Pages

12 Eylül 2020

Kilise Mensubu Olmayan Bir Gencin Gözünden Kilise

Bu yazı 1972 Mayıs ayında Edendale, Natan’da, Siyah Cemaat Programları tarafından Kilise Mensubu Olmayanlar İçin Ekümenik Eğitim Merkezi’nde düzenlenmiş Siyah Rahipler Konferansı‘nda Steve Biko’nun yaptığı konuşmanın metnidir. Siyah rahiplerin siyah toplumda laik bir Batılının anlamakta zorlanacağı bir ağırlığı vardır. Aynı zamanda onlar üzerinde, statükoya tabi olmaları yönünde de korkunç bir baskı söz konusudur. Siyah Cemaat Programları’nın müdürü Ben Khoapa ve Steve Biko, siyah toplumun bu anahtar konumundaki kesimini “bilinçlendirme”ye çalışmanın önemini fark etmişlerdir.

● ● ●


Bugün burada iki açıdan kendilerinden farklı olduğum bir kitleye hitap ettiğimin farkındayım: Öncelikle bir grup rahibin önünde konuşuyorum, ama ben bir kilise mensubu değilim. İkincisi, hitap ettiğim kişilerin yaşlı insanlar olduğu söylenebilir, oysa ben gencim. Bunlar belki de beni buraya getiren hususlar. 

Kuşaklar arasındaki farkı kapatmaya yönelik bir girişim, genç insanların zihinlerinde hızla modası geçmeye meyyal mevcut herhangi bir ortodoks durumun tekrar gözden geçirilmesi noktasında temel önemdedir. Bir başka önemli mesele ise hızlı bir biçimde sözde diyanetçilerin tekeline giren din kavramını, özellikle Hıristiyanlığı ortaklaştırmaktır. Bu nedenle konuyu kilise dışı bir tarzda ele alacağım.

Bana kalırsa din, insanoğlunun bütün yaratımı kendisine isnat ettiği yüce bir varlıkla ya da güçle ilişkilenme girişimidir. Bizim şu anda elimizdeki özgül model Hıristiyanlık. 

Dünyadaki muhtelif dinlerin tek bir biçim almasının ne kadar önemli olduğu çok açık değil. Bir şey yeterince kesin yine de; bütün dinlerin benzer özellikleri var:

1. Dinler, insanların ahlakî bilincini teşkil ediyorlar. Başka bir söyleyişle, belli bir bağlam içinde, bir halkın ruhsal selametini idare eden bir şartlar/yaptırımlar kümesi her dinde somut ifadesini buluyor.

2. Her din, insanın kökenini ve kaderini açıklamaya girişiyor. Hepsi, insan biçimindeki Âdemoğlu dünyadaki varlığının geçiciliğinde anlaşıyorlar. Hepsi, doğasına ilişkin tanım farklılaşmakla beraber, Âdemoğlunun kökeninin belli bir güçten kaynaklandığına kaniler. Dinler, insanın kaderini ifade ediş biçimlerinde ayrışıyorlar.

3. Bütün dinler, yüce varlığın tabiatına ve onun insanoğluyla ilgili gerçek niyetlerini belirlemenin yolunun ne olduğuna dair hakikatin kendi tekellerinde olduğunu ya doğrudan ya da dolaylı olarak iddia ediyorlar.

Her din yüksek düzeyde ritüel sergiler. Din, yıllar içinde uygulamalarıyla belli bir şablon ve usul geliştirir ve bunlar, sonraki yıllarda dinin esas mesajından ayrılamaz hâle gelirler.

Din, neyse o olarak, örneğin insanın kökeni ve kaderi hakkında bilimin bize söyleyemeyeceklerini söyleyen bir toplumsal kurum olarak ele alınırsa, o zaman başından beri dinin neden gerekli olduğunu idrak ederiz. Bütün toplumlar ve aslına bakılırsa bütün tekil kişiler, ister kadim olsun ister çağdaş, ister genç olsun ister yaşlı, kendilerini belli bir dinle tanımlarlar ve böyle bir dinin yokluğu durumunda onu yaratırlar. Çoğu durumda din, toplumun diğer kültürel özellikleriyle iç içe geçmiştir. Bu bir anlamda dini, toplumların davranışsal kalıplarının parçası hâline getirir ve insanları dinle güçlü bir özdeşleşme yoluyla o dinin sınırlarına tabi kılar. İnsanlar bir dine tabi olduklarında, yani kültürel düzenlerinden koparıldıklarında, memnuniyetsizlikler baş gösterir ve bazen de açık bir muhalefet ortaya çıkar. Buradan yola çıkarak denebilir ki çoğu din özgüldür ve özgüllüklerin gereklerine ayak uyduramadıklarında farklı durumlardaki insanlara onların özel durumlarıyla ilgili mesajlar iletebilmeye uyarlanmalıdır. Zira gerçekten de her bir din, benimsendiği topluluğa yönelik bir mesaj taşır.

Bunlar, muhtemelen Hıristiyanlığı Güney Afrika’ya getiren insanların aklında öncelikli yer tutan şeyler değildi. Hâlbuki Hıristiyanlık, antik Roma’dan Judea’ya, Londra’ya, Brüksel’e ve Lizbon’a kadar ciddi biçimde kültürel adaptasyona uğramıştı, Cape’e [Cape Town, Güney Afrika –çn.] ulaştığında, nasıl olduysa çok katı bir görünüm kazandı. Hıristiyanlık, beraberinde getirdiği yeni bir giyim kuşam tarzı, yeni âdetler, yeni bir adap, yeni tıbbi yaklaşımlar ve denebilir ki yeni silâh ve mühimmatla kültürün esas öğesi hâline getirildi. Hıristiyanlığın yayıldığı topluluklar, kendilerine özgü kıyafetlerini, âdetlerini, hepsi de pagan ve barbarca olarak etiketlenen inançlarını çöpe atmak durumunda kaldılar.

Mızrak kullanmak vahşiliğin alamet-i farikası sayılır oldu. Çok geçmeden halk, mürtedler (amagqobhoka) ve paganlar (amaqaba) olarak ikiye ayrıldı. Bu gruplar arasındaki giyim farkı, başka bir durumda sadece dinî bir fark sayılabilecek bir meseleyi kimi zaman her iki taraf için de kıyıcı olan savaş hâllerine vardırdı. Mevcudiyetlerinin özünü terke zorlanmış ve aralarındaki farktan dolayı birbirlerine yabancılaştırılmış olan Afrika halkı, sömürgecilerin oyuncağı oldu. Tarih bize gösterir ki her kim yeni düzeni getirmiş ise onun hakkında en çok malumata sahip olan da yine odur. Böylelikle o kendilerine yeni bir düzen getirilenlerin ebedi öğretmeni hâline gelir. Beyaz misyonerlerin, halkın gözünde kendi Tanrıları konusunda “haklı” olmaları durumunda Afrika halkı, bu her şeyi bilen belletmenlerin hayat hakkında söylediği ne varsa kabul ederlerdi. Hıristiyanlığın sömürgecilikle damgalanmış hâlinin kabulü, Afrika halkının direnişinde bir dönüm noktası oldu.

Kilise ve onun günümüz Güney Afrika’sındaki ameliyesi, bu nedenle onun bu ülkeye giriş biçimi üzerinden ele alınmalıdır. Bugün gelinen noktada bile Kutsal Kitap’a getirilen yorumun çarpıklığı dehşet vericidir. Her yerinden adaletsizlik fışkıran ve ırksal bağnazlıktan ötürü sürekli bir baskıya, horgörüye ve açık zulme mahkûm bir ülkede; bütün siyah insanların kendilerini, varlığını duyumsayamadıkları bir Tanrı’nın istenmeyen üvey evlatları gibi hissetmek durumunda bırakıldıkları bir ülkede; baba, oğul, anne, kız, herkesi kuşatan bir mahrumiyet duygusu yüzünden, bugün ile gelecek arasında bir rabıta kuramayarak nevrotikler hâline geldiği bir ülkede, kilise onların güvensizlik hissini, yaptığı içe dönük günah tanımıyla ve“mea culpa” (benim hatam) tavrını teşvik ederek katmerlendiriyor.

Suratsız rahipler, her Pazar kürsüye çıkıp şehirlerde yaşayan siyah halkı hırsızlık, haneye tecavüz, adam bıçaklama, cinayet ve zina gibi tonlarca suçla itham ediyor. Hiç kimse de bunları yoksulluğa, işsizliğe, aşırı nüfusa, okul yokluğuna ve göçmen işçiliğe bağlamaya niyetlenmiyor. Kimsenin nefret uyandırıcı davranışları hoş gördüğü yok, ancak meseleyi elbette bu kadar yüzeysel değil, daha derinlemesine ele almamız gerekiyor.

Beyaz misyonerler, siyah halkı hırsız, tembel, cinsellik düşkünü olarak tanımlıyor ve değerli olan her şeyi beyaz olmakla ilintilendiriyor diye rahiplerimiz eliyle Kiliselerimiz, bahsettiğim bütün o ahlak bozukluklarını, beyazların bize yönelttiği zulmün ve adaletsizliğin tezahürleri olarak değil de beyazların başından beri bizi vahşiler diye tanımlarken haklı olduklarının kanıtı olarak görüyor. Hıristiyanlık daha buraya ilk gelişinde, onu halkın sömürgeleştirilmesi için ideal bir din hâline getiren düşüncelerin ona dâhil edilmesiyle yozlaşmış idiyse bugünlerde de, yorumlanış biçimiyle aynı halkın boyun eğmişliğinin sürdürülmesinde ideal bir din hâline gelmiş durumda.

Ayrıca Kilise’nin başka her yerde olduğu gibi Güney Afrika’da da bürokrasi eliyle bozulduğunu da belirtmek gerek. İnsanların dinî duygularının toplamının ifadesinden başka bir şey değilken hâlihazırda sadece bir birim olarak değil, muhtemelen Kutsal Kitap’ın yorumlanmasında kurumsal hedeflerde olduğu kadar farklılaşmayan güçlü muhtelif birimler hâlinde kurumsallaştı. Artık Güney Afrika’yı Roma Katolik Kilisesi ya da Metodist Kilisesi ya da Anglikan Kilisesi vs. olmadan düşünmek imkânsız; sokaktaki ortalama Metodist’in bir Anglikan’dan ya da bir bağımsız Protestan’dan ne farkı olduğunu bilmiyor oluşu ayrı konu. Bu bürokrasi ve kurumsallaşma, kilisenin önemli önceliklerini bir kenara koymasına ve yapı, finans vs. gibi ikincil, üçüncül işlevlerine odaklanmasına neden oluyor. Bu nedenle Kilise’nin hiçbir şeyle ilgisi kalmadı ve bazılarının onu andığı gibi bir “fildişi kule” konumunda.

Bürokratlaşma ve kurumsallaşmayla el ele giden bir başka mesele, Kilise’yi halktan daha da yalıtık hâle getiriyor: bürokrasi ve kurumsallığın beyazların ellerinde yoğunlaşması. Afrikaan Kiliseleri hariç kiliselerin çoğunun üyelerinin yüzde 70, 80 ya da 90’ını siyahların oluşturduğu bilinen bir gerçek. Ayrıca kiliseleri idare eden gücün yüzde 70, 80 ya da 90 oranında beyazlarda olduğu da biliniyor. Beyazların siyah halkı, tanımadıkları ve çoğu durumda onların çıkarlarını düşünmedikleri de biliniyor. Bu durumda mantıksal olarak ya siyah halkın kiliselerinin onlarla duygudaş olmayan bir yabancı azınlık tarafından idare edildiği ya da birçok siyahın yabancı kiliseleri desteklediği sonucuna varılabilir. Bu ikisinden hangisinin geçerli olduğu pek açık değil, ancak mademki bu ülkede çoğunluğu siyah halk teşkil ediyor, biz ilkinin doğru olduğunu kabul edelim. Demek ki Hıristiyan siyahlar, Hıristiyanlığın hâlihazırda gerçeklikten kopukluğuna göz yummakla kalmıyor, aynı zamanda Hıristiyanlığı halkın meseleleriyle ilgili kılmayı da düşünmeyen, duygudaş olmayan bir azınlığın Kilise işlerinin kontrolünü elde tutmasına müsaade ediyorlar. Bu, daha uzun süre devam etmesine izin verildiği takdirde, sayıları giderek azalan Pazar’ları kiliselere giden insanların hepten tükenmesine yol açacak, asla savunulamayacak bir durum.

Hıristiyanların dini yorumlamayı bir uzman işi hâline getirme eğilimleri de, mistisizmle özdeşleşme hâlinden hızla uzaklaşan bir dünyada, genel bir kayıtsızlıkla sonuçlanacaktır. Bugünün genç insanları, Hıristiyanlığı yorumlayıp ortodoks kısıtlamalarca durdurulmaksızın ondan kendilerine dair mesajlar çıkarabileceklerini düşünmek isteyeceklerdir. İşte bu yüzden Katolik Kilisesi, düzinelerce dogmasıyla hızla değişen dünyaya kendini uydurmak ya da gençleri kaybetme riskini göze almak zorunda. Birçok açıdan bu durum, Hıristiyan dünyadaki bütün kiliseler için geçerli.

Kilise için önerilen değişikliklere eğilmeden önce temel eleştirilerimin neler olduğunu özetlememe izin verin: Kilise,

1. Hıristiyanlığa fazlaca “öbür yanağını çevir”mek anlamı veriyor, hem de hitap ettiği halk her şeyden mahrum edilmiş durumdayken,

2. Bürokrasi ve kurumsallaşma yoluyla güdük bırakılmış hâlde,

3. Örneğin “beyaz eşittir değer” gibi önermeleri örtük olarak benimseyip zımnen sistemi onaylıyor,

4. Çok fazla uzmanlaşma tarafından sınırlandırıyor.

Kendimizi belki de en fazla yönlendirmemiz gereken alan kiliseler üzerinde hakkımız olan denetimi elde etmek. Bunu yapmak için ortak bir amacımız, hedefimiz ve ortak bir sorunumuz olduğunda anlaşmalıyız. Aynı şekilde beyaz emsallerimiz, her ne kadar İsa kanalıyla kardeşimiz olsalar da, ayrıcalıklara göre işleyen bir toplumda, yozlaşmış bir sistemin içinde yetişmiş olarak Güney Afrika’da kardeş olduğumuzu kanıtlayamamışlardır. Açık ya da örtük olarak, bilerek ya da bilmeyerek kiliselerdeki beyaz Hıristiyanlar, kiliselerin Güney Afrika bağlamında doğal karakterini kazanmasına ve böylelikle onun siyahların dertleriyle hemhal olmasına engel oluyorlar.

Birçok siyah kilise mensubu tarafından kiliselerde beyazların hâkim olduğu, zira kiliselerin en iyi beyazların bildiği Batı çizgisine göre biçimlendirildiği söylenmiştir.

Bu nedenle kiliseleri değiştirebilmek için önce bu beyaz model üzerinde bir hâkimiyet sağlamalı, ardından bu modeli bizim değer verdiğimiz, aşkla bağlı olduğumuz, anladığımız ve bizimle ilgili olan bir modele dönüştürmeliyiz. Burada işaret edebileceğim bir husus da kilise bünyesinde idari konumdaki tüm beyazların diğer beyazlarca seçildiğini düşünmenin makul olmadığıdır. Açıktır ki bazıları, bulundukları konuma oy kullanan siyahları onları bu konuma getirsinler diye kurullarına kabul etmeleri sayesinde geliyorlar. Siyah halkın aynı yöntemi siyahları kiliselerde idarî makamlara getirmek üzere kullanmayı öğrenmelerinin tam zamanı. Böyle seçilmiş siyahlar elbette, onlara o iktidarı veren aynı siyah kurul tarafından çerçevesi çizilmiş olan bir nizamnameye göre iş görmek zorunda kalacaklardır.

Odaklanmamız gereken ikinci alan, birçok insanın bugünlerde pek küçümsediği Siyah Teolojisi’ne dair doğru bir kavrayış. Birçok insanın, bir şeye başka açılardan bakarak onun hakkında başka şeyler söyleyebileceği yargısında doğruluk payı var. Hıristiyanlık, soyut ve insanları kuşatan sorunlara asla kayıtsız kalamaz. İnsan hayatına uygulanabilir olması için insanların verili hâllerine ilişkin bir anlam taşıması gerekir. Zulüm gören insanlar varsa, onların bu zulüm hakkında sessiz kalması düşünülemez.

Siyah Teolojisi, bu cihetle, Hıristiyanlığın mevcut duruma dair bir yorumudur. Günümüzün siyah insanını, onun çektiği acılar ve onlardan kurtulma yolundaki girişimleri bağlamında, Tanrı’yla ilişkilendirmenin yollarını arar. İnsanın ahlakî zorunlulukları meselesinde odağı, Referans Kitap’ı satırı satırına takip etmekten, açken yiyecek çalmamaktan, yakalandığında polisi kandırmaya çalışmamaktan; açlıktan ölen çocuklarda, yoksul bölgelerde patlak veren salgınlarda ya da şehirlerdeki haydutluk ve vandalizmde ifadesini bulan acıların kökünü kurutmaya adanmaya kaydırır. Başka bir deyişle odak, küçük günahlardan toplumdaki büyük günahlara kayar. Böylece insanlara “sessizce acı çekme”nin öğretilmesinin önüne geçer.

İşte siyah rahiplerin, eğer Hıristiyanlığın siyahlarla, özellikle de genç siyahlarla ters düşmesini istemiyorlarsa, ciddiyetle ele almaları gereken konular bunlardır. Bizim kendi din adamlarımızın siyahların Tanrı kavrayışının yönünü ve anlamını yeniden biçimlendirerek mücadeleye girmesinin vakti geldi. Hiçbir ulus, inanç olmadan bir mücadeleyi kazanamaz ve eğer bizim Tanrı’ya olan inancımız, onu kendilerine karşı kavga verdiğimiz insanların gözünden görmemiz yüzünden zedeleniyorsa, o hâlde Tanrı’yla olan ilişkimizde açık bir sorun var demektir.

Son olarak siyah rahiplere, aslında bütün siyahlara hatırlatmak isterim ki göklerden dünyaya inip dünya üzerindeki insanların sorunlarını çözmek, Tanrı’nın âdeti değildir.

Steve Biko
[18 Aralık 1946-12 Eylül 1977]

[Kaynak: Steve Biko 1946-1977:I Write What I Like, Heinemann Educational Publishers, 2005, s. 55-61.]