Pages

25 Mayıs 2018

Meryem Pougetoux


Meryem Pougetoux, cumhurbaşkanına karşı düzenlenen son gösterilerle alakalı bir belgesele tesettürüyle çıkıyor ve ülkedeki eğitim reformlarını eleştiriyor.

Fransa’daki Eşitlik Bakanı Marlene Schiappa, Meryem’in “İslam’ın reklâmını yaptığını” söylüyor ve onun parçası olduğu öğrenci teşkilâtının yaymak istediği fikirleri net ve tutarlı bir biçimde dile getirmesini talep ediyor.

Diğer yandan İçişleri Bakanı Gérard Collomb, Meryem’in belgeseldeki görüntüsünün “provokatif ve şoke edici” olduğunu söylüyor.

Bilindiği üzere, tesettür Fransa’da 2004’ten beri okullarda ve bazı devlet kurumlarında yasak.

Şimdi düşünün: On dokuz yaşında bir üniversite öğrencisisiniz. Okuduğunuz okulda (Sorbonne’da) Fransa Ulusal Öğrenciler Birliği’nin (UNEF) şube başkanlığını üstleniyorsunuz.

Televizyonda on saniyeden az bir süre, hükümetin yüksek eğitim reformu ile ilgili bir çift laf ediyorsunuz ve birden ülke genelinde tek merkezden yönetilen bir iftira kampanyasının kurbanı oluveriyorsunuz.

Siyasetin her bir kanadından size saldırıyorlar ve herkes sizi gizli bir “IŞİD ajanı” olmakla suçluyor, ailenizle ilgili yalan haberler sarıyor her yanı, bir de Fransa ile kurduğunuz ilişki sorgulanıyor.

Bu süreçte faşizm yanlısı eski başbakan Manuel Valls ve hâlihazırda meclis üyeleri ve çeşitli kurumların mensupları size hakaretler yağdırıyorlar.

Hatta dünyanın en pespaye dergisi Charlie Hebdo, sırf bu paranoyak, İslamofobik Fransa’da başörtü takıyorsunuz diye sizi maymun olarak tasvir ediyor.

Yerin dibine batsın sizin şu laikliğiniz!

Fransa’da kamusal alanda acılar çekerek ama cüretle varolan ve direnen, dışlayıcılığın esas olduğu, belirli kesimleri görünmez kılan yaklaşımların hüküm sürdüğü, dışarıdan müdahaleye izin vermeyen tüm o süreçlere rağmen yaşamaya çalışan Meryem Pougetoux ve tüm Müslüman kadınlarla dayanışma içerisinde olduğumuzu beyan ediyoruz.

Edwin Nasr

24 Mayıs 2018

Liberalizm ve Faşizm



Klasik liberalizmin gömleğini üzerine geçirmekten haz duyan liberteryanizmle (özgürlükçülükle) faşizm arasında bağ kurmak mümkün.

Liberteryanizmdeki anti-demokratik düşüncenin, liberteryanizmin fikri kurucu babalarından bugüne dek uzanan uzun bir tarihi vardır.

Neoklasik ekonominin kurucularından biri olan ekonomist Vilfredo Pareto, serbest piyasa kapitalizmin sadık bir destekçisidir. Ömrünün son yıllarında Pareto, kendisini senatoya alan Benito Mussolini’yi desteklemiştir.

Bu noktada bir de Avusturya Okulu’na mensup ekonomist Ludwig von Mises’e bakılabilir. Mises, 1927 tarihli Liberalizm kitabında Mussolini rejimine övgüler dizmiştir.

“Faşizmin ve diktatörlükler kurma amacı güden benzeri hareketlerin iyi niyetlerle yüklü olduğunu, onların müdahalelerinin bugün için Avrupa medeniyetini kurtardığını kimse inkâr edemez. Faşizmin kendi adına edindiği fazilet, ebediyete dek hükmünü sürdürecektir. Bugün için uyguladığı siyaset, cümlemizi selamete erdirmiş olsa da başarısının daimi olacağı konusunda kimse vaatte bulunamaz. Faşizm, olağanüstü hâllerde başvurulan geçici bir çözümdür. Ondan daha fazlasını beklemek, ölümcül bir hata olacaktır.”

Öte yandan Ludwig von Mises, kendi memleketinde, Avusturya’da din adamlarına dayalı faşist bir rejimi desteklemiş bir isimdir. Yahudi ataları olduğunu düşünerek Nazilerden kaçıp Avrupa dışına çıkmıştır. ABD’ye göç eden Mises, burada aşırı sağcı hareketlere ve John Birch Derneği gibi örgütlere destek vermeyi sürdürmüştür.

Sonrasında liberal mahfillerde hürmetle anılan Friedrich Hayek ve Milton Friedman gibi ekonomistler, Şili’deki Pinochet diktatörlüğüne destek vermişlerdir. Sunduğu destek konusunda gayet ikiyüzlü olan Friedman, kendisinin sadece diktatörü sağlam bir dizi ekonomi siyaseti uygulamaya ikna etmeye çalışmakla ilgilendiğini söylemiştir.

Pinochet’nin ekonomi danışmanlarının büyük bölümü eğitimlerini Şikago Üniversitesi’nden almıştır. Hayek, Pinochet’ye sunduğu destek konusunda nispeten daha samimidir, hatta Pinochet’nin “liberal diktatörlüğünü” başka ülkelerde de benimsenmesi gereken bir model olarak salık vermiştir. Hayek, Thatcher’ı söz konusu modeli Birleşik Krallık’ta uygulamaya ikna etmeye çalışmış ama Thatcher bu öneriyi reddetmiştir.

Jim Farmelant

Emir Perviz Puyan

İran ve Arap halklarının kurtuluş mücadeleleri, sadece gerici rejim ile emperyalizmin uşakları olan bağımlı komprador-burjuvaziye karşı devrimci mücadeleler ile dolu bir geçmişe sahiptir. Bunun yanında, milliyetçi ve ırkçı boyunduruğuna karşı mücadelelerde yer almaktadır. Milliyetçi ve ırkçı boyunduruk, kralcı şah-rejimi barbarlığı altında yaşayan bütün uluslardan halk kitlelerine karşı milli baskı ve sınıf baskısı demektir.

Sömürgeci güçlerin, İran'ın sayısız doğal zenginliklerine ve stratejik pozisyonuna göz dikmeleri sonucu İran halkları, ulusal mücadeleler ve sınıf savaşımları ile dolu uzun tarihlerinde çok sayıda kurban vermişlerdir. Günümüzde İran, özellikle Amerikan emperyalizminin dikkatini üzerinde toplamaktadır. Gerici rejimin sağlamlaştırılması için emperyalist güçler hiçbir yardımı esirgememektedirler; çünkü gerici rejim, emperyalist tekellerin ülke zenginliklerini sömürebilmeleri için bekçilik görevini üstlenmekte ve tüm Orta Doğu, Basra Körfezi ve diğer Arap ülkelerindeki kurtuluş mücadelelerini bastırabilmek için araç olarak vazife görmektedir. İran halklarının mücadelesi bu açıdan sadece vatan mücadelesi olmak kapsamını aşmıştır. İran halkları, sömürgecilik ve yabancı müdahalelere karşı mücadelelerle tarihsel bağlara sahip değilmiş gibi görünmektedir. Bu mücadeleler arasında bağlar kurmak, ulusal kurtuluş hareketlerinin enternasyonal görevidir. Bu bağlar bölgede, ilerici demokrasi ve özgür bir geleceğin sağlam temellerini, tek ortak düşman olan Amerikan emperyalizmi ile onun gerici, siyonist ve ırkçı üslerine karşı kurtuluş mücadelesi veren kardeş halkların birliğini oluşturur.


İran halklarının -ve özellikle devrimci öncülerinin- mücadelesi bu açıdan, geleceğimizi tayin edecek bu savaşın bütünleşmiş ve dayanışma içinde olan bir stratejisi düzeyine ulaşmıştır. Şah rejiminin, ülkemiz Filistin'deki siyonist saldırganların sistemi ve gerici Arap rejimleri ile kurduğu en gerici birlik göz önüne alınırsa, bizim birliğimiz de en doğal bir şeydir. Fakat bizim devrimci ilişkilerimiz, emperyalizm ve gerici birliğe karşı mücadelede halklarımız arasında kurulan ilerici bir birliğin oluşturulması içindir.

Dayanışmamız genel olarak halkımızla İran halkları arasında olmakla beraber, özelde dikkatlerimizi İran halklarının mücadelesinin bu dönemde gerektirdiği ve en net şekilde fark edilebilen devrimci öncü örgütlerden biri olan Halkın Fedaileri Gerilla Örgütü'ne çevirmiş durumdayız. Onun fedakârlıklarla dolu yiğitçe mücadelesine, İran halklarının mücadelesi ile genelde Arap halkının ve özelde Filistin halkının mücadelesi arasındaki dayanışmayı kuvvetlendiren rolüne hayranlığımızı belirtiriz.

Elimizdeki kitaba ve öldürülmüş olan yiğit yazarı yoldaş Emir Perviz Puyan'a gelince, burada tüm ulusal kurtuluş savaşlarının çok önemli bir sorunu konu olarak alınmaktadır: En gaddar baskı ve diktatörlüğe karşı silahlı mücadele ile yoldaşın “hayatta kalma teorisi” diye adlandırdığı görüş arasında yapılması gereken seçim.

Bu kitap, “hayatta·kalma teorisi”ni reddederken, ilerici teorik, bilimsel ve deneysel bir düzeyden yola çıkarak, savaşçı öncünün oluşmasının en esaslı temellerini hazırlamaktadır. O, halk kitlelerinin korku ve çekingenliğinden oluşan engelleri bertaraf etmenin, kitleleri halkın devrimci örgütüne veya devrimci partisine, yani işçi sınıfının partisine doğru harekete geçirmenin öncülüğünü yapmaktadır.

Dikkatleri “hayatta kalma teorisi”nin reddine ve bu koşullarda savaşçı öncünün tarihi gerekliliğine çeken bu kitap, İran’daki ideolojik tartışmayı dile getirmektedir. Savaşçı öncü örgütün gelişmesi ve devrimci partiye geçiş sorununa da aynı ilgi ile eğilinmelidir.

Yoldaşın devrimcilere has bir şekilde ölümü ile bu konudaki tartışmaların duraklamaya uğradığı, şüphesiz bir gerçektir. İşte burada diğer yoldaşlara düşen görev, kanla yazılmış bu mirasın ışığı altında yeni tecrübeler kazanmak, mücadeleyi İran halklarının, işçi sınıfının ve savaşçı öncülerinin kazandıkları deneylerin temeli üzerinde Marksist-Leninist bilinçle sonuna dek götürmektir.

Kitaba eklenen bu kısa önsözün sonunda kendi adıma, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve savaşan Filistin halkı adına, İran halklarının gerici, şovenist rejimine ve bu rejimin sırtını dayadığı her emperyalist güce karşı muzaffer olacağına bütün kalbimizle inandığımızı söylemekten sevinç duyarız. Tıpkı halkımızın emperyalist, siyonist ve gerici düşmana karşı zaferinden emin olduğumuz gibi.

Bugün hepimiz, tüm Basra Körfezi bölgesinin özgürlüğü, demokratik ve ilerici bir gelecek, barış ve gerçek kardeşlik için savaşıyoruz. Bu bölge, sömürü ve hegemonyanın ortadan kalktığı özgür bir dünyanın bir parçası olacaktır. Adalet, barış ve sosyalizmin egemen olduğu bir dünyanın.

Dr. Corç Habeş
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Birinci Sekreteri

18 Mayıs 2018

Wissam Nassar’ın Fotoğrafları


Filistin’in Yaşadığı Felâket Karşısında
Sessiz Kalmayı Reddeden Fotoğraflar

Gazze’de bir katliam yaşandı. Katliamın baş müsebbiplerinden biri de ABD idi. 60’tan fazla insan öldürüldü, en az 2.700 kişi yaralandı. Yaşanan katliama dair fotoğraflar şaşırtıcı, dehşet verici ve kopan kıyameti tüm çıplaklığıyla yansıtıyor. Herkes dilini yutmuş durumda. Uygulanan şiddet, insanları sessizliğe gömmek için sanki. Devlet şiddetinin amacı dili, hatta aklı susturmak.

Lâkin görünür olanla söylenebilir olan arasındaki bağı kopartmaya dönük teşebbüslere karşı koyanlar da var. Bu sebeple toplaşmalı ve dilsizliğe, susmaya karşı koymalıyız.

Zira fotoğraflar, hiç de sessiz değildirler. Bir zamanlar yeryüzünde dolaşmış olanların hayaletleriyle muhabbet kurup onları bugüne aksettirirler. 1948. 1917. 1848. Bunlar, geçmişte yaşanmış yenilgilerin hayaletleri, kazanılan ama tam anlamıyla elde edilemeyen zaferlerin makesleridirler. Bu olaylar bize ders vermezler, sadece sorular sorarlar.

“Benim naçiz bedenim, beni her daim sorgulayan bir insan yap.” [Frantz Fanon]

Bu insanı hayrete düşüren iki fotoğrafı Filistinli foto muhabiri Wissam Nassar çekti. Yukarıdaki fotoğrafta gördüğümüz kişi, Sabir Aşkar. Fotoğrafsa 11 Mayıs 2018 günü çekilmiş. Fotoğraf bugün abide gibi duruyor karşımızda, zira Sabir, 14 Mayıs günü işgal güçleri tarafından vurularak öldürüldü. O gün Filistin yeni bir Nekbe’ye tanıklık etti.

İkinci fotoğrafta Nassar, ismini gizli tuttuğu genç bir kadını görüntülüyor. Bir elinde koltuk değneği, diğerinde sapan. Sanki karşımızda dev Câlut’a taş atan Davud var. Batı geleneğinde Davud, hep elinde kılıç olan biri olarak tasvir ediliyor. Oysa Kitab-ı Mukaddes’te hikâye farklı aktarılıyor. Bir tek Caravaggio, Câlut’un kafasında taşın açtığı yarayı gösteriyor.


Burada asıl dikkat çeken husus, söz konusu bedenlerin ifa ettikleri görevlere dair sözlerinin yoğunluğu. Politik faaliyet doğrultusunda yoğunlaşma, odaklanma ve koordinasyon her yönüyle kendisini ele veriyor. Sanki karşılarında bir dev değil de ABD yapımı biber gazı kapsüllerini taşımak için kullanılan insansız hava araçlar var. Biçim uzamdaki mekâna ifade katıyor: bunlar, felâket çağını tuvale yansıtan birer tarihî resim.

Aşkar, önceki insansız hava aracı saldırısında bacaklarını kaybetmiş, genç kadınsa bacağı sargılı olmasına rağmen, engelliymiş gibi yaşamaya karşı koyuyor. Bu da sergilenen oyunu daha da anlamlı kılıyor. Zafiyet göstermek şöyle dursun, bu insanlar, tüm imkân ve becerilerini dışavurmayı biliyorlar. Çekilen fotoğraflar, rejimin Filistinlileri sakat bırakma hakkını kendinde görüyor oluşunu fakat bu saldırıların Filistinlileri yok edemediğini tüm yönleriyle ortaya koyuyor.

“İddiaya göre sakat bırakmak için ateş edip insanları öldürmek denilen insanî pratik, ‘ölmesine izin verme’ mantığı üzerine kuruludur.” [Jasbir Puar]

İki genç, Birinci Dünya Savaşı’na has duman ve dikenli tel taktiği ile İsrail’in icra ettiği yeni sömürgeciliğin iç içe geçtiği bir ortamda mücadele yürütüyor. Söz konusu mücadele ise 1923’te Doğu Akdeniz’in yabancı güçlerce sömürgeleştirilmesinin resmiyete kavuşturulması ile birlikte Britanya’nın mandası hâline gelen Osmanlı’ya bağlı Filistin vilayetinin yıkıntıları arasında sürüyor. İmparatorluğun yazdığı tarihlerin hiç bitmediğini söylemek gerekiyor.

Bu iki eylem, tam da Jean Genet’nin dediği şeyin birer delili: “Filistin kendi hayatına mal olsa da yaşamak zorunda.” Batı, hayatın hizmetine sunmak adına kendi hayatını feda etmeye rıza göstermenin anlamını ve değerini hiç bilmiyor. Bu tür bir haslete tümüyle uzak ve yabancı. Kimileri ise bu fotoğraflarda bireyin üstünlüğünü kabul etmeyen insanlık dışı canavarlar görüyorlar.

Frantz Fanon açısından sömürge olmaktan kurtuluş, sömürgelerde tesis edilmiş rejimlerde yaşayan işsizler ve garipler tarafından kabul edilmesi gereken bir vazife. Fanon, bu kesimi tanımlamak için Marksist bir terim olan lümpen proletarya kavramına başvuruyor. Bazı Marksistlerin yaptığının aksine Fanon, söz konusu kesimi eleştirmiyor ve onu sömürge oluşa kafa tutup ona son verecek yegâne güç olarak görüyor. Zira her şeyden önce lümpen proletaryanın kaybedecek bir şeyi bulunmuyor. İsrail’in Gazze’yi lanetliler (damnés) şehri hâline getirmek için yığınla kaynağını seferber ettiği biliniyor. O hâlde şunu görmemiz gerekiyor: Bu fotoğraflarda sömürge olmaktan kurtuluş imkânını sunan sınıf, karşımıza bir kez daha çıkıyor.

Nassar, amatör bir fotoğrafçı değil. 1984’te doğan Nassar, Gazze’de bugün artık yerinde yeller esen üniversiteye gitmiş. Reuters çalışanlarının sunduğu derslere katılmış. 2014’teki Gazze savaşı ile ilgili olarak çektiği fotoğrafıyla 2015 yılında Pulitzer Ödülü için düzenlenen yarışmada finale kalmış. New York Times ve Deutsche Presse-Agentur için çalışmış. Profesyonel fotoğraflar çeken Nassar, dünya genelinde hâkim olan, görüntüyle alakalı ölçütlerin bilincinde olan bir isim. Nassar, kendisi ile ilgili şunları söylüyor:

“Hamas veya Fetih için çalıştığımı söylüyorlar ama çalışmıyorum. Sadece uluslararası dergiler ve örgütler için çalışıyorum. Onların foto muhabirliği konusunda sahip oldukları, objektifliği esas alan kurallara saygı duyuyorum.”

Sahip olduğu profesyonelliğe rağmen, çektiği fotoğrafların ABD’de altmışlarda ortaya çıkan Yurttaş Hakları Hareketi’ne dair fotoğrafların yaptığı türden bir işi yapması ve devletin vicdanına seslenerek önemli bir değişimi tetiklemesi mümkün değil. İşgalci güç ve müttefiklerinin gözünde halkın bir değeri yok. Anlaşılabilmesi, ardından da belirli bir değişimin yaşanmasını sağlaması için bu fotoğrafların farklı alanlarla kesişme noktalarını ve ilişkileri dikkate alan bir fikriyat üzerinden ele alınmaları gerekiyor.

ABD’de yaşayanlar, bu fotoğrafları, “soylulaştırma”ya dair bir örtmece, bir tür mecaz olarak görebilirler: Bugün ABD’de insanları zorla yerlerinden yurtlarından etmeye dönük teşebbüsler, başka bir yerde yaşayan insanların zorla yerlerinden yurtlarından edilmesine ilişkin çalışmaları finanse ediyor. ABD’de sessiz sedasız uygulanan bir tür şiddet aracı olarak yoksulluk, evsizlik ve ayrımcılık, Gazze “sınır”ında ileri teknoloji eliyle işlenen cinayetleri mümkün kılıyor. Kudüs Büyükelçiliği’nin açılışında Donald Trump’ın eşi Ivanka Trump, emlâk alanındaki gücün, yanında oturan Hazine Bakanı Steve Mnuchin ise finans kapitalin bir simgesi olarak duruyor. Sömürgeleştirme denilen pratiği bir mecaz olarak görmemek gerekiyor.

Elçilik binasının Kudüs’e taşınmasını ısrarla talep eden ABD büyükelçisi David Friedman, Long Island’da ofisi bulunan New Yorklu bir avukat. Trump için çalışan şirketi aynı zamanda Enron’un da hukukî işlerini takip ediyor. Kurduğu Bet El’in Amerikalı Dostları isimli teşkilât, yasadışı yerleşimlere milyonlarca dolar bağışta bulunuyor, ayrıca ABD elçiliğinin açılışında Jared tarafından temsil edilen Kushner Vakfı’ndan finansal destek temin ediyor. Dahası teşkilât, New York belediye başkanı Bill de Blasio’dan da yoğun bir destek görüyor. Bugün Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görev yapan John Bolton, İsrail Adalet Bakanı Ayelet Şakid gibi konuşuyor. Bet El’in her yıl düzenlediği akşam yemeğinde konuşulan ana konu şuydu: “Yahudilerin tüm topraklar üzerinde egemen olması”. Burada “tüm topraklar” ifadesi Batı Şeria’yı da içeriyor. İşte bu sömürgeciliğin ihtiyaç duyduğu parayı New York sağlıyor.

Wissam Nassar’ın fotoğraflarında sömürge olmaktan kurtuluşun ne vakit mümkün olacağı daha da görünür hâle geliyor. Biz izin verdiğimiz takdirde bu fotoğraflar unutulup gidecek. Onları herkesin gözüne sokun, sanatsal faaliyetlerinizin birer parçası hâline getirin, onlarla ilgili bir şeyler yazın.

Nick Mirzoeff
15 Mayıs 2018
Kaynak

16 Mayıs 2018

Filistin’in Devrimci Ayaklanması



İsrail’in 14 Mayıs 2018 günü Gazze’de barışçıl gösteriler düzenleyen, savunmasız Filistinlilere yönelik uyguladığı katliamı sakın unutma!

Salı günü akşama doğru Gazze sağlık bakanlığı, Pazartesi gününden beri, 24 saat içinde, ABD ve AB’nin desteğini arkasına alan İsraillilerin 62 Filistinliyi katlettiğini, yaklaşık 3.200 kişiyi yaraladığını duyurdu.

Kırkı aşkın insan, ABD ve AB’nin İsrail ordusuna verdiği gerçek mermilerle yaralandı. Filistin insan hakları örgütü Mizan’a göre, yaralananlar arasında yedi çocuk, bir sağlık memuru ve bir de gazeteci var.

15 Mayıs 2018 Salı günü itibarıyla İsrail ordusu dünyanın gözü önünde, soğukkanlılıkla yüzden fazla Filistinliyi yaraladı. Bunların arasında 30 Mart’tan beri Gazze’de düzenlenen Geriye Dönüş Yürüyüşü esnasında yaralanan 12 çocuk, 2 gazeteci ve bir de sağlık memuru bulunuyor.

Yedi haftadır süren gösterilerde 12.600’den fazla Filistinli yaralandı ve bunların büyük bir bölümünün hastaneye yatırılıp tedavi edilmeleri gerekiyor.

(Bu istatistikleri konuyla ilgili tek güvenilir haber platformu olan Electronic Intifada’dan aldım. Site, rakamları doğrudan Gazze’deki Filistinli yetkililerden alıyor. Rapor şurada.)

İsrail’in savunmasız ve barışçıl Filistinlilere karşı İsraillilerin düzenlediği, kendisini önceleyen katliamlara dair bir temsil olan bu katliamdan 1948’den beri ABD’nin başına geçmiş, halktan en çok destek göreninden en çok iğrenilen başkanına kadar tüm başkanlar sorumludur; bu isimler, insanlığa karşı işlenmiş suçları teşvik etmek ve suçlulara yardımda bulunmak suçundan yargılanmalıdırlar.

Kendisine “başbakan” diyen Benjamin Netanyahu da bu listeye dâhil edilmelidir. Netanyahu savaş suçlusudur.

Nikki Haley ve ondan önce İsrail’i kınayan kararları veto eden ABD’nin tüm BM elçileri yargılanmalıdır.

Yargılanacaklar listesine, yere göğe sığdıramadıkları o yerleşimci kolonilerini aklamak için tüm bu gerçekleri kötüye kullanıp çarpıtan New York Times, BBC ve tüm Batı Medyası da dâhil edilmelidir.

BDS hareketinin boykot, yaptırım ve tecrit faaliyetlerini görmezden gelip akademi, sanat gibi alanlarda arz-ı endam edenler, İsrailliler için Filistinlilerin ölü bedenleri üzerinde şarkı söyleyip dans edenler de yargılanmalıdır.

Artık İsrail bayrağı, sonsuza dek katliamları simgeleyecektir. O bayrak, toprakları çalanlarla, katillerle, soykırımla, savaş suçlarıyla ve insanlığa karşı suç işleyenlerle birlikte anılacaktır.

Filistinliler, modern tarihte en fazla kahramanlık gerektiren sivil itaatsizlik eylemini gerçekleştirdiler. Bu eylem, ABD’deki yurttaş hakları hareketinin ve Britanya’ya karşı Hintlilerin bağımsızlık ayaklanmasının toplamından daha büyük bir eylem.

Artık gezegendeki her insan, Filistinlilerin mesajını başkalarına taşımayı ve onların vatanlarını yeniden elde edip temel insan haklarına kavuşmak için başlattıkları devrimci ayaklanmayı yüceltmeyi görev bellemelidir.

Hamid Dabaşi

12 Mayıs 2018

Rosa Luxemburg: Postkolonyal Teorinin İsimsiz Kahramanı

Bugünlerde dünya, teorik dehası ile üç ciltlik başyapıtı Kapital’de (1867-1883) ekonomik sınıfın, toplumsal hayatın, politik konumların maddi temellerini ve ideolojik eğilimlere dair eskimek bilmez anlayışımızı yeniden tarif eden devrimci politik ekonomist Karl Marx’ın (5 Mayıs 1818-14 Mart 1883) doğum gününü kutluyor. Onun toplumsal, politik (hatta dinî) güçlerin ekonomik alanını teorize etmek için başvurduğu, hem dostlarının hem de düşmanlarının kullanıp suiistimal ettikleri sözlükçe, bugün sosyal bilimler ve beşeri bilimlerin ayrılmaz bir parçası hâline geldi.

Vahşi kapitalizmin kontrolden çıkmış zorbalığı aracılığıyla yağmaladığı, Donald Trump’ın ve milyarderlerden oluşan kabinesinin yönettiği, Avrupalı ve bölgesel müttefiklerin bu sürece yardım edip onu kışkırttığı bir dünyada Marx’ın sermaye ve onun politik sonuçlarıyla ilgili teorisi, sahip olduğu tüm derinlikle, küresel adalet için mücadele ettiğimiz bu yolda bize kılavuzluk etmeyi sürdürüyor.

Gelgelelim Marx, her ne kadar düşünsel açıdan eleştirel bir isim olsa da bir yanıyla da onulmaz bir biçimde Avrupamerkezciydi. Marx, kapitalist ekonomideki yayılmacı eğilimlerin farkında olmasına rağmen, sömürgeciliğin söz konusu kapitalist eğilimin ana icra tarzı olduğuna dair bir teori geliştiremedi. 1850’lerde Marx, New York Daily Tribune’de Avrupa sömürgeciliğinin muhtelif yönlerine dair yetkin bir dizi makale yazsa da ondaki Avrupamerkezci kör nokta, onun kötü bir şöhrete sahip olan “Doğu Despotizmi” anlayışına sahip olmaya, sömürgeciliğin Hindistan’ı “modernize ettiği” için bu alt kıta açısından aslında hayırlı olduğuna dair o utanç verici tespiti yapmaya itti.

Bu türden teorik at gözlükleri ve politik hatalar, onun sermaye ve onun politik sonuçlarına dair tüm dünyayı temel alan bir teori geliştirmesine mani oldu. Avrupa dışı dünya söz konusu olduğunda Marx da o dönem Avrupalı çağdaşları kadar oryantalistti. Oysa Marx, elbette dünyanın onu ifsat eden kapitalist sistemin yol açtığı korkulardan kurtulduğunu görmek istiyordu. Buna karşın “dünyanın işçileri birleşin” derken, temelde aklında Avrupalı işçiler vardı. Dünyanın geri kalan kısmı, esasen feodaliteden kurtarılmalı, Avrupalı kitlenin devrimci bilincine erişmeden önce “modernleştirilmeli”ydi.

Marx’ın çığır açıcı görüşlerinin öngördüğü o zaruri ve çok önemli görevi bir sonraki Marksist eleştirel düşünür kuşağı üstlendi. Bu kuşağın bir mensubu da Polonya’da doğmuş olan Alman Yahudi, devrimci düşünür ve aktivist Rosa Luxemburg’du (1871-1919).

Postkolonyal Mekânlarda Burjuva Milliyetçiliği

Kuzey Amerika’daki kampüslerde edinildiği ve algılandığı biçimiyle, postkolonyal teorinin belirli yönleriyle Marksist eleştiriye tabi tutulması, gayet meşru bir girişimdir. Kampüslerde ilgili teori, tatlı dilli liberalizm için makul bir kıvama getiriliyor. Bu liberalizm, sömürgelerdeki deneyimler dâhilinde açığa çıkan eleştiri hareketinin dili yakan köklerini burjuvaziye makul gelsin diye tatlandırıyor. Söz konusu uyarlama girişimi dâhilinde Cesaire Afrikalı, Fanon Karayipli, Malcolm X Afrikalı-Amerikalı, hatta Edward Said Filistinli olarak edindiği deneyimlerden arındırılıyor ve bu isimlere nazik, sempatik bir hale kazandırılarak beyazların onlardan korkmamaları sağlanıyor.

Oysa Cesaire, Fanon, Malcolm X ve Said’den çok önce üretilmiş bir postkolonyal teori versiyonu var. Bu teorinin köklerini Rosa Luxemburg gibi Marksist düşünürlerde bulmak mümkün. Luxemburg, yirminci yüzyıl başlarında Marx’ın düşüncesinin sahip olduğu anlam konusunda, hatta Marx’ın kendisinden bile, daha kapsamlı düşünmekle meşgul olan bir isimdi.

Bir Yahudi, kadın ve bir sosyalist devrimci olarak Rosa Luxemburg, Avrupa’da veya Avrupa dışında haklarından mahrum edilmiş toplumsal kesimlerin bakış açısından Marx’ın fikirlerinin anlamı konusunda düşünmek gibi özgül bir konuma sahipti. Yahudi olarak Rosa, Avrupa’nın ötekisinin bir parçasıydı; kadın olarak öteki cinsiyetti; sosyalist devrimci olaraksa bir kâbustu.

Sermaye Birikimi (1913) isimli o çığır açıcı kitabında Rosa Luxemburg, kapitalizmin kaynakları sömürme, ucuz işgücünü gaspetme, yeni pazarlar konusunda doymak bilmeyen ihtiyaçlarını artırma ve giderek artan artı-değeri biriktirme konusunda yürüttüğü yağmacı faaliyetlerin alanını nasıl genişlettiğini gösterdi. Rosa’ya göre Avrupa emperyalizmi, sermayenin küreselleşme sürecini mümkün kılan ve kolaylaştıran askerî bir mekanizmaydı.

Rosa, Marx’ın sermaye teorisini düzeltmeseydi, Marx’taki gözleri bağlayan Avrupamerkezcilik iki ölümcül kusura sahip olmayı sürdürecekti. Marx, Avrupa’da kapitalist sistemin uzun süre yaşayabileceğini hesap edemedi, bu da onun kapitalizmin sömürgecilik bağlamında uzayan ömrü karşısında hükmünü yitirmesine neden olacaktı. Luxemburg’un tespitiyle, kapitalist sistemin sıkça yaşadığı krizler, onun emperyalizm ve sömürgecilik aşamasına geçmesine neden oldu. Bu da sömürgelerin Marksist düşünce dünyasına ait eleştiri aygıtının konusu hâline gelmesini sağlamaktaydı.

Marx’ı “Sınırlarda” Yeniden Düşünmek

On yıl sonra yayınladığı Emperyalizm: Kapitalizmin En Üst Aşaması isimli çalışmasında Lenin de kapitalizmdeki ekonomik değişikliği, emperyalizmin askerî mantığına bağlıyor, askerî yayılmacılığın Avrupa ülkelerinin kendi ülkelerindeki ekonomik krizi ertelemek için başvurduğu mekanizma olduğunu söylüyordu.

Karl Kautsky ve Nikolai Buharin gibi diğer önemli teorisyenler de kapitalizmle emperyalizm arasındaki bağa odaklandılar. Bu isimler, sömürgeciliğin “modernleşme” denilen süreçte araçsal olduğuna, modernleşmeyi sağladığına dair o ırkçı-sömürgeci önermenin foyasını meydana koyan öncü teorisyenlerdi. Bu teorisyenler sayesinde “modernleşme”nin sömürgeciliği ifade eden bir örtmece olduğu ortaya çıktı.

Marx at the Margins (2010) isimli o mükemmel kitabında Kevin Anderson, Marx’ı Avrupa sahasından kurtarıyor ve bize başarılı bir sunum dâhilinde, farklı bir Marx yorumu takdim ediyor. Bu türden revizyonu esas alan değerlendirmelerde ve Marx’ın görüşlerinin kapsamını genişletmeye çalışan diğer Marksist teorisyenlerde asıl mesele, kapitalizmin küresel sonuçlarına odaklansalar bile, Avrupamerkezciliklerinden zerre ödün vermiyor olmaları. Immanuel Wallerstein gibi “dünya-sistemi” teorileri geliştiren isimler bile hâlen daha sermaye ve onun sömürgelerde yol açtığı sonuçlarla ilgili olarak kurdukları “merkez-çevre” ikiliğine iman ediyorlar.

Sermayenin ve onu yaşar kılan askerî güçlerin dünya genelinde yürüttüğü faaliyetlerin bir merkezi ve çevresi yok. ABD, AB, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da iktidarı ellerinde bulunduran elitler, şiddete dayalı araçlarla omuz verdikleri sistemden buralara dağılmış, haklarından mahrum kesimler kadar istifade ediyorlar.

Irkçılık, sömürgeciliğin ve emperyalizmin özünde olan ekonomik mantığın üzerine sürülmüş bir tür ideolojik cilâ aslında. Yağmacı olan sermaye, renk körüdür ve cinsiyetlere karşı nötrdür. Sermaye, beyaz ve beyaz olmayan işçileri aynı ölçüde sömürür. Sermayenin insanı çıldırtan mantığı açısından Donald Trump, Suudi prensi, Mısır generali, Hintli bir müteşebbis, Rus oligark veya Çinli bir işadamı olduğunuzun bir önemi yoktur. Aynı sistemin sömürüp günahına girdiği insanları ABD ve Avrupa’daki yoksullar arasında bulduğumuz gibi, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da da buluruz. İktidarın deri rengine ve cinsiyete göre kodlanması, iktidarın ve hâkimiyetin ekonomik mantığı bağlamında yanlış bir bilincin tezahürüdür.

Az çok düzgün bir iş ve ücrete kavuşmak için dünya üzerinde gezip dolaşan, 300 milyonu aşkın göçmen işçi, herhangi bir sistemin merkezinde de değildir çevresinde de. Yağmacı kapitalizmin en açık mağdurları, “merkez-sınır” veya “merkez-çevre” üzerine kurulu hatalı coğrafî tespitler üzerinden görünmez kılınmaktadırlar.

Hindistan’da İngilizlerin ekonomik planda uyguladıkları zulümleri ve Cezayir’deki Fransız sömürgeciliğini ayrıntılı bir biçimde değerlendirmeye tabi tutan Rosa Luxemburg’dan sonra postkolonyal teorilere dair daha detaylı analizler, ancak onlarca yıl sonra yapılabildi. Avrupa’yı merkeze koyan teoriyi dünyaya dair bilinçle kuşandıran Rosa, eleştirel Marksist düşüncenin dünyayı kuşatması için postkolonyal teori ile uğraşanlara hakiki bir ses kazandırdı.

Hamid Dabaşi
12 Mayıs 2018
Kaynak

10 Mayıs 2018

İşçi Partisi Programı

Bu belge, Fransız işçilerinin lideri Jules Guesde’nin Londra’da bulunan Marx’ı ziyaret ettiği Mayıs 1880 tarihinde hazırlandı. Giriş kısmını Marx’ın kendisi hazırlayıp metne ekledi. Asgari politik ve ekonomik taleplerden oluşan diğer iki bölümse Marx ve Guesde tarafından formüle edildi. Bu noktada ikili, Engels’ten ayrıca Fransız sosyalizminin Marksist kanadı içerisinde önde gelen bir sima hâline gelmiş olan Paul Lafargue’dan yardım aldı. Bazı değişikliklerle birlikte program, İşçi Partisi’nin [Parti Ouvrier] Kasım 1880’de Le Havre’da yaptığı kuruluş kongresinde kabul edildi.

Sonrasında Marx, programla ilgili şu tespiti yaptı:

“Bu kısa metinde yer alan ekonomiyle ilgili bölüm, sadece işçi hareketi içinden neşet etmiş olan taleplerden oluşmaktaydı. Metne komünizm hedefinin birkaç satırda tanımlandığı, giriş amaçlı bir pasaj da eklendi.”[1]

Engels ise ilk azami programı “nadiren görülen, ikna edici argümanlarla dolu, kitleler için net bir dille, kısa ve öz bir biçimde kaleme alınmış bir şaheser” olarak tanımlıyor, kısa ve öz formülasyon karşısında şaşkına döndüğünü belirtiyordu.[2] Sonrasında Engels, 1891 tarihli Erfurt Programı taslağına dair eleştirisi dâhilinde, Alman sosyal demokratlara ilgili metnin ekonomiyle alakalı bölümünü tavsiye etti.[3]

Gelgelelim program kabul edildikten sonra Marx ve Fransız destekçileri arasında asgari programın amacı konusunda bir uyuşmazlık yaşandı. Marx bu metni kapitalizmin verili çerçevesi dâhilinde ulaşılabilir talepler etrafında sürdürülecek ajitasyon faaliyetinin pratik bir aracı olarak görürken, Guesde farklı bir görüşü savunmaktaydı:

“Bu reformları burjuvaziden kopartıp alma ihtimalini dikkate almayan Guesde, onları mücadelenin pratik programı değil, işçileri devrimcilikten uzaklaştıracak birer tuzak olarak görüyor.”

Guesde’nin kanaatine göre, bu reformlara karşı çıkmak, proletaryayı reformist yanılsamalardan kurtaracak ve işçileri kendi 1789 devrimini yapmasından alıkoymanın imkânsız olduğuna sınıfı ikna edecek”ti.[4]

Guesde ve Lafargue’ı “devrimci lafebeliği yapmak”la ve reformist mücadelelerin değerini inkâr etmekle suçlayan Marx, o ünlü sözünü bu bağlamda dile getirdi ve eğer bu isimler, Marksizmi temsil ediyorlarsa, kendisinin Marksist olmadığını söyledi. [“ce qu'il y a de certain c'est que moi, je ne suis pas Marxiste –şurası kesin ki ben Marksist değilim][5]

İşçi Partisi programının azami hedeflerle ilgili kısmı, Marx’ın politik yazılarını içeren, Penguin tarafından yayımlanan The First International and After [“Birinci Enternasyonal ve Sonrası”] isimli çalışmada yer aldı ve bu çalışmada Marx-Engels Werke’de yer alan Almanca metnin çevirisi kullanıldı. Bildiğimiz kadarıyla programın geri kalan kısmı, İngilizcede daha önce hiç yayınlanmadı. Burada verdiğimiz çeviri, metnin özgün Fransızca hâli. Özgün metinse şuradan alındı: Jules Guesde, Textes Choisis, 1867-1882, Editions sociales, 1959, s. 117-9. Metnin bir nüshasını bize temin ettiği için Bernie Moss’a teşekkür ediyoruz.

◄►



İşçi Partisi Programı

 

Giriş

Üretici sınıfın kurtuluşu, cinsiyet ve ırk ayrımı gözetilmeksizin, tüm insanlığın kurtuluşudur.

Üreticiler, ancak üretim araçlarına sahip olduklarında özgür olabilirler.[6]

Üretim araçları üreticilere yalnızca iki biçim dâhilinde ait olabilir:

Genel durum bağlamında hiçbir zaman varolmayan ve endüstriyel ilerleme sonucu giderek ortadan kalkan bireysel biçim;

Kapitalist toplumun gelişimi sonucu teşkil edilen maddi ve fikri unsurlarla ilgili kolektif biçim.

Bu kolektif temellük, ancak üretici sınıfın, yani proletaryanın ayrı bir politik parti olarak örgütlenmesiyle gerçekleşebilir.

Böylesi bir örgütlenme gerçekleştikten sonra, proletaryanın elinde bulunan, genel oy hakkı gibi aldatmak için kullanılan araçlar, kurtuluşun araçlarına dönüştürülmelidirler.

Kapitalist sınıfın imkânlarına politik ve ekonomik düzlemde el koymayı ve tüm üretim araçlarını topluma iade etmeyi hedef olarak benimserken Fransız sosyalist işçiler, aşağıdaki acil taleplerle birlikte, bir örgütlenme ve mücadele aracı olarak seçimlere girmeyi kararlaştırmışlardır:

A. Siyaset Bölümü[7]

Basın, toplantılar ve örgütlenmeyle alakalı tüm kanunların, her şeyin ötesinde Enternasyonal İşçiler Derneği’ne karşı konulan kanunun ilga edilmesi. Livret’nin[8], işçi sınıfı üzerinde tatbik edilen idari kontrolün ayrıca işçiyi patronu, kadını erkek karşısında aşağıda konumlandıran medeni kanunun[9] kaldırılması.

Dinî tarikatların bütçelerinin kaldırılması ve bu şirketlere ait tüm ek endüstriyel ve ticari kuruluşlar dâhil, tüm satılmaz, taşınır ve taşınmaz mülkün millete iade edilmesi [Komün’ün 2 Nisan 1871’de aldığı karar].

Kamunun tüm borçlarının silinmesi.

Daimi orduların ilgası ve halkın silâhlandırılması.

İdarenin ve polis teşkilâtının komüne teslim edilmesi.

B. Ekonomi Bölümü

Haftada bir günün tatil ilân edilmesi veya çalışanlara altı günden fazla çalışmanın dayatılmasının yasaklanması. Çalışma gününün yetişkinler için sekiz saate düşürülmesi. Özel atölyelerde on dört yaş altında çocukların çalıştırılmasının yasaklanması. Ayrıca on dört ilâ on altı yaş arası çocukların sekiz saat olan günlük çalışma sürelerinin altı saate düşürülmesi.

Çırakları koruma amacıyla çalıştıkları yerlerin işçi örgütleri tarafından denetlemesi.

Hukukî zemine kavuşturulmuş olan asgari ücretin her yıl işçilerin meydana getirdiği istatistik komisyonunca, gıda fiyatlarına göre belirlenmesi.

Patronların Fransız işçilere verilen ücretten daha düşük ücretlere yabancı işçiler istihdam etmelerinin yasaklanması.

Her iki cinsiyete mensup işçiler için eşit işe eşit ücret.

Devletin ve komünün temsil ettiği toplumun sorumluluğunda tüm çocukların bakımının üstlenilmesi, ayrıca onlara bilimsel ve meslekî eğitim verilmesi.

Toplumun yaşlıların ve engellilerin sorumluluğunu üstlenmesi.

İşçilere dost dernekler ve yardım dernekleri gibi kuruluşların idaresine işverenlerin müdahale etmesinin yasaklanması ve bu kuruluşların kontrolünün tümüyle işçilere teslim edilmesi.

Kaza durumunda sorumluluğun patronların sırtına yüklenmesi, işverenin işçi fonlarına, çalışan işçilerin sayısı oranında, endüstri için yol açtığı tehlike ölçüsünde, güvenlikle ilgili belirli bir ödeme yapması.

Muhtelif atölyelerde yürürlükte olan özel mevzuata işçilerin müdahil olabilmesinin sağlanması. Patronların gaspettiği, ücretlerin geri alınması veya ceza formunda işçilerine ceza kesme hakkına son verilmesi [Komün’ün 27 Nisan 1871’de aldığı karar].

Bankalar, demiryolları, madenler gibi kamu mülkiyetine ait unsurları halktan kopartan tüm sözleşmelerin feshedilmesi ve devlete ait tüm atölyelerden elde edilen gelirin oralarda çalışan işçilere verilmesi.

Tüm dolaylı vergilerin kaldırılması, dolaysız vergilerinse üç bin frank üzerinde gelire sahip olanlardan artan oranlı olarak alınan vergiye dönüştürülmesi. Uzak akrabaların miras alma hakkının kaldırılması, ayrıca yirmi bin frankın üzerinde doğrudan miras devrine yasak getirilmesi.

Karl Marx
Jules Guesde
1880
Kaynak

Bkz.: Jules Guesde’ye Mektup

Dipnotlar:
[1] Marx ve Engels, Selected Correspondence, 1975, s. 312.

[2] A.g.e., s. 324.

[3] Engels, “A Critique of the Draft Social-Democratic Programme of 1891”, Marx ve Engels, Selected Works içinde, 1983, Cilt. 3, s. 438.

[4] Bernard H. Moss, The Origins of the French Labour Movement, 1830-1914, 1976, s. 107.

[5] A.g.e., s. 11. Marx’ın bu ünlü ifadesini Engels, Eduard Bernstein’a yazdığı bir mektupta aktarıyor. Mektubu şu kaynakta bulmak mümkün: Marx ve Engels, Werke, Cilt. 35. s. 388.

[6] Burada esasen toprak, fabrikalar, gemiler, bankalar, kredi kelimeleri geçiyor ama bu kelimeler Marx’ın ilk çalışmasında yer almıyor, sonradan siliniyor. L’Égalité’de yayınlanan metne bakıldığında bu, net olarak görülüyor. Bu konudaki uyarısı için Graham Taylor’a teşekkür ederiz.

[7] Metnin bundan sonraki kısmını Marx ve Guesde ile birlikte kaleme aldı.

[8] “Livret” işe yeni girdiğinde bir işçinin vermek zorunda olduğu bir belge. Bu belge sayesinde işçi önceki patronuna hiçbir borcunun olmadığını, ona karşı hiçbir yükümlülüğünün bulunmadığını teyit etmiş oluyor. Bu uygulama 1890’da kaldırıldı.

[9] Napolyon Medeni Kanunu, Fransız hukuku.

Dünya Yanıyor, Sol Ağız Dalaşında


Yaşananlar gerçekten de utanç verici, insanın sıtkını sıyırtacak cinsten, lâkin yeni bir şey yaşanmadığını söylemek lazım. Sayısız “ilerici”, “kısmen solcu” Batılı aydın, yayın, hareket ve politik parti var ve bunların arasında herhangi bir düzene de rastlanmıyor.

Korkaklık, şişmiş egolar, disiplinsizlik, entelektüel yavanlık suçlanıp duruyor her zaman, ama mesele, bunlarla da bitmiyor.

Batı solunun apaçık biçimde, tüm utanmazlığıyla kaybettiğini net olarak görmek gerekiyor. Sol, kudretsiz, riskler alacak veya dövüşecek cesaretten mahrum. Dünyanın hiçbir yerinde gerçek bir politik destek de bulamıyor. Kitleler, o dillerde menkıbe gibi dolaştırılan “ezilen kitleler”, son dönemde kısmen faşist popülistlere, yaptıklarından zerre pişman olmayan sağcı demagoglara ve patronların uşağı olan akılsızlara oy verip duruyor.

Marksizmin takdim ettiği tüm “teorik kesinlikler” gözlerimizin önünde çöküp gitti. En azından batıda böyle.

* * *

Tüm bu yaşananlar gayet doğal. Avrupa solu, ta seksenlerin başlarında ihanet etti. Bu ihanet, kendisini fazla merkeze koymak, fazla ihtiyatlı hareket edip disiplinsiz, yumuşak bir varlık hâline gelmek suretiyle gerçekleşti. Sol, pragmatizmi ideallerin üzerine yerleştirdi. Liberal ideolojinin kelimelerini kullandı, batıdaki insan hakları, demokratik ilkeler ve politik doğruculukla alakalı algılara kul oldu. Devrimci olmayı bıraktı. Sol, tüm devrimci faaliyetlerine son verdi ve her türlü solcu kimliğin özünde olan enternasyonalizmi söküp attı.

En temel enternasyonalist ilkelere bile sırtını dönen sol, bugün bir tür sendika derekesine gerilemiş durumda:

“Ülke içerisinde işçilerin koşullarının iyileştirilmesi ve sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için mücadele edelim, herkese bedel ödetecek olan, neoliberal yağmayı salla gitsin. Karnımız doyup uzun seyahatlere çıktığımız sürece neden ayaklanalım, neden dövüşelim?”

Ayrıca Batı solu, dünya tarihini, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’nın oynadığı rolü doğru düzgün anlamadı. Birçok sözde “ilerici” batılı düşünür, emperyalist dili ve söylemi, ayrıca kimi önemli tarihsel olaya dair rövanşist yorumu benimsedi, dolayısıyla “anti-komünist” oldu.

Ardından da her şey yitip gitti, heba oldu.

Devrimci bayraklar yakıldı, en azından mecazî olarak. Eskinin iyi sloganları toprağa gömüldü. Ardından da yürüyüşler, gösteriler ve rejimi temsil eden kurumlarla yaşanan çatışmalar yerine rahatına fazla düşkün ruhsuz milyonlarca beden, yüksek çözünürlüklü, son teknoloji ürünü televizyonlarının karşısında bulunan rahat koltuklara kurulmayı tercih etti.

* * *

Bugünse giderek küçülen pasta için verilen o rezil kavgalar iyiden iyiye kızışıyor. Teorik troçkistlerle teorik maoistler birbirlerinin boğazlarına sarılıyorlar. Tabii onlara leninistler ve başka kesimler de katılıyor.

Her şey, zamanla daha da beter bir hâl aldı. Bugünlerde batıda birçok “ilerici”, tek tek meseleler üzerinden hareket ediyor ve kapsamlı meselelere tüm aklını ve yüreğini teslim etmeye her yönüyle karşı çıkıyor. Epey rağbet gören bu konumu alanlar, ardından şu baklayı çıkartıyorlar ağızlarından: “Benim kendi felsefem var. Artık hiçbir ideolojiye ihtiyaç duymuyorum.”

Tek bir devrimin bile bu şekilde muzaffer olması mümkün değil. Zaten Batı’da kimse, gerçek bir devrimi arzulamıyor. Solcu olmak, sadece poz kesmek, sosyal medya hesabı ve özçekimlerle kendini ifşa etmekten ibaret. Solculuk, artık ciddi bir iş değil, zaten böyle bir niyet de yok.

Ha bir de üstünlükçü yaklaşımları ve kibirli teorileriyle Asya ve Afrika gibi yerlerde gerçek mânâda ezilen halklara gülüp geçen, onlara sırtlarını dönen anarko-sendikalistler var.

Son dönemde bu ufak dünyada kimin kim olduğunu artık pek bilmiyorum. O dünyayı artık izlemiyorum. Teorik tartışmalara bile pek katılmıyorum.

İki yayında çıkıyor yazılarım. Bu sayede o yazılar, muhtelif dillerde dünyanın farklı yerlerine ulaşıyorlar.

Fakat bu ufak dünyanın beni izlediğini biliyorum. Ama gördükleri pek hoşuna gitmiyor.

* * *

Batıda çıkan güçlü bir yayında son yedi sekiz yıl içerisinde üç yüz kadar yazım yayınlandı, fakat kurum, 2017’nin sonlarında beni kapı dışarı etti. Gerçek sebebini öğrenemedim, ama muhtemelen beni kovmalarının sebebi fazla solcu, fazla Batı karşıtı ve fazla dobra olmamdı. Bir sebebi de yayın kurulunun benim “Rus devletinin desteklediği medya”ya yazdığımı öğrenmesiydi. Bu medya kuruluşunun sonrasında ABD’deki radikal solcu sitelerle bağlantıları olduğu iddia edildi.

Anti-komünist, meseleleri tek tek ele alan batı medyasının gözünde her türden “devlet destekli” veya “devlet kontrolündeki” medya kötüdür, hem de çok kötüdür!

Batı emperyalizmine karşı kahramanca dövüşen ülkelere ait medya, gezegeni kurtarmaya çalışsa bile kötüdür. Aynı durum Çin, Rusya, Venezuela, Küba ve İran medya kurumları için de geçerlidir. Dünya genelinde Batı’nın o korkunç emperyalist çabalarına mani olmak için dövüşen tüm medya kuruluşları bu şekilde değerlendirilmektedir. Bu medya, büyük bir şevk ve güçle mücadele ediyor ve nihayet önemli başarılara ulaşıyor.

Batı sağının veya Batı solunun dünyayı tanımlamasını kurbanlık koyun gibi beklemek yerine, bugün Çinliler, Ruslar, Latin Amerikalılar ve Ortadoğulular gezegende meydana gelen olayları yeniden tanımlamaya cüret ediyorlar. Batılılarla mülâkatlar yapıyorlar, aynı zamanda birer canavara dönüşen Kuzey Amerika ve Avrupa toplumlarına ayna tutuyorlar.

Sadece Batılıların konuşmasına imkân sağlamak yerine, kameralar birden Afrikalılara, Asyalılara, Ruslara, Araplara ve Latin Amerikalılara çevriliyor.

Gerçek devrimciler, bugün dünyaya yaptıklarımızı göstermek gibi asil bir davranış sergiliyorlar, gerçek mağdurları gösteriyorlar, ama aynı zamanda tutkuyla yürütülecek tartışmalara kapı aralıyorlar.

Kimi profesörler, Çin’in gerçek mânâda komünist olup olmadığını Londra’da tartışırken bazı Çinliler, gür bir sesle, kendi ülkelerinin gerçekte ne olduğunu ve ne olmadığını net olarak ortaya koyuyorlar.

Batı solu ise duyduklarından hiç hoşlanmıyor. Bu türden gelişmelerden hiç hazzetmiyor.

“Devlet destekli medya”yı sevmeyen Batı solu, bu tür medyayı başkalarının konuşmasını mümkün kıldığı için sevmiyor. Mesele, aslında daha köklü: anladığımız kadarıyla, aslında kimin dövüştüğünü ve kimin kazandığını görmek, Batı solunun hiç hoşuna gitmiyor. O, iktidarı elinde bulunduran soldan tiksiniyor!

Çünkü Batı solu, soldan çok Batı’nın bir parçası.

Çünkü, daha derine bakıldığında, solun keyfi yerinde, sadece istisnacılık gibi bir takıntısı var, o kadar.

Avrupa ve Kuzey Amerika’nın dünyayı sömürgecilik ve emperyalizmle yüzlerce korkunç biçimde yağmalamış olmasına rağmen sol, o suçların Batı kültürü ve düşünme tarzı yüzünden işlendiğine inanmıyor.

Çünkü, daha derine bakıldığında, sol, Batılı olmayan ulusların, onlara ait medyanın ve düşünürlerin dünyayı hatta kendi ülkelerini bile doğru bir biçimde tarif ve tasvir edemediklerini düşünüyor. Ona göre, Batılı olmayanlara güvenilemez, güvenilmemeli. Çin’in komünist olup olmadığı, Rusya’nın Putin döneminde ilerici bir ülke olup olmadığı, İran’ın sosyalist mi yoksa zalim bir din devleti mi olduğu, Maduro’nun çok ileri gidip gitmediği, Kuzey Kore liderinin deli olup olmadığı, Esad hükümetinin meşru olup olmadığı gibi önemli konu başlıklarıyla ilgili nitelikli tartışmalar yürütme hakkı sadece Batılı aydınlara aittir, ona göre.

* * *

Dünyanın nihayet kendisini Batı’nın kaçınılmaz saldırılarına karşı savunmak için hazırlık yürüttüğü, Asya, Rusya, Latin Amerika, Afrika ve Ortadoğu halklarının sömürgeci barbarlık eliyle yüzyıllardır susturulmuş olan sesini keşfettiği, bu ülkelerdeki hükümetlerin böylesi tartışma platformlarını mümkün kıldığı bir dönemde, Batı solu, dolunaya yüzünü dönüp ulumakla, kendini beğenmiş, narsist bir tavırla sinesini dövmekle, esas olarak da dik duran, dövüşen, daha iyi bir dünya inşa etmek için uğraşan, evet, hükümet eden güçlere hakaretler yağdırmakla tüketiyor ömrünü.

Latin Amerika’nın birçok ülkesinde sol, mağlup edildi. Bunun sebebi, bu ülkelerde solun Batı’daki güçsüz, içi geçmiş, aşırı ihtiyatlı sahte-devrimcilerin “ideolojik açıdan” (daha doğrusu anti-ideoloji” düzleminde) fazla nüfuzu altında olmasıdır. Umarız Latin Amerikalılar, gelecekte aynı hataları yapmazlar.

Devrimci hiçbir ülke, kusursuzluk gibi bir hedefe sahip olamaz. Fidel’in dediği gibi, “devrim güllerle kaplı bir yatak değildir.” Ama öte yandan, bir ülkenin kendisini yabancı güçlerin istilasına karşı koruması hiç de ufak bir mesele değildir. Bu, gayet pis ve çileli bir iştir.

Güçsüz ve yumuşak derili Batı solu, Batılı olmayan devrimci hükümetleri saf olmaya ve kadife eldivenler takmaya davet ediyor. Çünkü onun bu tür ülkelerde berbat koşullarda yaşamaya zorlanan, her şeyi Avrupa ve Kuzey Amerika tarafından çalınan milyonlarca kadını, erkeği ve çocuğu yönetmenin nasıl bir şey olduğu konusunda herhangi bir fikri yok (bu durum, onun hiç de umurunda değil zaten). Bu hükümetlerin yaptığı tek basit bir yanlış, gösterdiği tek bir güçsüzlük belirtisi sonrası her yer toz duman oluyor, ülke harabeye dönüyor ve sonra da nisyana mahkûm ediliyor. Irak’ta, Afganistan’da, Yeltsin Rusya’sında veya “aşağılanma yüzyılı” boyunca Çin’de olan bu.

* * *

Batı solunun gösterdiği “aşırı hassasiyet” sadece görünüşte, gerçekte hiçbir karşılığı yok.

Örneğin, yukarıda zikrettiğim, yazılarıma yer vermeyen dergi, insanların esenliği veya güvenliği ile zerre ilgilenmiyor. Diyelim ki muhabir olarak gittiğiniz savaş alanında öldünüz, bu gelişmeyi hiç fark etmiyorlar bile. Yerinizi dolduracak birileri bulunuyor sonuçta. Destek sunmak, onların onurunu kıracak türden bir adım. Ama okurdan mali destek istemek asla onursuzluk değil.

Devrimci ülkelerde “devlet destekli” medya, insanlarına farklı davranıyor. En azından bazıları.

* * *

Ağız dalaşı hâlen daha sürüyor. Detaylara dair ilgimi yitirdim. Artık vakit kaybı ve hükmünü yitirmiş bir çaba bu.

Ama öte yandan, Batı’dan uzakta yönetilen, dünya genelinde yeni ve gurur verici medya ortamlarında rahat rahat yazı yazıyorum. Yoldaşlarımın güçlenmesi, zaferler kazanması hoşuma gidiyor. Onların hükümet etmesini, bu işi de iyi yapmalarını istiyorum. Onların ülkelerinin hayatta kalmalarını istiyorum.

Her şey bu kadar basit aslında!

Filmlerimin TeleSur ve Meyadin’de gösterilmesi, yazılarımın New Eastern Outlook, China Daily, Countercurrents ve Russia Today’de yayımlanması beni gururlandırıyor. PressTV’ye düzenli olarak çıkmak beni keyiflendiriyor.

Bu medya ortamları aracılığıyla yazdığım her kelimenin, dile getirdiğim her bir sözün dostlarımı, yoldaşlarımı, mücadelemizi ve daha iyi olacak olan o dünyayı hedeflediğini söylemeliyim.

Tekrar etmeme izin verin lütfen: Ben, dostlarımın ve yoldaşlarımın kazanmasını, başarılı olmasını, evet, hükümet etmesini istiyorum!

Batı solu, şu tür sorulara cevap bulmak için kafa patlatmaya, içine gömüldüğü o ağız dalaşına devam edebilir: Kim ne dedi? Gerçek sol kimdir, kim değildir? Saf Marksist kimdir, kim sosyal demokrattır?

Batı soluna ait medya ortamlarının tamamı bu şekilde değil. Batı’da da hâlen daha çok iyi yazarlar ve yayın yönetmenleri var. Fakat Avrupa ve Kuzey Amerika’da genel durumun daha da kötüleştiğini söylemem lazım.

Genelde bağımsız ülkelerde hükümet eden ve mücadele veren devrimci ve enternasyonalist solun böylesi kibirli tartışmalara vakti yok. Ardımızda, savunmamız gereken Moskova, Pekin, Karakas, Havana, La Paz, Şam gibi mükemmel şehirlerimiz var. Teoriyle sonra, çok sonra, kazandıktan, gerçek barış ve adalet tesis edilip gezegendeki herkes kendi varlığını gururla yaşama ve kendisini tanımlama imkânı bulduktan sonra meşgul olacağız!

Andre Vltchek
3 Şubat 2018
Kaynak

09 Mayıs 2018

İşçi Hareketi ve “Emperyalist Sosyalizm”


Millet ve sömürge meselesine dikkat çekmek aciliyet arz eden bir konudur, zira sömürgeci ideoloji, işçi sınıfı partileri içerisinde kendisine yol bulmaktadır. Söz konusu gelişme, bir milletin bir başka milleti sömürmesine karşı sınıf mücadelesi yürüten sömürge halklarla dayanışma ve destek noktasında büyük bir beceriksizlik sergilendiğinin ispatıdır.

1858’de Engels buruk bir ifadeyle şunu söylemektedir:

“İngiliz proletaryası pratikte giderek burjuvalaşıyor. Tabii tüm dünyayı sömüren bir millet için bu gayet meşru bir sonuçtur.”[1]

Beş yıl sonra ise Engels şu tespiti yapıyor:

“İngiliz proletaryasındaki devrimci enerji tümüyle buharlaştı, İngiliz proleterler, burjuvazinin hâkimiyetiyle tümden uzlaştığını beyan ettiler.”[2]

Marx da yazdığı iki ayrı mektupta benzer bir sonuca ulaşıyor. 1870’te yazdığı mektupta dile getirdiği biçimiyle, İngiliz işçi, İrlandalı işçilerle dayanışma içerisinde olmak şöyle dursun, kendisini muktedir milletin bir üyesi olarak görüyor.

“[…] Onun İrlandalı işçiye yönelik tavrı, eskiden köleci Amerikan eyaletlerinde zencilere yönelik yoksul beyazların tavrına benziyor.”[3]

Dolayısıyla burada üzerinde durmamız gereken ana mesele, sadece şovenizme ve ırkçılığa kayan ideolojik yönelimdir.

Marx, İngiliz işçilerde İrlandalı işçileri birer “zenci”ymiş görme eğilimini eleştirmekte haklıdır. Bu eğilim sürekli canlı tutulmakta, basın eliyle yoğunlaştırılmakta, kürsülerde ve mizah dergilerinde, hâsılı, yönetici sınıfın elinde bulunan tüm araçlar üzerinden sürekli beslenmektedir.[4]

Bu kampanya köleci eyaletlerde olduğu gibi Britanya’da da başarılı olmuştur. Marx’ın gözlemiyle, bu eyaletlerde mütevazı araçlara sahip beyazlar bile köle sahiplerinin davasını kabullenmiş, çoğunlukla köleliğin Orta Amerika’ya taşınmasına dönük çabalar konusunda gerekli toplumsal zemini sağlamıştır.

Ama hem çelişkiye dair okumadan kaynaklı yanılsamanın mahkûmu olmak hem de sömürünün aşikâr oluşuna dair kanaate sahip olmak artık imkânsızdır. Bu yanılsama, bilhassa genç Engels’in paylaştığı bir yanılsamadır ve “hâkim sınıflarda bulunan, belirli milletlerle alakalı önyargıların proletaryaya yabancı olduğu ile ilgilidir.”

Buna karşın Engels, Kautsky’ye yazdığı 12 Eylül 1882 tarihli mektubunda, ilk başlarda paylaştığı, proletaryanın bu tür önyargılardan azade olacağına dair umutlardan çok farklı bir manzara çizer. Tespitine göre, Londra hükümeti ve hâkim sınıflar, sömürgelerdeki beyaz yerleşimcileri kendi saflarına katma eğilimindedirler:

“Kanada, Güney Afrika Avustralya gibi Avrupalı yerleşimciler tarafından işgal edilmiş olan ülkeler her zaman bağımsız olacaklardır.”

Ama bu, ezilmeye ve sömürülmeye devam eden “yerliler”in yaşadığı topraklar için geçerli bir uygulama değildir. Ne yazık ki bu politikaya İngiliz “işçiler” de destek vermekte, bu işçiler, İngiltere’nin dünya piyasaları ve sömürgeler üzerindeki tekelini büyük bir keyifle arka çıkmakta, sömürgecilikle mücadele etmeye asla niyetlenmemektedir. Beyaz olmayan halklar, ancak sömürgeci yayılma çabalarının cazibesine karşı koyabilen bir işçi sınıfından medet umabilir. Peki bu süreçte somut ne tür bir konum benimsenmelidir?

“Hindistan bir devrim sürecini başlatabilir, muhtemelen de başlatacaktır da. Bunun nedeni, kendi kurtuluş yoluna tesirde bulunmayı bilen bir işçi sınıfının sömürgeci savaşa dâhil olamayacak olmasıdır. Bu savaş, muhtemelen büyük bir yıkıma yol açacaktır. Ama zaten böylesi bir gelişme, her türden devrimin ayrılmaz bir parçasıdır. Bizim için uygun olan, işçi sınıfının Cezayir veya Mısır’da yürütülen savaşa da dâhil olmamayı bilmesidir.”[5]

Batı ile kıyaslandığında sömürgeler veya eski sömürgeler, gelişim sürecinin nispeten daha geri aşamalarındadırlar ve “yarı medeni” kabul edilirler. Gelgelelim medeniyeti veya devrimi ihraç etmeye çalışmak anlamsızdır:

“Muzaffer bir proletarya, süreç içerisinde kendi zaferinin altını oymaksızın başka bir ülkeye lütufta bulunamaz. Elbette lütufta bulunmayan sınıf, her türden savunma savaşına bir biçimde mani olacaktır.”[6]

Bu ikaz, işçi sınıfı saflarında “emperyalist sosyalizm”in yayılmasına mani olamamıştır. Sınıf mücadelesini kötürüm bırakan da bu emperyalist sosyalistlerdir. Lenin, tam da bu sosyalistlerin meydan okumalarına cevap geliştirmektedir.

Domenico Losurdo

[Kaynak: Class Struggle: A Political and Philosophical History, Palgrave Macmillan, 2016, s. 134-135.]

Dipnotlar:
[1] Marx-Engels, Collected Works, 40. Cilt, s. 344.

[2] A.g.e., 41. Cilt, s. 465.

[3] A.g.e., 43. Cilt, s. 473-5.

[4] A.g.e., 43. Cilt, s. 475.

[5] A.g.e., 46. Cilt, s. 322.

[6] A.g.e., 46. Cilt, s. 322-3.