Akademi, uzun zamandan beridir düşmanın kalesi. Oraya
kapak atmayı tek “devrimci” hedef belirleyen kişiler, kalenin nizamını
korumakla yükümlüler. Kolektif, mücadele ve dava bağlamından çıkartılmış solcu
argümanları standlarında sattıkları vakit solu güçlendirdiklerini düşünerek
ömür tüketiyorlar. O argümanlar, o laflar, kolektife, mücadeleye ve davaya
düşman olduğu için satılabiliyorlar. O kişiler, akademide o düşmanlıkları
sayesinde koltuk bulabiliyor.
Artık daha fazla hazdan, keyiften, arzudan ve neşeden
bahsediyorlar. Özellikle Fransız yazarların anlaşılmaz metinlerini anlaşılmaz
Törkçelerine çeviriyorlar, iyice çorba ettikleri o kitapların içinden bedensel
varlıklarına iyi gelen kelimeleri seçiyorlar. Tamamlanmış bir şeyi okşuyorlar,
eksiği görmüyorlar, eksiğe örgütlenmiyorlar.
Dolayısıyla, her gün sosyal medyalarında o haz, keyif,
arzu ve neşe cumhuriyetlerini ya da demokrasilerini korumak için türlü taklalar
atıyorlar. Artık, artık-emek değil, artık-jouissance mühim. Her şeyi
ancak birey ve nefs odağında görebiliyorlar.
Karşılarına çıkan her olayı, her gelişmeyi, lunaparkta
küçük bir delikten fırlayan ördek kafalarına tokmakla vuran çocuklar gibi
karşılıyorlar. O olayın, gelişmenin, emekle, sömürüyle, zulümle, sınıfsal
çatışmayla, tarihsel dinamiklerle ilişkisini kuranlara “gerici” damgası
vuruyorlar. Gericiliği sınır ve sınıfa dair her şeyle birlikte tanımlıyorlar.
Burjuvazinin cennet âleminde, Tanrı katında şarap ve huri peşindeler.
Artık bu bireyler, “hastalandıklarında merkez
komitelerine değil, doktora gidiyorlar.” Her biri bir merkez komitesi olduğu
için, haz, keyif, arzu ve neşe cumhuriyetlerinde/demokrasilerinde sadece
bireysel/bedensel varlıklarına değen şeylere madde olma izni veriyorlar. Bu
hastalıklı hâl, doktorların bağlı olduğu bakanlığı ve devleti seviyor, merkez
komitenin bağlı olduğu partiyi değil.
Yirmi beş yıldır bu bireyler, ortada bir merkez komite
bırakmamak, örgütleri tasfiye etmek için uğraşıyorlar. Örgütler, belirli
dönemlerin belirli sorumluluklarını üstlenmemek, yüklerden arınmak adına, bu
kişilerin açtığı yola bakıyorlar, onlara paye veriyorlar, bu kişiler de
kendilerini bir şey zannediyorlar. “Devrimci durum yok” diyorlar ki kimse
sorumluluk almasın, “Devrimcilik tükendi” diyorlar ki kimse devrimci olmanın
gerekliliğini yüklenmesin. Yola çıkacak her iradeyi tasfiye etmek, çelmelemek,
onların asli görevi. Bireysel çıkarlarından, zevklerinden dünyaya doğru bir
siyaset inşa ediyorlar, siyaseti kendilerinde boğuyorlar.
12 Temmuz 2006’da İsrail, Lübnan’a saldırıyor. Birçok
insan Hatay’a kaçıyor. Bu olayın yaşandığı günlerde bir kafede sol örgüt üyesi
gençler, tatillerini nerede yapacaklarını, daha doğrusu, kampı hangi Ege
kasabasında örgütleyeceklerini tartışıyorlar. O gençlere, “Lübnan yangın yerine
dönmüş. Örgütünüzün üyelerinin önemli kısmı Arap. Kampı neden Hatay’da, mesela
Samandağ’da yapmıyorsunuz?” deniliyor, o gençlerse, “tatil sadece burjuvazinin
hakkı değil” türünden cümlelerle tatil yapmak istediklerini, politik bir
eylemlilik örgütlemek durumunda olmadıklarını söylüyorlar. Gezi’de Hatay-Adana
hattı, başka bir isyanı örgütlüyor. 2006’da yerleşilmemiş toprak, o günlerde
(2013’te) başka bir geleceğe uzanıyor. Bahsi edilen örgüt, Gezi’den hemen
sonra, HDP’nin de açtığı ikbal kapıları üzerinden, haz siyasetine kurban
gidiyor. Sonuçta bu örgüt, şeflerden birinin bin liraya deri çizme alması
yüzünden dağılıyor. Diğer şef ise bugün İstanbul’da ve tek hedefinin bir
yerlerden bir milyon lira temin etmek olduğunu söylüyor.
Maalesef, sol örgütler ehlikeyfler, “sefa
pezevenkliği” üzerinden dağılıyor. Herkesin ilk aklına bar-kafe açıp keyif
sürmek geliyor. “Sizin ezilen, yoksul, işçi gibi bir derdiniz yok” dediğimizde
ise kızıyorlar.
Mao, bir yoldaşının ölümü üzerine yazdığı yazıda, bir
Çinli yazarın sözünü aktarıyor ve şunu söylüyor:
“Halk
için ölmek Tai Dağı’ndan ağırdır, ama faşistler için çalışıp sömürücüler,
zalimler için ölmek, tüyden hafiftir.”
Bugün solcular, yüzlerinde sivilce çıksa doktora
koşuyorlar. Dünyalık biriktiriyorlar. Ölümlerini ağırlaştırıyorlar. Böylece
daha zor ölecekleri yanılsamasıyla kendilerini oyalıyorlar.
Engels, bugünkü solcuların, sosyalistlerin atalarını
eleştiriyor, onların devrimden korktuklarını, toplumsal başkaldırı görevini
proletaryaya vermekten kaçındıklarını, sosyalizmi burjuva liberalizminin en uç
biçimi olarak kurguladıklarını, liberalleri sosyalizme ikna etmek istediklerini
söylüyor.[2] Aynı çizgi, sömürgeciliği ve emperyalizmi savunuyor.[3]
Emperyalizme sorun çıkartmasın diye sömürgeleri biraz kalkındırmayı
öngörüyor.[4] Ataları da burjuvaziye sorun çıkartmasın diye işçileri örgütlemek
istiyor. Bugün sosyalistler, tam da bu örgütlenme pratiğine hizmet ediyorlar.
Bu sebeple bugün kimse, sömürgecilikten,
emperyalizmden ve bunların içteki karşılıklarından bahsetmiyor. Bu konulara
eğilseler, kendilerini göreceklerini iyi biliyorlar. Hamurlarının hangi teknede
karıldığının, teknenin kimin olduğunun bilincindeler.
O yüzden kimse, darbe söylentilerinin dolaştırıldığı,
halkın sıkıntıda olduğu, ağır tedbirlerin alınacağı bir dönemde İzmir gibi bir
yerde neden camilerden Çav Bella yayını yapıldığını sorgulamıyor. Herkes, bunu
bir keyif, neşe, eğlence meselesiymiş gibi ele alıyor.
Kendisine özel ve mahrem zannettiği sosyal medyasında
karşısına çıkan bu haberi, kişisel zevki, keyfi, hazzı ve neşesi üzerinden
değerlendiriyorlar. Kimse, biraz geri çekilip olan bitene bakma gereği
duymuyor. Teori, fikir, ideoloji, fazla soyut ve fazla işe yaramaz geliyor
artık. Dolayısıyla, bugünün maddi gerçeğine bakılıyor, maddi putlara dua
edilerek, bu melanetten kurtulacakları gün için, sosyal medya denilen
mabetlerinde dua ediyorlar. Kabuğu sevmiyorlar sadece, özün değişmesini hiç
istemiyorlar.
Mesela, dün CHP milletvekili patronu işçilerini işten
atarken ses etmeyen, kendisine para vermediği vakit aslan kesilen, küfürler
yağdıran, sonra susan “sosyalist-troçkist” zatın (Hakan Gülseven) bugün Suudi
Arabistan parasını nasıl yiyebildiğini ve nasıl solun “hashtag önderi”
olabildiğini, “stalinist-arnavutçu” ama “bir milletvekili olsam”cı bir başka
isimle (Taylan Kulaçoğlu) nasıl yan yana gelebildiğini, kimlerin getirdiğini
kimse sorgulamıyor.
Bu zat, utanmadan 1900 filminden bahsediyor.
Film, bugün destek verdikleri solculuk modelinin halkın elinden silâhları
çaldığı sahneyle son buluyor. Bunu kimse görmüyor.
AKP’nin yaptıklarının ve yapmadıklarının
sınıfsal-politik, toplumsal-politik ve tarihsel-politik açıdan sorgulanması, bu
sol için zûl. Gereksiz ve gerici. CHP merkezinde formüle edilen, devleti temize
çeken, sömürüyü ve zulmü daimileştiren pratiklere “özne, fail ve aktör” olarak
dâhil olmak, asıl önemli olan bu. Hepsi de 1900 filmindeki toprak
ağasının züppe oğlu kıvamında. Marabayı acıyarak seviyor, o sevgiyle çarkları
döndürüyor.
Yönetmen Bertolucci, filmde Freud ile Marx arasında
uyum yakalamak istediğini söylemiş. Buradan da faşizmi belirli ölçüde, kişisel
olan hazlar, eksikler, zaaflar temelinde analiz etmiş. Yazlığında anti-faşizm
dersleri veren “gazeteci” (Hakan Gülseven), filmi tam da bu özelliği yüzünden
beğeniyor. Bunun dışına asla bakamıyor. Mezcupluktan dem vuruyor. Giderek
ideolojiyle bağlı oluşu delilik sayan liberallere sarılıyor.
Bugün bunlar, Kemalist cumhuriyetin nimetlerinden
istifade etmenin kendisini sosyalizm diye pazarlama imkânını seviyorlar. 1900
filminin geçtiği dönemin CHP’lerini kimse sorgulama gereği duymuyor. Çünkü
artık herkes, sadece kendi hazzının, keyfinin, arzusunun ve neşesinin emrini
yerine getirmeyi biliyor. Cumhuriyete ve kurucularına her an şükranlarını
sunuyor. Hazdan, keyiften, neşeden, arzudan anlamayan yoksul yabanilere
küfrederek kendilerini tatmin ediyor. Salgın günlerinde önce camileri değil de
AVM’leri açan bir devleti dincilikle eleştirip rahatlamaya çalışıyorlar. AVM’ci
solcular, hazcılık gereği, hep daha fazlasını istiyorlar. Balkonlarında
kurdukları cumhuriyetlerinde herkesin o haz, arzu, keyif ve neşe için parası
olduğunu zannediyorlar. Olmayanları aşağıladıklarını iyi biliyorlar,
aşağılayarak yüceleceklerini sanıyorlar.
Bugün camilerdeki ezan yayınına müdahale eden de o
yayınları sosyal medyalarında beğenip kendilerinden geçenler de aynı devletin
elemanı. Fatih Tezcan nereye bağlıysa, onun güya saldırıp popüler ettiği
isimler de oraya bağlı. Hepsi de ezilenler, yoksullar, emekçiler içi bölünmeyi,
devletle millet arasında yaşanacak yarılmaya tercih ediyor. Bu tercihi, hazzın,
keyfin, arzunun ve neşenin yüceltildiği maddi gerçeklik zorunlu kılıyor.
Eren Balkır
21 Mayıs 2020
Dipnotlar:
[1] Mao Zedung, “Halka Hizmet Edin”, 8 Eylül 1944, İştiraki.
[2] Friedrich Engels, “Friedrich Adolph Sorge’ye
Mektup”, 18 Ocak 1893, İştiraki.
[3] Jessica Whyte, “Fabiusçular ve İmparatorluk”, 16
Mayıs 2020, İştiraki.
[4] Alex Kumar, “Ahlakî Emperyalizm”, Mart 2019, İştiraki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder