Pages

21 Eylül 2020

Konuşan Madunlar


Doksanlarda Televole vardı. Futbol ve mankenler, dahası onların çöplerini çatma üzerine kurulu program, 17 Ağustos depremi ile bir kırılma yaşadı. Depremin yaşandığı dönemde bir paşa, “Televole izleyen, komünist olmasın da ne yapsın!” diye şikâyetini dile getirdi. Programdaki işret âlemlerini, zenginlerin gösterişçiliğini eleştirdi. Bir ara bu programın fişini çektiler, dozunu düşürdüler, tozunu alıp gündüz kuşağına çektiler. Kriz koşullarında o magazin programları tekrar yürürlüğe konuldu.

Zamanla magazinin alanı genişletildi. Sosyal medyaya yayıldı. İlişkiler mahremiyetini yitirdi. Geçmişte kontrolsüz diye çıkmaz sokakları haritadan ve yeryüzünden silen düzen, mahremiyeti yasak ilân etti.

* * *

Demek ki magazin kültürüne yönelik eleştiri, esasen onun tek merkezden yapılıyor olması ile ilgiliymiş. Bugün Şenay Aydemir’in tabiriyle, “herkes kendi magazinini yapıyor” ki bu, toplumdaki tabuların yıkılması noktasında gayet iyi bir gelişme.[1] Neticede “burjuvazinin eksik bıraktıklarını biz tamamlayacaaz” anlayışı, solun iliklerine işlemiş. Herkes, burjuvazinin eksiklerine örgütlenmiş.

Bu Şenay Aydemir, sinemadan anlamadığı hâlde, efendilerin sola bahşettikleri kültür alanındaki iktidarın bir sonucu olarak, “sinema yazarı” diye ortalıkta dolanan bir isim. O da her solcu kadar yoksula, emekçiye düşman, zengine, patrona dost. Tabuları o zenginler ve patronlar için kırıyor!

* * *

Şenay Aydemir, rahat odasında, “Youtube izlerken keşfettiği” bir programın reklâmını yapma ihtiyacı duyuyor. Güya “tesadüfen” önüne düştüğünü söylediği, aslında içsel veya dışsal bir sebebe bağlı olarak tanıtmak istediği bu programın adı, “Konuşanlar”.

Programda karşımıza, Şenay türünden zengin, hâli vakti yerinde küçük burjuvalar çıkıyor. Tayland’a, Ukrayna’ya, Hollanda’ya seks turizmi için gittiklerini anlatıyorlar. Küfür ediyorlar. Can Yücel’in ifadesiyle, küfür “küçük burjuvazinin ağzında lağım çukuru”. Konuştukça kokutuyorlar.

Bu tuzu kurular, zenginlik üzerine kurulu fantezilerinden bahsediyorlar, tüyleri gibi o utanan yerlerini aldırıyorlar. İçi çürümüş hayatlarına renk katmaya çalışıyorlar. Cemaat oluyorlar. Pandemi yasaklarını delip “sosyalleşiyorlar.” Kazara aralarına Luppo yiyen bir yoksul karışmışsa, programı sunan kişiyle birlikte onu “ah zavallı, ne kadar saf ve temiiiz!” diyerek alaya alıyorlar, küçümsüyorlar. 

Bu yoksullardan biri, “benim şehrimde yaya geçidinde hâlâ inekler geçiyor” diyor, bu sözle dalga geçiyorlar. Küçük burjuvaların mevcut imkânlarıyla rahatlamalarını, kendilerini üstün hissetmelerini sağlıyorlar. Can sıkıntısına merhem arıyorlar. Saflığın ve temiz oluşun gericilik olarak takdim edildiği programda, para ve güçle kirlendiklerini düşünen küçük burjuvalar, rahatlamak için çırpınıyorlar. Hafifliyorlar.

* * *

Bugün palazlanan küçük burjuvalar için TV’de ardı ardına psikolojik terapi dizileri yayınlanıyor. Birinde “yalnızlık şiddetin sebebidir” deniliyor. Olası şiddet imkânları temizleniyor. Riskler azaltılıyor. Malın ve paranın hızlı akışı önündeki tümsekler düzleniyor.

Küçük burjuvazi içtimaya alınıyor, sağa sola döndürülüyor, hazıroldan sonra rahatlatılıyor. Ona yukarıya öfkelenmesin diye, aşağıya küfretmek öğretiliyor. “Bir iki keriz yoksulu kendimize ikna edersek kârdır” diye düşünülüyor.

Devlete küsmesin diye küçük burjuvaziye AKP’lileri aşağılama izni veriliyor. Bunun için araçlar geliştiriliyor. Polisin, istihbaratın raflarından onları rahatlatacak dosyalar indirilip medyaya servis ediliyor. Ağza sakız, ele oyuncak bulunuyor sürekli. Bu kesim, AKP’lilerde hangi özelliklerin altını çiziyorsa, orası güçleniyor. Kontrollü muhalefetin çarkları buradan dönüyor.

* * *

Hasan Can Kaya, son dönemde liberal solun çeşitli mahfillerde yetiştirdiği stendapçılardan biri. Plazalara seslenen bu zatın pek bir yeteneği olmadığı görülüyor, önemli de değil zaten, çünkü bu ülkede sol var! Onu nasılsa allayıp pullar.

Terapinin yöneticisi olmanın verdiği rahatlıkla herkese hazır cevaplılık kisvesi altında dilediğini söylüyor. Küfrediyor, cinsiyetçi küfürler savuruyor, sürekli bel altından düşünüyor. Ayar, ölçü, izan siliniyor, bu da ilericilik diye yutturuluyor. Çünkü beyimiz akıllı!

Küçük burjuva, meta ve para akışının ayarına, ölçüsüne, izanına çekiliyor. Kendisindeki aklın birilerince yüceltilmesine, onun takdir görmesine için için seviniyor. AKP karşısında “madun” olan yerlerini öne çıkartıyor. Birileri, bunu yapmasını istiyor. Gariptir, Enes Batur bile kendisine komplo kurulduğunu söylüyor! Küçük burjuvazi hep mağdur, hep madun!

* * *

HCK şahsında, bazı mesajların aktarılması, reklâmların yerleştirilmesi için yeni biri şişiriliyor, hepsi bu. Alevilere hakaret etti diye eleştirilen, ama sonra kadın diye sahiplenilen Pınar Fidan türünden isimler, son dönemde gemi azıya almış liberal solcuların yetiştirmesi. Burada kural, küçük burjuvaziyi rahatlatmak, yoksulla, ezilenle dalga geçmek. Mizah dedikleri, bundan ibaret. Kimisi sokaktaki bir fukarayla, kimisi dayısıyla, kimisi dedesiyle belden aşağı seviyede dalga geçiyor. Seviyeleri bu... Bu mizahla birilerine yaranmaya, hoş görünmeye çalışıyorlar. (Kadın, dayısının Aleviliğini dalgaya alıyor, böylece “istediğim ülkeye seni her an gönderebilirim, hazır ol” diyen patronuna inceden bir mesaj göndermiş oluyor.)

Hasan Can Kaya, esasen zengin küçük burjuvalara toplu terapi imkânı sunuyor. Normalde kavga çıkartacak sözler söyleyen Kaya’ya kimse ses etmiyor, çünkü herkes, o terapiye muhtaç, oyunun parçası. Kimse ezik, gerici, yobaz görünmek istemiyor. Program denilen ayinde arınıyor. 

Daha zengin burjuvalarla ortaklaştıkları uyuşturucu, seks ve alkol gibi konuları sürekli yüceltmeye mecburlar. Dolayısıyla bu üç konudan mecburen uzak olan yoksulları, işçileri hor görmek, aşağılamak durumundalar. Yoksullarda, işçilerde olmayan imkânları yücelterek kendilerini abartmaya ve memnun etmeye mecburlar. Yukarının baskısı, aşağının savurduğu tehdit, bu şekilde yumuşatılıyor.

* * *

Şenay ve HCK türünden solcular için toplum ve tarih gibi kavramlar gerici. Modern olmak, anda her türlü haz için takla atabilmek demek. Bu sebeple siyaset, teori ve ideoloji, o ana ve hazza göre biçim alıyor. Herkes magazin yapsın isteniyor, “herkes kendi cumhuriyetinde muktedir olsun” deniliyor. Zenginler, suç ortakları arıyor.

Bir magazin muhabirinin aktardığı kadarıyla, seksenlerde bir medya patronu, ünlü şarkıcılarla birlikte uyuşturucu ve seks partileri düzenliyor. Bugün solcular, sosyalistler, o medya patronunun isteğini toplumsallaştırmak, doğallaştırmak istiyorlar. Halka sunabildikleri tek öneri bu.

* * *

Bir haberde, “Özyeğin Üniversitesi gibi önemli bir üniversitede” diye başlayan cümlelere yer veriliyor. Üniversitede taşeron firma, işçileri işten çıkartıyor, bu solcular, üniversiteye ve sahibine tek laf etmiyorlar, o taşerona kızıyorlar. Özünde üniversitenin sahibine diyorlar ki “sen bana yakışıyorsun, ama bu taşeron sana yakışıyor mu?”

Kimse, küçük burjuvaziyi ürkütmek, kızdırmak istemiyor. AKP bahane edilerek küçük burjuvazinin koltuk altına sığınılıyor. Bir tür gericilik olarak işçilikten kurtulmak içinse ara sıra işçilere “merhaba” deniliyor.

* * *

Havaya atılan taş, kendisinin uçtuğunu zannediyor. Tekeller, kendi çıkarları doğrultusunda toplumu dönüştürüyorlar, Hasan Can da programında, “biz burada toplumu dönüştürüyoruz” diyor. “Bebişim” dediği banka müdürleriyle devrim yaptığını sanıyor. AKP ile birlikte madunlaşan kesimlerin içini rahatlatıyor. Onları konuşturarak özne kılıyor. Esasen çarklara yağ sürüyor.

Küçük burjuvazi, “AKP şeriat getirecek, burası İran, Arabistan olacak” yalanıyla bir on beş yıldır güdülüyor. Bu noktada aşağıya küfretmek, doğallaşıyor. Eskiden gizli tutulan sözler açığa çıkıyor. Bir yandan da o, burjuvaziyle paylaştığı vasıfları yüceltme imkânı buluyor. Giderek güvencesiz, temelsiz, geleceksiz kılınan hayat, onu altındakilerin başlarına basarak yükselmeye itiyor. Sol, özellikle Gezi’den beri, “prekarya” güzellemeleri eşliğinde bu çizgiye örgütlendiği için Şenay Aydemir ve Hasan Can Kaya gibi isimler üretiyor. O, küçük burjuvazinin sırtını sıvazlayan burjuvazinin ve devletin ne dediğine bakmıyor.

Devlet ve burjuvazi, küçük burjuvaziyi AKP sürecinde o sıvazlamayla sakin tutabileceğini biliyor. Ona, “sana bahşettiğim imkânları köpürt, yücelt, arşa yükselt ki sen de köpüresin, yücelesin, yükselesin” diyor. Aklını üç kuruşa satan küçük burjuvazi, aklını yitirdiği anlar olarak seks, uyuşturucu ve alkol denilen imkânlara ancak devlet ve sermaye sayesinde sahip olabildiğini iyi biliyor, o nedenle sürekli onların altını çiziyor. İşe yaramak istiyor, sürekli yukarıya mesaj gönderiyor, “ben sana lazımım” diyor. Acı olan, devletle ve sermayeyle mücadele etmesi gereken sosyalist hareketin beka adına bu çizgiye örgütlenmiş olması. Ama sosyalist hareket, burjuva salonlarında dirhem dirhem azalıyor.

Eren Balkır
21 Eylül 2020

Dipnot:
[1] Şenay Aydemir, “Kendi Magazinini Yapmak: Konuşanlar,” 18 Eylül 2020, Duvar.

20 Eylül 2020

Kızıl Ordu

Kızıl Ordu kuruldu! Devrimci Ordu, Kızıl Ordu kuruldu. Devrim, artık uzak bir geleceğe yapılan atıfta değil, şimdide bulunuyor. Kızıl Ordu'nun çekirdeği tüm işçilere bir çağrı yapıyor. Devrimci bir ordu örgütleyin! Ezilen halklar, sınıf düşmanına ve onun iktidarına karşı kendinizi silahlandırmaya başlayın!

Öncü eylemciler, radikal bir devrim için özveri ve disiplinle örgütlenerek halkın askerleri olun! Lenin, “Eline silah almayan, silah kullanma konusunda eğitim almayan ezilen sınıf, kölelerin sınıfıdır.” diyordu.

Tarih boyunca tüm devrimler, egemen sınıfın ordusunu ve düşmanın iktidarını ortadan kaldırarak devrimci bir ordu inşa etmişlerdir. Sadece Japonya'da modern sınıf mücadelesi tarihi boyunca ezilen insanlar asla silaha sarılmadılar veya devrimci bir ordu örgütlemediler. Bu, sanki tahayyülü mümkün olmayan bir şeymiş gibi, sonsuza dek uzak bir geleceğe ertelendi.

Çünkü zihinlere aşılanmış bir köle zihniyeti ve dünyevi hümanizm, silahları her zaman bir şer olarak sunmuştur. Şimdi bu zihniyeti tersine çevirmeye ve sınıf mücadelesi ilkesini empoze etmeye çalışıyoruz. Günümüzde devrimin temel kaygısı, bir ordu inşa etmektir. Barışçıl devrim ile şiddetli devrim arasındaki tartışmanın temel kusuru, bir ordu inşa etme sorunundan kaçınılmasıdır.

Barışçıl devrim teorisi şöyle diyor: “SSCB'nin silahlı kuvvetleri ve diplomasisi emperyalist orduyu etkisiz hâle getirip kontrol ederken, biz de önce iktidarı alıyoruz, sonra orduyu yeniden örgütlüyoruz ...” Şiddetli devrim de diyor ki: “Devrim, ordu içindeki bir isyanla gelecek.” Böylece devrim, ebediyen uzak bir geleceğe ertelenmiş oluyor.

Devrimci bir ordunun kurulması, Kızıl Ordu asla önerilmedi. Azgelişmiş ülkelerdeki devrimin, İkinci Dünya Savaşı'nın sonundaki devrim sorununu pek iyi anladığından bahsetmiyoruz bile. Ancak Fransa ve İtalya'daki anti-faşist partizanlar müttefik güçlerine teslim oldular ve kendilerini düzenli ordu hâline sokamadılar.

Bugün devrim, ancak iç savaştan doğabilir ve devrimci dünya savaşı, emperyalizm tarafından yürütülen yerel savaşlar, sürekli savaşlar, işgal ve baskı savaşları gibi uzatmalı ve karşı-devrimci birtakım savaşlarla karşı karşıya kalacaktır. Emperyalist devlet, sınıfsal örgütlenmeye ilişkin sürekli krizini çözmek için gücünü orduya odaklıyor. Ülkenin iç ve uluslararası çelişkileri ile bunların getirdiği gerilimler, orduyu toplumsal ve politik ideolojinin temel dayanağı hâline getiriyor.

Bu ittifak, karşı-devrim ekonomisinin, komuta ekonomisinin askerîleşmesine doğru seyrediyor ve bu da sanayiden, ordudan ve emperyalist işçi hareketinden teşkil olan karma bir yapıyla sonuçlanıyor. Dünya görüşümüz, siyasetimiz ve hareketimiz, devrimci bir ordu aracılığıyla neticelendirilmelidir. Kriz derinleştikçe, sınıf da kendi iktidarını askerî olarak örgütler. Proletarya partisinin diktatörlüğü, bunları mağlup etmelidir.

Belirli çıkarların meşru müdafaasına bağlı olmayan tüm güçleri örgütleyin! Belirli çıkarlara dayalı bir meşru müdafaa ordusu olan 1930'ların Alman Kızıl Cephesi'nin [Roter Frontkämpferbund] başarısızlığını tekrar etmemeliyiz. Güçlerimiz, bir saldırı silahı olmalı ve iktidara karşı evrensel mücadeleyi, zafere kadar iç savaşı başlatmalıdır. Güçlerimiz, tüm insanları silahlandırmaya hazırlamalı, küresel ve uluslararası bir boyut kazanmalıdırlar. Güçlerimiz, dünya devrimci savaşının ve proletaryanın dünya diktatörlüğünün merkezî çekirdeği, dünya proletaryasının bir silahı olacak olan, sınırları olmayan bir dünya Kızıl Ordusu geliştirmelidirler.

Her mahallede, her bölgede, her ülkede Kızıl Orduyu inşa edin!

Adanmışlığınızla, disiplininizle ve inancınızla, proletaryanın öncüsü olan Kızıl Ordu'da en militan ve en devrimci kişi olun!

Sekigun-Ha
[Japon Kızıl Ordu Fraksiyonu]
20 Eylül 1969
Kaynak

18 Eylül 2020

Mankurtizm


Bizde Avarlar, Avrupa da ise Juan Juan olarak bilinen acımasız bir topluluk vardı. Juan Juanlar, çevrelerinde ki kabile ve topluluklara baskınlar düzenler ve ne varsa yağmalarmış. Esir aldıklarını sınıflandırırlar, zayıf olanları satarlarken, güçlü ve kuvvetli olan erkekleri ise mankurtlaştırırlarmış.

Esirin kafa derisi kazıtılır, bir deve kesilir ve devenin boyun derisi ki en sert yeridir, kanlı kanlı, tıpkı yüzücülerin başlarına geçirdikleri boneler gibi sıkıca sarılır esirin başına. İşlem tamamlandıktan sonra esiri çölün ya da bir tepenin başına götürüp orada direğe bağlarlar. Aç ve susuz güneşin alnında bekletilen esir, çığlıklar içerisinde birkaç gün boyunca dayanılmaz acı çeker.

Esir sağ kalırsa artık bir mankurttur, bütün belleği silinmiştir. Annesini babasını, yaşını doğduğu yeri bilmez. Ona ekmek veren sahibine koşulsuz itaatkâr biri olur. Öyle ki bir mankurt, bir parça ekmekle bütün gününü geçirir, bir çaputu yıllarca giyer. Böylesi bir işgücü Juan Juanlar için çok değerlidir. Bir mankurt, sağlıklı on esire bedel değerdedir.

Ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanında işlediği mankurt ve Nayman ana hikâyesi ile Stalinizmin Kafkas ve bozkır halklarını nasıl dönüştürmeye çabaladığını tasvir eder.

Mankurtizm, insanları sosyokültürel kimliklerinden soyutlamaya denir. Tarihte birçok topluluk ve sınıf, güçlüler tarafından kimliklerinden soyutlanmakta ve güçlülerin çıkarları doğrultusunda hareket ettirilmektedir.

Günümüz sınıf ve devrimci mücadelesi de böylesi bir soyutlanma ile yok edilmektedir. Gerek kapitalistler, gerekse kendi içimizdeki despot ruhlular tarafından sınıf mücadelesi özünden kopartılıyor, parçalanan ve zayıflatılan emek mücadelesi, düşmana karşı işlevsiz bırakılıyor, yeni yollar ve metotlar arama çabası içinde rotasını yitirip ne yazık ki “düşmanı kendi silahıyla vurmalı” aldatmacasına kapılarak devşiriliyor.

Böylesi bir savaşımda sağ kalmak imkânsız gibi görünüyor, ama bu söylem, sadece ülkemiz için geçerli. Lübnan halkları tarihte birçok defa mankurtlaştırılmaya çalışılmış, belli dönemlerde bu gerçekleşmişse de Hizbullah’ın doğuşuyla birlikte Lübnan halkları yeniden saflarını birleştirerek, bugünün Ortadoğu’sunda emperyalistlere karşı müthiş bir başarı göstermektedirler. İran halkları da İngiliz işgali altında mankurtlaştırıldı. Ve bu uğurda milyonlarca İranlı katledildi. ABD emperyalizminin gelişi ve İran halkının devrimci değerlerle bütünleşmesi özgürlüğü getirdi. İrlanda halkı İngilizler tarafından 700 yıl boyunca mankurtlaştırılmıştı, IRA’nın doğuşuyla bağımsızlık savaşı başlamış ve sonunda İrlanda halkı, esaret prangalarından kendisini kurtarmıştır.

Gelgelelim ülkemizdeki mankurtlaştırma, emperyal devletler eliyle değil, halkın seçtiği hükümetler ve hükümet eliyle desteklenen şirketler ve feodaller tarafından yapılmaktadır. İşçiler, köylüler, öğrenciler mankurtlaştırılmış durumdadır. Bunun sebebi de solun rezil hâlidir. Hâlâ devrimci mücadeleyi tanımlama çabası içerisinde gevezelikle zamanı tüketen hareketler, halkın ve ülkenin tarihsel, sosyokültürel kimliğinden habersiz, ithal kavramlarla toplumu yoğurma gibi bir gafletin içindedirler. Türk solu ülkesinin ve halklarının değerlerini kavrama ve bu değerler üzerinden bir sınıf bilinci oluşturma noktasında herhangi bir gayret içerisinde değildi.

Türk toplumu inançlarını Alevi ve Sünni ekseninde diri tutarken ateist bir yaklaşım elbette ki istenilen etkiyi yaratmaz. Bir örnek vermek gerekirse, propaganda konusunda belki de dünyanın en zayıf hareketi Türk solu denilebilir, dinler arasında emeğin kutsallığına en çok değinen İslam dini iken birçok ayet sosyalizmi çağrıştırırken, sözde sınıf liderleri bunu nasıl görmezlikten geliyor hayret vericidir.

Umman’daki Zufar Kurtuluş Cephesi, savaşın ilk yıllarında büyük başarılar elde eder. Kabileler ve bölge halkı direnişçilerin yanında yer alır, gerillalar bölgenin kontrolünü ele geçirirler. Gerilla liderleri kendi kalıpları içerisinde bir devrim yapacak güçte iken, büyük bir hata yaparak sonda uygulayacakları Marksizm-Leninizmi başta uygulamaya başlarlar. Kapalı bir toplum olan Umman halkı ve kabileler, örgütün ateist yaklaşımını inançlarına tehdit görerek gerillalara olan desteklerini geri çekerek Sultan’ın saflarına geçerler. Ve bu da gerillaların yenilgisine ve yok olmasına neden olur.

İthal devrim fikriyle hareket eden her oluşum, yenilgiye mahkûmdur. IRA, İran Halkının Fedaileri örgütü, Aydınlık Yol, 26 Temmuz Hareketi, Sandinistalar, bu örgütler Marksizm ve Leninizm’i kurtuluş olarak görmekte iseler de, onu pratikte genele yaymadılar. Kendi değerleriyle harmanlayarak bir bilinç oluşturdular toplumlarında. Bizimkiler gibi balıklama dalmadılar olaylara, sindire sindire, ağır başlılıkla ve cesaretle düşmana karşı koydular. Topluma kendilerini sevdirdiler, benimsettiler. Toplumun değerlerini ön planda tuttular. Bizimkiler gibi toplumun değerlerini ayaklar altına almadılar. Onlar zaferden zafere koşarken, bizimkilerin sırtı yerden kalkamadı.

Can Şahin
18 Eylül 2020

16 Eylül 2020

Devrimci Şiddetin Tarihsel Savunusu

Neden PKP Taşlanırken Marcos ve Zapatistalar Seviliyor?


2010’da Wikileaks olayı yaşandığı zaman ortaya çıkarılan diplomatik yazışmalarda ABD’nin Aydınlık Yol hareketinin (Peru Komünist Partisi’ne takılan ad) yeniden toparlanmasından “korktuğu” ve Peru devletinin “Aydınlık Yol’un dirilişine karşı akıntıyı tersine çevirmek için” daha iyi bir stratejiye ihtiyaç duyduğu düşüncesi ifşa edilmişti.[1] 

ABD’deki Maoist hareket, anti-faşist ve kentsel dönüşüm karşıtı kitle çalışmalarıyla tanındıkça, pek çok kişi de bu harekete, PKP’nin liderliğindeki Başkan Gonzalo’ya ithafen, “Gonzalocular” diyor. “Sendero” gibi, ABD’deki pek çok Maoist de legal solun ifade ettiği kaygıları taşımıyor. 

Tıpkı “Sendero” gibi, buradaki Maoistler de kitle örgütleri aracılığıyla kitle çalışması yürütüyorlar, halkı devrime hazırlamak amacıyla görece açık koşulları kitlesel ve geniş hükümet karşıtı hassasiyeti seferber etmek için perde gerisinde istismar ediyorlar. Ve yine “Sendero” gibi, buradaki Maoistler de kitleleri harekete geçirirken, Carlos Montes gibi – ki kendisinin kızının kocası Self Help Graphics gibi uzun süredir var olan, kâr amacı gütmeyen ve Bank of America, Disney ve nihayetinde Los Angeles şehri çevreleri ile ortaklığı bulunan bir oluşumda yönetici müdürlük yapmaktadır- sahte ve işbirlikçi komünistlere karşı nefret uyandırmaktadır.

PKP Dün Neydi, Bugün Nedir?

En başta Ayacucho bölgesinde küçük bir militan grubundan teşkil olan Peru Komünist Partisi, sonraları ülke topraklarının %40’ına hâkim olacak ve ülkenin 25 bölgesinde etkisini hissettirecekti. Yola Huamanga Üniversitesi’nde düşen Gonzalo devrimci öğrencileri ve öğretmenleri, yoksul köylere gitmeleri ve oralarda anket düzenlemeleri, köy sakinlerini örgütlemeleri için görevlendirecekti. Gazeteci Gustavo Gorriti o zamanki çabaları şöyle anlatıyor:

“[Gonzalo’nun] hedefi belliydi: üniversiteyi komünist kadroları devşirmek, eğitmek, örgütlemek ve takviye etmek için kullanmak. Guzmán, üniversiteyi çoğunlukla Komünist Parti üyelerinden ve sempatizanlarından meydana gelen bir öğretmen okuluna çevirmişti. İlk nüve olan öğrenciler, kendi memleketleriyle ve topluluklarıyla ilişki kurmada ideal bir yol sunuyorlardı.”

Halk savaşı, bu epey uzun ve sabırlı yeraltı ve yarı-legal çalışma aracılığıyla başlatılmıştı. Bunun göstergesi olarak bir seçim boykotu düzenlenmiş, oy sandıkları yakılmış, bazı hükümet kurumları kundaklanmış ve bombalanmıştı. Nutuk atan sosyal demokratların üstüne dinamit fırlatılmıştı. Tüm bunlar, kısa süre içinde komşu kırsal bölgelere de sıçrayacaktı. Varlıklarıyla birlikte getirdikleri devrimci şiddet, popüler bir karaktere sahipti ve genel olarak köylülerle kaynaşmanın bir sonucuydu. PKP militanları, ellerinde temel gıda maddeleriyle, misal, meyvelerle ve yemişlerle evden eve giderek, köylülerle hayatlarının iyi-kötü yanları üzerine sohbet ediyorlar, özellikle de köylerindeki zorluklar üzerine konuşuyorlardı.

RAND Ulusal Savunma Araştırma Enstitüsü'nden Gordon McCormick’in, PKP’nin eylemli propagandası ve “seçici imha” yöntemleri hakkında bahsedilirken, aralarında nasıl bu kadar aktif destek oluşturabildiklerini açıklamak için bir vaka çalışması olarak kullandıkları bir köy vardı. Bu kasabada Keçuva dili konuşan yerli kızlara tecavüz eden ve yerel iktidar yapısındaki prestijinden dolayı kendisine dokunulmayan bir rahip vardı. Sivil Savunma Muhafızları, kendilerine yapılan şikâyetlere karşı kayıtsızdı. Kısa bir süre sonra bir Pazar günü, Gerilla Ordusu’nun da çağrısıyla köylüler meydanda toplandılar. Halk, rahibin suçları hakkında “öfkeli sözler söylemesi” için davet edilmişti. Çok geçmeden gerilla ordusunun verdiği cesaretle kalabalık, rahibi kiliseden çekip çıkardı. Kalabalığa rahibin suçlu olup olmadığı soruldu, suçlu olduğuna hükmedildiğinde ise rahip, derhal kurşuna dizildi.

Kısa süre sonra, özellikle de Peru’nun enflasyonu, El Niño’nun [küresel bir okyanus-atmosfer olayı] tarımsal üretime getirdiği yıkım ve hükümetin PKP’nin destek üssünü pasifleştirmek için bütün köyleri katlettiği, kırsalda yürüttüğü soykırım kampanyası gibi sebeplerden dolayı, mülteciler, Lima kentinin merkezi etrafında “çelik halka” olan gecekondulara göç ettikçe, PKP de Lima’daki etkisini arttırdı. 1980 yılında iki yüz genç, San Martin De Porras’taki belediye binasını molotof kokteylleri ile imha etti. Merkezi Karayolu Bölgesi’ndeki Nana polis karakoluna saldırıldı. Sonra, en şaşırtıcı olanı ise, tüm çalışanlarını işten çıkaran bir Bayer akrilik elyaf fabrikası saldırıya uğradı ve Lima'da 525 millik bir koridoru etkileyen ilk planlı toplu elektrik kesintisi yaşandı. Kesinti sırasında 50 bina yakıldı. “Sendero”, her büyük sendika federasyonunu yasadışı ikili sendikalar yoluyla etkilemeye devam edecek ve kapitalistlerin her ay yeni sözleşmeleri yenilemesini zorunlu kılarak büyük endüstrileri kalıcı bir grev zeminine oturtacaktı. Raucana ve gecekondu mahallesi komitelerini kontrol altında tuttular, insanları tahliyelere karşı harekete geçirdiler ve silahlı saldırılar sırasında yanan lastikler ve enkazla bitişik otoyolları tıkadılar.

Bu, bir savaştı ve savaş kendi yasalarına göre işliyordu. Bu noktadan itibaren “Sendero” burjuva hümanist yardımseverlere uluslararası düzeyde hakaret etmiş oluyordu. Ve bu yasalar, savaş zeminine kayan herhangi bir siyasi güce büyük bir zorunlulukla uygulanıyordu. Gerçek bir iktidar mücadelesi patlak verdiğinde, diğer tarafın örgütlü ağlarını fiilen kırmak (bozmak, dağıtmak, izole etmek ve yok etmek) gerekir. Aksi takdirde zafer imkânsızdır. Gecekonduların veya köylerin genellikle gündüzleri silahlı kuvvetler, geceleri gerillalar tarafından kontrol edildiği gerilla savaşında, hükümetin istihbarat toplama ağlarını kesintiye uğratmak için ciddi bir çabaya ihtiyaç vardır. Sadece Peru'da değil, diğer yerlerde de gerilla güçlerinin muhbirleri ve aynı zamanda hükümete açık bir şekilde hizmet edenleri infaz etmesi yaygın görülen bir durumdur (Bu durum, Peru'da sıklıkla resmi köy muhtarları veya kontrgerillanın “köy savunma kuvvetleri” için geçerliydi).

McCormick'in tecavüzcü rahibin infazına ilişkin anekdotunda görüldüğü gibi, terörün başka bir işlevi daha vardır: halkın kötü şöhretli zalimlerinin cezalandırılması. Çin'in Long Bow köyündeki toprak devriminin tarihsel bir anlatımı olan William Hinton'ın Fanshen adlı eserinde, kadınlara tecavüz eden ve çocukları seks köleliğine satan ev sahipleri vardı. Hinton, bu zalimlerin ölümünün dünyanın değiştiğinin, gücün tarihsel açıdan değişmekte olduğunun siyasi bir işareti olduğunu belirtiyordu. PKP’nin seçici imhalarının amacı buydu işte: kötü şöhretli zalimlere gözle görünür, ölçülü ve odaklanmış cezalar kesmek, eski küstah toplumun miadını doldurmak ve böylece uzun süredir mezalime uğrayan halkın konuşma ve eyleme gücünü hissetmesi. 1930'da Klan'ın hâkimiyetindeki Mississippi'yi kasıp kavuran bir devrimi hayal edin, benzer cezaları “halk mahkemeleri” kesemez miydi?

Ancak ABD solundaki pek çok kişi, “terörü” gevşek bir şekilde şeytanlaştıran tanıdık ABD medyasının/siyasetinin dilini kullanıyor ve önemli farklılıkları (haklı ve haksız savaşlar arasındaki) tam da bu şeylerin ana akım medyada gizlenme biçimlerine paralel olarak gizliyor. Bu, “sol” un önemli kesimlerinin (yani sol reformist seçim partileri, yasal sol) savaşta orduyu desteklemesi ve ağlarının bazen hükümet tarafından muhbirlik ağları olarak sömürülmesi gerçeğiyle daha da karmaşık hâle geliyor. İlk ronderolardan bazıları [Perulu köy korucuları], 1970'lerin General Velasco askeri diktatörlüğüne kadar uzanan, ordu yanlısı bağlantıların geçmişine sahip olan kurtuluş teolojisi rahipleri tarafından organize edildi. Ronderolar, Aydınlık Yol örgütçülerini ve sempatizanlarını öldürmekle görevlendirilmiş, hükümet yanlısı silahlı “köy savunma kuvvetleri” idi; bunlar genellikle, halk üzerinde kendi terör saltanatını sürdüren, hükümet tarafından silahlandırılan ve eğitilen köy zorbalarının çeteleriydi (ve ihtiyaç hâlinde düzenli ordu güçleri tarafından destekleniyorlardı).

Ve böylece muhbirlerin ve ronderoların tanımlanması ve cezalandırılması (uluslararası düzlemde) “Aydınlık Yol gerillaları köylüleri ve rakip solcuları infaz ediyor” olarak rapor edildi. Bu anlatı, genellikle kaba bir yalandı ve neredeyse her zaman kaba bir çarpıtma idi. Peru devletine karşı Maoist seferberlik yürütülürken buna özellikle odaklanıldı. Sendika ve sosyal demokrat sol çevrelerde “Aydınlık Yol sadece sendikacıları öldürür” deniliyordu. Liberal Katolik çevrelerde “Aydınlık Yol rahipleri ve rahibeleri öldürür” deniliyordu. (İlginçtir ki, önemli anlarda Aydınlık Yol'a katılan Katolik sol güçler hakkında çok az şey söylendi.) Ve örgütlü solda “Aydınlık Yol, ölümcül bir sektercilik içinde diğer sol güçleri öldürdü” denildi. Bir konuşmamda bana “Aydınlık Yol’un yerli karşıtı olduğu” söyleyenler, o savaşçıların büyük çoğunluğunun And halkından olduğunu ve PKP'nin ideolojisinin sadece Mao'nun katkılarının rehberliğinde olmadığını, aynı zamanda Mariategui'nin “yerli sosyalizmi” tarafından da yönlendirildiğini öğrendiklerinde şaşırırlar mıydı acaba?

PKP hakkında, Rand Corporation ve bazı “Senderologlar” gibi sofistike düşünce kuruluşlarının bilgili fakat gerici analizleriyle, bazen örgütlü soldan gelen kaba sokak düzeyindeki dezenformasyonun arasındaki farkın böylesine “büyük” olması gerçekten de komik bir durum değil mi?

Maria Moyano’nun öldürülmesi de solcu topluluğun değerli bir lideri olan bir Afrikalı-Perulunun soğukkanlı, uğursuz sekterci bir infazı olarak tasvir ediliyor. Oysa Moyano, hükümet yanlısı bir partinin Lima’nın en büyük gecekondu mahallesinde, Villa El Salvador’da bulunan bir temsilcisiydi. “Bir bardak süt programı” olarak adlandırılan uluslararası fonlu bir STK'nın merkezinde faaliyet gösteriyordu. Tipik STK tarzında (ve buna kontrgerilla tarzını da ekleyebilirim), gecekondu mahallelerindeki kadınlar arasında hükümet yanlısı siyasi ağlar kurmayı amaçlayan (“sivil toplum inşa etme” sloganı altında) ağlar geliştirmek için süt tedariki yöntemine başvuruldu. Üstelik bu STK ağının içerisinde Sendero sempatisi nedeniyle üç kişinin tutuklanıp sorgulanmasını sağlayan gizli bir muhbir ağı vardı. Gecekondu mahallesinin ahalisi arasında derinden faaliyet gösteren gerillaların tepkisi ise, bu ağın önde gelen isimlerini hükümet yanlısı faaliyetlerini durdurmaları noktasında ikaz etmek oldu. Bu mücadelenin zirvesinde Moyano (açıktan ABD emperyalizmiyle birlikte soykırımcı kontrgerilla savaşını yürüten iktidardaki bir hükümet koalisyonuna bağlı bir hükümetin üyesi olarak) başkan yardımcısı oldu ve devrimin yenilgisini, devrim için savaşanların ifşa edilmesini talep etmede gözle görülür bir rol oynamaya başladı.

Bundan dolayı da, tekrarlanan uyarılardan sonra, devrimciler Moyano’ya halka açık bir etkinlikte ulaştılar ve onu öldürdüler. İnsanları, siyasi rakip oldukları ya da STK ile ilişkide bulundukları için değil, muhbir oldukları için öldürdüler. Bu, büyük bir hevesle tasvir edildiği üzere, “diğer solculara” karşı bir savaş değildi.

Öyleyse, revizyonist yasal sol iktidar simsarlarından, ABD emperyalizminden ve işittiğimiz mesajlara aracılık eden basından oluşan bu troykanın, kurtarıcıların herkesin dikkatini çeken hareketini şeytanlaştırmasında şaşılacak bir yan var mıdır? Yahut troykanın, o kurtarıcıların önemli mevziler elde ettiği, zafere çok yaklaştıkları gerçeğini örtbas etmesine şaşırmalı mıyız? Bu, uzun süredir görmezden gelinen, tamamen şeytanlaştırılan ve feci bir yoksulluk içinde kıvranan mazlumların şikâyetlerini ve umutlarını dile getirebilmek için ayağa kalktıkları inanılmaz bir andı. Hâlâ öğrenilmesi gereken dersleri özetlemeliyiz, ancak EZLN'nin eleştirisiz bir şekilde kabul edilmesiyle birlikte ortaya çıkan, kim olduklarına ve neyi temsil ettiklerine dair çarpıtma mutlaka incelenmelidir.

    

İkinci Bölüm


“Antonio çalıştığı toprağa sahip olmayı düşlüyor, terinin karşılığını adalet ve hakikatle aldığını hayal ediyor, cehaleti tedavi edecek bir okulu, ölümü korkutacak bir ilâcı, evinde elektrik olmasını ve masasının dolu olduğunu düşlüyor, ülkesinin özgür olduğunu ve bunun halkının kendi kendini yönetmesinin sonucu olduğunu düşlüyor, kendisi ve dünya ile barışık olduğunu düşlüyor. Düşünde bu düşün gerçekleşebilmesi için savaşması gerektiğini görüyor, hayatı kazanmak için ölümün olması gerektiğini düşlüyor. Antonio düş görüyor ve sonra uyanıyor. […] Artık ne yapacağını biliyor ve karısının ateşin yanında çömeldiğini görüyor, oğlunun ağladığını duyuyor. Doğudan doğan güneşe bakıyor ve gülümseyerek palasını alıyor eline. Rüzgâr tutuyor kollarından kaldırıyor havaya, yerden kesilmiş ayaklarıyla, diğerleriyle buluşmak için yürüyor. Bir şey ona, düşünün birçoklarınınkiyle aynı olduğunu fısıldıyor, Antonio onları bulmaya gidiyor. […]” 

[Chiapas: İki Rüzgârda Güneydoğu, Ağustos 1992]


İsyan: “Dünya’nın İlk Post-Modern Devrimi”

İlk önceleri Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesine, sendikacılığa ve yerli toprak hakları aktivistliğine göre yıllarca örgütlendikten sonra Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu ya da EZLN, Meksika anayasasındaki yerli ortak toprakları için bulunan güvenceleri bir kenara atarak imzalanan NAFTA’ya karşı isyan bayrağını çekti. Sadece bıçaklarla, sopalarla, tabancalarla ve av tüfekleriyle silahlanmış oldukları hâlde şehirleri ve kasabaları hızla zapt ettiler, memurları ve toprak ağalarını zorla sürdüler. EZLN, cüretkâr bir eylem gerçekleştirerek San Cristobal de las Casas hapishanesindeki mahkûmları özgürleştirdi. EZLN’nin istemeye istemeye “liderliği” üstlenmiş ismi (“sözcüsü”) Subcomandante Marcos, gelecekteki hükümetle müzakerelerde EZLN’yi temsil edecek ve Zapatismo ideolojisini açıklayan çeşitli yazılar kaleme alacaktı.

Bu olaylar, Meksika'yı ve dünyayı salladı, uluslararası manşetlere çıktı ve daha iyi bir dünya talep etmek için sokaklara dökülen anarşistlerin egemen olduğu küreselleşme karşıtı harekete ilham verdi. Chiapas polis güçleri, ele geçirilen bölgeleri başarılı bir şekilde geri aldı ve EZLN'yi ateşkes ilan etmeye ve yeniden toparlanabilmeleri için ormana çekilmeye mecbur bıraktı. Devlet bundan kısa bir süre sonra şiddetle karşılık verdi, federal hükümete bağlı 70.000 askeri eyalete taşıdı ve bölgeyi çevrelemek için 30 adede kadar askeri tesis ve karayolundan oluşan bir halka inşa etti. Güneydeki Peru'ya benzer şekilde, Meksika devleti köyleri yakmaya ve insanları zorla yerlerinden etmeye başladı. İstismar ve ortadan kaybolma raporları yaygındı ve Amerikan Devletler Örgütü bu olayla ilgili olarak bir soruşturma başlattı.

Meksika devleti, ülke çapında bir devrimci savaştan korkuyordu ve bunun Chiapas ile sınırlandırılmasını istiyordu. Meksika’nın askeri bütçesi, Başkan Zedillo’nun görevde olduğu süre boyunca kırk kat arttı. Bu arada kuzeydeki ABD’li emperyalistler olayları not aldı. Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası kapsamında gizliliği kaldırılan 1994 Pentagon brifing belgesinde, “Meksika hükümeti, yaygın ekonomik ve sosyal kaosun bir sonucu olarak devrilme tehdidiyle karşı karşıya kalırsa, ABD birliklerinin Meksika'ya gönderilmesi olumlu karşılanacaktır” deniliyordu. ABD Ordusu Savaş Koleji'nde Ulusal Güvenlik profesörü olan Donald E. Schultz tarafından yazılan bir makalede ise şöyle deniliyor: “Düşman bir [Meksika] hükümeti, ABD'nin Meksika'daki yatırımlarını tehlikeye atabilir, petrole erişimi tehlikeye atabilir, kuzeye doğru akacak olan siyasi mülteci ve ekonomik göçmen seline neden olabilir.”

Bununla birlikte Marcos ve EZLN, herhangi bir ideoloji tarafından yönlendirilmiş görünmüyordu ve çoğunlukla anayasanın 52. maddenin reddedilmesi ve Meksika’nın NAFTA’ya kabul edilmesiyle ilgileniyor gibiydi. New York Times tarafından alıntılanacak olan akademisyen Seamus McGreal, Zapatismo'nun “dünyanın ilk post-modern devrimi”ni temsil ettiğini yazıyordu. Göründüğü kadarıyla amaçlarında ihtilafsız ve sınırlanmış, kendilerini ifade etmede “silahları değil, teknolojiyi ve söylevi kullanan” Zapatistalar, Peru’daki “Aydınlık Yol” hareketi kadar şiddetli ve hırslı bir güç olarak tasvir edilmiyordu.

Daha sonra Zapatistalar, bu “Tarihin Sonu” dünyasının sevgilisi hâline geldiler. Komünizm başarısız olmuştu: Filipinler’de, Hindistan’da, Peru’da halk savaşı binlerce insanı harekete geçirmiş olsa bile, nihayetinde öncücülüğün neticesi olan otoriter sosyalizmlerin modası geçmişti. Küreselleşme karşıtı harekette görülen, insanları bir araya getirme, kitlelerin kuyruğuna takılma ve hedefsiz gösterilerin çamurunda kaybolma üzerine kurulu hareketçilik, almış başını gidiyordu. Ve direnme noktasında cüretkâr kararlarıyla Zapatistalar, o zamana uyumlu olarak, buna benzer eklektik ve iflas etmiş bir siyasete sahiptiler.

Reformsuz Silahlı Reformizm ya da Meksika Marcos’u Sevmeyi Nasıl Öğrendi

Meksika burjuvazisinde, Zapatista probleminin “ele nasıl alınacağına” dair bir siyasi kriz vardı. İsyanın ve Zedillo’nun Beyaz Terörünün başlamasından bir yıl sonra, İçişleri Bakanı Esteban Moctezuma, gizlice Subcomandante Marcos ile buluştu ve iyi niyet göstergesi olarak belirli konumlardaki federal güçleri geri çekti. O zamanlar Marcos, görüşmeler çok iyi gittiği için kendisinin “işsizliğin kendisine tehdit oluşturduğuna” dair şakalar yapıyordu. Ancak Zedillo, bir muhbir tarafından devlete verilen Marcos'un kimliğini kamuoyuna açıkladı ve Başsavcının, Chiapas eyaletinde birden fazla hedefe yönelik saldırıları tetikleyen, EZLN hareketinin bazı kilit isimlerinin tutuklanması için emir çıkardığını duyurdu. Eli kanlı “Aydınlık Yol”un aksine EZLN, federal güçlerle herhangi bir büyük çaplı çatışmaya girmekten kaçındı ve barışçıl çözümden yana umutlarını sürdürdü, bu da birkaç kilit ismin tutuklanmasına yol açtı.

Çileden çıkan Moctezuma, EZLN’nin tehlikeli olmayan doğasını vurgularken, Zedillo’yu istifayla tehdit ediyordu. Marcos’la beraber Cizvitlerin yönettikleri liseye giden ve onun eski bir arkadaşı olan Max Appedole, Zedillo yönetimiyle görüştü, Marcos’un birkaç eski şiirini ve yazısını paylaştı, yine onun üslubuna benzer olan Zapatista bildirilerine atıfta bulundu. Dosya Zedillo’ya sunulmuştu, Marcos bir barış yanlısı idi, Zapatistalar ise asla bir tehdit değildi. Eğer Marcos ortadan kaldırılırsa ve Zapatistalara karşı bir soykırım kampanyası yoğunlaştırılırsa, işte o zaman daha devrimci bir yönetimin geleceği ve Meksika’nın, sadece Chiapas’ı değil, tüm ülkeyi sarabilecek olan bir devrimci şiddet ağı içine düşebileceği sonucuna varılmıştı.

Bu, Meksika devletinin San Andres Anlaşmaları aracılığıyla EZLN ile huzursuz bir birlikte yaşamayı seçmesine yol açtı. Müzakere dönemi boyunca ve sonraki yıllarda EZLN tarafından koyulan şartlar yerine getirilmedi veya çiğnendi. Yine de silahlı mücadelenin yeniden başlatılmasından bahseden olmadı. Aslında Chiapas'ta ve diğer güney eyaletlerinde yaşayanların koşulları, özellikle narko kapitalistlerin arasındaki savaşlar genişledikçe ve bunlar daha önce görülmemiş bir vahşet düzeyine ulaştıkça, kötüleşmeye devam etti.

Altıncı Deklarasyon ve ‘’Diğer’’ Kampanya

Zapatistalar, 1996’yı takip eden yıllarda sosyal demokrat Demokratik Devrim Partisi’nin (PRD) peşine takıldılar, çünkü EZLN’nin düşüncesi, geleceğin başkanı olan Vincente Fox’un partisi PAN’ı [Ulusal Hareket Partisi] seçimlerde yenmenin ve asıl San Andres Anlaşmaları’nda müzakere eden asırlık PRI’yı [Kurumsal Devrimci Parti] devirmenin, kendilerini müzakere masasında daha iyi bir konuma getireceği yönündeydi. Oysa gerçekleşen şey, PRD’nin PAN’ın yeniden müzakere edilmiş anlaşmasına destek vermesi olmuştu. Marcos’un alternatifi, teknolojik açıdan sofistike seçmen sahtekarlığını ve eski tarz oy sandığı doldurmayı devletin içsel yolsuzluğunun kanıtı olarak kabul etmek değil, bunun yerine bir kampanya başlatmak ve silahlı mücadele sorununa yeni bir “yaklaşım” getirmekti.

Seçim hilesine karşı protestolar başlatılırken, Marcos’un “Aday Sıfır” olarak atandığı ve Mexico City’ye doğru, yerleşik partileri protesto etmek için yola çıktığı “Diğer Kampanya” da başlatılmıştı. Bu, EZLN'nin silahlı mücadeleden tamamen vazgeçtiği Altıncı Deklarasyon’u yayınlamasıyla örtüşen bir gelişmeydi:

“EZLN, ateşkese taahhüdünü sürdürmektedir ve herhangi bir hükümet gücüne saldırmayacaktır, askeri manevralar gerçekleştirmeyecektir; EZLN, şu anda yaptığımız bu barışçıl öneriyle siyasi mücadele yolunda ısrar etme taahhüdünü hâlâ sürdürmektedir. Bu nedenle EZLN, ulusal siyasi-askeri örgütlerle veya diğer ülkelerinkilerle herhangi bir gizli ittifak yapmama konusundaki inancını sürdürecektir; EZLN, kendisini yaratan ve en yüksek komutası olan Zapatista yerli topluluklarını savunma, destekleme ve itaat etme ve kendi iç demokratik süreçlerine ve olanaklarının ölçülmesine müdahale etmeden, güçlenmelerine katkıda bulunma taahhüdünü, özerklik, iyi yönetim ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi hususlarında yinelemektedir. Bu, Meksika'da ve dünyada, barışçıl bir sivil hareketle, ancak topluluklarımızı görmezden gelmeden veya terk etmeden, silahsız yaratacağımız şeyi söylemektir.”

Altıncı Deklarasyon, bürokrat sermaye ve yarı-feodal ilişkiler NAFTA ile daha sağlam bir hâle gelmeden önce, Meksika’nın daha milliyetçi geçmişine dönüşü teşvik eden bir tez hâline geldi. Belgede, Meksika ile ilgili sorunun kapitalist-emperyalizm olmadığı, “Meksika anayasasının artık tamamen çarpık olduğu ve değiştiği” açıkça belirtildi. Başka bir deyişle, sorun olan anayasanın burjuvazi tarafından yazılmış olması değil, Başkan Lazaro Cardenas'ın anayasal garantilerinin neoliberal reformlarla yok edilmiş olması ve (çarpıtılmadan önce bir zamanlar olduğu gibi) bunun öncesine dönmenin mümkün olduğudur. EZLN, Diğer Kampanya gibi koalisyonlar içinde sendikaların ve küreselleşme karşıtı örgütlerin “yatay” meclislerine olan ihtiyacı sürdürmeye devam ediyor.

Altıncı Deklarasyon, Zapatismo’nun ilk tutarlı kuramsallaştırması olmuştu. Belge boyunca ütopik bir şekilde, kapitalizme karşı mücadelenin parlamento içinde yeni yasalar oluşturmaktan ibaret olduğu savunuluyor. Formülü, Bernie Sanders'ın savunduğu gibi, neoliberal politikaları bir kenara atmak ve mülksüzleştirilmişler için “adil” yasalar yapacak bireyleri güçlendirmek için “siyasi devrim” yapmaktan ibarettir. Bunun dışında kalanlar, proletaryanın devrimci öznesi olan, Zapatistalarla hemfikir olan ve muhtemelen onların önderliği altında birleşen bir dizi “örgüt” olarak ikame edilen, mücadelenin belirleyici ve asli unsurlarıdır (yazarın notu: “Diğer Kampanya” sırasında, meclislerin liderliği nasıl devredeceği veya nasıl ilerleyeceğine dair seçilmiş kararlar olsa bile hiçbir ayrıntıya girilmedi). Belgede devrimin bahsi geçmiyor, sadece yeni yasalar yapmaktan bahsediliyor.

Kavgada Olmamak Daha Kötüsü, Halkı Yüzüstü Bırakmak

Peru Komünist Partisi, Peru'daki neredeyse her mücadelede vardı. “Sendero”nun, İşçi ve İşçi Sınıf Hareketi, Merkez Karayolu İşçi ve İşçi Sınıf Mücadele Komitesi, Arjantin Caddesi Sınıf Mücadele Komitesi, Peru Halk Yardımı, Öğrencilerin Devrimci Cephesi, Mahalle Sınıfı Hareketi, Gençlik Hareketi, Popüler Köylü Hareketi, Mariategui Fikrî Hareket Merkezi, Kadınların Halk Hareketi ve daha fazlası gibi, hayatın her kesiminden insanları örgütlemek için sahip olduğu kitle örgütleri mevcuttu.

Zapatistalar ise benzer örgütlenmeler oluşturma noktasında yetersiz kaldılar ve Diğer Kampanya'nın niyetlerini ilân etmelerine rağmen Chiapas'tan ayrılmadılar.

Chiapas'ın Oaxaca'ya komşu doğasına rağmen, Oaxaca Öğretmen Grevi patlak verdiğinde, Zapatistalar ancak bir destek beyanı sundular, greve fiilen katılma veya herhangi bir maddi destekte bulunmak biri bir şey teklif etmediler.

Özsavunma birliklerinin [Autodefensalar] polisi ve narkoları kovup, silahlı geçici üs alanları yaratmak suretiyle narko faşist şiddete direnmeye başladıkları yıllarda, Zapatistalar yine çok bir şey teklif etmediler ve Chiapas genelinde yaşanan kaçakçılığa saldırmaya çalışmadılar.

2014'te Mexico City'deki öğrenciler genel grev ilan ettiklerinde Marcos, öğrencilere sınıfa dönmelerinin ve mezun olana kadar protesto etmemelerinin daha iyi olacağını söylediği için şehirdeki yetkililer tarafından alkışlandı. Zapatistalar bu durumda ılımlı gruplara destek vererek öğrencilere savaşmaları ve daha büyük devrimci eylem koymaları için çağrı yapmak yerine, onlara mesafe alarak öğrencileri yüzüstü bıraktılar.

Bitirirken

Yerli halkın toprak hakları ve özgürlüğü mücadelesinin Meksika'daki herhangi bir sosyalizm mücadelesi için gerekli olduğu, kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçekliktir. EZLN, anarşist ve liberal turistlere Zapatista teçhizatı satarak isimlerinden kazanç sağlayan, ancak Chiapas halkı, sınırlı ve yerelliğe hapsedilmiş taleplerini dile getirdiğinde bile aniden ortadan kaybolan bir ev sahibi hâline geldi.

Meksika devleti, Zapatistalara ve Anlaşma kapsamında koydukları koşullara saldırmaya devam ediyor, buna karşılık görebildiğimiz kadarıyla, öz savunma sorunu bile örgütün gündeminden kalıcı olarak düşüyor.

Hakkında çok fazla teorik birikime ve ciddi çalışmalara ihtiyaç duyan Peru halk savaşı, Zapatista liderlerinin uçurumun kıyısında tutundukları dalda asılı durdukları koşullarda, çıtayı yükseltmeye cüret etti. Yazarın umudu, her ikisinin de okuyucu tarafından dürüstçe karşılaştırılmasıdır. Bazıları, Zapatistaların hiçbir zaman siyasi iktidarı ele geçirme niyetlerinin olmadığını söyleyebilir, pekâlâ, onlar sadece, burjuva temsilinin kendilerinin sınırlı taleplerini karşılamasını istiyorlardı. Ama kimse çıkıp da bunun devrimci bir talep olduğunu iddia etmesin. Burada kimse, gelişmiş kapitalist merkezlerin mevcut bağlamı dâhilinde, sınırlı taleplerimiz için burjuva temsilini de talep etmemiz gerektiğini söylemesin.

Rust Belt Revolution
Kaynak

13 Eylül 2020

Üç TKP

Sol, cumhuriyetin ve müesses nizamın kendisine açtığı alandan memnun.

Sol, Kürd’e ve Müslüman’a düşmanlık etme görevini ilelebet yerine getirmeye mecbur olduğunu iyi biliyor. Onun devrim ve sosyalizm gibi bir derdi yok, olamaz.

Sol, ancak ya iç ya da dış sömürgeciliğin akıncı birliği olabilir.

Sol, Kürd’ü, Türk’ü, Müslüman’ı kesen devrim ve sosyalizm hattını silmek için var. Görevi bu.

Solun kendisine verilen görevi layıkıyla yerine getirmesi gerekiyor. Ondaki laiklik de bu layıklıkla alakalı. Söz konusu hat, devlete ve sermayeye zarar vermesin, halel getirmesin diye laikliğe sarılıyor. Devrim ve sosyalizm mücadelesini laiklik mücadelesine tabi kılmasının gerekçelerini burada aramak gerekiyor.

Sol, devletin ve sermayenin soludur, ezilenin, halkın, işçi sınıfının değil. O, devlete de sermayeye de düşman olamaz.

“Aslında Cumhuriyet, üzerinde yükseldiği tarihe büyük müdahalelerde bulundu. Saltanatın ve hilafetin üzerine cesaretle gitti, dinin belirlediği toplumsal yaşamı bilimin yol göstericiliğine bağlayan adımlar attı. Komünistlere nefes aldırmadığı zamanlarda bile, bir yandan işçi sınıfının kendi temsilcilerine kavuşmasına, örgütlenmesine büyük bir kıyıcılıkla engel olurken, bir yandan irticanın nefesini kesen adımları cesaretle atabildi. Kısa bir süre öncesine kadar kıskaca aldıkları ülkeyi işgale yeltenmiş emperyalist güçler karşısında bağımsızlık ve barışı uluslararası politikasının merkezine yerleştirebildi.”[1]

Bugün devletin ve sermayenin TKP’si bunu söylüyor, bu lafları etmeye mecbur. O, devletin ve sermayenin zorunlu adımlarını “sol sosyalist gelişim” olarak herkese yutturmak için var. Görevi bu. Ezilenleri ve işçileri devletin ve sermayenin zincirlerine bu tür örgütler bağlıyorlar. TKP, bu görev kapsamında, burjuva devriminin “en ileri yanları”dan bahsediyor, Suphileri öldüren burjuva önderliğin “bağımsızlıkçı ve barışçı” olduğunu söylüyor, sırf bilimci olduğu için onun eteğine yapışıyor.

“Bilim” dedikleri ve sahiplendikleri şey de milletin kafatasını pergelle ölçmekten, “Amazon” sözcüğünü Türkçeye, Sümerleri, Hititleri Türklüğe bağlamaktan ibaret. Özünde bugün TKP, o bilime ve ilerlemeciliğe tüm halk kul edilene dek komünist siyaset yapmayacağını, hep o burjuva önderliğe uşaklık edeceğini söylüyor.

Bu uşaklık ve kulluk düzeninde sol, ezilen, halk ve sınıf içine gittiğinde, ancak sermayeyle ve devletle kurulmuş bağları bir araya getirebiliyor. Devletin ve sermayenin ilerleyişine kul olan solun, o bağları kopartacak her türden iradeyi tasfiye etmesi gerekiyor. Sendikalarda, odalarda, meslek birliklerinde, üniversitelerde sol, ancak devlete ve sermayeye bağlı unsurları örgütleyebiliyor. Başkasına değdiğinde eli, baktığında gözü yanıyor. Devletle ve sermayeyle kurulmuş bağları kopartabilecek keskinlikteki her şeyi törpülüyor. Örgütleri ve yaptıklarını buradan okumak gerekiyor. Suphileri öldüren irade, dişine uygun bir sol inşa ediyor. O sol, eski TKP'liler ağzından, “güvenlik örgütlerinin, ordunun, sarayın, bakanlıkların, parlamentodaki her partinin içinde olmak”la[2] övünüyor.

* * *

Solun mevcut hâlini tarihsel bağlama oturtmak gerekiyor. Başka ülkelerde bağımsız bir komünist hat, çeşitli aşamalardan ve süreçlerden ilerleyerek belirli bir güce kavuşurken, Türkiye’de komünist hat, daha başta kesiliyor. Devletin ve sermayenin âli menfaatleri uyarınca şekillendirilen, kalıba dökülen komünistler, kendilerine ancak ilerlemecilik ve aydınlanmacılık yuvasında bir yer bulabiliyorlar. Bu yuvayı vatan gibi savunuyorlar.

Dolayısıyla, demek ki Üç TKP var: ilkini Enverciler, ikincisini Kemalciler, üçüncüsünü ilk ikisinin gerilimli sahasında, Suphiciler kuruyor. Envercilerde ülkenin yayılmacı, maksimalist iradesi; ikincisinde içeriyi tahkim etme, muhalifleri ezme iradesi hâkim. İkisi anlaşamıyormuş gibi görünüyor, ama işleri birlikte yürütüyor. Suphiler, bu iki yönelim arasındaki gerilimde tasfiye ediliyorlar.

Kafkas meselesi, bu tasfiyede önemli bir yer tutuyor. Sonuçta Suphiler, diğer iki TKP'den birinin ya da ikisinin önünü açmak için öldürülmüş olmalılar.

İngilizler, hem Anadolu’yla hem de Sovyetler’le anlaşıyorlar. Komünist hareketin tasfiyesi, her iki anlaşmanın da birinci maddesi. İç siyaseti o şekillendiriyor. Şapka kanunu ve kıyafet yasakları, İngilizlerin aynı dönemde Afganistan’da ve İran’da dayattığı kararlar. Solcular, en fazla, bu kararın yedek gücü olabiliyorlar.

Anlaşılan o ki yapılan anlaşma gereği Sovyetler, Kafkasya karşılığında Anadolu’yu terk ediyor. Kafkasya’da Sovyetler’e yardım eden güçler kendi TKP’sini; Anadolu’daki savaş için Sovyetler’den para ve silâh alanlar, kendi TKP’sini kuruyorlar. Bu iki TKP, üçüncü TKP’ye bir karış alan tanımıyor. Sonraki süreçte tüm sol pratiği bu iki TKP biçimlendiriyor. Örneğin sonrasında Cumhuriyet kadroları türküleri yasaklıyor, bir ara Konya’da olan Vâlâ ve Nâzım, radyodan Ruhi Su’yu dinleyince, “işte geleceğin müziği bu” diyor, hatta bağlamayı ve türküleri alaya alan şiirler döşeniyor.

TKP, 12 Eylül’e gider iken devrim yapmak için, kendi radyosunda Nâzım’ın Salkım Söğüt şiirinin çalınmasını bekliyor, ama bir emir geliyor, DİSK’i CHP’ye teslim eden koca parti, 12 Eylül’ü alkışlıyor. Sonuçta devletin ve sermayenin emri olmadan solun devrim yapması mümkün görünmüyor. Çünkü o, Nâzım'ın tüm eserleri bir bankaya peşkeş edildiğinde tek laf edemeyen hâlini, o acizliği seviyor. Sol, ancak o acizlikle varolabileceğini iyi biliyor. Haddini aştığında, boynuna inecek giyotin bıçağını çok iyi tanıyor.

* * *

İki TKP, her dönemeçte Kürd ve Müslüman düşmanı olduğunu ispatlamaya, bu düşmanlığı haykırmaya mecbur. Düşmanlık, bu iki TKP kanalından ilerleyerek bugüne geliyor. Kürd dıştaki, Müslüman içteki çapak. Çapaklardan kurtulmak için TKP kuruluyor. Cumhuriyete ve müesses nizama bağlı solculuk, Kürd ve Müslüman düşmanlığı ile ilerleyebileceğini iyi biliyor.

Enver’in Müslümanları varsa, M. Kemal’in de Kürdleri var. Komintern, o dönemde ittihatçıları Kürdler konusunda sıkıştırmak gerektiğinden bahsediyor. Bugün bir kısım Kürdler, Müslüman düşmanlığında müesses nizam ile ortaklaşıyorlar. Müslümanlara da Kürd düşmanlığı düşüyor. Düşmanlığı devlet körüklüyor, o düşmanlık devleti besliyor.

Enver’in Sovyetler’le anlaşması var. Anadolu’da solun Müslüman halkla kuracağı tüm ilişkileri, onun adamları kontrol altında tutuyorlar. Gerektiğinde o ilişkiler, devlete peşkeş çekiliyor. Sol da o çuvala atılıyor. Sovyetler’le kurulan diplomatik ve bürokratik ilişki, komünist hareketin temel mirası diye göklere çıkartılıyor.

Bu düzlemde M. Kemal’in ve Enver’in TKP’leri, devletin ve sermayenin hiç sorun çıkartmadan sosyalizme yöneleceği konusunda hepimizi kandırmak için uğraşıyorlar. Tüm teori ve pratik, bu yalanın bir sonucu. İkisi de devlete ve sermayeye halel gelmesin diye var. İkisi de varolmak için ikisine muhtaç olduğunu iyi biliyor.

* * *

Ortadoğu’da sosyalist hareketlerin oluşumunda sol Ermeni hareketinin belirgin bir etkisi var. Üçüncü TKP’nin kurulduğu zemin de Kafkas toprağı. İran’da, Suriye’de, Lübnan’da ve Irak’ta kurulan KP’lerin ardında da Ermeni sözü ve eylemi kazılı.

Buna karşın 1915’in öfkesi, TKP geleneğinden kopartılıyor. Balkanlar’daki Yahudi ve Rum işçilerin mücadelesi, TKP’nin yoğrulduğu mayadan çalınıyor. İç ve dış tahkimat, bu kopartma işlemi için yürütülüyor. Sonraki süreçte tüm sol, o tahkimatla birlikte düşünüyor, onun parçası olarak hareket ediyor.

M. Kemal, işçilere Türk patronlara ses etmemelerini, yabancı patronların olduğu fabrikalarda greve gidebileceklerini söylüyor. Bugün onun TKP’si ve türevleri, buradan bize anti-emperyalizm masalları anlatıyorlar. Bir başka “TKP” de ülke milli ve dini olandan arınsın, emperyalizmin her tür “değer”i, “aklı” bu topraklara sinsin ki “ilerleyelim” diye uğraşıyor. Komünizmi, ısrarla dinsizlik ve milletsizlik olarak tarif ediyor. Böylece emperyalizmin iç yönelimlerini bize komünizm diye yutturma imkânı buluyor. Komünist hareketin tek derdi din ve milletmiş gibi bir izlenim yaratılıyor. Komünist hareket, burjuvaların gündelik çıkarları uyarınca yarım bıraktıkları işi tamamlamak olarak tanımlanıyor. Kapitalizm, burjuvaların yanlış bilinci olarak eleştiriliyor. O burjuvalara toplumculuk sevdirilmeye çalışılıyor. O sebeple, burjuva iktidara karşı gerçek bir mücadele örgütlenemiyor.

“Ermeni ve duduk!” diyen sol, Ermenilerin iradesiyle, çilesiyle, kavgasıyla, derdiyle zerre ilgilenmiyor. Tek derdi, Ermenilerin elindeki altınlar! “O altınlar sermaye yapılsaydı, ne zengin olurduk” diye düşünüyorlar. Ermenileri proleter değil, illaki burjuva devriminin figüranı kılmak istiyorlar. Başkasına tahammül edemiyorlar. Ermenileri zengin olduğu için önemseyebiliyorlar. Ermeni altınlarıyla kurulan ideolojik ilişki, ancak Markar Esayan ve Garo Paylan ile sonuçlanabiliyor. Onlar da Batı’ya sunulan vitrin süsleri olarak varolabiliyorlar.

* * *

“Meşum”un ve “meymenetli”nin ne olduğu konusunda iki TKP’nin oluşturduğu gelenek, Kur’an’ın çok gerisinde! Kur’an, meşum, meymenetsiz, bereketsiz olanın zenginler, mal biriktirenler olduğunu söylüyor. İki TKP’nin yarattığı sol ise burjuvazi ve devleti, meymenetli lider belliyor. Bereketin ve talihin oradan kaynaklandığını düşünüyor. Muzaffer Oruçoğlu gibi, Koç ailesini “müttefik yoldaş” belliyor.

Dolayısıyla sol, bu düzlem üzerinden, beti bereketi kaçırdığını düşündüğü kişilere ve kesimlere saldırıyor. Bunu düşünenlere sesleniyor. Meymenetsiz gördüklerine yönelik düşmanlığı örgütlemek için uğraşıyor. Orta sınıftaki “bu gericiler yüzünden yabancı sermaye gelmiyor, maalesef çocuğumun kolej ücretini taksitle ödeyeceğim!” sancısını örgütlemek istiyor. O sınıfın aşağılık, düşük, ikinci sınıf gördüğü kesimlere yönelik düşmanlığına sarılıyor. Sol, yoksullardan tiksinme, nefret etme imkânı hâline geliyor.

Sol, Batman’da öldürülen kadına değil, ancak burjuva estetiğine göre güzel bulduğu kadına ağlayabiliyor. O, mevsimlik Kürt işçileri ile ilgili habere, o burjuva estetiği uyarınca güzel kabul ettiği genç kızın resmini iliştiriyor. İki TKP’nin solu, Müslümanı, Doğuluyu, Kürdü, yoksulu, ezileni “talihsizlik, kötü enerji, negativite kaynağı” olarak gördüğü için düşman kabul ediyor, onları kafasındaki burjuva devrim kurgusunun dışında görüyor, sonuçta da bu kesimleri düşman kabul edenleri örgütlemek istiyor. Okulun, tatilin, kadının, şarabın güzeline kendisinin layık olduğunu düşünüyor, düşünenlere örgütleniyor, onları örgütlüyor.

Bu solun değerlendirmeleri, bireyin cildinden başlıyor, tüyünün ucunda bitiyor. Sol bireyler, orayı aşan her şeyden nefret ediyorlar. Kendine kapalı bir bütünlük olarak tasvir edilen birey, dışarıya düşman ediliyor.

Enver’in bireyi ile Kemal’in bireyi farklı. Dolayısıyla, onların solları da meseleye farklı bakıyorlar. Fakat iki bireyin özü de aynı. “Biz, güçlü ve zengin olacağız, ama bu Ermeniler yok mu!” cümlesi, Rum’u, Aleviyi, Kürdü, yoksulu, köylüyü, devrimciyi, başörtülüyü keserek bugüne geliyor. Liberallerse “Ermeniler olsaydı, zengin olurduk” diyerek, onları sevdirmeye çalışıyorlar, böylece sağ ideolojinin ana zeminini pekiştiriyorlar.

* * *

Bugün ülkeye gelen Suriyeliler, her gün binlerce dolar harcıyor olsaydı, başta İyi Parti ve CHP olmak üzere onlara karşı olan herkes Arapça şakır, “her yer Arapça tabelayla doldu” diyen bu partiler, herkesten önce Arapça tabela asarlardı. Sosyalistler de bu çizgiye örgütlendi.

Dolayısıyla, kendisine üç kuruş maaş verdiği için elindeki baltayı patronunun kafasına indiren Suriyelinin öfkesi, devrime örgütlenemedi. M. Kemal’in sınırlı, ama sınıfsız ülkesi, buna izin vermedi. Enver’in sınıflı, ama sınırsız ülkesi, başka ocaklarda örgütlenmenin imkânlarını ortadan kaldırdı.

Ermeniyi görmeyen göz, Suriyeliyi de görmedi. “Grev işsizliktir, uzlaşmak lazım” diyen DİSK[3], ölen ucuz Suriyeli işçilerin cesetlerini ciddiye almadı. Herkes, yağmadan pay istedi. Erdoğan, orta sınıfın yücelme ve büyüme isteği önündeki engel olarak karikatürleştirildi. Tersten, o istek Erdoğan'ı güçlendirdi. Kedilere önlerindeki yumuşak yumak, kâfi geldi. Oynamak, oyalanmak, siyaset diye yutturuldu.

* * *

Sınıflı, ama sınırsız ülkede Kürdler ve devrim zannettikleri düzen, ülke kabul ettikleri yeri modernleştiren sömürgecilerle anlaşma imzalamak zorunda kalıyor. İçerideki Kürd iradesini M. Kemal; dışarıdaki Müslüman iradesini Enver örgütlüyor. Sosyalist hareket, bu noktada kendisine alan açıldığını zannediyor. Müslüman’sız ve Kürd’süz sosyalizm ve devrim tahayyülleri, podyumda yarıştırılıyor. Bu yarışın gerçekte hiçbir karşılığı bulunmuyor.

Suriye’nin petrol kuyularına bekçi olmayı Kürd’ün onuruna yakıştırıyorlar. O bekçiye, işin içinde Türk’ün karargâhı olduğu söylenmiyor. Libya’yla Rojava petrolleri arasındaki bağdan bahsedilmiyor. ABD ve NATO, Türk atlarıyla ilerliyor. Kürd’ün iradesi, yoksulun derdinden, ezilenin öfkesinden kopuyor. Zifte bulanmış gözler, hiçbir şey görmüyorlar. “Talihsizlik, kötü enerji, negativite kaynağı” olarak görülmemek için çırpınıp duruyorlar. Yaranılmaya çalışılan saraylarsa, kendisini talih, mutlak enerji ve pozitiflik olarak satıyorlar. Kürd'e kısa yoldan “mazlum olmamak” öğretiliyor.

Sonuçta dini ve milleti kesen sınıflar mücadelesinde ezenler-sömürenler, gerekli hattı kendi çıkarları doğrultusunda örüyorlar. Ama proletaryanın kendi hattını örmesine asla izin vermiyorlar. Sola ise din ve millet içinde burjuvazinin açtığı hatta bakıp, dine ve millete küfretme görevi düşüyor. Sol, bunun ekmeğini ilelebet yiyebileceğini düşünüyor. Ezenlerin-sömürenlerin açtığı hattın kendisini boğacağını görmüyor. En fazla, bedenlerin ve ruhların yağmalandığı, istila edildiği savaşa ihtiyat kuvvetleri olarak dâhil olabiliyor. Sol, üçüncü TKP'nin mezarı üzerinde tepiniyor. O topraktan çıkan her filizi bir bir eziyor. Görevi bu. Bizim görevimizse o filizleri örgütlemek, onlara örgütlenmek.

Eren Balkır
13 Eylül 2020

Dipnotlar:
[1] “100. Yılda Mustafa Suphilere Mektup”, Sol.

[2] “TKP Atılım Nerelerde Varmış!”, 12 Eylül 2020, Solplatform.

[3] Eren Balkır, “Mesafe”, 20 Mart 2019, İştiraki.

12 Eylül 2020

Kilise Mensubu Olmayan Bir Gencin Gözünden Kilise

Bu yazı 1972 Mayıs ayında Edendale, Natan’da, Siyah Cemaat Programları tarafından Kilise Mensubu Olmayanlar İçin Ekümenik Eğitim Merkezi’nde düzenlenmiş Siyah Rahipler Konferansı‘nda Steve Biko’nun yaptığı konuşmanın metnidir. Siyah rahiplerin siyah toplumda laik bir Batılının anlamakta zorlanacağı bir ağırlığı vardır. Aynı zamanda onlar üzerinde, statükoya tabi olmaları yönünde de korkunç bir baskı söz konusudur. Siyah Cemaat Programları’nın müdürü Ben Khoapa ve Steve Biko, siyah toplumun bu anahtar konumundaki kesimini “bilinçlendirme”ye çalışmanın önemini fark etmişlerdir.

● ● ●


Bugün burada iki açıdan kendilerinden farklı olduğum bir kitleye hitap ettiğimin farkındayım: Öncelikle bir grup rahibin önünde konuşuyorum, ama ben bir kilise mensubu değilim. İkincisi, hitap ettiğim kişilerin yaşlı insanlar olduğu söylenebilir, oysa ben gencim. Bunlar belki de beni buraya getiren hususlar. 

Kuşaklar arasındaki farkı kapatmaya yönelik bir girişim, genç insanların zihinlerinde hızla modası geçmeye meyyal mevcut herhangi bir ortodoks durumun tekrar gözden geçirilmesi noktasında temel önemdedir. Bir başka önemli mesele ise hızlı bir biçimde sözde diyanetçilerin tekeline giren din kavramını, özellikle Hıristiyanlığı ortaklaştırmaktır. Bu nedenle konuyu kilise dışı bir tarzda ele alacağım.

Bana kalırsa din, insanoğlunun bütün yaratımı kendisine isnat ettiği yüce bir varlıkla ya da güçle ilişkilenme girişimidir. Bizim şu anda elimizdeki özgül model Hıristiyanlık. 

Dünyadaki muhtelif dinlerin tek bir biçim almasının ne kadar önemli olduğu çok açık değil. Bir şey yeterince kesin yine de; bütün dinlerin benzer özellikleri var:

1. Dinler, insanların ahlakî bilincini teşkil ediyorlar. Başka bir söyleyişle, belli bir bağlam içinde, bir halkın ruhsal selametini idare eden bir şartlar/yaptırımlar kümesi her dinde somut ifadesini buluyor.

2. Her din, insanın kökenini ve kaderini açıklamaya girişiyor. Hepsi, insan biçimindeki Âdemoğlu dünyadaki varlığının geçiciliğinde anlaşıyorlar. Hepsi, doğasına ilişkin tanım farklılaşmakla beraber, Âdemoğlunun kökeninin belli bir güçten kaynaklandığına kaniler. Dinler, insanın kaderini ifade ediş biçimlerinde ayrışıyorlar.

3. Bütün dinler, yüce varlığın tabiatına ve onun insanoğluyla ilgili gerçek niyetlerini belirlemenin yolunun ne olduğuna dair hakikatin kendi tekellerinde olduğunu ya doğrudan ya da dolaylı olarak iddia ediyorlar.

Her din yüksek düzeyde ritüel sergiler. Din, yıllar içinde uygulamalarıyla belli bir şablon ve usul geliştirir ve bunlar, sonraki yıllarda dinin esas mesajından ayrılamaz hâle gelirler.

Din, neyse o olarak, örneğin insanın kökeni ve kaderi hakkında bilimin bize söyleyemeyeceklerini söyleyen bir toplumsal kurum olarak ele alınırsa, o zaman başından beri dinin neden gerekli olduğunu idrak ederiz. Bütün toplumlar ve aslına bakılırsa bütün tekil kişiler, ister kadim olsun ister çağdaş, ister genç olsun ister yaşlı, kendilerini belli bir dinle tanımlarlar ve böyle bir dinin yokluğu durumunda onu yaratırlar. Çoğu durumda din, toplumun diğer kültürel özellikleriyle iç içe geçmiştir. Bu bir anlamda dini, toplumların davranışsal kalıplarının parçası hâline getirir ve insanları dinle güçlü bir özdeşleşme yoluyla o dinin sınırlarına tabi kılar. İnsanlar bir dine tabi olduklarında, yani kültürel düzenlerinden koparıldıklarında, memnuniyetsizlikler baş gösterir ve bazen de açık bir muhalefet ortaya çıkar. Buradan yola çıkarak denebilir ki çoğu din özgüldür ve özgüllüklerin gereklerine ayak uyduramadıklarında farklı durumlardaki insanlara onların özel durumlarıyla ilgili mesajlar iletebilmeye uyarlanmalıdır. Zira gerçekten de her bir din, benimsendiği topluluğa yönelik bir mesaj taşır.

Bunlar, muhtemelen Hıristiyanlığı Güney Afrika’ya getiren insanların aklında öncelikli yer tutan şeyler değildi. Hâlbuki Hıristiyanlık, antik Roma’dan Judea’ya, Londra’ya, Brüksel’e ve Lizbon’a kadar ciddi biçimde kültürel adaptasyona uğramıştı, Cape’e [Cape Town, Güney Afrika –çn.] ulaştığında, nasıl olduysa çok katı bir görünüm kazandı. Hıristiyanlık, beraberinde getirdiği yeni bir giyim kuşam tarzı, yeni âdetler, yeni bir adap, yeni tıbbi yaklaşımlar ve denebilir ki yeni silâh ve mühimmatla kültürün esas öğesi hâline getirildi. Hıristiyanlığın yayıldığı topluluklar, kendilerine özgü kıyafetlerini, âdetlerini, hepsi de pagan ve barbarca olarak etiketlenen inançlarını çöpe atmak durumunda kaldılar.

Mızrak kullanmak vahşiliğin alamet-i farikası sayılır oldu. Çok geçmeden halk, mürtedler (amagqobhoka) ve paganlar (amaqaba) olarak ikiye ayrıldı. Bu gruplar arasındaki giyim farkı, başka bir durumda sadece dinî bir fark sayılabilecek bir meseleyi kimi zaman her iki taraf için de kıyıcı olan savaş hâllerine vardırdı. Mevcudiyetlerinin özünü terke zorlanmış ve aralarındaki farktan dolayı birbirlerine yabancılaştırılmış olan Afrika halkı, sömürgecilerin oyuncağı oldu. Tarih bize gösterir ki her kim yeni düzeni getirmiş ise onun hakkında en çok malumata sahip olan da yine odur. Böylelikle o kendilerine yeni bir düzen getirilenlerin ebedi öğretmeni hâline gelir. Beyaz misyonerlerin, halkın gözünde kendi Tanrıları konusunda “haklı” olmaları durumunda Afrika halkı, bu her şeyi bilen belletmenlerin hayat hakkında söylediği ne varsa kabul ederlerdi. Hıristiyanlığın sömürgecilikle damgalanmış hâlinin kabulü, Afrika halkının direnişinde bir dönüm noktası oldu.

Kilise ve onun günümüz Güney Afrika’sındaki ameliyesi, bu nedenle onun bu ülkeye giriş biçimi üzerinden ele alınmalıdır. Bugün gelinen noktada bile Kutsal Kitap’a getirilen yorumun çarpıklığı dehşet vericidir. Her yerinden adaletsizlik fışkıran ve ırksal bağnazlıktan ötürü sürekli bir baskıya, horgörüye ve açık zulme mahkûm bir ülkede; bütün siyah insanların kendilerini, varlığını duyumsayamadıkları bir Tanrı’nın istenmeyen üvey evlatları gibi hissetmek durumunda bırakıldıkları bir ülkede; baba, oğul, anne, kız, herkesi kuşatan bir mahrumiyet duygusu yüzünden, bugün ile gelecek arasında bir rabıta kuramayarak nevrotikler hâline geldiği bir ülkede, kilise onların güvensizlik hissini, yaptığı içe dönük günah tanımıyla ve“mea culpa” (benim hatam) tavrını teşvik ederek katmerlendiriyor.

Suratsız rahipler, her Pazar kürsüye çıkıp şehirlerde yaşayan siyah halkı hırsızlık, haneye tecavüz, adam bıçaklama, cinayet ve zina gibi tonlarca suçla itham ediyor. Hiç kimse de bunları yoksulluğa, işsizliğe, aşırı nüfusa, okul yokluğuna ve göçmen işçiliğe bağlamaya niyetlenmiyor. Kimsenin nefret uyandırıcı davranışları hoş gördüğü yok, ancak meseleyi elbette bu kadar yüzeysel değil, daha derinlemesine ele almamız gerekiyor.

Beyaz misyonerler, siyah halkı hırsız, tembel, cinsellik düşkünü olarak tanımlıyor ve değerli olan her şeyi beyaz olmakla ilintilendiriyor diye rahiplerimiz eliyle Kiliselerimiz, bahsettiğim bütün o ahlak bozukluklarını, beyazların bize yönelttiği zulmün ve adaletsizliğin tezahürleri olarak değil de beyazların başından beri bizi vahşiler diye tanımlarken haklı olduklarının kanıtı olarak görüyor. Hıristiyanlık daha buraya ilk gelişinde, onu halkın sömürgeleştirilmesi için ideal bir din hâline getiren düşüncelerin ona dâhil edilmesiyle yozlaşmış idiyse bugünlerde de, yorumlanış biçimiyle aynı halkın boyun eğmişliğinin sürdürülmesinde ideal bir din hâline gelmiş durumda.

Ayrıca Kilise’nin başka her yerde olduğu gibi Güney Afrika’da da bürokrasi eliyle bozulduğunu da belirtmek gerek. İnsanların dinî duygularının toplamının ifadesinden başka bir şey değilken hâlihazırda sadece bir birim olarak değil, muhtemelen Kutsal Kitap’ın yorumlanmasında kurumsal hedeflerde olduğu kadar farklılaşmayan güçlü muhtelif birimler hâlinde kurumsallaştı. Artık Güney Afrika’yı Roma Katolik Kilisesi ya da Metodist Kilisesi ya da Anglikan Kilisesi vs. olmadan düşünmek imkânsız; sokaktaki ortalama Metodist’in bir Anglikan’dan ya da bir bağımsız Protestan’dan ne farkı olduğunu bilmiyor oluşu ayrı konu. Bu bürokrasi ve kurumsallaşma, kilisenin önemli önceliklerini bir kenara koymasına ve yapı, finans vs. gibi ikincil, üçüncül işlevlerine odaklanmasına neden oluyor. Bu nedenle Kilise’nin hiçbir şeyle ilgisi kalmadı ve bazılarının onu andığı gibi bir “fildişi kule” konumunda.

Bürokratlaşma ve kurumsallaşmayla el ele giden bir başka mesele, Kilise’yi halktan daha da yalıtık hâle getiriyor: bürokrasi ve kurumsallığın beyazların ellerinde yoğunlaşması. Afrikaan Kiliseleri hariç kiliselerin çoğunun üyelerinin yüzde 70, 80 ya da 90’ını siyahların oluşturduğu bilinen bir gerçek. Ayrıca kiliseleri idare eden gücün yüzde 70, 80 ya da 90 oranında beyazlarda olduğu da biliniyor. Beyazların siyah halkı, tanımadıkları ve çoğu durumda onların çıkarlarını düşünmedikleri de biliniyor. Bu durumda mantıksal olarak ya siyah halkın kiliselerinin onlarla duygudaş olmayan bir yabancı azınlık tarafından idare edildiği ya da birçok siyahın yabancı kiliseleri desteklediği sonucuna varılabilir. Bu ikisinden hangisinin geçerli olduğu pek açık değil, ancak mademki bu ülkede çoğunluğu siyah halk teşkil ediyor, biz ilkinin doğru olduğunu kabul edelim. Demek ki Hıristiyan siyahlar, Hıristiyanlığın hâlihazırda gerçeklikten kopukluğuna göz yummakla kalmıyor, aynı zamanda Hıristiyanlığı halkın meseleleriyle ilgili kılmayı da düşünmeyen, duygudaş olmayan bir azınlığın Kilise işlerinin kontrolünü elde tutmasına müsaade ediyorlar. Bu, daha uzun süre devam etmesine izin verildiği takdirde, sayıları giderek azalan Pazar’ları kiliselere giden insanların hepten tükenmesine yol açacak, asla savunulamayacak bir durum.

Hıristiyanların dini yorumlamayı bir uzman işi hâline getirme eğilimleri de, mistisizmle özdeşleşme hâlinden hızla uzaklaşan bir dünyada, genel bir kayıtsızlıkla sonuçlanacaktır. Bugünün genç insanları, Hıristiyanlığı yorumlayıp ortodoks kısıtlamalarca durdurulmaksızın ondan kendilerine dair mesajlar çıkarabileceklerini düşünmek isteyeceklerdir. İşte bu yüzden Katolik Kilisesi, düzinelerce dogmasıyla hızla değişen dünyaya kendini uydurmak ya da gençleri kaybetme riskini göze almak zorunda. Birçok açıdan bu durum, Hıristiyan dünyadaki bütün kiliseler için geçerli.

Kilise için önerilen değişikliklere eğilmeden önce temel eleştirilerimin neler olduğunu özetlememe izin verin: Kilise,

1. Hıristiyanlığa fazlaca “öbür yanağını çevir”mek anlamı veriyor, hem de hitap ettiği halk her şeyden mahrum edilmiş durumdayken,

2. Bürokrasi ve kurumsallaşma yoluyla güdük bırakılmış hâlde,

3. Örneğin “beyaz eşittir değer” gibi önermeleri örtük olarak benimseyip zımnen sistemi onaylıyor,

4. Çok fazla uzmanlaşma tarafından sınırlandırıyor.

Kendimizi belki de en fazla yönlendirmemiz gereken alan kiliseler üzerinde hakkımız olan denetimi elde etmek. Bunu yapmak için ortak bir amacımız, hedefimiz ve ortak bir sorunumuz olduğunda anlaşmalıyız. Aynı şekilde beyaz emsallerimiz, her ne kadar İsa kanalıyla kardeşimiz olsalar da, ayrıcalıklara göre işleyen bir toplumda, yozlaşmış bir sistemin içinde yetişmiş olarak Güney Afrika’da kardeş olduğumuzu kanıtlayamamışlardır. Açık ya da örtük olarak, bilerek ya da bilmeyerek kiliselerdeki beyaz Hıristiyanlar, kiliselerin Güney Afrika bağlamında doğal karakterini kazanmasına ve böylelikle onun siyahların dertleriyle hemhal olmasına engel oluyorlar.

Birçok siyah kilise mensubu tarafından kiliselerde beyazların hâkim olduğu, zira kiliselerin en iyi beyazların bildiği Batı çizgisine göre biçimlendirildiği söylenmiştir.

Bu nedenle kiliseleri değiştirebilmek için önce bu beyaz model üzerinde bir hâkimiyet sağlamalı, ardından bu modeli bizim değer verdiğimiz, aşkla bağlı olduğumuz, anladığımız ve bizimle ilgili olan bir modele dönüştürmeliyiz. Burada işaret edebileceğim bir husus da kilise bünyesinde idari konumdaki tüm beyazların diğer beyazlarca seçildiğini düşünmenin makul olmadığıdır. Açıktır ki bazıları, bulundukları konuma oy kullanan siyahları onları bu konuma getirsinler diye kurullarına kabul etmeleri sayesinde geliyorlar. Siyah halkın aynı yöntemi siyahları kiliselerde idarî makamlara getirmek üzere kullanmayı öğrenmelerinin tam zamanı. Böyle seçilmiş siyahlar elbette, onlara o iktidarı veren aynı siyah kurul tarafından çerçevesi çizilmiş olan bir nizamnameye göre iş görmek zorunda kalacaklardır.

Odaklanmamız gereken ikinci alan, birçok insanın bugünlerde pek küçümsediği Siyah Teolojisi’ne dair doğru bir kavrayış. Birçok insanın, bir şeye başka açılardan bakarak onun hakkında başka şeyler söyleyebileceği yargısında doğruluk payı var. Hıristiyanlık, soyut ve insanları kuşatan sorunlara asla kayıtsız kalamaz. İnsan hayatına uygulanabilir olması için insanların verili hâllerine ilişkin bir anlam taşıması gerekir. Zulüm gören insanlar varsa, onların bu zulüm hakkında sessiz kalması düşünülemez.

Siyah Teolojisi, bu cihetle, Hıristiyanlığın mevcut duruma dair bir yorumudur. Günümüzün siyah insanını, onun çektiği acılar ve onlardan kurtulma yolundaki girişimleri bağlamında, Tanrı’yla ilişkilendirmenin yollarını arar. İnsanın ahlakî zorunlulukları meselesinde odağı, Referans Kitap’ı satırı satırına takip etmekten, açken yiyecek çalmamaktan, yakalandığında polisi kandırmaya çalışmamaktan; açlıktan ölen çocuklarda, yoksul bölgelerde patlak veren salgınlarda ya da şehirlerdeki haydutluk ve vandalizmde ifadesini bulan acıların kökünü kurutmaya adanmaya kaydırır. Başka bir deyişle odak, küçük günahlardan toplumdaki büyük günahlara kayar. Böylece insanlara “sessizce acı çekme”nin öğretilmesinin önüne geçer.

İşte siyah rahiplerin, eğer Hıristiyanlığın siyahlarla, özellikle de genç siyahlarla ters düşmesini istemiyorlarsa, ciddiyetle ele almaları gereken konular bunlardır. Bizim kendi din adamlarımızın siyahların Tanrı kavrayışının yönünü ve anlamını yeniden biçimlendirerek mücadeleye girmesinin vakti geldi. Hiçbir ulus, inanç olmadan bir mücadeleyi kazanamaz ve eğer bizim Tanrı’ya olan inancımız, onu kendilerine karşı kavga verdiğimiz insanların gözünden görmemiz yüzünden zedeleniyorsa, o hâlde Tanrı’yla olan ilişkimizde açık bir sorun var demektir.

Son olarak siyah rahiplere, aslında bütün siyahlara hatırlatmak isterim ki göklerden dünyaya inip dünya üzerindeki insanların sorunlarını çözmek, Tanrı’nın âdeti değildir.

Steve Biko
[18 Aralık 1946-12 Eylül 1977]

[Kaynak: Steve Biko 1946-1977:I Write What I Like, Heinemann Educational Publishers, 2005, s. 55-61.]