâli
ilişkilendirilmediği, karşılıklı olarak birbirini besleyip zenginleştirmediği
durumda, her ikisinin de zayıfladığını ortaya koydu.
“Devrimci
olma hâli”ni özerkleştiren, kolektiften kopartan stratejiyi sadece feminist ve
lubunya hareketleri değil, Batı’da altmışlarda açığa çıkmış mücadelelerin
ürettiği eleştirel düşünce pratikleri de benimseyip geliştirdiler.
Devrimci
öznenin devrim olmaksızın kurulması fikri, Negri’de de mevcut. Ona göre, biyopolitik
bir yapı olarak tanımlanmış üretim geliştikçe, kafa emekçisi, “giderek daha
fazla özerk ve bağımsız” oluyor. Kafa emekçileri, üretim süreci içerisindeki
işlevlerine sıkı sıkıya bağlı bir güce sahipler ve bu güç, her türden devrimci
örgütü ve pratiği önceliyor, çünkü dünyayı ve ilişkilerini (ontolojik emek
olarak) “kogniterya”nın yaptığı iş biçimlendiriyor.
Bu
kolektif işçinin biyopolitik üretim içerisinde, ona karşı biriktirdiği özerklik
ve bağımsızlık temelli güç, onun eylemli olarak huruç eylemesini, zaten
işlemekte olan kapitalizmden çıkış süreci içerisine girmesini mümkün kılıyor. Devrimse, sadece hâlihazırda o sürecin içerisinde yer alan şeyleri (ekip çalışmasına ait
müşterekleri) teyit etme noktasında iş görüyor.
Jacques Rancière, devrimle devrimci olma hâli arasındaki kopukluğa değinen isimlerden biri. Ona göre, iki tip çelişki var: ilki, güçlerin çelişkisi (sınıf mücadelesi ve Marksist gelenek), ikincisi, dünyalararası çelişki (politik öznenin özerkliğinin onun tarafından öznel olarak teyit edilmesi). İlki, devrime; ikincisi özgürleşme pratiklerine denk düşüyor.
Bu bağlamda, politik eylemde,
toplumda görülen kimliklendirme pratiklerini ortadan kaldıran, muhalif güçleri
değil de dünyaları belirleyen yeni yaşam biçimlerini yaratan özerk bir zamanı
devreye sokmak suretiyle, karşılıklı mutabakata dayalı düzenin her türden
aracısını topa tutan isimlerin icadı üzerinde duruluyor. 1968’deki yenilik de
zaten dünyaların çelişkisi ile güçlerin çelişkisini birbirlerinden kopartmasıyla
ilgili.
Bu kopukluk, üçkâğıda neden oluyor. Çünkü politik hareketlerin eşit olduğu dünya ile kapitalist eşitsizliğin hüküm sürdüğü dünya, karşı karşıya getirilmiyor.
Güç
uygulamalarından ayrıştırılması mümkün olmayan eşitsizlikler dünyası, eşitliğin
hüküm sürdüğü dünyayı sistematik bir biçimde yok etti, “ayrışma” alanlarını
hiçleştirdi. Bugün eşitsizlik, yeni faşizm pratiklerinin uyguladığı güçle,
başka bir eşiği aşmakta.
Artık
düşüncelerimizi daha ileri taşıyamayız, çünkü Hans-Jürgen Krahl’ın da izah
ettiği biçimiyle, “devrimci teori”, “devrimin teorisi” ile aynı şey değil.
Devrimci teori (örneğin 1968’de üretilen tüm, hadi diyelim, neredeyse tüm
düşünce) toplumu hâkimiyet ilişkilerini ifşa etmek suretiyle gerçekleştirilecek
dönüşüm üzerinden ele alırken, devrim teorisi, belirli stratejik ilkeleri
ortaya koyuyor: bu görev de aslolarak devrimci örgüte ve geleceğin
devrimcilerine düşüyor.
Maurizio Lazzarato
[Kaynak: Capital Hates Everyone: Fascism or Revolution, Çeviren: Robert Hurley, Brill, 2021.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder