Gazze’de
bir katliam yaşandı. Katliamın baş müsebbiplerinden biri de ABD idi. 60’tan
fazla insan öldürüldü, en az 2.700 kişi yaralandı. Yaşanan katliama dair
fotoğraflar şaşırtıcı, dehşet verici ve kopan kıyameti tüm çıplaklığıyla
yansıtıyor. Herkes dilini yutmuş durumda. Uygulanan şiddet, insanları
sessizliğe gömmek için sanki. Devlet şiddetinin amacı dili, hatta aklı
susturmak.
Lâkin
görünür olanla söylenebilir olan arasındaki bağı kopartmaya dönük teşebbüslere
karşı koyanlar da var. Bu sebeple toplaşmalı ve dilsizliğe, susmaya karşı
koymalıyız.
Zira
fotoğraflar, hiç de sessiz değildirler. Bir zamanlar yeryüzünde dolaşmış
olanların hayaletleriyle muhabbet kurup onları bugüne aksettirirler. 1948.
1917. 1848. Bunlar, geçmişte yaşanmış yenilgilerin hayaletleri, kazanılan ama
tam anlamıyla elde edilemeyen zaferlerin makesleridirler. Bu olaylar bize ders
vermezler, sadece sorular sorarlar.
“Benim naçiz bedenim, beni her daim sorgulayan bir insan yap.”
[Frantz Fanon]
Bu
insanı hayrete düşüren iki fotoğrafı Filistinli foto muhabiri Wissam Nassar
çekti. Yukarıdaki fotoğrafta gördüğümüz kişi, Sabir Aşkar. Fotoğrafsa 11 Mayıs
2018 günü çekilmiş. Fotoğraf bugün abide gibi duruyor karşımızda, zira Sabir,
14 Mayıs günü işgal güçleri tarafından vurularak öldürüldü. O gün Filistin yeni
bir Nekbe’ye tanıklık etti.
İkinci
fotoğrafta Nassar, ismini gizli tuttuğu genç bir kadını görüntülüyor. Bir
elinde koltuk değneği, diğerinde sapan. Sanki karşımızda dev Câlut’a taş atan
Davud var. Batı geleneğinde Davud, hep elinde kılıç olan biri olarak tasvir
ediliyor. Oysa Kitab-ı Mukaddes’te hikâye farklı aktarılıyor. Bir tek
Caravaggio, Câlut’un kafasında taşın açtığı yarayı gösteriyor.
Burada
asıl dikkat çeken husus, söz konusu bedenlerin ifa ettikleri görevlere dair
sözlerinin yoğunluğu. Politik faaliyet doğrultusunda yoğunlaşma, odaklanma ve
koordinasyon her yönüyle kendisini ele veriyor. Sanki karşılarında bir dev
değil de ABD yapımı biber gazı kapsüllerini taşımak için kullanılan insansız
hava araçlar var. Biçim uzamdaki mekâna ifade katıyor: bunlar, felâket çağını
tuvale yansıtan birer tarihî resim.
Aşkar,
önceki insansız hava aracı saldırısında bacaklarını kaybetmiş, genç kadınsa
bacağı sargılı olmasına rağmen, engelliymiş gibi yaşamaya karşı koyuyor. Bu da
sergilenen oyunu daha da anlamlı kılıyor. Zafiyet göstermek şöyle dursun, bu
insanlar, tüm imkân ve becerilerini dışavurmayı biliyorlar. Çekilen
fotoğraflar, rejimin Filistinlileri sakat bırakma hakkını kendinde görüyor
oluşunu fakat bu saldırıların Filistinlileri yok edemediğini tüm yönleriyle
ortaya koyuyor.
“İddiaya göre sakat
bırakmak için ateş edip insanları öldürmek denilen insanî pratik, ‘ölmesine
izin verme’ mantığı üzerine kuruludur.” [Jasbir Puar]
İki
genç, Birinci Dünya Savaşı’na has duman ve dikenli tel taktiği ile İsrail’in
icra ettiği yeni sömürgeciliğin iç içe geçtiği bir ortamda mücadele yürütüyor.
Söz konusu mücadele ise 1923’te Doğu Akdeniz’in yabancı güçlerce
sömürgeleştirilmesinin resmiyete kavuşturulması ile birlikte Britanya’nın
mandası hâline gelen Osmanlı’ya bağlı Filistin vilayetinin yıkıntıları arasında
sürüyor. İmparatorluğun yazdığı tarihlerin hiç bitmediğini söylemek gerekiyor.
Bu
iki eylem, tam da Jean Genet’nin dediği şeyin birer delili: “Filistin kendi
hayatına mal olsa da yaşamak zorunda.” Batı, hayatın hizmetine sunmak adına
kendi hayatını feda etmeye rıza göstermenin anlamını ve değerini hiç bilmiyor.
Bu tür bir haslete tümüyle uzak ve yabancı. Kimileri ise bu fotoğraflarda
bireyin üstünlüğünü kabul etmeyen insanlık dışı canavarlar görüyorlar.
Frantz
Fanon açısından sömürge olmaktan kurtuluş, sömürgelerde tesis edilmiş
rejimlerde yaşayan işsizler ve garipler tarafından kabul edilmesi gereken bir
vazife. Fanon, bu kesimi tanımlamak için Marksist bir terim olan lümpen
proletarya kavramına başvuruyor. Bazı Marksistlerin yaptığının aksine
Fanon, söz konusu kesimi eleştirmiyor ve onu sömürge oluşa kafa tutup ona son
verecek yegâne güç olarak görüyor. Zira her şeyden önce lümpen proletaryanın
kaybedecek bir şeyi bulunmuyor. İsrail’in Gazze’yi lanetliler (damnés)
şehri hâline getirmek için yığınla kaynağını seferber ettiği biliniyor. O hâlde
şunu görmemiz gerekiyor: Bu fotoğraflarda sömürge olmaktan kurtuluş imkânını
sunan sınıf, karşımıza bir kez daha çıkıyor.
Nassar,
amatör bir fotoğrafçı değil. 1984’te doğan Nassar, Gazze’de bugün artık yerinde
yeller esen üniversiteye gitmiş. Reuters çalışanlarının sunduğu derslere
katılmış. 2014’teki Gazze savaşı ile ilgili olarak çektiği fotoğrafıyla 2015
yılında Pulitzer Ödülü için düzenlenen yarışmada finale kalmış. New York
Times ve Deutsche Presse-Agentur için çalışmış. Profesyonel
fotoğraflar çeken Nassar, dünya genelinde hâkim olan, görüntüyle alakalı
ölçütlerin bilincinde olan bir isim. Nassar, kendisi ile ilgili şunları
söylüyor:
“Hamas veya Fetih için
çalıştığımı söylüyorlar ama çalışmıyorum. Sadece uluslararası dergiler ve
örgütler için çalışıyorum. Onların foto muhabirliği konusunda sahip oldukları,
objektifliği esas alan kurallara saygı duyuyorum.”
Sahip
olduğu profesyonelliğe rağmen, çektiği fotoğrafların ABD’de altmışlarda ortaya
çıkan Yurttaş Hakları Hareketi’ne dair fotoğrafların yaptığı türden bir işi
yapması ve devletin vicdanına seslenerek önemli bir değişimi tetiklemesi mümkün
değil. İşgalci güç ve müttefiklerinin gözünde halkın bir değeri yok.
Anlaşılabilmesi, ardından da belirli bir değişimin yaşanmasını sağlaması için
bu fotoğrafların farklı alanlarla kesişme noktalarını ve ilişkileri dikkate
alan bir fikriyat üzerinden ele alınmaları gerekiyor.
ABD’de
yaşayanlar, bu fotoğrafları, “soylulaştırma”ya dair bir örtmece, bir tür mecaz
olarak görebilirler: Bugün ABD’de insanları zorla yerlerinden yurtlarından
etmeye dönük teşebbüsler, başka bir yerde yaşayan insanların zorla yerlerinden
yurtlarından edilmesine ilişkin çalışmaları finanse ediyor. ABD’de sessiz
sedasız uygulanan bir tür şiddet aracı olarak yoksulluk, evsizlik ve
ayrımcılık, Gazze “sınır”ında ileri teknoloji eliyle işlenen cinayetleri mümkün
kılıyor. Kudüs Büyükelçiliği’nin açılışında Donald Trump’ın eşi Ivanka Trump,
emlâk alanındaki gücün, yanında oturan Hazine Bakanı Steve Mnuchin ise finans
kapitalin bir simgesi olarak duruyor. Sömürgeleştirme denilen pratiği bir mecaz
olarak görmemek gerekiyor.
Elçilik
binasının Kudüs’e taşınmasını ısrarla talep eden ABD büyükelçisi David
Friedman, Long Island’da ofisi bulunan New Yorklu bir avukat. Trump için
çalışan şirketi aynı zamanda Enron’un da hukukî işlerini takip ediyor. Kurduğu Bet
El’in Amerikalı Dostları isimli teşkilât, yasadışı yerleşimlere milyonlarca
dolar bağışta bulunuyor, ayrıca ABD elçiliğinin açılışında Jared tarafından
temsil edilen Kushner Vakfı’ndan finansal destek temin ediyor. Dahası teşkilât,
New York belediye başkanı Bill de Blasio’dan da yoğun bir destek görüyor. Bugün
Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görev yapan John Bolton, İsrail Adalet Bakanı
Ayelet Şakid gibi konuşuyor. Bet El’in her yıl düzenlediği akşam yemeğinde
konuşulan ana konu şuydu: “Yahudilerin tüm topraklar üzerinde egemen olması”.
Burada “tüm topraklar” ifadesi Batı Şeria’yı da içeriyor. İşte bu
sömürgeciliğin ihtiyaç duyduğu parayı New York sağlıyor.
Wissam
Nassar’ın fotoğraflarında sömürge olmaktan kurtuluşun ne vakit mümkün olacağı
daha da görünür hâle geliyor. Biz izin verdiğimiz takdirde bu fotoğraflar
unutulup gidecek. Onları herkesin gözüne sokun, sanatsal faaliyetlerinizin
birer parçası hâline getirin, onlarla ilgili bir şeyler yazın.
Nick Mirzoeff
15 Mayıs 2018
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder