Sol,
cumhuriyetin ve müesses nizamın kendisine açtığı alandan memnun.
Sol,
Kürd’e ve Müslüman’a düşmanlık etme görevini ilelebet yerine getirmeye mecbur
olduğunu iyi biliyor. Onun devrim ve sosyalizm gibi bir derdi yok, olamaz.
Sol,
ancak ya iç ya da dış sömürgeciliğin akıncı birliği olabilir.
Sol,
Kürd’ü, Türk’ü, Müslüman’ı kesen devrim ve sosyalizm hattını silmek için var.
Görevi bu.
Solun
kendisine verilen görevi layıkıyla yerine getirmesi gerekiyor. Ondaki laiklik
de bu layıklıkla alakalı. Söz konusu hat, devlete ve sermayeye zarar vermesin,
halel getirmesin diye laikliğe sarılıyor. Devrim ve sosyalizm mücadelesini
laiklik mücadelesine tabi kılmasının gerekçelerini burada aramak gerekiyor.
Sol,
devletin ve sermayenin soludur, ezilenin, halkın, işçi sınıfının değil. O,
devlete de sermayeye de düşman olamaz.
“Aslında Cumhuriyet,
üzerinde yükseldiği tarihe büyük müdahalelerde bulundu. Saltanatın ve hilafetin
üzerine cesaretle gitti, dinin belirlediği toplumsal yaşamı bilimin yol
göstericiliğine bağlayan adımlar attı. Komünistlere nefes aldırmadığı
zamanlarda bile, bir yandan işçi sınıfının kendi temsilcilerine kavuşmasına,
örgütlenmesine büyük bir kıyıcılıkla engel olurken, bir yandan irticanın
nefesini kesen adımları cesaretle atabildi. Kısa bir süre öncesine kadar
kıskaca aldıkları ülkeyi işgale yeltenmiş emperyalist güçler karşısında
bağımsızlık ve barışı uluslararası politikasının merkezine yerleştirebildi.”[1]
Bugün
devletin ve sermayenin TKP’si bunu söylüyor, bu lafları etmeye mecbur. O,
devletin ve sermayenin zorunlu adımlarını “sol sosyalist gelişim” olarak
herkese yutturmak için var. Görevi bu. Ezilenleri ve işçileri devletin ve
sermayenin zincirlerine bu tür örgütler bağlıyorlar. TKP, bu görev kapsamında,
burjuva devriminin “en ileri yanları”dan bahsediyor, Suphileri öldüren burjuva
önderliğin “bağımsızlıkçı ve barışçı” olduğunu söylüyor, sırf bilimci olduğu
için onun eteğine yapışıyor.
“Bilim”
dedikleri ve sahiplendikleri şey de milletin kafatasını pergelle ölçmekten,
“Amazon” sözcüğünü Türkçeye, Sümerleri, Hititleri Türklüğe bağlamaktan ibaret.
Özünde bugün TKP, o bilime ve ilerlemeciliğe tüm halk kul edilene dek komünist
siyaset yapmayacağını, hep o burjuva önderliğe uşaklık edeceğini söylüyor.
Bu
uşaklık ve kulluk düzeninde sol, ezilen, halk ve sınıf içine gittiğinde, ancak
sermayeyle ve devletle kurulmuş bağları bir araya getirebiliyor. Devletin ve
sermayenin ilerleyişine kul olan solun, o bağları kopartacak her türden iradeyi
tasfiye etmesi gerekiyor. Sendikalarda, odalarda, meslek birliklerinde,
üniversitelerde sol, ancak devlete ve sermayeye bağlı unsurları
örgütleyebiliyor. Başkasına değdiğinde eli, baktığında gözü yanıyor. Devletle
ve sermayeyle kurulmuş bağları kopartabilecek keskinlikteki her şeyi
törpülüyor. Örgütleri ve yaptıklarını buradan okumak gerekiyor. Suphileri
öldüren irade, dişine uygun bir sol inşa ediyor. O sol, eski TKP'liler
ağzından, “güvenlik örgütlerinin, ordunun, sarayın, bakanlıkların,
parlamentodaki her partinin içinde olmak”la[2] övünüyor.
* * *
Solun
mevcut hâlini tarihsel bağlama oturtmak gerekiyor. Başka ülkelerde bağımsız bir
komünist hat, çeşitli aşamalardan ve süreçlerden ilerleyerek belirli bir güce
kavuşurken, Türkiye’de komünist hat, daha başta kesiliyor. Devletin ve
sermayenin âli menfaatleri uyarınca şekillendirilen, kalıba dökülen
komünistler, kendilerine ancak ilerlemecilik ve aydınlanmacılık yuvasında bir
yer bulabiliyorlar. Bu yuvayı vatan gibi savunuyorlar.
Dolayısıyla,
demek ki Üç TKP var: ilkini Enverciler, ikincisini Kemalciler, üçüncüsünü ilk
ikisinin gerilimli sahasında, Suphiciler kuruyor. Envercilerde ülkenin
yayılmacı, maksimalist iradesi; ikincisinde içeriyi tahkim etme, muhalifleri
ezme iradesi hâkim. İkisi anlaşamıyormuş gibi görünüyor, ama işleri birlikte
yürütüyor. Suphiler, bu iki yönelim arasındaki gerilimde tasfiye ediliyorlar.
Kafkas
meselesi, bu tasfiyede önemli bir yer tutuyor. Sonuçta Suphiler, diğer iki
TKP'den birinin ya da ikisinin önünü açmak için öldürülmüş olmalılar.
İngilizler,
hem Anadolu’yla hem de Sovyetler’le anlaşıyorlar. Komünist hareketin tasfiyesi,
her iki anlaşmanın da birinci maddesi. İç siyaseti o şekillendiriyor. Şapka
kanunu ve kıyafet yasakları, İngilizlerin aynı dönemde Afganistan’da ve İran’da
dayattığı kararlar. Solcular, en fazla, bu kararın yedek gücü olabiliyorlar.
Anlaşılan
o ki yapılan anlaşma gereği Sovyetler, Kafkasya karşılığında Anadolu’yu terk
ediyor. Kafkasya’da Sovyetler’e yardım eden güçler kendi TKP’sini; Anadolu’daki
savaş için Sovyetler’den para ve silâh alanlar, kendi TKP’sini kuruyorlar. Bu
iki TKP, üçüncü TKP’ye bir karış alan tanımıyor. Sonraki süreçte tüm sol
pratiği bu iki TKP biçimlendiriyor. Örneğin sonrasında Cumhuriyet kadroları
türküleri yasaklıyor, bir ara Konya’da olan Vâlâ ve Nâzım, radyodan Ruhi Su’yu
dinleyince, “işte geleceğin müziği bu” diyor, hatta bağlamayı ve türküleri
alaya alan şiirler döşeniyor.
TKP,
12 Eylül’e gider iken devrim yapmak için, kendi radyosunda Nâzım’ın Salkım
Söğüt şiirinin çalınmasını bekliyor, ama bir emir geliyor, DİSK’i CHP’ye
teslim eden koca parti, 12 Eylül’ü alkışlıyor. Sonuçta devletin ve sermayenin
emri olmadan solun devrim yapması mümkün görünmüyor. Çünkü o, Nâzım'ın tüm
eserleri bir bankaya peşkeş edildiğinde tek laf edemeyen hâlini, o acizliği
seviyor. Sol, ancak o acizlikle varolabileceğini iyi biliyor. Haddini
aştığında, boynuna inecek giyotin bıçağını çok iyi tanıyor.
* * *
İki
TKP, her dönemeçte Kürd ve Müslüman düşmanı olduğunu ispatlamaya, bu düşmanlığı
haykırmaya mecbur. Düşmanlık, bu iki TKP kanalından ilerleyerek bugüne geliyor.
Kürd dıştaki, Müslüman içteki çapak. Çapaklardan kurtulmak için TKP kuruluyor.
Cumhuriyete ve müesses nizama bağlı solculuk, Kürd ve Müslüman düşmanlığı ile
ilerleyebileceğini iyi biliyor.
Enver’in
Müslümanları varsa, M. Kemal’in de Kürdleri var. Komintern, o dönemde
ittihatçıları Kürdler konusunda sıkıştırmak gerektiğinden bahsediyor. Bugün bir
kısım Kürdler, Müslüman düşmanlığında müesses nizam ile ortaklaşıyorlar.
Müslümanlara da Kürd düşmanlığı düşüyor. Düşmanlığı devlet körüklüyor, o
düşmanlık devleti besliyor.
Enver’in
Sovyetler’le anlaşması var. Anadolu’da solun Müslüman halkla kuracağı tüm
ilişkileri, onun adamları kontrol altında tutuyorlar. Gerektiğinde o ilişkiler,
devlete peşkeş çekiliyor. Sol da o çuvala atılıyor. Sovyetler’le kurulan
diplomatik ve bürokratik ilişki, komünist hareketin temel mirası diye göklere
çıkartılıyor.
Bu
düzlemde M. Kemal’in ve Enver’in TKP’leri, devletin ve sermayenin hiç sorun
çıkartmadan sosyalizme yöneleceği konusunda hepimizi kandırmak için
uğraşıyorlar. Tüm teori ve pratik, bu yalanın bir sonucu. İkisi de devlete ve
sermayeye halel gelmesin diye var. İkisi de varolmak için ikisine muhtaç
olduğunu iyi biliyor.
* * *
Ortadoğu’da
sosyalist hareketlerin oluşumunda sol Ermeni hareketinin belirgin bir etkisi
var. Üçüncü TKP’nin kurulduğu zemin de Kafkas toprağı. İran’da, Suriye’de,
Lübnan’da ve Irak’ta kurulan KP’lerin ardında da Ermeni sözü ve eylemi kazılı.
Buna
karşın 1915’in öfkesi, TKP geleneğinden kopartılıyor. Balkanlar’daki Yahudi ve
Rum işçilerin mücadelesi, TKP’nin yoğrulduğu mayadan çalınıyor. İç ve dış
tahkimat, bu kopartma işlemi için yürütülüyor. Sonraki süreçte tüm sol, o
tahkimatla birlikte düşünüyor, onun parçası olarak hareket ediyor.
M.
Kemal, işçilere Türk patronlara ses etmemelerini, yabancı patronların olduğu
fabrikalarda greve gidebileceklerini söylüyor. Bugün onun TKP’si ve türevleri,
buradan bize anti-emperyalizm masalları anlatıyorlar. Bir başka “TKP” de ülke
milli ve dini olandan arınsın, emperyalizmin her tür “değer”i, “aklı” bu
topraklara sinsin ki “ilerleyelim” diye uğraşıyor. Komünizmi, ısrarla dinsizlik
ve milletsizlik olarak tarif ediyor. Böylece emperyalizmin iç yönelimlerini
bize komünizm diye yutturma imkânı buluyor. Komünist hareketin tek derdi din ve
milletmiş gibi bir izlenim yaratılıyor. Komünist hareket, burjuvaların gündelik
çıkarları uyarınca yarım bıraktıkları işi tamamlamak olarak tanımlanıyor.
Kapitalizm, burjuvaların yanlış bilinci olarak eleştiriliyor. O burjuvalara
toplumculuk sevdirilmeye çalışılıyor. O sebeple, burjuva iktidara karşı gerçek
bir mücadele örgütlenemiyor.
“Ermeni
ve duduk!” diyen sol, Ermenilerin iradesiyle, çilesiyle, kavgasıyla, derdiyle
zerre ilgilenmiyor. Tek derdi, Ermenilerin elindeki altınlar! “O altınlar
sermaye yapılsaydı, ne zengin olurduk” diye düşünüyorlar. Ermenileri proleter
değil, illaki burjuva devriminin figüranı kılmak istiyorlar. Başkasına tahammül
edemiyorlar. Ermenileri zengin olduğu için önemseyebiliyorlar. Ermeni
altınlarıyla kurulan ideolojik ilişki, ancak Markar Esayan ve Garo Paylan ile
sonuçlanabiliyor. Onlar da Batı’ya sunulan vitrin süsleri olarak
varolabiliyorlar.
* * *
“Meşum”un
ve “meymenetli”nin ne olduğu konusunda iki TKP’nin oluşturduğu gelenek,
Kur’an’ın çok gerisinde! Kur’an, meşum, meymenetsiz, bereketsiz olanın
zenginler, mal biriktirenler olduğunu söylüyor. İki TKP’nin yarattığı sol ise
burjuvazi ve devleti, meymenetli lider belliyor. Bereketin ve talihin oradan
kaynaklandığını düşünüyor. Muzaffer Oruçoğlu gibi, Koç ailesini “müttefik
yoldaş” belliyor.
Dolayısıyla
sol, bu düzlem üzerinden, beti bereketi kaçırdığını düşündüğü kişilere ve
kesimlere saldırıyor. Bunu düşünenlere sesleniyor. Meymenetsiz gördüklerine
yönelik düşmanlığı örgütlemek için uğraşıyor. Orta sınıftaki “bu gericiler
yüzünden yabancı sermaye gelmiyor, maalesef çocuğumun kolej ücretini taksitle
ödeyeceğim!” sancısını örgütlemek istiyor. O sınıfın aşağılık, düşük, ikinci
sınıf gördüğü kesimlere yönelik düşmanlığına sarılıyor. Sol, yoksullardan
tiksinme, nefret etme imkânı hâline geliyor.
Sol,
Batman’da öldürülen kadına değil, ancak burjuva estetiğine göre güzel bulduğu
kadına ağlayabiliyor. O, mevsimlik Kürt işçileri ile ilgili habere, o burjuva
estetiği uyarınca güzel kabul ettiği genç kızın resmini iliştiriyor. İki
TKP’nin solu, Müslümanı, Doğuluyu, Kürdü, yoksulu, ezileni “talihsizlik, kötü
enerji, negativite kaynağı” olarak gördüğü için düşman kabul ediyor, onları
kafasındaki burjuva devrim kurgusunun dışında görüyor, sonuçta da bu kesimleri
düşman kabul edenleri örgütlemek istiyor. Okulun, tatilin, kadının, şarabın
güzeline kendisinin layık olduğunu düşünüyor, düşünenlere örgütleniyor, onları
örgütlüyor.
Bu
solun değerlendirmeleri, bireyin cildinden başlıyor, tüyünün ucunda bitiyor.
Sol bireyler, orayı aşan her şeyden nefret ediyorlar. Kendine kapalı bir
bütünlük olarak tasvir edilen birey, dışarıya düşman ediliyor.
Enver’in
bireyi ile Kemal’in bireyi farklı. Dolayısıyla, onların solları da meseleye
farklı bakıyorlar. Fakat iki bireyin özü de aynı. “Biz, güçlü ve zengin
olacağız, ama bu Ermeniler yok mu!” cümlesi, Rum’u, Aleviyi, Kürdü, yoksulu,
köylüyü, devrimciyi, başörtülüyü keserek bugüne geliyor. Liberallerse
“Ermeniler olsaydı, zengin olurduk” diyerek, onları sevdirmeye çalışıyorlar,
böylece sağ ideolojinin ana zeminini pekiştiriyorlar.
* * *
Bugün
ülkeye gelen Suriyeliler, her gün binlerce dolar harcıyor olsaydı, başta İyi
Parti ve CHP olmak üzere onlara karşı olan herkes Arapça şakır, “her yer Arapça
tabelayla doldu” diyen bu partiler, herkesten önce Arapça tabela asarlardı.
Sosyalistler de bu çizgiye örgütlendi.
Dolayısıyla,
kendisine üç kuruş maaş verdiği için elindeki baltayı patronunun kafasına
indiren Suriyelinin öfkesi, devrime örgütlenemedi. M. Kemal’in sınırlı, ama
sınıfsız ülkesi, buna izin vermedi. Enver’in sınıflı, ama sınırsız ülkesi,
başka ocaklarda örgütlenmenin imkânlarını ortadan kaldırdı.
Ermeniyi
görmeyen göz, Suriyeliyi de görmedi. “Grev işsizliktir, uzlaşmak lazım” diyen
DİSK[3], ölen ucuz Suriyeli işçilerin cesetlerini ciddiye almadı. Herkes,
yağmadan pay istedi. Erdoğan, orta sınıfın yücelme ve büyüme isteği önündeki
engel olarak karikatürleştirildi. Tersten, o istek Erdoğan'ı güçlendirdi.
Kedilere önlerindeki yumuşak yumak, kâfi geldi. Oynamak, oyalanmak, siyaset
diye yutturuldu.
* * *
Sınıflı,
ama sınırsız ülkede Kürdler ve devrim zannettikleri düzen, ülke kabul ettikleri
yeri modernleştiren sömürgecilerle anlaşma imzalamak zorunda kalıyor. İçerideki
Kürd iradesini M. Kemal; dışarıdaki Müslüman iradesini Enver örgütlüyor.
Sosyalist hareket, bu noktada kendisine alan açıldığını zannediyor.
Müslüman’sız ve Kürd’süz sosyalizm ve devrim tahayyülleri, podyumda
yarıştırılıyor. Bu yarışın gerçekte hiçbir karşılığı bulunmuyor.
Suriye’nin
petrol kuyularına bekçi olmayı Kürd’ün onuruna yakıştırıyorlar. O bekçiye, işin
içinde Türk’ün karargâhı olduğu söylenmiyor. Libya’yla Rojava petrolleri
arasındaki bağdan bahsedilmiyor. ABD ve NATO, Türk atlarıyla ilerliyor. Kürd’ün
iradesi, yoksulun derdinden, ezilenin öfkesinden kopuyor. Zifte bulanmış
gözler, hiçbir şey görmüyorlar. “Talihsizlik, kötü enerji, negativite kaynağı”
olarak görülmemek için çırpınıp duruyorlar. Yaranılmaya çalışılan saraylarsa,
kendisini talih, mutlak enerji ve pozitiflik olarak satıyorlar. Kürd'e kısa
yoldan “mazlum olmamak” öğretiliyor.
Sonuçta
dini ve milleti kesen sınıflar mücadelesinde ezenler-sömürenler, gerekli hattı
kendi çıkarları doğrultusunda örüyorlar. Ama proletaryanın kendi hattını
örmesine asla izin vermiyorlar. Sola ise din ve millet içinde burjuvazinin
açtığı hatta bakıp, dine ve millete küfretme görevi düşüyor. Sol, bunun
ekmeğini ilelebet yiyebileceğini düşünüyor. Ezenlerin-sömürenlerin açtığı
hattın kendisini boğacağını görmüyor. En fazla, bedenlerin ve ruhların
yağmalandığı, istila edildiği savaşa ihtiyat kuvvetleri olarak dâhil
olabiliyor. Sol, üçüncü TKP'nin mezarı üzerinde tepiniyor. O topraktan çıkan
her filizi bir bir eziyor. Görevi bu. Bizim görevimizse o filizleri örgütlemek,
onlara örgütlenmek.
Eren Balkır
13 Eylül 2020
Dipnotlar:
[1] “100. Yılda Mustafa Suphilere Mektup”, Sol.
[2]
“TKP Atılım Nerelerde Varmış!”, 12 Eylül 2020, Solplatform.
[3] Eren Balkır, “Mesafe”, 20 Mart 2019, İştiraki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder