Pages

30 Ağustos 2015

Tuhaf


Sosyal âlemde “erken seçimde oylarını artırmak için bu savaşı Erdoğan çıkarttı” cümlesi ile “savaş Erdoğan’ın oylarını düşürüyor” cümlesini birlikte paylaşanları görmek ne tuhaf. Bu tuhaflığa, “Erdoğan Kürdistan’da seçim yaptırmazsa, Brüksel ve Washington nezdinde seçimin meşruiyeti kalmaz.” diyen “Marksistlerin” yaklaşımlarını da eklemek gerek. Onca IŞİD güzellemesinin ardından bu “Marksistler” “ya aslında biz laikiz” dediklerinin ertesi günü İMC TV’ye çıkartılmışlardı.

İMC TV’nin ise sırtını nereye dayadığı belli (değil). Patronu olduğu söylenen Osman Kavala, geçmişte doğuda kullanılmış silâhları, uçakları modernize eden kişi. Erdoğan’ın tabiriyle, “kişi laik olmuyor, devlet oluyor” gibi, burada da kişi “sosyalist” oluyor ama icraatı olmayabiliyor. İMC’nin “aktivist-iş adamı” olarak takdim ettiği Osman Kavala’nın siyaseti, her telde oynadığı iktisadî yatırım alanlarından biri olarak gördüğü açık. Geçmişte ordu ihalelerinde ismi geçen bir sermayedarın özgürlük nutuklarına ve Kürd sevdasına aldananlar, ne tuhaf!

PKK’nin “ordu hedefimiz değil” deyip aslolarak jandarma ve polise saldırması, AKP binalarını hedef alması, özerklik ilân edip, “devleti tanıyoruz” demesi, bir başka tuhaflık. Vicdanî red hakkı, profesyonel ordu talepleri, jandarmanın ilga edilmesi, polisteki fethullahçılık hep sanki iç içe.

Dolayısıyla asıl mesele, seçim hükümetinde başkasının “Alevi bakan” gördüğü yerde Avrupa Birliği’ni, başkasının bilmem ne bakanını gördüğü yerde İsrail’i görmekte. Bir de buna eski devlet kalıntılarının merkeze çekilmesini de eklemek gerek. Seçim hükümetinin özeti bu değil mi?

* * *

Mursi’nin son konuşmasında “Mısır devrimi açların devrimi değildir.” [2 Temmuz 2013] demesi ile devrimin ilk günlerinde Haksöz’ün benzer bir laf etmesi, “bu devrim değil, inkılâp” demesi tesadüf mü? Haksöz’ün, 12 Mart darbesine her Müslüman karşı çıkarken, tek itiraz etmeyen örgütün devamcısı olması şaşırtıcı mı? Devletin İslamî hareketi maniple ve kontrol etmek için yerleştirdiği unsurların bugün AKP merkezinde olması tesadüf mü? O kendisini biricikmiş, vahiyle gelmiş gibi sunarken, solun aynı şekilde mukabele etmesi, belirli bir devlet geleneğinden onu tecrit etmesi ne tuhaf. Laik, din karşıtı, liberal özgürlükçü üç-beş kişiyi çıkınına atacağım diye bu siyasî körlük hiç hayra alamet değil oysa. Tabiatıyla bu siyaset, AKP’nin varlığına muhtaç. Onu “muktedir” kılan, söz konusu yaklaşım.

Ya da Mursi’nin kabinesine eski rejimden bir generali alması, toplumsal huzursuzluğu bastırma yönünde ordunun imkânlarını muhafaza edip güncellemesi ile Tayyip Erdoğan’ın Eylül 2011’de “laik olun” emri arasında bir bağ yok mu? İhvancıların, “bizi tüm güçlerimizle ortalığa çıkıp hükümet olmamız konusunda gazı Erdoğan verdi” demesinde bir gariplikten söz edilemez mi? 2010 referandumundaki yetmez ama evetçilerin, miting meydanlarında Erdoğan’ın teşekkürünü hakkedenlerin bugün Erdoğan düşmanlığının şampiyonluğunu yapması garip değil mi? Postal yerine ikame edilen konversler çarşı iznindeki askerlere denk düşmüyor mu? Askerî vesayet vasi askerler türetmedi mi? Neoliberal siyasetin ana aktörü olarak ordunun Mısır’daki tahakkümüne eklemlenip rejimin restorasyonuna hizmetkârlık etmek almadı mı Mursi’nin kellesini? Erdoğan’ın Rabia işaretini devletin kadîm ideolojisine malzeme kılması bir alamet değil mi? “Esma’yı görünce kızım aklıma geldi” diyen Erdoğan, tabanı tahkim etmiş olmuyor muydu? Gözünden dökülen bir damla yaşın bile Esma ile alakası yokken, buradan bölgedeki İslamcılaşmaya dair tezler üfürmek ne tuhaf.

Mezarlık evlerde oturanların çığlıklarını orta sınıf snoplara has bir biçimde küçümseyen Haksözcülerin Suriyeli mazlumları ağzına alması bir samimiyet terazisine muhtaç değil mi? Bugün “PKK düşmanlığı” ile neye hizmet ettiklerinin farkındalar mı?

Mağdurun, mazlumun, yoksulun müşterek çığlığı olarak İslam’ı, efendilerin sofrasında bir mezeye indirgeyenler utanmıyorlar mı?

* * *

Filmi geriye sarıp baktığımızda; AKP’nin iktidar değil ama hükümet olmasının ordudan cevaz almadan gerçekleşmesi mümkün mü? Erdoğan’ın 2011’de “laik olun” mesajı, içeri verilmiş bir emir değil mi? Laik olmak orduya eklemlenmek, emir eri olmak demek değil midir? Erdoğan’ın ağzındaki Türkiye’nin doksan yıldır ordu ve uzantılarınca kurulan cümlelerdeki “Türkiye”den farkı ne?

Mısır’da yüzlerce ihvancının Rabia Meydanı’nda katledilmesinin altında Millî Selamet Cephesi’nin imzası var. Ordu dışı ve orduya karşı tüm halk dinamiklerinin öfkesini “gericilik” eksenine oturtma çabası, orduyu siyasî özne olarak belirginleştiriyor, Mübarek gidiyor, tüm yapı tekrar dirilip solcuların, liberallerin üflediği nefesle ayağa kalkıyor, tekrar siyasete hükmünü koyuyor, olan fukara Müslüman Mısırlılara oluyor.

Erdoğan Eylül 2011’de “laik olun” derken, kendi yönelimini de anlatmakta. Önemli bir kitle tabanının bulunduğu “doğu vilayetleri”ni bu eklemlenme ile boşaltıyor. Barış süreci, Kürd ve Müslüman direncin tasfiyesi olarak tecessüm ediyor. Bunu yaparken Erdoğan, geçmişten çıkarttığı dersle, kalıcı, yerleşik, sağlam bir kitle tabanı oluşturmaya gayret ediyor. Doğalında, Mısır’daki liberallerin de alıcısı olduğu, “İslam faşisttir” tezleri ülkeye giriş yapıyor.

* * *

Dün Kürd hareketini destekleyen Diken, T24, Cumhuriyet gibi yapılar, bu faşizm tahlillerine PKK’yi de katacak şekilde bir hamle gerçekleştiriyorlar. Ordunun makul düzeye, kışlasına çekildiği bir “cennet Türkiye” hayallerinin esasında onların sivil askerler olarak siyaset arenasında arz-ı endam etme istekleriyle bağlantılı olduğu anlaşılıyor.

İşte bu yüzden Osman Kavala, İMC TV’de “PKK’nin silâhı bölge insanını irite ediyor” diyor. Seçim sürecinde söz hakkı elde eden işte bu liberallere dönük eleştirileri, “bizim müttefiklerimize saldırıdır bu, eleştiri yapanların tiz kelleleri vurula!” diyerek karşılayanlar, bu dönemi susarak geçirmeyi tercih ediyorlar. Ne tuhaf! Başlarını seçimden seçime çıkartanlara “devrimci” deniliyor bu ülkede, ne acayip!

* * *

Bebeği yıkadığımız suyu dökerken bebeği de atıyor olabilir miyiz? Osman Kavalaların nizamına halel gelmesin diye ileride Hz. Musa olacak o bebeği öldürüyor olabilir miyiz? AKP’yi, İslam’ı bu topraklara yabancı varlıklar olarak işaretlerken toprağın sahibi olduğunu iddia edenlere hizmet ediyor olabilir miyiz?

Erdoğan 2011’de büyük projelerini aktarırken, Kartal’dan Şile’ye kadar uzanan bölgeyi ranta açacağını söylüyor. Oradaki askerî araziler konusunda ordudan gerekli izni aldığını da sözlerine ekliyor. Kim kime kimin toprağını veriyor, kim kime hizmet ediyor, ne tuhaf!

Analizler niyetleri de ele veriyor. “Mısır devrimi açların devrimi değildir” demek, “öyle olmasa keşke” anlamını taşıyor. Ve esas olarak karnı tok olanların şiş göbeklerindeki gazı almayı amaçlıyor. Erdoğan’ın da bu düzen nezdinde bundan gayrı bir işlevi bulunmuyor.

* * *

Türkçe mesaj yayınlayan IŞİD’li ile Yalçın Küçük’ün aynı şeyi söylemesi ne tuhaf. İkisi de “ülkenin batısını ABD, doğusunu PKK yönetiyor” diyor. Akıl, zihin bayırdan aşağı yuvarlandığında aynı yere düşüyor. Küçük cehepelileri, IŞİD Müslümanları galeyana getirmek istiyor. Bu galeyan emrini verenleri ise kimse sorgulamıyor.

Erdoğan ve çevresi bir “üst akıl” edebiyatına sarılmış görünüyor. Kimsenin alt aklı, bu ülkeyi kuran iradenin aklını görmemesi ne tuhaf. Kestaneleri yiyenler başkaları oysa, birilerinin maşa olmayı bu kadar sevmeleri ne garip.

Erdoğan’ın Atatürk arazisine saray inşa etmesi, basit kişisel bir hırsın ürünü olabilir mi? Buna tek başına karar verebilir mi? “Atatürk”ün izni olmaksızın o koca bina inşa edilebilir mi? Tek siyaseti Erdoğan’ı Çankaya’ya döndürmek olanların bunu “görmemeleri”, zaten elindeki yetkileri kullandığını “anlamamaları” ne tuhaf!

* * *

“Devrim açların devrimi değildir” demek, “ben devrimi açlarla birlikte toprağa gömeceğim” demek, efendilere işmar etmek, “emrinize amadeyim” demek. Tahrir’de mermilere siper olan onca ihvancının iradesini toprağa gömenlerin bugün “AKP İslamî tabanından uzaklaşıp muhafazakâr parti oluyor” demesinin ne anlamı var?

Başta belirttiğimiz “Marksistler” o Tahrir’de toplananları o günlerde “çapulcu” ilân etmişti. Bir-iki sene sonra Taksim’de toplananlara Erdoğan “çapulcu” dedi. Devlet gibi düşünmeyi Marksistlik, devlet olduğunu zannetmeyi devrimcilik saymak, ne tuhaf!

Mısır’da bir fabrikada işçiler greve gidiyorlar, grevi İhvan milletvekilleri kırıyorlar. Ülkede eski rejimin kalıntılarını temizlemeye dönük yoğun bir kampanya var, bunu boğan, boşa düşüren gene İhvan. Ölçü, Mısır devletinden çekilince, her şey anlam kaymasına uğruyor. Garibim ihvancı işçi liderleri de selefî olmak durumunda kalıyorlar. Çünkü sol, özgürlük saplantısı yüzünden atalarını da redde tabi tuttuğu için “selefî” de olamıyor.

AKP, düzenin krize verdiği cevabın ürünü. Krizi fırsat gören orta sınıf yatırımcıların aklıyla ona karşı mücadele etmek mümkün değil. Mesele, Mursi’nin sözü karşısında durmak; mesele, “açların devrimini yapmak, devrimi açlara ait kılmak.”

Eren Balkır
30 Ağustos 2015

28 Ağustos 2015

Ebu Ali Mustafa: Filistinli Bir Devrimcinin Mirası

Biz direnmek için buradayız, uzlaşmak için değil.
[Ebu Ali Mustafa/1938-2001]


Ebu Ali Mustafa, Filistinli bir lider, bir şehid ve Filistin devriminin tüm aşamalarında muhafaza edilen azim ve ısrarın sembolüdür. 27 Ağustos 2001’de ABD’nin imal edip İsrail’in işgal ordusunun ellerine teslim ettiği bir helikopterden atılan füze ile vurularak katledilen Ebu Ali Mustafa’nın bir devrimci olarak hayatı yeni yeni ayağa kalmaya başlayan El-Aksa İntifadası’nın orta yerinde sona ermiştir.

Ancak onun mirası ve kurduğu okul bugün hâlâ yaşamaktadır. Lübnan’daki Filistinli mülteci kamplarında düzenlenen Ebu Ali Mustafa futbol turnuvasından Cenin yakında bulunan ve kendisinin de memleketi olan Arraba’daki Ebu Ali Mustafa İlkokulu’na ve oradan Halk Kurtuluş Cephesi silâhlı kanadına kadar birçok yerde ismi hâlâ capcanlıdır ve o, haklı bir dava uğruna ölenlerin halkının hayatı dâhilinde ölümsüz olduğunun açık bir delilidir.

Bir Filistinli devrimci olarak Ebu Ali Mustafa’nın geride bıraktığı miras sadece isminden ibaret de değildir. O bir savaşçı, stratejist, mücadeleci ve FHKC’nin genel sekreteridir. Peki Ebu Ali neyi temsil etmektedir? Adaletsizlik ve zulüm karşısında sürdürülen uzlaşmaz mücadeleyi. Açık, devrimci ve enternasyonalist bir vizyonu. Kapitalizme, ırkçılığa ve emperyalizme karşı küresel mücadeleyi. Merkezine her daim işçi sınıfını, mazlumları ve mültecileri alan, geri dönüş ve kurtuluşa dair tüm mücadele biçimlerini. Her şeyden öte, özgürleşmiş bir Filistin’i.

Mücadele içerisindeki insanlara ilham vermeye devam eden bu vizyon üzerinden o insanlar, yürüyüşlerde Ebu Ali Mustafa’nın resimlerini taşımaktadırlar. Onların yüklendiği, sadece Ebu Ali Mustafa’nın resimleri değil, onun vizyonu ve hedefidir de. Bizim de paylaştığımız bu hedef, vatana geri dönüş hakkı, kurtuluş, sosyalizm ve devrime dairdir.

Kaynak

 


25 Ağustos 2015

George Jackson

21 Ağustos 1971’de hapishanede gardiyanlar tarafından vurulup öldürülen George Jackson, ABD emperyalizmine dönük itinalı analizi ve isyankârlığı ile kendi kuşağının devrimcilerine ilham vermiş bir isimdir.

On sekiz yaşındayken bir yıla mahkûm edilen Jackson, 11 yılını parmaklıklar ardında geçirir. Bunun yedi yılı hücrede geçer. Katledildiği vakit hücre cezasını çekmektedir. Gardiyanların direncini kıramaması, buna ek olarak mahkûmlar arasında yürüttüğü örgütlenme faaliyeti, onu Soledad ve San Quentin hapishanelerinin zorba idarecilerinin hedefi hâline getirir.

Jackson hapishanede komünist klasikleri okumaya başlar. Soledad Birader isimli kitabında şunu söylemektedir:

“Marx, Lenin, Trotskiy, Engels ve Mao ile tanıştım. […] beni günahlarımdan kurtardılar. İlk dört yıl boyunca ekonomi ve askerî fikirlerden başka bir şey çalışmadım.”

Hapishane hücresinde Kara Panter Partisi’ne katılır ve son kitabı Gözümdeki Kan’da reform ve devrim arasındaki farktan şu şekilde bahseder:

“Mülkiyet ilişkilerini ve ekonomik durumları değiştirmeksizin devlet personelinin görevlerini değiştirip devlet formlarını farklılaştırırsanız, sadece eski burjuva devrimi içerisinde başka bir reform aşaması üretmiş olursunuz. Mevcut dengesizlikleri değiştirme gücü […] servetin üretimi ve dağılımı üzerindeki kontrolle ilgilidir. […]

Devrimci değişim, yüzde birin elindeki her şeye el konulmasını ve tüm bu varlıkların geri kalan yüzde doksan dokuzun ellerine aktarılmasını ifade eder. Eğer yüzde bir sadece başka bir yüzde bire yerini bırakıyorsa, devrimci değişim gerçekleşmiş olmaz.”

Deirdre Griswold

24 Ağustos 2015

Sarp Yokuş


Muhsin öğretmen sınıfa doğru uzanan koridorda yavaş ve mütereddid adımlarla yürüdü. Bu, eğitim dünyasındaki ilk tecrübesiydi. Sınıfa girdiğinde ne yapacağını kestiremeyince, mümkün olduğu kadar bu anı çabuk atlatmaya çalıştı.

Önceki gece, sabaha kadar yatağının üzerine devrilmiş, bu durum hakkında tefekküre dalmıştı: Kişinin insanların karşısında durması, onlara hitap etmesi zordu. Ancak neydi bunun sebebi? Belki de, insanlara bir şeyler öğretildiği içindir. Peki sen kimsin ki insanları eğitmeye kalkışıyorsun? Sen ki şu sefil hayatını, insanlardan eğitim adına hiçbir yarar sağlamadan geçirdin. Hal böyleyken, insanlara bir şey öğreteceğini mi sanıyorsun? Hem insanların hayatı öğreneceği en son yerin okul olduğuna inanan sen değil miydin? Pekâlâ şimdi neden öğretmen olup çıkıverdin?

Sabah kendini müdürün odasına attın, orada oturup kafanı meşgul eden o konuyu, bir başka açıdan tartışan diğer öğretmenleri dinledin.

– Çocukların, kitaplarını yanlarında taşımadıkları zamanlarda yapmamız gereken nedir? diye tartışırlarken;

Müdür burnundan konuşarak, lafı uzatmadan şöyle dedi:

– Her öğretmen kitap olmadan da nasıl ders işleneceğini bilmeli!

Sonra dönerek aşağılayıcı bir tavırla:

– Yapamadığın zaman öğrencilerin birinden konuyu anlatmasını iste…

Muhsin öğretmen kendi kendine:

“İşte öğretmenlerin ilk andan itibaren itaatkâr ve düzenli olarak ders vermesini isteyen okulun müdürü. Dün bir bu iki, şimdiden canımıza okuyacak gibi.”

Müdür, çayının son yudumunu içip odadan ayrıldı.

Upuzun koridor çocukların bağırış ve çığlıklarıyla doluyordu. Muhsin öğretmen yavaş adımlarla yürüyor ve kendisini, geleceğe uzanan gürültülü ve ahmakça bir girdapta olduğunu hissediyordu. Gürültü ve ahmaklık, başka bir şey değil!

Muhsin öğretmen sınıfa girer girmez, arka sıralarda kendi üzerine yığılmış bir çocuk şöyle seslendi:

Öğretmenim, güzel bir hikâyem var!..

Muhsin öğretmen henüz tek kelime etmeden çocuk, sırasını terk etti ve kendisinden büyük geniş pantolonu, eski kadınsı gömleği, kaşlarına kadar sarkmış sık siyah saçlarıyla arkadaşlarının karşısına geçti ve anlatmaya başladı.

“Babam iyi bir adamdı… Saçları ağarmıştı ve tek gözü vardı. Öteki gözünü ise saygın bir adama ayakkabı dikerken kaybetmiş. İğneyi ayakkabının topuğuna batırmaya çalışmış fakat topuk epey sertmiş, bu defa iğneyi daha sert batırmaya çalışmış, birkaç defa bunu tekrarlamış fakat ne fayda. Daha sonra ayakkabıyı göğsünün hizasına yükseltmiş ve var gücüyle iğneyi batırmış. Ayakkabıyı delerek geçen iğne, gözüne batmış…

Babam iyi bir adamdı, sakalı ne uzun ne de kısaydı. Çok çalışır, işini mükemmel yapardı. Yanında daima, tamir edilip yeniden kullanılır hale getirilmeyi bekleyen ayakkabılar olurdu.

Fakat babamın hiçbir zaman elverişli bir dükkânı olmadı. Hiç kimse de işinde yardımcı olmazdı. Dükkânı tahta bir kasa, tenekeler ve mukavva kâğıtlardan yapılmış bir kulübeydi. Birkaç çivi, ayakkabı, bir örs ve kendisinin sığabileceği kadar genişlikteydi dükkân. Bunun dışında bir sineğin dahi konabileceği bir boşluk yoktu. Öyle ki müşteriler, ayakkabılarının tamir edilmesini istediklerinde, dükkânın berisinde durmaları icap ederdi.

Bu dükkân, zengin bir adamın sarayının yükseldiği sarp bir yokuşta yer alıyordu. Sarayın terasından bakıldığında hiç kimse bu dükkânın varlığını hissetmezdi. Hatta dükkânın üzerindeki toprakta bitkiler dahi yeşermişti. Bu yüzden babam, sarayın sahibi dükkânını fark etmediği için, kovulmaktan korkmazdı. Zengin adam kesinlikle sarayı terk etmiyor, hizmetçiler istedikleri her şeyi ayağına kadar götürüyordu. Babam, ayakkabılarını bedava tamir etme karşılığında, hizmetçilerden kendi sırrını saklamaları üzerine anlaşmıştı.

Babam korkmadan, tereddüt etmeden işini düzenli olarak sürdürüyordu. İnsanlar onun ustalıkla ayakkabıları, yeniymiş gibi görünmesini sağlayacak şekilde tamir edebildiğini elbette biliyorlardı. Öyle ki her geçen gün kendisine daha çok ayakkabı gelirdi. Gecesini gündüzüne katarak sürekli çalışır ve anneme şöyle derdi:

Yarın öbür gün çocuklar okula gidecek…

Annem de şöyle derdi:

O zaman işler azalır sen de biraz rahat edersin…”

Çocuk, konuşmasını bitirip yerine döndü. Arkadaşları ise hikâyenin devamını bekler gibi hareketsiz, öylece duruyorlardı. Muhsin öğretmen birden bağırarak şöyle dedi:

Arkadaşınızı neden alkışlamadınız, hikâyeyi beğenmediniz mi yoksa?

Hikâyenin devamını anlatmasını istiyoruz.

Muhsin öğretmen hikâyenin devamı var mı diye sorunca, çocuk devam etti:

“Babamın birkaç ay öncesinden epeyce işi birikmişti. Öyle ki eve dönemez hale gelmişti. Annem, onun gece gündüz çalıştığını ve dükkânından ayrılacak vaktinin olmadığını söylüyordu. Zengin adam ise gece gündüz terasında oturuyor; muz, portakal, badem ve ceviz yiyor, çöpünü de sarayın terasından sarp yokuşa doğru fırlatıyordu. Bir sabah babamın kulübesinin olduğu yokuş, çöple dolmuştu. Öyle ki hizmetçiler babamın kulübesini göremez olmuşlardı. Annemin dediğine göre babam, dükkânın üzerine yığılan çöpleri fark edemeyecek kadar kendini işe kaptırmıştı. Büyük olasılıkla, her zaman yaptığı gibi kasasında oturmuş, elindeki ayakkabıları zamanında tamir edip sahiplerine teslim etmek ve işi bitince de eve dönmek için ciddi gayretle çalışıyordu. Fakat zannediyorum ki babam, orada ölmüştü.”

Öğrenciler alkış tuttu. Çocuk yerine döndü ve sessizce oturdu. Muhsin öğretmenle beraber öğrencilerin gözlerinin içi parladı.

Bir süre sonra Muhsin Öğretmen, çocuğu müdürün odasına götürürken, koridorda öğrencisine sordu:

Gerçekten babanın öldüğüne inanıyor musun?

Elbette babam ölmedi. O yaşıyor. Bunu, hikâyeyi bitirmek için uydurdum. Şayet bunu yapmasaydım hikâye bitmeyecekti.

“Aylar sonra yaz geldi. Güneş çöp yığınlarını kuruttu. Daha sonra babam dükkânı ve kasasını bu çöp yığınlarından temizledi ve eve dönmek üzere orayı terk etti.”

Muhsin öğretmen, yanında öğrencisiyle müdürün odasına girince şöyle dedi:

Sınıfımda deha bir öğrenci var. İzin verin, size babasının hikâyesini anlatsın.

Anlat bakalım oğlum, nedir babanın hikâyesi?

“Dükkânının küçük olmasına rağmen o, gerçekten usta biriydi. Şöhreti bir gün, sarayın sahibine ulaştı. Sarayın sahibi, elindeki bütün eski ayakkabıları tamir edip tekrar kendisine iade etmesi üzere ona gönderdi. Hizmetçiler tam iki gün bu ayakkabıları dükkâna taşımakla uğraştılar. Taşıma işi bittikten sonra babam ayakkabı yığınları arasında boğulmuştu. Zira küçücük dükkâna bunca ayakkabı nasıl sığsındı!”

Müdür elini ön cebine koyup, biraz düşündükten sonra şöyle dedi:

Bu çocuk delirmiş! Başka bir okula göndermeliyiz!

Bunun üzerine çocuk şöyle dedi:

Fakat ben deli değilim. Zengin adamın sarayına gidin ve ayakkabılarına bakın. Böylece her ayakkabının topuğunda babamın et parçalarını, hatta belki de gözlerini ve burnunu göreceksiniz. Gidin saraya!

Müdür şöyle dedi:

Bu çocuğun deli olduğuna inanıyorum.

Muhsin öğretmen araya girdi:

Fakat o deli değil. Kendim dahi zamanında ayakkabılarımı babasına tamir ettirmiştim. Sonra ki gidişimde babasının öldüğünü söylediler.

Nasıl öldü!?

“O gün yine eski bir ayakkabıya topuk çakan babam, sağlam olması için epeyce çivi kullanmıştı. İşi bitirince parmaklarını örsle ayakkabı arasında ezilmiş olarak gördü, düşünebiliyor musunuz! Çivilerle demir örsü dahi delebilecek güçte olan babam, yerinden kalkmayı bile beceremedi. Oradan gelip geçenler yardım etme teşebbüsünde bulunmayınca, adamcağız oracıkta ölünceye kadar öylece yığılıp kaldı.”

Müdür tek kelime etmeksizin, birbirine sokulmuş vaziyette ayakta bekleyen öğretmenle çocuğa başını sallayarak baktı. Sonrasında yumuşak deri koltuğuna doğru yöneldi ve oturdu. Dosyaları incelemeye koyulan müdür, Muhsin öğretmenle çocuğu göz ucuyla süzmeye devam etti.

Gassân Kenefâni
Beyrut, 1961

Gassân Kenefâni, 9 Nisan 1936’da İsrail’in Akka şehrinde doğdu. 1948’e değin Yafa’da yaşadı. Yazar aynı yıl, Siyonistlerin Filistin işgalinin ardından binlerce Filistinliyle beraber göçe zorlandı. Kısa bir süre Lübnan’da kaldıktan sonra ailesiyle birlikte Şam’a taşındı. Kenefâni, genç yaşlardan itibaren milli mücadele içerisinde aktif rol aldı. Kuveyt’te gazetecilik yaptığı sıralarda ilk edebî ürünlerini verdi. 1960’ta Beyrut’a taşındı ve oradaki haftalık Hurriyye (“Özgürlük”) gazetesinde edebiyat yazarlığı yaptı. 1963’te Muharrir (“Özgürlükçü”) gazetesinin genel yayın yönetmeni oldu. Enver ve Havadis gazetelerinde de çalışan yazar, 1969 yılında haftalık Hedef gazetesini çıkardı ve 8 Temmuz 1972’de şehit edilene kadar gazetenin genel yayın yönetmenliğini sürdürdü.

Bazı önemli eserleri: On İki Numaralı Yatağın Ölümü (Öykü, 1961), Bizim Olmayan Dünya (Öykü, 1965), Güneşteki Adamlar (Roman, 1963), Hayfa’ya Dönen Biri (Roman 1969).

Üslûp dergisi, 40, Temmuz – Ağustos 2015

20 Ağustos 2015

Üniforma


Ağlamak, kendine acımaktır. Belki de ölüm hâlinin çaresizliği karşısında duyulan yıkıma karşı geliştirilen anlık tepkidir. Çaresizliğin aşıldığı yer, başkalarının nefesine karışmaktır.

AKP, kadîm devletin metafiziğidir. Devletin kendisine acıdığı noktada, ölüm anının son gayretiyle üflenmiş nefesidir. Bu sebeple, başkalarının nefesini boğmaktır.

Gezi’de “copunu bırak, kaskını çıkar” diye bağıran kitleden ürken devlet, bugün eşkıyaların bedenlerini üniformalarından soymaktadır. “Çözüm süreci”nin barışı değil, bir halkın iradesinin çözülmesini ifade ettiği, artık anlaşılmıştır.

Efendiler, kendi çıkarlarını herkesin çıkarıymış gibi göstermekte mahirdirler. Bu hususta başvurulan ana yöntemse demokrasidir. Maharetin çıkar hâline gelmesi ise devlettir. Çırılçıplak bedenler, onların maskeli baloları, özel defileleri içindir. Zergele’de ancak fotoğrafın konusu olan hamile kadın, yalınayak Suriyeli çocuklar, mültecilerin üzerindeki paçavralar… Giysi, muktedirliğin alametidir. Medeni olmanın gayri medeni olana açtığı savaştır.

Üzerindeki örtüsü yırtılan devlet için faşizm, her şeyi açıktan yapmaktır. Göründüğü kadarıyla, kaderi seçimlere bağlı olan siyaset erbapları, Tayyip’le bu gerçeği gizlemek derdindedirler. Silvan’da keskin nişancıların saldırılarına mani olmak için asılan çarşaflar ne ise Tayyip odur.

“Her şeyin başı Tayyip. Nokta!” diyen Hasan Cemal, dedesi Cemal Paşa’yı savunmaktadır. Tayyip’se örtü ya da başka bir sebeple kendisine ihtiyaç duyulmasından ötürü histerik bir sevinç duymaktadır.

Savaş, devletin hastalığı değil, ilâcıdır. Her zaman mahfuz tutulan bir imkân olarak savaş, devletin dirileşmesi için şarttır.

Faşizm, emperyalizm imkânlarının sıfırlanıp, bu güçlerin içe dönmesidir. Devlet, yabancı kaldığı kendi toprağını “yeniden” işgal etmek zorundadır.

Filistinliler, meşru kabul etmedikleri “İsrail devleti” ifadesi yerine “işgalci devlet” ya da “işgal güçleri” tabirlerine başvururlar. Türkiye, bugün her zamankinden daha fazla İsrail’dir.

Bugün kadın partisinin veya hümanist sol partisinin sözüne kulak asmamak gerekir. Varto’daki çırılçıplaklık, Taksim’de “copu bırak, kaskını çıkart” diyen kitlenin mantığını paylaşır. Devlet için kendi üniforması dışında her türden kıyafet, karşı-üniformadır. Tek biçim odur, her şeyi biçimlendirmek için böyledir.

Kendi metafizik Öz kurgularının gürleşmesine bakanlar, kadını, Kürd’ü, Alevî’yi ya da işçiyi bir üniforma gibi görmektedirler. Bu da söz konusu kişilerin devlet gibi, devletle ve devlete nispetle düşündüklerinin bir delilidir. Tekbiçimlilik, karşısında sadece biçim, sadece kıyafet görecektir. Erkeğin, Türk’ün, Sünni’nin veya burjuvazinin gücü biçimselleştirilip soyulmaya çalışılacaktır.

Bu da devlete ve kapitalist efendilerine elbiseler diken Cemil İpekçi solculuğuna yol açmaktadır. Kadınların ucuz işgücü olarak piyasaya akması bir emir ise, rengârenk elbiseler, liberalizmin üniforması olacaktır.

İki Türkiye vardır ve iç içedir: Emperyalizmin kurduğu Türkiye’de devlet biçim, sermaye öz; kemalizmin kurduğu Türkiye’de devlet öz, sermaye biçimdir. Emperyalizmle kemalizmi karşı karşıya koyan sol, haindir.

Bugün Kürd’ün bedeni üzerinden dönen kavga, bir boyutuyla bu iki Türkiye’nin gerilimidir. Tayyip’se kendisini denge noktası olma imkânı olarak sunmaktadır.

“Habil ile Kabil arasında kıyamete dek süren savaş”a atıfta bulunması, özde kardeşliğe, biçimde kıyamete dönük vurgu ile ilgilidir. Kürdlerin “halkların kardeşliği” sloganını pek sevmemelerinin sebebi de budur. Ali Şeriati’nin sözüne atıfla, “kardeşlik” sloganının yerini, artık “eşitlik” almalıdır.

* * *

Biraz da masonik gerekçelerle hazırlanan ve internet âlemine sunulan bir grafik çalışmasında dünyadaki tüm dinlerin ve alt-dinlerin aynı şeyi söyledikleri iddia edilmektedir. Tüm bu dinleri ve alt-dinleri temsil eden simgelerin altına, onların peygamberlerinin ve öncülerinin sözleri iliştirilmiştir. Bu sözler, özünde, ahlak felsefesinde “altın kural” olarak geçen, “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma” demektedir. Bu grafikte tek farklı sözü İslam Peygamberi etmektedir. Aynıymış gibi görünen, ama aslında çok farklı bir anlam içeren söz, şöyledir: “Kendin için istediğin şeyi başkası için de iste.”

Eğer Türkler Müslüman’sa ve Peygamber’in yolunda ise, devlet istemiyor olmalılardır. İstiyorlar ise Kürd’ü de gözetmek durumdadırlar. Ya da sadece vefat etmiş, artık olmayan bir fani olarak bakıyorlardır Nebi’ye.

Eşkıyanın çırılçıplak bedeni, ezilenlerin ortak üniformasıdır.

Eren Balkır
20 Ağustos 2015

16 Ağustos 2015

Putin Esad’ı Satmayı mı Planlıyor?


Moskova’nın Suriye’deki jeostratejik amaçları Washington’ın amaçlarının tam zıttı. Bu basit gerçeği anlamak, savaşın lime lime ettiği ülkede gerçekte olan biteni anlamanın en kolay yolu.

Washington’ın ne istediği Brookings Enstitüsü’nden Michael E. O’Hanlon’ın kaleme aldığı “Suriye’yi Yapısöküme Uğratmak: Amerika’nın En Ümitsiz Savaşı İçin Yeni Bir Strateji” isimli makalede detaylı olarak izah ediliyor:

“[…] yegâne gerçekçi yol, pratikte Suriye’yi yapısöküme uğratmaktır. […]uluslararası toplum, zaman içerisinde Suriye’de yaşaması muhtemel bir dizi güvenlik ve yönetim alanı yaratmak amacıyla çalışmak zorunda kalacaktır.

Bu türden sığınakların oluşturulması, bir daha Esad’ın ya da IŞİD’in yönetme ihtimali ile yüzleşmeyeceği özerk bölgeleri üretebilir. […]

Geçici hedefimiz, bir dizi özerk bölgeyi içeren konfederal Suriye’ye ulaşmaktır. […] muhtemelen konfederasyon, uluslararası bir barış gücünün desteğini gerekli kılacaktır. Bu barış gücü, söz konusu bölgelerin savunulabilir ve yönetilebilir kılınması, oradaki halka yardım sağlanması, bölgelerin istikrara kavuşup ardından zaman içerisinde genişleyebilmesi için daha fazla askerin eğitilmesi ve donatılması için gerekli olacaktır.” […] Özerk bölgeler, artık ne Esad ne de halefi tarafından yönetilmesine izin vermeyecek net bir anlayış üzerinden özgürleştirilecek. [Michael E. O’Hanlon, Brookings Institute]

Esad ve IŞİD’i bir an unutalım, bunun yerine, şu yazıda geçen “özerk bölgeler, “sığınakların oluşturulması”, “güvenli bölgeler” ve “konfederal Suriye” ifadelerine odaklanalım.

Tüm bunlar, ABD politikasının aslî amacının, Suriye’yi ABD-İsrail’in bölgesel hegemonyasını tehdit etmeyen küçük birimlere ayırmak olduğunu söylüyor. ABD’nin oyun planının özeti bu.

Tersten Rusya ise bölünmüş bir Suriye istemiyor. Moskova ve Şam’ın uzun süredir müttefik olması (ve Rusya’nın Suriye kenti Tartus’ta askerî deniz üssü bulunması) yanında daha da önemlisi, parçalanmış bir Suriye’nin cihadî unsurların kullanacağı bir üs hâline gelme ihtimali. Böylesi bir ihtimal, Orta Asya genelinde teröristlerin konuşlanmasını ve Rusya’nın Lizbon’dan Vladivostok’a uzanan devasa bir serbest ticaret bölgesi dâhilinde kıtaları birleştirmeye dönük planının altını oyar. Putin terörizm tehdidini çok ciddiye alıyor, tam da bu nedenle Suriye’de çatışma sürecini sona erdirip güvenliği yeniden tesis etmek için bu süreci Suudi Arabistan, Türkiye, Irak, Suriye, İran, Kürdler ve Suriye muhalefetinden liderlerle müzakere etmek amacıyla gece gündüz çalışıyor. Batı medyası ise bu önemli müzakerelere karartma uyguluyor, zira Putin diğer dünya liderleri arasında saygı gören ve terörizmin yayılmasını durdurmak için her türden gayreti ortaya koyan bir arabulucu olarak görünüyor. Elbette bu, Putin’in medyada takdim edilen yeni Hitler portresiyle hiç örtüşmüyor, bu nedenle medya söz konusu müzakereleri hiç haber yapmıyor.

ABD ve Rusya arasındaki farklılıkların giderilmesi mümkün değil. Washington ulus-devlet sistemini sona erdirmek ve yeni bir dünya düzeni kurmak, Putin ise ulusal egemenliği, kendi kaderini tayin hakkını ve çokkutupluluğu korumak istiyor. Rusya ile ABD arasındaki çatışmanın temeli bu. Putin, tekkutuplu küresel düzene itiraz ediyor ve ABD müdahalesine, manipülasyonuna ve saldırganlığına direnebilen bir koalisyon kurmaya çalışıyor. Bu, basit bir iş değil, dolayısıyla ciddi bir ihtiyatı da gerekli kılıyor. Putin, ABD denilen Golyat’a karşı koyacak gerekli kaynağa sahip değil, bu nedenle hamlelerini doğru yapmak, büyük ölçüde, bugün de yaptığı biçimiyle, elini göstermeden işini görmek zorunda.

Son birkaç aydır Putin, Suriye’deki ana oyuncuların hepsiyle toplantılar düzenledi ve krizin çözülmesiyle ilgili olarak önemli bir yol katetti. Meselenin kilitlendiği nokta ise Esad’ın başkan kalıp kalmayacağı. Suudi Arabistan, Türkiye ve ABD kalmamasını istiyor. Putin ise birkaç sebepten ötürü buna karşı çıkıyor. İlk sebep, onun ihanet ediyormuş gibi görünüp güvenilir bir ortak olarak itibarının derinlemesine zarar görmesini istememesi. İkinci sebep, uluslararası hukukla ilgisi olmayan ve ileride gerçekleşebilecek bir darbede kendisine karşı kullanılabilecek “rejim değişikliği” doktrinini kabullenmesinin mümkün olmaması. Libya, Irak, Afganistan ve şimdilerde Yemen’de görüldüğü üzere, yabancı liderlerin kimin “meşru” kimin “gayrimeşru” olduğunu belirlemesine izin vermek felakete davetiye çıkartmak demek. Son sebepse şu: sonuçta Esad gitse bile, Putin’in Washington’ın bu kadar önemli bir meselede bu denli kolay bir zafer kazanmasına izin vermesi mümkün değil.

Peki perde gerisinde neler oluyor?

Haziran ayında Putin, Suudi Prensi ve Savunma Bakanı Muhammed bin Salman’la St. Petersburg’da bir araya geldi ve bölgede terörizmle mücadele etmek için bir koalisyon kurulması amacıyla “uluslararası bir hukuk çerçevesi” üzerinde çalışılmaya başlandı. Kısa bir süre sonra muhalefet gruplarının liderleri ile Suudi Arabistan, Türkiye, Suriye, Irak ve İran’dan üst düzey subaylarla bir araya geldi. Bu toplantıların amacı ise 30 Haziran 2012’de tasdik edilen Cenevre bildirisini uygulamak:

“Hükümet ve muhalefet üyelerini içeren ve karşılıklı rıza temelinde oluşturulması gereken, tam yetkili yönetim yetkilerini haiz geçici bir yönetimin teşkil edilmesi.

Suriye toplumunun tüm grup ve kesimlerinin anlamlı bir ulusal diyalog sürecine katılımı.

Anayasal düzenin ve hukuk sisteminin gözden geçirilmesi.

Teşkil edilen yeni kurum ve görevler için serbest ve adil çokpartili seçimler.”

Gördüğünüz üzere, Cenevre “Esad gidiyor mu kalıyor mu?” sorusuna, o aslî meseleye çözüm sunmuyor. İlgili soru tam olarak cevaplanmıyor. Verilecek cevap, “geçici yönetim”in bileşimine ve ileride yapılacak seçimlerin sonucuna bağlı.

Putin’in de böylesi bir sonuç istediği açık. İki gün önce Lavrov da bunu net olarak ifade etti zaten:

“Daha önce söylediğim gibi, Rusya ve Suudi Arabistan 30 Haziran 2012 Cenevre bildirisinin tüm ilkelerini, özellikle Suriye ordusu dâhil hükümet kurumlarının korunması ihtiyacını destekliyor. Suriye ordusunun teröristlere karşı verilecek etkin mücadeleye katılmasının gerçekten de önemli olduğu kanaatindeyim.

Daha önce de ifade ettiğim üzere, krizin çözülmesi konusunda benzer bir konumda olsak da aramızda farklar var, bu farklardan biri de Esad’ın kaderiyle ilgili. Biz, geçiş dönemi ve politik reformların parametreleri dâhil, çözüme ait tüm meselelerin bizzat Suriyelilerce halledilmesi gerektiği inancındayız. Cenevre bildirisinden de görüleceği üzere, bu meselelerin tüm muhalif kesimler ve hükümet arasındaki konsensüs aracılığıyla çözüme kavuşturulması gerekir.”

Bu ifadeden Putin’in gerçekte ne istediğini anlamak mümkün. Putin’in arzusu, “Irak benzeri bir kâbus senaryosundan kaçınmak için “Suriye ordusu dâhil, hükümet kurumlarının korunması.” (Bremer orduyu dağıttıktan sonra Irak’ta yaşananları hatırlayalım.) Öte yandan Putin, nihayetinde Moskova’nın kapısına dayanacak teröristlerin gelişme alanı olarak iş görecek paramparça edilmiş bir cehennem çukuruna yol açma ihtimali bulunan bir iktidar boşluğunun oluşmamasını istiyor. Bu boşluk sadece Washington’un amaçlarına hizmet eder, Rusya’nın değil.

Ayrıca “geçici yönetim” ve “serbest, adil çokpartili seçimler” üzerine kurulu toplam düşünce Putin’e onun Esad’ı okkanın altına atıyormuş gibi görünmesine neden olmaksızın ondan uzaklaşma imkânı sunuyor.

Bazıları bu tespiti eleştirip, “ne yani, Putin dostunu ve müttefikini satıyor mu?” diye sorabilir. Ama bu, tam olarak doğru değil. Putin bu noktada iki zıt şeyi aynı anda dengelemeye çalışıyor. O bir yandan müttefikine verdiği taahhüdü yerine getiriyor bir yandan da Suudi Arabistan’ın suyuna giderek onun düşmanlıkları sona erdirme noktasında kendisine yardım etmesini kabule zorluyor. Evet, burada mesele biraz üç parçaya ayrılıyormuş gibi ama Putin’in başka bir seçeneği var mı? O ya alelacele anlaşmaya varacak ya da kapıyı yüzlerine çarpma fırsatını elinde tutacak.

Peki ama neden?

Çünkü Washington anlaşma istemiyor. Onun tek arzusu savaş. Washington, bir arabulucu olarak Putin galip gelirse, Suriye’yi parçalayıp Ortadoğu haritasını yeniden çizme hedefine ulaşamaz. Şu şekilde ifade etmek de mümkün: Eğer Putin Suudi Arabistan’ı yanına çekerse, o vakit cihadî grupların para kaynaklarının önemli bir kısmı kuruyacak, Irak ve Kürd güçlerinin yardım ettikleri Suriye Ordusu da savaş alanında büyük bir başarı kazanacak ve IŞİD yok edilecek.

Bu, Washington’ın çıkarına mı?

Hayır. Esad koltuğunu kaybetse bile Cenevre sürecine göre bir sonraki cumhurbaşkanının ABD’nin seçtiği bir maşa olması pek mümkün değil, bu kişi büyük olasılıkla Suriye halkının çoğunluğunun desteklediği biri olacak. Washington’ın böylesi bir fikirden hoşlanmadığını söylemeye bile gerek yok.

Planın tek kusuru, Putin’in elini daha çabuk tutmasını gerekli kılıyor olması. ABD çoktan Ankara’dan Türkiye’deki İncirlik Üssü’nden insansız hava saldırıları ve bombardımanlarına başlamak için gerekli yeşil ışığı aldı bile ki bu, çatışmanın birkaç hafta ve ay içerisinde yoğunlaşacağı anlamına geliyor. Recep Tayyip Erdoğan, ABD’nin yürüttüğü hava saldırılarını Suriye’nin kuzeyinden toprak çalıp burayı “güvenli bölge” ilân etmek için bir kılıf olarak kullanıyor. 11 Ağustos tarihli International Business Times’taki yazıdan bu konuyla ilgili epey bir şey bulmak mümkün:

“Skype aracılığıyla International Business Times’a konuşan, Kuzey Suriye’de savaşan iki askerin bildirdiği kadarıyla, Pazartesi öğleden sonra ülkede IŞİD’den arındırılmış ‘güvenli bölge’ oluşturmayla ilgili ABD-Türkiye ortak girişiminin ilk aşamasını gerçekleştirmek için bir grup Türkmen savaşçı Suriye’nin Azez kasabasına geldi. Türkiye’den gelen ve Babul Selam sınır kapısından geçip Suriye’ye giren, içinde savaşçı taşıyan tanklar Azez’e girdi. Bu, Nusret Cephesi’nin çekilmesini sağlayan IŞİD’in Marea kasabasında saldırı düzenlemesine neden oldu.

İsyancılardan birinin dediğine göre, “başta herkes tanklarda Türk askerleri olduğunu sandı ama içindekiler Türkmen’di.

IBTimes’a Salı günü röportaj veren askerler Türkiye’de eğitim almışlar ve ülkedeki en büyük ılımlı muhalif isyancı koalisyonu içerisindeler. Hâlen savaşta oldukları için isimlerini saklı tutuyorlar. Ülkedeki isyancı gruplar arasında kurulan ittifaklarda yaşanan değişimlere bağlı olarak isimlerini açık etmiyorlar, zira birilerinin isimlerini kayıtlardan tespit edip kendilerinden intikam alabileceğini düşünüyorlar. Komutan olan askerlerden biri, kısa süre önce başkent Ankara’da Türk hükümetiyle yapılan görüşmelere katılmış. Toplantı, Suriye’nin kuzeyinde güvenli bir bölge oluşturulmasını amaçlayan Türkiye-ABD planı ile ilgiliymiş.” [“Turkey, US, Syrian ISIS-Free Safe Zone: Turkmen Brigades Move Into Syria, Al-Nusra Moves Out, Soldiers Say”, -Türkiye, ABD, IŞİD’den Arındırılmış Güvenli Bölge: Askerlerin İfadesine Göre, “Türkmen Tugayları Suriye İçine Girdi, El-Nusra Bölgeden Çıktı” IBT]

Ne yani, içi Türkiye’nin eğitip silâhlandırdığı asker dolu Türk tankları Suriye sınırını geçip burada belki de Halep dâhil belirli bir bölgeyi temizleyecek ve ele geçirecek öyle mi?

Bu, bana biraz işgalmiş gibi geldi, peki ya size?

Sözün özü: Eğer Washington’ın Suriye’yi parçalayıp onu teröristlerin gelişme imkânı bulacağı bir alana dönüştürmesine mani olmak istiyorsa, Putin’in elini çabuk tutup Suudileri yanına çekmesi, katliama son vermesi ve Cenevre bildirisini uygulaması şart.

Bu, kolay olmayacak elbette ama en azından onun doğru yolda olduğu görülüyor.

Mike Whitney
14 Ağustos 2015
Kaynak

15 Ağustos 2015

Hiroşima ve Nagazaki


ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’de Gerçekleştirdiği

Soykırımın Arkasındaki Sınıfsal Güçler

 

Önce 6 Ağustos’ta Hiroşima’da, ardından 9 Ağustos’ta Nagazaki’de sivil halkın uğradığı kitlesel katliamların yetmişinci yıldönümünde ABD şirket medyasında şu soru üzerinden bir tartışma yaşandı: “Bombalar Japonları teslim olmaya zorladı mı, ABD’nin kayıplarla karşılaşmasına engel oldu mu?”

Tarih çalışmaları, ilgili soruda öne sürülen işaret edilen hususların bombaların kullanılmasının sebebi değil, bahanesi olduğunu gösteriyor. Fotoğraflar yaşanan dehşetin tanığı. Bu noktada biz şu sorulara odaklanmak niyetindeyiz: Pasifik’te yaşanan bu savaşta karşı karşıya gelen bu iki temel gücün sınıf karakteri nedir? Amaçları nelerdir? Yaşanan çatışma, Washington’ı o korkunç silâhları sivil halka karşı kullanmaya neden itmiştir?

O dönemde hem ABD hem de Japonya emperyalist birer ülke. Her ikisinde de kapitalist ekonomi hüküm sürüyor, servet, endüstri ve bankacılıkla iştigal eden bir avuç yönetici sınıfa mensup ailenin elinde yoğunlaşmış. Bu yönetici sınıflar ülke içinde emekçi sınıfları sömürüyorlar. Japonya, Kore ve Çin’in belirli bir kısmına hükmediyor, yönetici sınıfı ise sermaye yatırımı yapıp yereldeki işçileri sömürüyor, hammaddeleri yağmalıyor. ABD ise Filipinler’i, Porto Riko’yu, Havai’yi yönetiyor ve aynı şeyleri yapıyor.

Pasifik Adaları’nın ve Doğu Asya’nın kontrolü konusunda iki emperyalist güç arasında süren rekabet II. Dünya Savaşı’nın Pasifik’e taşınmasına neden oluyor. Her iki yönetici sınıfın da hedefi Pasifik Adaları ile Doğu Asya’yı kontrol etmek. Japonya ve ABD’deki emekçi sınıflarla çiftçilerin “kendi” yöneticilerinin kazanacakları zaferden elde edebilecekleri hiçbir şey yok.

ABD emperyalizminin amacı, Japon devletini ezip bölgede kendisine uşak kılmak. Bugün de ABD emperyalizmi hâlâ söz konusu bölgede hegemonya kurmak niyetinde, ama bu sefer ilgili niyete dayanan faaliyetlerini Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı kurulan ittifak dâhilinde yeniden silâhlandırılan Japon yönetici sınıfını küçük ortak hâline getirerek ortaya koyuyor.

Çin ve Kore halkları, hâlâ Japon yöneticilere fetih süreci dâhilinde ordusunun işlediği suçları kabul ettirmeye çalışıyor. Japonya’da hâlihazırda iktidarda olan sağcı başbakan Shinzō Abe özür dilemeyi reddediyor, bunun yerine, daha güçlü silâhlara sahip, saldırgan bir Japon ordusu istediğini söylüyor. Japonya’nın işlediği suçlardan biri de Hiroşima’da zorla çalıştırılan 20.000 Korelinin öldürülmesi.

ABD Emperyalizminin Suçları

ABD’de mücadele eden komünistler olarak bizler esasta ABD emperyalizminin işlediği suçlara odaklanıyoruz. O dönemde yönetici sınıf savaşa girip Japonları öldürme konusunda kitleleri seferber etmek için o en aşağılık şovenist ve ırkçı propagandaya başvurup Japon halkını insanlık dışı varlıklara olarak resmetti. Buna bir de ülkede yaşayan, ataları Japon olan insanları enterne edip toplama kamplarına tıkmayı ekledi. Ardından da Japon sivillere yangın ve atom bombaları attı.

ABD ordusu, yangın bombalarının kentleri imha edebileceğini, Temmuz 1943’te İngilizlerle birlikte Hamburg’a yaptığı ve 43.000 Alman sivilin öldürüldüğü saldırıda, ayrıca çoğunluğu mülteci olan otuz ilâ doksan bin civarında insanın yandığı veya dumandan boğulduğu Şubat 1945’te Dresden’e yapılan saldırıda öğrendi.

ABD Japon adalarına yakın adaları ele geçirdikten sonra Hava Kuvvetleri elindeki yangın bombaları ile 68 Japon kentine yüz binlerce insanın öldüğü saldırılar düzenledi.

En büyük ve en yıkıcı saldırılar 7-8 Mart 1945’te gerçekleşti. Bu saldırılarda yüzlerce B-29 uçağı 2.000 ton yangın bombasını Tokyo’nun işçi mahallelerine bıraktı. Saldırı sonucu 130.000 insan yanarak öldü. Washington 1 Kasım 1945’te başlayan işgal hareketi esnasında bu katliam planını sürdürmeyi amaçlıyordu.

ABD emperyalizmi ilk test amaçlı atom bombasını 16 Temmuz 1945’te patlattı. Yönetici sınıf elindeki mülkle ilgili çıkarları ve kârları noktasında etkili olduğuna inansa bu bombayı kullanma konusunda bir saniye tereddüt etmezdi. Birinci ve ikinci dünya savaşları, yönetici sınıfların bırakalım “düşman”ı kendi işçi ve köylüsünü bile feda etmeye ne denli hazır olduğunu zaten göstermişti.

Söz konusu süreçte Hiroşima ve Nagazaki yangın bombalarından nasibini almamıştı. Zira iki kent de askerî bir değere sahip değildi. Pasifik’teki savaşın sona ermeye yüz tuttuğu süreçte ki savaş Avrupa’da 8 Mayıs’ta bitmişti, Washington iki farklı tipte nükleer füzyon bombasını test edebileceği çok az imkâna sahipti. Bombalardan biri zenginleştirilmiş uranyumla, diğeri de plütonyumla yapılmıştı. Savaş süresince hiç dokunulmamış bu iki kentte ABD bombaların etkilerini gözlemleme imkânı bulacaktı. Bombalar atıldıktan sonra 200.000 kişi hemen, 150.000’i de süreç içerisinde yavaş yavaş öldü.

ABD ordusu böylelikle dünyaya neleri becerebileceğini göstermiş oldu. Sonrasında Kore ve Vietnam savaşlarında da bomba kullanma tehdidine açıktan başvurdu.

Sovyetler Birliği Savaş İlân Ediyor

Yenildiklerini bilen Japon yöneticiler atom bombalarından daha büyük bir tehditle karşılaştılar. Bir işçi devleti olan Sovyetler Birliği savaş ilân etti. Sovyetler Birliği nereyi işgal etse, sadece Japon egemenliğini değil, ayrıca yönetici sınıfın mülkiyet haklarını da tehdit ediyordu.

Her ne kadar birisine teslim olmaktan nefret etseler de Japon yöneticiler, sosyalist Sovyetler Birliği yerine kapitalist ABD’ye teslim olmayı tercih ettiler. ABD’nin 1950’ye dek süren Japon işgali süresince General Douglas MacArthur Japon Komünist Partisi ve sendikaları ezdi.

Sovyet Kızıl Ordusu’nun, örneğin Çin’in parçası olan Mançurya’da, Japonların zorla çıkartılmasına yardımcı olduğu yerlerde halk kendilerini Japon emperyalist idaresinden kurtarıp toprak ağaları ile kapitalistlerin mülklerine el koydular. Japon yöneticilerin halkının üzerine atılan o atom bombalarından daha çok korkutan da esas olarak buydu.

John Cataliontto
13 Ağustos 2015
Kaynak

14 Ağustos 2015

Rabia Katliamı


Kahire’de 14 Ağustos 2013 Çarşamba günü barışçıl gösteriler düzenleyen yüz binlerce insan, altı hafta süren ve 25 Ocak 2011’deki devrim sonrası iktidara gelen ilk seçilmiş cumhurbaşkanını deviren askerî darbe sonrası demokrasinin yeniden tesis edilmesini istedikleri oturma eylemine son veriyorlardı.

Rabia Meydanı’nın dışında konuşlanmış, silâhlı araçları, buldozerleri ve helikopteri ile binleri bulan polis birlikleri, meydanı tüm acımasızlığıyla bir katliam sahnesine dönüştürme emirlerini ifa ettiler.

Aralıksız on saat süren ateş sonucu genç, yaşlı kadın, yüzlerce şehid toprağa düştü. Otuzdan fazla çocuk katledildi. Tüm o insanlar tam bir soğukkanlılıkla öldürüldüler.

Uluslararası Af Örgütü bugünü “Mısır’ın En Karanlık Günü” ilân ederken, İnsan Hakları Gözlem Evi de bu katliamın modern tarihte göstericilere karşı, tek bir gün içerisinde yapılmış en büyük kitlesel katliam olduğunu söyledi ve insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu duyurdu.

Eldeki kayıtlara göre, katliamda 868 insan öldürüldü, on kişi kayboldu, onu ise herhangi bir belge olmaksızın toprağa verildi.

Dört gün sonra bir hapishane aracında gözaltındaki 37 kişi katledildi, 200’den fazla insan ise işkence ve yetersiz tıbbî hizmet sebebiyle öldü.

Bugüne dek Rabia Katliamı aradan geçen iki yıla karşın aralıksız sürdü. Ölü, yaralı ya da gözaltında olan mağdurların haklarının iadesi konusunda herhangi bir ciddi çaba ortaya konmadı, katliamın sorumlularını adalet önüne çıkartacak tek bir soruşturma bile açılmadı.

Rabaa Story

Açlık Grevinde 60. Gün



Filistinli Tutsaklar Derneği’nin açıklamasına göre, iki aydır açlık grevinde olan Filistinli tutsak Muhammed Allan Cuma sabahı bilincini yitirdi.

Derneğin açıklamasına göre, Allan’ın sağlığı geceleyin tehlike arz edecek şekilde kötüleşti ve Allan şiddetli titreme ardından komaya girdi. Barzilai Tıp Merkezi ise Allan’ın sağlık durumunun stabil olduğunu, nefes alıp vermesine yardımcı olmak için suni solunum cihazına bağlandığını söyledi.

Uluslararası Kızıl Haç Komitesi gelişmelerle ilgili olarak bilgilendirildi, komite bunun üzerine kendisine damar yoluyla sıvı ve sodyum verilen Allan’ı muayene etmesi için bir doktor gönderdi.

İsrail Hapishane Hizmetleri’nin bir sözcüsü ise bu gelişmelerden haberdar olmadıklarını söyledi. İsrailli yetkililer, daha öncesinde Allan’ın sağlığı kritikleştiği takdirde kendisini zorla beslemek için kimi tartışmalara yol açan yeni kanuna başvurabileceklerini ifade etmişti.

Ancak İsrail meclisinin Filistinli üyesi Usame Sadi, “sağlık durumu çok kötü. Allan birkaç saat içinde şehit olabilir.” dedi.

Yaptığı duyurudan kısa bir süre sonra İsrail Hapishane Hizmetleri, İsrail hapishanelerinde alarm durumuna geçtiğini, tüm kısımları kapatıp namaz kılınmasına mani olacağını açıkladı.

Ma’an