Pages

12 Mayıs 2018

Rosa Luxemburg: Postkolonyal Teorinin İsimsiz Kahramanı

Bugünlerde dünya, teorik dehası ile üç ciltlik başyapıtı Kapital’de (1867-1883) ekonomik sınıfın, toplumsal hayatın, politik konumların maddi temellerini ve ideolojik eğilimlere dair eskimek bilmez anlayışımızı yeniden tarif eden devrimci politik ekonomist Karl Marx’ın (5 Mayıs 1818-14 Mart 1883) doğum gününü kutluyor. Onun toplumsal, politik (hatta dinî) güçlerin ekonomik alanını teorize etmek için başvurduğu, hem dostlarının hem de düşmanlarının kullanıp suiistimal ettikleri sözlükçe, bugün sosyal bilimler ve beşeri bilimlerin ayrılmaz bir parçası hâline geldi.

Vahşi kapitalizmin kontrolden çıkmış zorbalığı aracılığıyla yağmaladığı, Donald Trump’ın ve milyarderlerden oluşan kabinesinin yönettiği, Avrupalı ve bölgesel müttefiklerin bu sürece yardım edip onu kışkırttığı bir dünyada Marx’ın sermaye ve onun politik sonuçlarıyla ilgili teorisi, sahip olduğu tüm derinlikle, küresel adalet için mücadele ettiğimiz bu yolda bize kılavuzluk etmeyi sürdürüyor.

Gelgelelim Marx, her ne kadar düşünsel açıdan eleştirel bir isim olsa da bir yanıyla da onulmaz bir biçimde Avrupamerkezciydi. Marx, kapitalist ekonomideki yayılmacı eğilimlerin farkında olmasına rağmen, sömürgeciliğin söz konusu kapitalist eğilimin ana icra tarzı olduğuna dair bir teori geliştiremedi. 1850’lerde Marx, New York Daily Tribune’de Avrupa sömürgeciliğinin muhtelif yönlerine dair yetkin bir dizi makale yazsa da ondaki Avrupamerkezci kör nokta, onun kötü bir şöhrete sahip olan “Doğu Despotizmi” anlayışına sahip olmaya, sömürgeciliğin Hindistan’ı “modernize ettiği” için bu alt kıta açısından aslında hayırlı olduğuna dair o utanç verici tespiti yapmaya itti.

Bu türden teorik at gözlükleri ve politik hatalar, onun sermaye ve onun politik sonuçlarına dair tüm dünyayı temel alan bir teori geliştirmesine mani oldu. Avrupa dışı dünya söz konusu olduğunda Marx da o dönem Avrupalı çağdaşları kadar oryantalistti. Oysa Marx, elbette dünyanın onu ifsat eden kapitalist sistemin yol açtığı korkulardan kurtulduğunu görmek istiyordu. Buna karşın “dünyanın işçileri birleşin” derken, temelde aklında Avrupalı işçiler vardı. Dünyanın geri kalan kısmı, esasen feodaliteden kurtarılmalı, Avrupalı kitlenin devrimci bilincine erişmeden önce “modernleştirilmeli”ydi.

Marx’ın çığır açıcı görüşlerinin öngördüğü o zaruri ve çok önemli görevi bir sonraki Marksist eleştirel düşünür kuşağı üstlendi. Bu kuşağın bir mensubu da Polonya’da doğmuş olan Alman Yahudi, devrimci düşünür ve aktivist Rosa Luxemburg’du (1871-1919).

Postkolonyal Mekânlarda Burjuva Milliyetçiliği

Kuzey Amerika’daki kampüslerde edinildiği ve algılandığı biçimiyle, postkolonyal teorinin belirli yönleriyle Marksist eleştiriye tabi tutulması, gayet meşru bir girişimdir. Kampüslerde ilgili teori, tatlı dilli liberalizm için makul bir kıvama getiriliyor. Bu liberalizm, sömürgelerdeki deneyimler dâhilinde açığa çıkan eleştiri hareketinin dili yakan köklerini burjuvaziye makul gelsin diye tatlandırıyor. Söz konusu uyarlama girişimi dâhilinde Cesaire Afrikalı, Fanon Karayipli, Malcolm X Afrikalı-Amerikalı, hatta Edward Said Filistinli olarak edindiği deneyimlerden arındırılıyor ve bu isimlere nazik, sempatik bir hale kazandırılarak beyazların onlardan korkmamaları sağlanıyor.

Oysa Cesaire, Fanon, Malcolm X ve Said’den çok önce üretilmiş bir postkolonyal teori versiyonu var. Bu teorinin köklerini Rosa Luxemburg gibi Marksist düşünürlerde bulmak mümkün. Luxemburg, yirminci yüzyıl başlarında Marx’ın düşüncesinin sahip olduğu anlam konusunda, hatta Marx’ın kendisinden bile, daha kapsamlı düşünmekle meşgul olan bir isimdi.

Bir Yahudi, kadın ve bir sosyalist devrimci olarak Rosa Luxemburg, Avrupa’da veya Avrupa dışında haklarından mahrum edilmiş toplumsal kesimlerin bakış açısından Marx’ın fikirlerinin anlamı konusunda düşünmek gibi özgül bir konuma sahipti. Yahudi olarak Rosa, Avrupa’nın ötekisinin bir parçasıydı; kadın olarak öteki cinsiyetti; sosyalist devrimci olaraksa bir kâbustu.

Sermaye Birikimi (1913) isimli o çığır açıcı kitabında Rosa Luxemburg, kapitalizmin kaynakları sömürme, ucuz işgücünü gaspetme, yeni pazarlar konusunda doymak bilmeyen ihtiyaçlarını artırma ve giderek artan artı-değeri biriktirme konusunda yürüttüğü yağmacı faaliyetlerin alanını nasıl genişlettiğini gösterdi. Rosa’ya göre Avrupa emperyalizmi, sermayenin küreselleşme sürecini mümkün kılan ve kolaylaştıran askerî bir mekanizmaydı.

Rosa, Marx’ın sermaye teorisini düzeltmeseydi, Marx’taki gözleri bağlayan Avrupamerkezcilik iki ölümcül kusura sahip olmayı sürdürecekti. Marx, Avrupa’da kapitalist sistemin uzun süre yaşayabileceğini hesap edemedi, bu da onun kapitalizmin sömürgecilik bağlamında uzayan ömrü karşısında hükmünü yitirmesine neden olacaktı. Luxemburg’un tespitiyle, kapitalist sistemin sıkça yaşadığı krizler, onun emperyalizm ve sömürgecilik aşamasına geçmesine neden oldu. Bu da sömürgelerin Marksist düşünce dünyasına ait eleştiri aygıtının konusu hâline gelmesini sağlamaktaydı.

Marx’ı “Sınırlarda” Yeniden Düşünmek

On yıl sonra yayınladığı Emperyalizm: Kapitalizmin En Üst Aşaması isimli çalışmasında Lenin de kapitalizmdeki ekonomik değişikliği, emperyalizmin askerî mantığına bağlıyor, askerî yayılmacılığın Avrupa ülkelerinin kendi ülkelerindeki ekonomik krizi ertelemek için başvurduğu mekanizma olduğunu söylüyordu.

Karl Kautsky ve Nikolai Buharin gibi diğer önemli teorisyenler de kapitalizmle emperyalizm arasındaki bağa odaklandılar. Bu isimler, sömürgeciliğin “modernleşme” denilen süreçte araçsal olduğuna, modernleşmeyi sağladığına dair o ırkçı-sömürgeci önermenin foyasını meydana koyan öncü teorisyenlerdi. Bu teorisyenler sayesinde “modernleşme”nin sömürgeciliği ifade eden bir örtmece olduğu ortaya çıktı.

Marx at the Margins (2010) isimli o mükemmel kitabında Kevin Anderson, Marx’ı Avrupa sahasından kurtarıyor ve bize başarılı bir sunum dâhilinde, farklı bir Marx yorumu takdim ediyor. Bu türden revizyonu esas alan değerlendirmelerde ve Marx’ın görüşlerinin kapsamını genişletmeye çalışan diğer Marksist teorisyenlerde asıl mesele, kapitalizmin küresel sonuçlarına odaklansalar bile, Avrupamerkezciliklerinden zerre ödün vermiyor olmaları. Immanuel Wallerstein gibi “dünya-sistemi” teorileri geliştiren isimler bile hâlen daha sermaye ve onun sömürgelerde yol açtığı sonuçlarla ilgili olarak kurdukları “merkez-çevre” ikiliğine iman ediyorlar.

Sermayenin ve onu yaşar kılan askerî güçlerin dünya genelinde yürüttüğü faaliyetlerin bir merkezi ve çevresi yok. ABD, AB, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da iktidarı ellerinde bulunduran elitler, şiddete dayalı araçlarla omuz verdikleri sistemden buralara dağılmış, haklarından mahrum kesimler kadar istifade ediyorlar.

Irkçılık, sömürgeciliğin ve emperyalizmin özünde olan ekonomik mantığın üzerine sürülmüş bir tür ideolojik cilâ aslında. Yağmacı olan sermaye, renk körüdür ve cinsiyetlere karşı nötrdür. Sermaye, beyaz ve beyaz olmayan işçileri aynı ölçüde sömürür. Sermayenin insanı çıldırtan mantığı açısından Donald Trump, Suudi prensi, Mısır generali, Hintli bir müteşebbis, Rus oligark veya Çinli bir işadamı olduğunuzun bir önemi yoktur. Aynı sistemin sömürüp günahına girdiği insanları ABD ve Avrupa’daki yoksullar arasında bulduğumuz gibi, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da da buluruz. İktidarın deri rengine ve cinsiyete göre kodlanması, iktidarın ve hâkimiyetin ekonomik mantığı bağlamında yanlış bir bilincin tezahürüdür.

Az çok düzgün bir iş ve ücrete kavuşmak için dünya üzerinde gezip dolaşan, 300 milyonu aşkın göçmen işçi, herhangi bir sistemin merkezinde de değildir çevresinde de. Yağmacı kapitalizmin en açık mağdurları, “merkez-sınır” veya “merkez-çevre” üzerine kurulu hatalı coğrafî tespitler üzerinden görünmez kılınmaktadırlar.

Hindistan’da İngilizlerin ekonomik planda uyguladıkları zulümleri ve Cezayir’deki Fransız sömürgeciliğini ayrıntılı bir biçimde değerlendirmeye tabi tutan Rosa Luxemburg’dan sonra postkolonyal teorilere dair daha detaylı analizler, ancak onlarca yıl sonra yapılabildi. Avrupa’yı merkeze koyan teoriyi dünyaya dair bilinçle kuşandıran Rosa, eleştirel Marksist düşüncenin dünyayı kuşatması için postkolonyal teori ile uğraşanlara hakiki bir ses kazandırdı.

Hamid Dabaşi
12 Mayıs 2018
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder