Pages

24 Ağustos 2015

Sarp Yokuş


Muhsin öğretmen sınıfa doğru uzanan koridorda yavaş ve mütereddid adımlarla yürüdü. Bu, eğitim dünyasındaki ilk tecrübesiydi. Sınıfa girdiğinde ne yapacağını kestiremeyince, mümkün olduğu kadar bu anı çabuk atlatmaya çalıştı.

Önceki gece, sabaha kadar yatağının üzerine devrilmiş, bu durum hakkında tefekküre dalmıştı: Kişinin insanların karşısında durması, onlara hitap etmesi zordu. Ancak neydi bunun sebebi? Belki de, insanlara bir şeyler öğretildiği içindir. Peki sen kimsin ki insanları eğitmeye kalkışıyorsun? Sen ki şu sefil hayatını, insanlardan eğitim adına hiçbir yarar sağlamadan geçirdin. Hal böyleyken, insanlara bir şey öğreteceğini mi sanıyorsun? Hem insanların hayatı öğreneceği en son yerin okul olduğuna inanan sen değil miydin? Pekâlâ şimdi neden öğretmen olup çıkıverdin?

Sabah kendini müdürün odasına attın, orada oturup kafanı meşgul eden o konuyu, bir başka açıdan tartışan diğer öğretmenleri dinledin.

– Çocukların, kitaplarını yanlarında taşımadıkları zamanlarda yapmamız gereken nedir? diye tartışırlarken;

Müdür burnundan konuşarak, lafı uzatmadan şöyle dedi:

– Her öğretmen kitap olmadan da nasıl ders işleneceğini bilmeli!

Sonra dönerek aşağılayıcı bir tavırla:

– Yapamadığın zaman öğrencilerin birinden konuyu anlatmasını iste…

Muhsin öğretmen kendi kendine:

“İşte öğretmenlerin ilk andan itibaren itaatkâr ve düzenli olarak ders vermesini isteyen okulun müdürü. Dün bir bu iki, şimdiden canımıza okuyacak gibi.”

Müdür, çayının son yudumunu içip odadan ayrıldı.

Upuzun koridor çocukların bağırış ve çığlıklarıyla doluyordu. Muhsin öğretmen yavaş adımlarla yürüyor ve kendisini, geleceğe uzanan gürültülü ve ahmakça bir girdapta olduğunu hissediyordu. Gürültü ve ahmaklık, başka bir şey değil!

Muhsin öğretmen sınıfa girer girmez, arka sıralarda kendi üzerine yığılmış bir çocuk şöyle seslendi:

Öğretmenim, güzel bir hikâyem var!..

Muhsin öğretmen henüz tek kelime etmeden çocuk, sırasını terk etti ve kendisinden büyük geniş pantolonu, eski kadınsı gömleği, kaşlarına kadar sarkmış sık siyah saçlarıyla arkadaşlarının karşısına geçti ve anlatmaya başladı.

“Babam iyi bir adamdı… Saçları ağarmıştı ve tek gözü vardı. Öteki gözünü ise saygın bir adama ayakkabı dikerken kaybetmiş. İğneyi ayakkabının topuğuna batırmaya çalışmış fakat topuk epey sertmiş, bu defa iğneyi daha sert batırmaya çalışmış, birkaç defa bunu tekrarlamış fakat ne fayda. Daha sonra ayakkabıyı göğsünün hizasına yükseltmiş ve var gücüyle iğneyi batırmış. Ayakkabıyı delerek geçen iğne, gözüne batmış…

Babam iyi bir adamdı, sakalı ne uzun ne de kısaydı. Çok çalışır, işini mükemmel yapardı. Yanında daima, tamir edilip yeniden kullanılır hale getirilmeyi bekleyen ayakkabılar olurdu.

Fakat babamın hiçbir zaman elverişli bir dükkânı olmadı. Hiç kimse de işinde yardımcı olmazdı. Dükkânı tahta bir kasa, tenekeler ve mukavva kâğıtlardan yapılmış bir kulübeydi. Birkaç çivi, ayakkabı, bir örs ve kendisinin sığabileceği kadar genişlikteydi dükkân. Bunun dışında bir sineğin dahi konabileceği bir boşluk yoktu. Öyle ki müşteriler, ayakkabılarının tamir edilmesini istediklerinde, dükkânın berisinde durmaları icap ederdi.

Bu dükkân, zengin bir adamın sarayının yükseldiği sarp bir yokuşta yer alıyordu. Sarayın terasından bakıldığında hiç kimse bu dükkânın varlığını hissetmezdi. Hatta dükkânın üzerindeki toprakta bitkiler dahi yeşermişti. Bu yüzden babam, sarayın sahibi dükkânını fark etmediği için, kovulmaktan korkmazdı. Zengin adam kesinlikle sarayı terk etmiyor, hizmetçiler istedikleri her şeyi ayağına kadar götürüyordu. Babam, ayakkabılarını bedava tamir etme karşılığında, hizmetçilerden kendi sırrını saklamaları üzerine anlaşmıştı.

Babam korkmadan, tereddüt etmeden işini düzenli olarak sürdürüyordu. İnsanlar onun ustalıkla ayakkabıları, yeniymiş gibi görünmesini sağlayacak şekilde tamir edebildiğini elbette biliyorlardı. Öyle ki her geçen gün kendisine daha çok ayakkabı gelirdi. Gecesini gündüzüne katarak sürekli çalışır ve anneme şöyle derdi:

Yarın öbür gün çocuklar okula gidecek…

Annem de şöyle derdi:

O zaman işler azalır sen de biraz rahat edersin…”

Çocuk, konuşmasını bitirip yerine döndü. Arkadaşları ise hikâyenin devamını bekler gibi hareketsiz, öylece duruyorlardı. Muhsin öğretmen birden bağırarak şöyle dedi:

Arkadaşınızı neden alkışlamadınız, hikâyeyi beğenmediniz mi yoksa?

Hikâyenin devamını anlatmasını istiyoruz.

Muhsin öğretmen hikâyenin devamı var mı diye sorunca, çocuk devam etti:

“Babamın birkaç ay öncesinden epeyce işi birikmişti. Öyle ki eve dönemez hale gelmişti. Annem, onun gece gündüz çalıştığını ve dükkânından ayrılacak vaktinin olmadığını söylüyordu. Zengin adam ise gece gündüz terasında oturuyor; muz, portakal, badem ve ceviz yiyor, çöpünü de sarayın terasından sarp yokuşa doğru fırlatıyordu. Bir sabah babamın kulübesinin olduğu yokuş, çöple dolmuştu. Öyle ki hizmetçiler babamın kulübesini göremez olmuşlardı. Annemin dediğine göre babam, dükkânın üzerine yığılan çöpleri fark edemeyecek kadar kendini işe kaptırmıştı. Büyük olasılıkla, her zaman yaptığı gibi kasasında oturmuş, elindeki ayakkabıları zamanında tamir edip sahiplerine teslim etmek ve işi bitince de eve dönmek için ciddi gayretle çalışıyordu. Fakat zannediyorum ki babam, orada ölmüştü.”

Öğrenciler alkış tuttu. Çocuk yerine döndü ve sessizce oturdu. Muhsin öğretmenle beraber öğrencilerin gözlerinin içi parladı.

Bir süre sonra Muhsin Öğretmen, çocuğu müdürün odasına götürürken, koridorda öğrencisine sordu:

Gerçekten babanın öldüğüne inanıyor musun?

Elbette babam ölmedi. O yaşıyor. Bunu, hikâyeyi bitirmek için uydurdum. Şayet bunu yapmasaydım hikâye bitmeyecekti.

“Aylar sonra yaz geldi. Güneş çöp yığınlarını kuruttu. Daha sonra babam dükkânı ve kasasını bu çöp yığınlarından temizledi ve eve dönmek üzere orayı terk etti.”

Muhsin öğretmen, yanında öğrencisiyle müdürün odasına girince şöyle dedi:

Sınıfımda deha bir öğrenci var. İzin verin, size babasının hikâyesini anlatsın.

Anlat bakalım oğlum, nedir babanın hikâyesi?

“Dükkânının küçük olmasına rağmen o, gerçekten usta biriydi. Şöhreti bir gün, sarayın sahibine ulaştı. Sarayın sahibi, elindeki bütün eski ayakkabıları tamir edip tekrar kendisine iade etmesi üzere ona gönderdi. Hizmetçiler tam iki gün bu ayakkabıları dükkâna taşımakla uğraştılar. Taşıma işi bittikten sonra babam ayakkabı yığınları arasında boğulmuştu. Zira küçücük dükkâna bunca ayakkabı nasıl sığsındı!”

Müdür elini ön cebine koyup, biraz düşündükten sonra şöyle dedi:

Bu çocuk delirmiş! Başka bir okula göndermeliyiz!

Bunun üzerine çocuk şöyle dedi:

Fakat ben deli değilim. Zengin adamın sarayına gidin ve ayakkabılarına bakın. Böylece her ayakkabının topuğunda babamın et parçalarını, hatta belki de gözlerini ve burnunu göreceksiniz. Gidin saraya!

Müdür şöyle dedi:

Bu çocuğun deli olduğuna inanıyorum.

Muhsin öğretmen araya girdi:

Fakat o deli değil. Kendim dahi zamanında ayakkabılarımı babasına tamir ettirmiştim. Sonra ki gidişimde babasının öldüğünü söylediler.

Nasıl öldü!?

“O gün yine eski bir ayakkabıya topuk çakan babam, sağlam olması için epeyce çivi kullanmıştı. İşi bitirince parmaklarını örsle ayakkabı arasında ezilmiş olarak gördü, düşünebiliyor musunuz! Çivilerle demir örsü dahi delebilecek güçte olan babam, yerinden kalkmayı bile beceremedi. Oradan gelip geçenler yardım etme teşebbüsünde bulunmayınca, adamcağız oracıkta ölünceye kadar öylece yığılıp kaldı.”

Müdür tek kelime etmeksizin, birbirine sokulmuş vaziyette ayakta bekleyen öğretmenle çocuğa başını sallayarak baktı. Sonrasında yumuşak deri koltuğuna doğru yöneldi ve oturdu. Dosyaları incelemeye koyulan müdür, Muhsin öğretmenle çocuğu göz ucuyla süzmeye devam etti.

Gassân Kenefâni
Beyrut, 1961

Gassân Kenefâni, 9 Nisan 1936’da İsrail’in Akka şehrinde doğdu. 1948’e değin Yafa’da yaşadı. Yazar aynı yıl, Siyonistlerin Filistin işgalinin ardından binlerce Filistinliyle beraber göçe zorlandı. Kısa bir süre Lübnan’da kaldıktan sonra ailesiyle birlikte Şam’a taşındı. Kenefâni, genç yaşlardan itibaren milli mücadele içerisinde aktif rol aldı. Kuveyt’te gazetecilik yaptığı sıralarda ilk edebî ürünlerini verdi. 1960’ta Beyrut’a taşındı ve oradaki haftalık Hurriyye (“Özgürlük”) gazetesinde edebiyat yazarlığı yaptı. 1963’te Muharrir (“Özgürlükçü”) gazetesinin genel yayın yönetmeni oldu. Enver ve Havadis gazetelerinde de çalışan yazar, 1969 yılında haftalık Hedef gazetesini çıkardı ve 8 Temmuz 1972’de şehit edilene kadar gazetenin genel yayın yönetmenliğini sürdürdü.

Bazı önemli eserleri: On İki Numaralı Yatağın Ölümü (Öykü, 1961), Bizim Olmayan Dünya (Öykü, 1965), Güneşteki Adamlar (Roman, 1963), Hayfa’ya Dönen Biri (Roman 1969).

Üslûp dergisi, 40, Temmuz – Ağustos 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder