Pages

30 Kasım 2023

Malthus ve Saylon: Yapay Zekâ, Değersizleşme ve Dijital Kapitalizm



Gösteri toplumu, toplumsal hayatı kendi ürettiği ürünlere kul ediyor. Bunun en somut kanıtı, yapay zekânın ve teknolojik gelişmenin köklü değişimlere yol açacağına dair gelecek tasarımı ve yapay zekânın insanların ve/veya türümüzün yok oluş sürecine yön vermesi ihtimali karşısında duyulan korku.

Gösteri toplumu giderek genişliyor, dijital kapitalizm, kendisini her yerde hissettiriyor. Bu açıdan ilgili dönem, Guy Debord’un kavramlarıyla analiz edilmeyi bekliyor.

Yapay zekânın insan türünü yok edeceği ortamın gerçek doğayla bir alakası yok. Orada toplum, kendi yürüttüğü faaliyetlerin artık ürünü hâline gelecek. O gerçeklikte insanlar, sadece yoksullaşmayacaklar, ayrıca işsizleşip hükümsüz hâle gelecekler. Bu, insanların yeni yeni kafaya taktıkları bir olgu.

Muhtemelen bu hükümsüzlük meselesi, beyazların elindeki üstünlüğün bir neticesi. Zira uzun zamandan beri kapitalist projenin merkezinde sosyal Darwinci mitoloji duruyor. Bu mitolojiye optimal düzeyde verimli olan, “çürük” unsurların artık yük teşkil etmediği nüfusun beslenmesini öngören öjenist düşler eşlik ediyor.

Marx, Thomas Malthus’un dile getirdiği fikirleri sert bir dille eleştirmişti. Malthus’a göre bilhassa yoksulluk durumunda insanlar, sabit olan kaynaklara, nüfusa ait sınırlara tabi bir hayat yaşıyor, diğer türlerle rekabet içerisine giriyor. Marx ise yoksulluğu talep edenin de üretenin de kapitalizm olduğunu söylüyor.

İşte kapitalist yapay zekânın o beş para etmez merkezinde bu artık insanlara işaret eden doğa anlayışı, çevreyi sabit olarak ele alan görüş duruyor. Bu Maltusçu yapısı içerisinde hayatın sadece kâr getiren bir metaya dönüştürülebildiği ölçüde faydalı olabileceği üzerinde duruluyor. Dijital kapitalizmin hayalindeyse matematiksel otokrasiyi tesis etmek var.

Yapay zekâ, insan türünün yok olacağına dair fikrin zihne üşüşmesine sebep oluyor. Buradan da ekonomiye dair bir mantıkla, insan topluluklarının dışlanmasını, kısırlaştırılmasını, temizlenmesini ve teslim alınmasını rasyonalize eden düşünce pratiği galebe çalıyor.

Debord’un “hayatın dışının özerk hareketi”ne dair eleştirisi üzerinden bu alabildiğine sahte olan doğa tasarımına karşı bir siyasetin geliştirilmesi gerekiyor.

Altmışlar sonrası uygulanan mali disiplin, tasarruf tedbirleri üzerine kurulu düzen, âlây-ı vâlâ ile reklâm edilip uygulanan özelleştirmeler, hep birlikte, “değer üret, üretmiyorsan öl” ilkesi uyarınca artık bir nüfus meydana getirdi.

Dijital kapitalizm, sanayisizleşmenin, iktisadi serbestleşmenin, çokuluslu tekellerin, zenginlere verilen vergi indirimi türünden tavizler üzerine kurulu ekonominin ve insanların kitleler hâlinde hapse tıkıldığı koşulların hüküm sürdüğü bir dönemde gelişip serpildi.

Sembolik bir anlama sahip bir olgu olarak ABD, diğer tüm uluslardan daha fazla insan barındırıyor hapishanelerinde. Bu, büyük ölçüde “uyuşturucuyla mücadele”nin bir sonucu. Bu anlamda, ABD’nin Latin Amerika’da yürüttüğü antikomünist faaliyetleri ile uyuşturucu kaçakçılığı arasında bağ kurmak gerekiyor. Amerika için hapishane, aynı zamanda sanayisi yitip gitmiş toplumları besleyen bir sektör.

Amerika’da ayakları prangalı halk kitleleri, özünde politik-ekonomik mahkûmlardan oluşuyor. Dijital kapitalizm, yeni iletişim imkânları yanında, halka arzlarda da ciddi bir artışa sebep oldu, ama bir yandan da insanları parklardan, şehir merkezlerinden, sosyal konutlardan mahrum etti, hayatı tarumar eden polis pratikleriyle yüzleştirdi.

Sermaye, kendi “otokrasi”sini tesis etti. Bu otokrasi düzeninde mülk sahipleri, başkalarının ortadan kaybolduğu, göz önünden çekildiği gerçekliği yönetiyorlar ve bu gerçeklikten kâr elde ediyorlar. İnsanların her daim potansiyel düzeyde birer “atık” hâline geldiği bu ortamda bir Saylon felâketini tahayyül etmemiz kimseyi şaşırtmasın.

Dijital kapitalizm ortaya çıktıkça bir şeyler demokratikleşmiş gibi göründü, ama onda aynı zamanda otokrasiye, şiddete ve yok oluşa yol açma ihtimali de mevcut. Guy Debord’un Gösteri Toplumu’nun 40. tezinde dile getirdiği biçimiyle, “insan emeğinin kendine yabancılaştığı sahte doğa, sonsuza dek insan emeğinin hizmetini talep eder.” Gösteri toplumu üzerinden eskinin hizmetkârlık üzerine kurulu siyasetinde hâkim olan emtia biçiminin kapsamı genişler ve yok oluş sürecinin yeni sahte doğasını içerir. Bu, “hayat dışının özerk hareketi”nin nihai ifadesidir.

Sahte doğa, iktidarı ve hiyerarşiyi ifade eder. Guy Debord’un yazıları, altmışların Keynesçi, sanayileşmenin hüküm sürdüğü gerçekliğiyle, “kökeninde en eski toplumsal uzmanlaşmanın, yani iktidarın uzmanlaşması olgusunun durduğu gösteri”yle [23. Tez] alakalıdır. Dolayısıyla, gösteri toplumu, diğer herkes hakkında konuşan uzmanların bir faaliyetidir. O, diğer her türden ifade biçiminin yasaklandığı, hiyerarşik toplumun gene doğrudan kendisini diplomatik bir dille temsil ettiği gerçekliktir. “Burada en modern olan, aynı zamanda en arkaik olandır.” [23. Tez]

İktidardaki bu uzmanlaşmanın iyice geliştiğini artık net bir biçimde görmek gerekiyor. Bu gelişmenin en somut ve halim selim ifadesini Napster isimli müzik paylaşım aplikasyonunun hukuki yollardan katledilmesinde, fikri mülkiyet haklarının çeşitli araçlarla tahkim edilmesinde, dijital hak yönetimi ile ilgili programlarda ve paylaşım pratiğini kriminalize eden diğer uygulamalarda bulmak mümkün. Bunlar, dijital kapitalizmdeki despotizmin yumuşak yüzünü oluşturuyor. Bu despotizm, emtia biçimi ve onun sonucu olan özel ödeme yapma hakkını muhafaza etmek için devlet gücünü kullanıyor. Ama bir yandan da polis kurumları solcuları takip ediyor, yürüttükleri faaliyetlere mani olmak için uğraşıyor, sendikalara sızıyor, gazetecileri gözaltına alıyor.

Mülkiyet hakkı ve fikri ürünü paraya çevirme hakkı ile ilgili mücadelede, “hayat dışının özerk hareketi” karşımıza başka bir isim altında işleyen sınıf mücadelesi olarak çıkıyor. Ülkelerin liderleri, artık kapitalizmin demokrasiye kopmaz bağlarla bağlı olduğu yalanına sarılma gereği duymuyorlar.

Yeni bin yıl, demokrasinin kapsama alanının genişlemesine dönük arzularla despotik, kleptokratik kapitalizmin yeni teknolojiler ve ekonomik büyümeye dönük çelişkili kimi dürtüler üzerinden birbirlerine bağlı olduklarını ortaya koydu. Bugün en yoksul yüzde ellilik dilimdeki insanın elinde toplaşmış serveti sekiz kişi kontrol ediyor. “Yoksulluk” belki azaldı, ama mahrumiyet artıyor. Anlaşılan o ki Saylonlar çoktan saldırıya geçti!

Debord’un 1988’de yaptığı tespitte eski dünyada, biri dağınık (Keynesçilik) diğeri konsantre (Doğu Bloku’ndaki devlet kapitalizmi) olmak üzere iki gösteri toplumu mevcuttu. Bu iki toplum, yerini entegre gösteri toplumuna bıraktı.

“Bu yeni biçiminin ortaya çıkışı, eski gösteri toplumu biçimlerinin paylaştıkları ortak tarihsel özelliklerin, yani Stalinist partinin ve sendikaların politik hayatta ve düşünce hayatında sahip olduğu önemli rolün, zayıf olan demokrasi geleneğinin, tek parti hükümetinin istifade ettiği iktidar tekelinin ve devrimci faaliyetlerde beklenmedik bir biçimde ortaya çıkan artışı ortadan kaldırma ihtiyacının bir sonucuydu.”[1].

Debord, bu tespitinin devamında, bu yeni oluşan gösteri toplumunun beş özelliğini sıralıyor:

“Teknolojinin sürekli yenilenmesi; devletle ekonominin bütünleşmesi; genele teşmil edilmiş gizlilik ve cevabı olmayan yalanlar; şimdinin sonsuzlaşması.”[2]

İstihbarat kurumları, uluslararası ticaret sahasında sahip oldukları nüfuzlarını kullanıyorlar ve SIM kart üreticilerini örgütlüyorlar. Altta belirsizliğin hüküm sürdüğü koşullarda dolaşım, sanki pürüzsüz bir şekilde yaşanıyormuş izlenimi veriyor. Özünde piyasa ekonomisi adına inşa edilmiş olan, şiddet üzerine kurulu otokratik düzen, dünyanın gelişme kaydettiği alanın her yanını bir tür küf gibi kuşatıyor, devrimci seçenekleri yozlaştırıyor veya katlediyor.

Felâketin yaşanacağına dair tahayyüllerimizi makinelerin kendisinden ayırmak zorundayız. Debord, sınıflı toplumun çözülüp ortadan kalkacağı tarihsel projeyi bize yeniden anımsatıyor. Bu projenin hayatta karşılık bulabilmesi için gösteri toplumunda hayatı artık hâline getiren seyir, bu gösteri toplumunun insanı hükümsüz kılan matematiği ve artık nüfus, zihinden silinip atılmalı. Bunun yerine, herkesi kuşatan hayata ve herkesi kucaklayan dayanışma pratiklerine dair düşünce hâkim hâle gelmeli.

Donna Haraway, hem antik çağa hem de geleceğe dair olan “sayborg yazıları” içerisinde ezilenlere ait gelenekleri bir araya getiriyor. Bu yazılar, İnsan’dan, yazıdan ve dilden önce bütünlüğün varolduğu, ille de Cennet’ten kovulmayla alakası bulunmayan bir gerçeklikle ilgili. Sayborg yazıları, ilk masumiyetin temeliyle değil, hayatta kalmanın gücüyle ilgili, başkalarını “öteki” olarak damgalayan dünyanın bilincine varmak için gerekli araçları ele geçirmenin ana zeminine dair.[3]

Bu, dayanışmadan çok bizatihi hayatın kendisiyle ilgili aslında. Haraway, sözünü şu şekilde devam ettiriyor:

“Kendimizi o felâket içerisinde tamama erdireceğimiz o ana dair hasretimizle hepimiz, kökümüzde olan aynı efsanelerin mülkü hâline geldik. […] Feminist sayborg hikâyelerinin görevi, komuta ve kontrol mekanizmasını tahrif etmek amacıyla iletişimi ve zekâyı yeniden kodlamak.”

Yeni entegre gösteri toplumuna karşı koymak istiyorsak, tüm bu komuta ve kontrol mekanizmasının, bilhassa hayatı felâkete yol açacak biçimde, otokratik bir üslupla, kıtlık sopasını göstererek kullanan, hayatı hayatta kalmaya (veya daha kötüsüne) indirgeyen, onu sermayenin genişleme sürecinin sahte doğasına tabi kılan mekanizmanın şifresini çözmek zorundayız. Debord, konuyla ilgili şu şerhi düşüyor:

“Arzu bilinci ve bilinç arzusu, olumsuz biçimi altında, sınıfların ortadan kalkmasını, yani işçilerin faaliyetlerinin her anına doğrudan doğruya sahip olmalarını isteyen tasarı ile özdeştir.” [53. Tez]

Debord’un Gösteri Toplumu başlıklı manifestosu, esasında pratik ve eylem çağrısıdır. Kitap, söz konusu mekanizmayı yürürlükten kaldıracak pratiğin “işçi konseyleri” şahsında ortaya konulabileceğini söylüyor. Ona göre, işçi konseyleri, uluslararası planda tüm iktidarın yerini almalıdır. “Proleter hareket, kendi kendisinin ürünüdür ve bu ürün, bizatihi üreticinin kendisidir.” [117. Tez]

Debord’un formülünde hayat dışının özerk hareketi, toplumsal faaliyet kendisine para ve değişim değeri değil de kendi ürünü olarak sahip olduğu vakit sona erer. Peki ama toplumsal faaliyet, böylesi bir imkâna nasıl kavuşacak? Asıl soru bu.

Clayton Rosati

[Kaynak: The Spectacle 2.0: Reading Debord in the Context of Digital Capitalism, Yayına Hz.: Marco Briziarelli ve Emiliana Armano, University of Westminster Press, 2017, s. 110-112.]

Dipnotlar:
[1] Guy Debord, Comments on the Society of the Spectacle. Üçüncü Baskı. Londra; New York: Verso. 2011, s. 8–9.

[2] A.g.e., s. 11–12.

[3] Donna Haraway, Simians, Cyborgs, and Women: The Reinvention of Nature. Birinci Baskı. New York: Routledge, 1991, s. 175.

[4] A.g.e.

29 Kasım 2023

Müfredata Giriş: “Bireyin” Yaşamı ve Sorunları


Hangi yaşta olursan ol
Kardeşim
Kaptırıp gönlünü sevda fırtınasına
Evin yolunu şaşırmamışsan
Sende iş yok be kardeşim
Sen artık hapı yutmuşsun
Borçlusun sen ağaçlara kuşlara
Borçlusun sen trenlere otobüslere
Yağan kara esen yele borçlusun
Borçlusun sen herşeye
Gözdeki ışıltıya
Alındaki çizgiye
Eldeki şaşkınlığa
Borçlusun herşeye
Kardeşim
Yaşamın kendisine

[Hasan Hüseyin Korkmazgil]

Çok da uzak olmayan bir geçmişte Anadolu’nun bir yöresinde yaşama gözlerimizi açtık. Sokakta oyun oynadık, müstakil evlerin duvarlarına tırmanıp cimri mülk sahibi hemşehrilerimizin taşlarına maruz kalarak meyve kopardık. Kapıların zillerine, arabalara dokunup zili ve alarmı çalarak kaçtık. Sokakta top oynadık, geniş ve kalabalık ailelerin çocukları olarak. Düştük, yara bere içinde ağladık, ağladıkça büyüdük. Yaptığımız afacanlığın sorumluluğunu alıp bedelini ödemeyi böyle böyle öğrendik, çünkü ana babamız, kendi yaralarımızı kendimizin sarması gerektiğini ve her zaman yanımızda olamayabileceklerini bize “tepkisiz” kalarak öğretti. Sokaktan okula gönderildiğimizde top oynayıp afacanlık yaptığımız arkadaşlar, artık bize rakiplerimiz olarak tanıtıldı, notlarla onları geçemezsek hep kıyaslanırdık, yaşamda kalmanın ilkesi olarak rekabeti öğrenmek zorunda kalan yoksul emekçi ailelerin çocukları olarak birbirimizle rekabet etmeye “mecburduk”. “Yaşam bu” diye öğretiliyordu.

Bir kalem, defter ile okula gönderildik. Önlüklerin yakasındaki ilikler koptukça dikildi, dikildikçe aşındı. Kalemler, bıçakla tıraş edildi çünkü kalemtıraş lükstü. Okullarda yarım simit satılırdı, gazoz ve simidi aldıysanız varsıldınız. Farklı dillerden ve inançlardan ailelerin çocukları olarak bir sırada üç kişi oturtulan okullarda öğrenim gördük. İdealist bir öğretmene denk geldiysek birçoğumuz için şans sayılırdı. Sokakta oynanan top, spor salonu olmayan mahalle okulunun bahçesinde oynanınca disiplin suçuydu, top kesilirdi. Yaz geçtikçe en can sıkıcı olan, okulun açılması değil, kışın gelmesiydi.

Kış demek; karda yağmurda ıslanmak, ayakkabıların su alması, sınıfa odun taşımak, akşam salonda soba başında ısınıp gece başka bir odada abi ya da ablayla karşılıklı divanlarda yorgan altına sığınmaktı. Sabah bırakılamayan sıcak yataktan çıkıp okula gitmek. Ayakkabı su alır, iki çorap arasına analarımızın çözümüyle poşet “giyilir”. Hastalanırsanız sağlık karnesi kış boyu yazılır, sağlık karneniz yoksa eş dost akrabaya başvurulur. Sağlık karnenizdeki notlarınız kış boyu düşüktür.

Gelişim çağıdır; ayak uzar, boy uzar ve giysiniz size küçük ve dar gelir ya da eskir. Alınan ayakkabıyla top oynamamak aile kuralıdır, çünkü tüm çocuklarına ayakkabı alınacak kadar varlıklı değildir aileniz. “Gocuk” diye tabir edilen manto da lükstür. Okul kıyafeti de giysi de beden eğitimi dersi için gereken eşofman takımı da hatta spor ayakkabısı da alınabiliyorsa yine varlıklısınızdır. O yüzden yoksulsanız cinsiyetiniz her neyse küçük kardeşiniz değil, abi ya da ablanız olması büyük bir şanstır. O da gelişim çağında olduğundan giysi önceliği ona aittir. Onun eskisi size giydirilir. Soluk renkli gri okul pantolonları... Beden eğitiminde kıyafetiniz olmadığı için yoksulluğun yaşattığı mahcubiyetle sıradan kenara ayrılırsınız, yani ıskartaya ayırırlar sizi, beden bu şekilde eğitilir.

Sizde harçlık olduğu sorgulanmadan başka bir yoksul coğrafyada “doğal afet” gerçekleşirse her öğrenciye bir zarf verilerek eve yollanır. Sonra bu pratiği yoksulların gittiği camilerin çıkışına konan “sadaka ve dayanışma” kutusunda görürsünüz.

Yerli Malı Haftası’nda ve beslenme çantasına ne konup sınıfa ne getirileceği en büyük sorunlarınızdandır. Sınıfta bir kitaplık olur, herkesin bir kitap bağışlaması zorunludur, meraklıysanız diğer arkadaşlarınızın kitaplarını da okursunuz. Ders kitabının ücretli olduğu yıllar. Şansınıza denk gelir de ders kitaplarının içeriği değiştirilmemişse yine büyük kardeşlerden birinin kitabını kullanır ya da ikinci el olarak kaldırıma dökülen kitaplardan kalabalık içinde cevvalce hareket edip o kitabı alırsınız ya da bulamazsınız. Resim derslerinde boyanın her çeşidi ve gerekli malzemeler istenir. Nasıl alacak aileniz? Yetişmez para boyanın çeşitlerine. Dayanışmacı bir arkadaşınız varsa onunkinden faydalanırsınız. Okul bir de “bağış” toplarsa ve birden fazla kardeş aynı okuldaysa, birinden o para alınmaz, ama o şanslı kimdir! Bu da öğretmenler için ayrı bir uğraştırıcı süreçtir.

Sınıfta öğretmenlerin babanızın ne iş yaptığına yönelik sorusu karşısında en mahcup olan arkadaşınız kimse işte o en yoksul ve yoksun olanınızdır. Boşuna mahcup olur, zaten sınıfın yarısının babaları ya işsizdir ya düzenli bir işe sahip değildir ya da “serbest meslek” erbabıdır! Dünyanın en uygunsuz sorusu müfredat dışından gelir, sınıfın ortasında ayağa kalkıp bu soruyu yanıtlarsınız. Soru, sizin değil, babanızın “çalışmadığı yerden” gelmiştir. Gururunuz önemsenmez. Gelir bilgisi, açık uçlu soru olarak karşınıza çıkar; yazılı olarak sorulmaz, sözlü olarak sorgulanırsınız.

Bayramların gelmesinin en sevindirici yanı, harçlık verecek büyüğe denk gelmek ve size bayramlık kıyafet alınmasıdır. Kurban derisini harçlığa çevirmek sizin ticari kaygınızdır, ama vakıflar gelip “bağış” diye o deriyi ailenizden alır. Hayırseverlik bunu gerektirir. Bakır telleri, hurdaları ve çeşitli atıkları toplayıp hurdacıya satmak tüccarlık bilgisi ve deneyimi kazandırır. O yüzden “Yalnız değilsin eskici!”

Ailenizin en önemli kaygısı ayakta kalmaktır. Kış için yakıt bulmak, yazdan kışa hazırlık için gerekli erzağı temin etmek, toz şekeri çuvalla alacak parayı bulmak...Soba kurulacaksa boruların içi size temizlettirilir (Perde takmak da ayrı derttir). Öyle kalsa iyi, o borular birbirine tam yerleşmezse evi duman kaplar. En mühendislik gerektiren süreç budur. Geleneksel hendese bilgisi sayesinde bir inşaat teliyle o borular tavana sabitlenir. Sobayı yakmak ayrı dert. Soğuk havada evden çıkıp odunu, talaşı, kömürü taşımak; sobayı yakmak... Sonra o sobanın etrafındaki çembere girebilmek olimpiyat gibidir. Tüp gitmesin diye su da yemek de sobanın üzerine konulur. Banyo suyu da orada ısıtılır. Banyo sobası varsa o hamam turizminden rezervasyon yaptırmak da haftalıktır. Rengi atan pantolon bir kazana atılan toz boyayla suda kaynatılır. Yemekler yerde sofrada oturularak ortadan yenir, o tepsiye kaşık atmak için inşaat kepçesi gibi seri kollarınızın olması gerekir.

İçindeki yağı bitmiş tenekeler önce kevgire çevrilip sonra o deliklerden su geçecek şekilde içi toprakla doldurulur. Ardından sebze, süs biberi, nane ekilir. Balkonu ve damı süslemek için değil, ihtiyaç için. O birkaç parça kıyafetiniz de divanın altına yerleştirilen leğene konur.

İlk ve ortaokulu bitirdiğinizde yeni bir sorumluluk karşınıza dikilir. Yoksulsanız okumak zorundasınız ve hep okumak zorundasınızdır, yoksa hayata atılmak (çalışmak) gösterilerek tehdit edilirsiniz. Sınava hazırlık kitaplarını temin etmek için gazete kuponları toplanır, o süreçten geçmiş olanların test kitaplarındaki karalamalar için tek ihtiyacınız olan silgidir. Bir yaşam, bir silgiyle temize çekilir; başkasının öyküsünün üzerine düz, çapraz, yuvarlak çizgilerle kendi öykünüzü yazarsınız, çünkü sizden sözünüzü söylemeniz değil, 4-5 seçenekten birini işaretlemeniz istenir. Ailenize, feodal rekabetçi akrabalarınıza ve öğretmenlerinize karşı kendinizi kanıtlayacağınız yer ve zaman o öğrenim kademesinin sonunda elinizdeki kalem ve silgiyle, nüfus cüzdanı ve giriş belgesiyle katılacağınız sınav merkezine dönüştürülen okul sıralarıdır. Puanı yüksek bir okula hatta yatılı bir okula girerseniz, hem kendinizi kanıtlar, size kıt kanaat verilen emeği boşa çıkarmazsınız hem de artık ailenize yük olmazsınız. Puansız ya da düşük puanlı bir liseye girerseniz, notların iyi gelmesi son şansınızdır, çünkü okuyup okumayacağınız ya da ne zaman “tembellik hakkını” kullanacağınızın ihtimali yoksul ailenizde bir kaygıya neden olur. Her iki okul türünden de mezun olup üniversiteye yerleştiğinizde ailenize bir rahatlama gelse de sizi bekleyen, kardeşinizle uyuduğunuz odayı özlemek olur; sadece aile özlemi değil, rahatlığa olan özlem.

8 kişilik yurt odalarında kalır, yemekhane fişleri kullanır, banyo sırası beklersiniz. Okuduğunuz üniversiteye göre ırkçı ya da tarikatçı güruhun odanıza gelip sizi kendi halinde bırakması mümkün değildir. Derste elindeki “not” kürsüsüyle/tehdidiyle, ezilenleri ve sömürülenleri istediği gibi eleştiren akademisyene itirazı göze alıyorsanız, dersten kalmayı ya da bursunuzun kesilmesini de göze aldınız demektir. Zor bela mezun olunca yine sınav çıkar karşınıza. Eğer öğretmenlik mezunuysanız atanmak için hayatınızın karar noktasındasınızdır, ya geri çekilip öğrencilerinizi hiç tanımayacak ya da halkımızın deyimiyle, dirsek çürütmeye devam edeceksinizdir.

Yeni tabirle flört bu yaşamın neresindedir? Yaşamınızın her anında sevda vardır, ama yoksulun boynu bükük olur. Akıllı telefon çağı değildir. Üniversiteden önceki öğreniminizde ya arkadaşınız teklif götürür ya da sevdalanılan akranınızın çantasına, sırasına ve kitabının arasına isimsiz mektup bırakırsınız. İsim yazarsanız, açığa çıktığında sevda bir disiplin suçudur. Türküde “Sevdaya yasak koyanın dünyada yeri olmaz!” dese de bu süreç epey bir zahmetlidir. Sevmek disiplin suçudur, halkınızı da seversiniz, yine “olağan şüphelisinizdir”. Aşk kural dışıdır, şiir yazıp (akrostiş mümkün mertebe) duygularınızı ifade ettiyseniz daha tehlikelidir, çünkü şiir, Cemal Süreya’nın dediği gibi “anayasaya aykırıdır”!


Yoksulun sevdası da yaşanması düşünülen hayallerle geçer. Ataerkil bir yapıdasınızdır, eğer er kişiyseniz bu macerayı göze almak zorundasınız. Destan ve masallardan beri bu süreç böyle işler. Bu konu epey çetrefilli, tartışmaya açık ama öyle bir insana denk geldiyseniz bedel ödemeyi ve fedakârlığı da göze alırsınız.

Hayata atılırsınız, öğretmen olursunuz. Bu ülkede yoksulların çocukları öğretmen olur. İyi ki de onlar öğretmen olur. Hayatının bir noktasında Marksizmle tanışıp da mücadeleye omuz verirse kendi gerçekliğinin aslında ailesinin ve “sınıf” arkadaşlarının gerçekliği olduğunun farkına varır. Geriye kalan ideolojilerden birine onay verirse o zaman geldiği yeri unutup, devam eden nispi refahını -aslında yoksulluğunu- başarı sayıp öğrenim (eğitim değil) verdiği öğrencinin kendi çocukluğu olduğunu unutur. Sınıfta gördüğü öğrenci, onun çocukluğu ve sınıf arkadaşlarıdır. Yolunda gittiği ideoloji de ona düzenin verdiği bencillik, rekabet, mülkiyet hırsı, tepkisizlik ve acımasızlıktır. Bu değerlerle en başta kendi çocukluğunu ve gençliğini iyileştiremeden emekli olana kadar hiçbir zaman kendi olamadan yaşar.

Bugün, içinde yaşadığımız koşullarda bir öğretmenin bir işçiden ya da ücretli çalışan emekçiden hiçbir farkı yok. Kazandığı ücretle kirasını veremez, bir hafta tatil yapmak için 6 ay kredi öder, fatura kaygısından ısınamaz, en temel insan hakkı olan barınacak bir eve sahip olamaz, ama olsa da müteahhidin kazdığı üstü açık mezar depremde toprak atılarak kapatılır, kendini geliştirecek kurslara gidemez, yurdun dışı değil içini bile gezemez, ama o, sınıf atladığını düşünür, fakat ilk kez “sınıfta kalmıştır”! Yaşadığı sürecin sorumlusu olarak meslektaşlarını, içinden geldiği, ama içinde olduğunun farkındalığını bile unuttuğu halkın “cahilliğini” görür.

Öğrencilerini toplumsal şartlarına göre değerlendiremeyip o “geri” bulduğu halk gibi onları akıllı telefona sahip olmakla suçlar. Derste haylazlık yaparsa aslında “Beni gör!” çağrısını/çığlığını disiplin suçu sayar. Sorunlarını kendi çözmeyip öğrencisini böyle nedenlerle disipline veren öğretmen, öğrencilerinin gözünde baştan mağlup düşmüştür.

Çocukluğundaki yaşam biçimi onun öğrencilerinde yoktur. Akıllı telefonları vardır ama u/mutsuz, sevgisiz, bilinçsiz, yalnız, çaresizdirler. Onları kuşatan gerçeklik bambaşkadır. Rol model olacak aydın, yazar ve şairler Avrupa yollarında göçe durmuştur. Sosyal ve dijital medyası suç ve yalan üretir. Sınıfsız sömürüsüz bir düzenin ne ve nasıl bir sistem olduğundan habersizdir, çünkü sömürülmek ve ezilmek onun “kaderidir”!

İlkokul çağından itibaren uyuşturucu kullanımı okul önlerinde, mahallelerde, belki de kendi ailesindedir. Kapitalizm suç üretir, ailesi belki suça bulaşmıştır. Akıllı telefonu vardır, mektup yazmak zorunda değildir, fakat üniversiteye başladığında bir arkadaşıyla oturup bir çay içip simit yiyecek parası yoktur. Gelecek kaygısı bile yoktur, boşluğa terk edilmiştir, çünkü kaygının yerini umutsuzluk almıştır. Sevgisizdir, çünkü onu dinleyecek bir yetişkini ailesinde bile bulamaz. Ona sürekli yurtsuzlaşma aşılanır, çünkü yaşadığı ülkenin gerçeğiyle mücadele etmektense özel alanına çekilerek diziler seyredip dijital oyunlar oynaması telkin edilir. Böylece dinamizmi uysallaştırılarak tekrar beden eğitiminde ıskartaya ayrılmıştır, ama bu sefer ödül diye uyuşturularak. Birey, yüce ve biriciktir! Acıdan ve sorumluluk bilincinden kaçış hazzın tüketimiyle yeniden üretilir.

Sağ ve mezhepçi retorik onu her yandan kuşatmıştır. Aslında öğretmenini de ailesini de kuşatmıştır. Emek vermeden kolay yoldan köşeyi dönmek en akıllıca olan kariyer basamağıdır! Girişimcilik dersleri verilir. Acı ve emek olmadığı gibi bedel de yoktur. Ödediği en büyük bedel, yaşanmamış hayatıdır. Yaşam diye reklâm kuşağı sunulur.

Bugünün öğretmeni, yazının girişinde belirtilen şartlarda yetişmiştir, öğretmeninin ve ailesinin sevgisini gösterememesi içinde kanayan yaradır. Ailesinin verdiği yaşam mücadelesi, dışarıya karşı hep güçlü durma gayreti, aile sırlarının diğer insanlara anlatılmaması öğüdü aslında gösterilemeyen sevginin en önemli kanıtıdır. Değerler aşılanmıştır. Bu açıdan aile nicel açıdan en küçük sınıf hareketidir.

Bugünün çocuklarında çağın gereği olarak akıllı telefon olsa da o telefon, aslında onların gençlik oyuncağı ve kontrol edilme yöntemleridir. Erik ve meyve aşıracağı bir ağaç kalmamıştır, top oynayacağı alanlar beton yığınlarına dönüştürüldüğünden “profesyonel” spor salonlarına gönderilir, spor diye vücut geliştirme önerilir, sokakta arkadaşlarıyla kollektif oluşturamaz, çünkü kendi vücudu oyun ve spor alanı diye sunulmuştur, sevgisizlikten bozulan psikolojisi antidepresanla onarılır, değer aşılanmaz, bayramlarda ziyaret edeceği yakınlarının mezarlarından uzaklaştırılır, çünkü narsistik ruh hâliyle bedenine yöneltilip hazla oburlaştırılarak ölümsüz olacağına inandırılır. Zombi ve vampir romanları fantastik edebiyat diye okutulur, ama bilinci çarpıtılır, çünkü tüm çevresi zombileştirilmiş ve vampir burjuvazi emekçiyi sömürmektedir. Kurgu ile gerçeklik yer değiştirmiş; yaşam kurguya, kurgu yaşama verilmiştir. Aile, kötü bir geleneksel yapı olarak propaganda edilir, çünkü mutsuzluğunun nedeni sömürü düzeni değildir, bağlarla onu sınırlayan ailesidir! Aile mahremiyeti kalmadığından, uluorta ailevi sırlar en büyük problem olarak çevresine açılır. Böylece en küçük sınıf hareketi dağıtılmış olur.

Öğretmenler, aileler, öğrenciler, işçiler, emekçiler, erkekler, kadınlar olarak tüm sorunlarımızın, yaşanılan bunalım ve yabancılaşma sürecinin, yoksulluğumuzun ve yoksunluğumuzun temel nedeni aile dâhil tüm bütünlüklerimize saldıran sömürü düzenidir. Terinden ve doğallığından kaçılan Tamirci Çırağı ve Fabrika Kızı, emeğiyle dünyayı şekillendiren öznelerdir ve öfkeyle bilediği sınıf bilinci, insan olmanın onurunu kurtaracak tek güç ve umut kaynağıdır. Ancak o düzen kurulduğunda aşk da aile de dostluk da arkadaşlık da gerçek anlamını bulacak. Fedakârlık, sorumluluk bilinci, güven sağlandığında yüzünü bile görmediğimiz insanların mücadelesine omuz verdiğimizde, sınıfların ve sınırların olmadığı bir dünyada yurdun içi de dışı da özgürce gezilip kimse yaşadığı dünyaya turist kalmayacak. Başka insanlar için “değil”, en başta kendimiz için bunu yapmak zorundayız. Umutsuzluk ve yılgınlık yenilgiye, mücadele zafere götürür. Bu yüzden bizim kurtuluşumuz birbirimizin mücadelesiyle dayanışmaktan geçiyor. Gemideki kaptanın kullanacağı pusula ve harita bilgisi, bugün sınıf mücadelesinin ideolojisinde ve ilkelerinde mevcut. Beyin ve kalp durduğunda tüm vücut iflas eder. Vücut bir bütündür, işbirliği içinde kendini onarır ve iyileştirir.

Kim ki bize “insan kötüdür” diyor, kendini de insanı da tanımıyordur. Kim ki ezilenin ve sömürülenin aidiyetine bakıp tepki geliştiriyor, ezenin ve sömürenin sözcülüğünü yapıyordur. Kim ki bize "başkalarını düşünme" diyor, bilmeliyiz ki o, bize en büyük kötülüğü yapıyordur. Kim bize “hazzın peşinden koş” diyor, o bizi “yol”dan çıkarıyordur. Deyişte geçtiği gibi, “Dünyanın üzerinde kurulu direk/ Emek zay'olmadan sızlar mı yürek/ Bu düzeni kim kurmuş bizler de bilek/ Söyle canım söyle dinlesinler canlar// Adem eker yeryüzüne ekini/ Ekin saklar yeraltında kökünü/ Ayıkla gör karasını akını/ Söyle canım söyle dinlesin canlar// Bir gün ağrıtırlar senin başını/ Söyle canım söyle dinlesin canlar/ Yola gelmeyene edilmez minnet/ Cümlenin muradı dünyada cennet” [Pir Sultan Abdal]

S. Adalı
28 Kasım 2023

28 Kasım 2023

Engels’ten New York’ta Bulunan Philipp Van Patten’a Mektup

Bu, Engels’in New York’ta faaliyet yürüten Merkezi İşçi Birliği isimli örgütün sekreteri Phillipp van Patten’ın[1] gönderdiği mektuba verdiği cevaptır.


[…]

2 Nisan günü Karl Marx’ın genelde anarşistlerle, özelde Johann Most’la[2] ilgili konumuna dair sorunuzu içeren mektubunuza kısa ve net bir cevap vereceğim.

1845’ten beri Marx ve ben, gelecekte yaşanacak proleter devrimin “Devlet” adıyla bilinen politik teşkilâtı tedrici olarak tasfiye edeceğini düşünüyoruz. Bu teşkilâtın ana amaçlarından biri, dün olduğu gibi bugün de, her daim silâh gücüyle tüm serveti tek başına temellük etmiş olan azınlığın emekçi çoğunluğa uyguladığı ekonomik zulmü güvence altına almaktır. Serveti tek başına elinde bulunduran azınlığın ortadan kalkmasıyla birlikte silâhlı zulmün elindeki güce, yani devlet iktidarına duyulan ihtiyaç da ortadan kalkacaktır. Ama biz, bir yandan da bu amaca ve ondan daha önemli olan, gelecekteki toplumsal devrimin amaçlarına ulaşabilmek için işçi sınıfının önce devletin örgütlü politik gücünü eline geçirmek, bu politik gücün yardımıyla kapitalist sınıfın direnişini kırıp yeni toplumu örgütlemek zorunda olduğunu düşünüyoruz. Bu görüş, hâlihazırda 1847’de kaleme aldığımız Komünist Manifesto’nun İkinci Bölümü’nün sonuç kısmında yer almaktadır.

Anarşistlerse her şeyi baş aşağı çeviriyorlar. Onlar, proleter devrimin ilk başta devlet denilen politik teşkilâttan kurtulması gerektiğini söylüyorlar. Oysa proleter devrim, zafere ulaştıktan sonra proletarya karşısında sadece devleti buluyor. Bu devletin yeni işlevlerini yerine getirebilmesi için onda önemli değişikliklerin yapılması gerekiyor. Gelgelelim, onu böylesi bir momentte yok etmek demek, muzaffer proletaryanın yeni ele geçirdiği iktidarı elinde tutmasını mümkün kılacak yegâne organizmayı ortadan kaldırmak demektir. Esasen proletarya, kapitalist düşmanlarını o devlet iktidarıyla ezer, toplumda gerçekleştireceği ekonomik devrimi onunla yapar. O devrim gerçekleştirilmediği takdirde elde edilmiş olan tüm zafer, yeni bir yenilgiyle, Paris Komünü’nde işçilerin başına geldiği biçimiyle, kitlesel bir kıyımla neticelenir.

Marx’ın mevcut hâliyle Bakunin’in diline doladığı bu anarşist saçmalığa ilk günden beri karşı çıktığını söylememe bile gerek yok. Uluslararası İşçi Derneği’nin tüm tarihi, buna şahittir.

1867’den itibaren anarşistler, en aşağılık yöntemlere başvurarak, Enternasyonal’in liderliğini ele geçirmeye çalıştılar. Bu yolda önlerine dikilen en büyük engel, Marx’tı. Marx’ın verdiği beş yıllık mücadele, Eylül 1872’de düzenlenen Lahey Kongresi’nde anarşistlerin Enternasyonal’den kovulmalarıyla neticelendi. Bu ihraç sürecinin gerçekleşmesi için en fazla çalışan isim gene Marx’tır. O kongrede delege olarak bulunan, şu an Hoboken’de ikamet eden eski dostumuz F. A. Sorge, dilerseniz size bu sürecin ayrıntılarını aktarabilir. Şimdi de Johann Most meselesine gelelim.

Most’un anarşist olduğu günden beri Marx’la şu veya bu şekilde ilişkide olduğunu veya ondan yardım aldığını söyleyen kişi, ya birilerince aldatılmıştır ya da göz göre göre yalan söylemektedir. Londra’da Freiheit gazetesinin ilk sayısının çıkışından sonra Johann Most, beni ve Marx’ı en fazla bir ya da iki kez ziyaret etmiştir. Aynı şekilde biz de kendisiyle pek görüşmedik. En fazla tesadüfen bir yerlerde karşılamışızdır. Gazetesinde “hiçbir fikir ya da haber olmadığı için” abonelikten bile çıktık. Ondaki anarşizmden de, anarşist taktiklerden de o taktikleri ve anarşizmi bizatihi öğrendiği kişilerden de hoşlanmadığımızı bilmenizi isterim.

Almanya’dayken Most, Marx’ın Kapital eserini onun için yazdığı “ucuz ve yavan” bir değerlendirmeyle birlikte yayımladı. Marx’tan kitabın ikinci baskısını gözden geçirmesi istendi. Bu işi Marx’la birlikte yaptık. O an fark ettik ki Most’un yazıda yaptığı en berbat hataları zihinlerden silebilmek için bizim tüm kitabı baştan sona tekrar yazmamız gerekiyordu. Marx, ayrıca düzeltmelerin kitaba eklenmesine izin verdi, ama bir yandan da adının Johann Most’un derlemesindeki hataların düzeltilmesi sonrası yapılan bu yeni baskıyla birlikte anılmamasını şart koştu.

Dilerseniz, bu mektubu Voice of the People [“Halkın Sesi”] gazetesinde yayımlayabilirsiniz.

Frederick Engels
Londra, 18 Nisan 1883
Kaynak

Dipnotlar:
[1] New York Merkezi İşçi Birliği sekreteri Phillip van Patten, Engels’e yazdığı mektupta, Marx’ın onuruna düzenlenen bir toplantı esnasında Johann Most ve arkadaşlarının Marx ve Most arasında güçlü ilişkiler bulunduğunu, Almanya’da Kapital’i bizatihi Most’un popüler kıldığını, yürüttüğü propaganda faaliyetine Marx’ın onayı bulunduğunu iletiyor. Bu aktarımın ardından Van Patten şunları söylüyor: “Karl Marx’ın sahip olduğu becerilere ve yürüttüğü faaliyete dair bir fikrimiz var, ama biz, onun Most’un anarşist ve örgütü dağıtıcı yöntemlerine beğeniyle yaklaştığına inanamıyoruz. Dolayısıyla bizim, Karl Marx’ın anarşizm-sosyal demokrasi tartışmasında nasıl bir tavır aldığıyla ilgili görüşlerinizi sizden dinlememiz gerekiyor.”

Phillip van Patten (1852-1918): 1876’da sosyalist harekete katılmış bir Amerikalı burjuvadır. Sonrasında ABD İşçi Partisi sekreteri, 1877 yılında ise Sosyalist İşçi Partisi sekreteri oldu. 1883’te görevinden ayrılıp devlet görevlisi oldu.

[2] Johann Most (1846-1906): Alman anarşist. 1860’larda işçi hareketine katıldı. 1878’de Sosyalizmle Mücadele Kanunu’nun çıkartılması sonrası İngiltere’ye göç etti. 1880’de anarşist görüşleri sebebiyle sosyal demokrat partiden ihraç edildi. Sonra Amerika’ya gitti ve orada anarşizmi savunmaya devam etti.

27 Kasım 2023

Batılı Liberal Sol ve Tarihî Filistin’deki Soykırımın “Makulleştirilmesi”



İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği son katliamlar, Siyonist rejimin soykırım politikalarının ve ABD’nin öncülük ettiği NATO ittifakı içindeki emperyalist destekçilerinin cümle âlem tarafından idrak edilmesini sağladı.

1948’de yaşanan, Nekbe Günü olarak bilinen ve “misafirperver olmayan Araplarca kuşatılmış, barış arayışında olan İsrail devleti”ne dair algının yalan olduğunu açığa vuran tarihsel olaydan beri şiddet araçlarını kullanan bir sömürgeci güç olarak Siyonist liderliğin, esasında Filistinlilerle ve Arap komşularıyla “kalıcı bir barış” tesis etme niyetinde olmadığı görüldü.

66 yılı aşın bir zamandır süren etnik temizlik, dönem dönem gerçekleştirilen kitlesel katliamlar, bitmek bilmeyen insan kaçırma eylemleri ve hapsetme pratikleri, toprak gaspları ve onca savaş, bırakalım İsrail’in tarihî Filistin içerisinde oluşturduğu bantustanlar ve gettolar içerisinde yaşama ihtimali bulacak özerk Filistin ülkesinin kurulmasını, “barış”ın bile Siyonist ve emperyalist ajandada kendisine yer bulamadığını ortaya koydu.

Filistin halkının tümüyle topraklardan sürülmesi ve o toprakların hepten müsadere edilmesinin ulaşılması arzulanan nihai hedef olduğu sonucuna, ancak İsrail’le emperyalist destekçilerinin tarihsel ve güncel politikalarını analiz etmeye çalışan düz revizyonistler veya en üst mertebeden kendi çizgisini sofuca savunan isimler ulaşabilirler.

Esasında yıllar içerisinde birçok İsrailli siyasetçi, askeri uzman veya politika plancısı, niyeti ve hedefi çoktan açık etmişti. Sıkı bir biçimde savunulan politika, işgalci İsrail halkının görüş ve ideolojisinde zaten karşılık buluyor. Bunun son kanıtı da son yaşanan katliamlara İsraillilerin büyük çoğunluğunun destek verdiğini, hatta bu katliamların daha da sürmesini istediklerini söyleyen anketler.[1]

Bu durumun, gemi azıya almış ve İsrail toplumunda yaygın olan yabancı düşmanlığıyla ve katliamları ellerindeki mısır cipsleriyle tribünlerden izleyip “Araplara Ölüm” diye bağıran, daha da kötüsü, bu tür sloganlarla Tel Aviv caddelerinde yürüyen ırkçı İsrailli kalabalıkları gösteren görüntülerle bir alakası yok.

Bugün Gazze’de yaşanan kıyıma karşı batının, hatta sözde “sol” çevrelerin geliştirdiği müşterek bakış açısı, büyük ölçüde şaşkınlık ve kuşku üzerine kuruluydu. Herkes, yaşananları emperyalistlerin desteğini arkasına almış olan faşist zulmü, çoktandır hükmünü yürüten bir kural değil, istisna olarak kabul etti.

Greg Shupak’in ifadesiyle:

“Bu türden bir şiddeti amaçsız bir şeymiş gibi tarif edenler, İsrail’in Koruyucu Hudut Operasyonu’nun, esasında tarihinin önemli bir kısmı boyunca yapıp ettiklerinin ve gösterdiği tavrın temel mantığını gözden kaçırıyorlar.

Yerleşimci-sömürgeci ajandasının ve jeopolitik sistemde Amerika’nın ortağı olarak gördüğü işlevin güdümünde olan İsrail, kontrol altında tuttuğu toprakları azami düzeye taşıma arzusuyla kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştığı topraklarda yaşayan Filistinlilerin sayısını asgari düzeye çekme zorunluluğu arasında bir denge sağlamaya çalışıyor.

Neticede Filistinliler, sadece aşırı şiddete maruz kalmıyorlar. Aslında onların tarihî Filistin’de özgürce yaşama imkânlarına saldırılıyor. […] bugün İsrail’in gerçekleştirdiği saldırı, sadece belirli Filistinli bireylerin fiziki varlıklarına son vermekle kalmıyor, ayrıca bir halk olarak Filistinlilerin kendi vatanlarında bağımsız olarak yaşama becerisini o halkla birlikte ortadan kaldırmayı amaçlıyor.”[2]

Buna karşın, batılı liberal “sol”a mensup yorumcular, bu kadar basit bir analizi bile yapmaya hiçbir şekilde yanaşmıyorlar. Örneğin, İngiliz İşçi Partisi’nin önde gelen propagandacılarından Owen Jones, Guardian gazetesinin o beyaz batılı liberal okur kitlesine oportünist muhalefet neymiş onu bir kez daha öğretme imkânı buldu.[3] Gazetedeki köşesini savaşın iki tarafını yanlış bir temel üzerinden denklemek ve ırkçı İsrailli işgalcileri birer mağdur olarak takdim etmek için kullanan Jones, yazısında “İsrail’in önceden planlayarak uyguladığı kitlesel katliamın “anlayışla karşılanması gereken bir gerekçeye dayalı, basit bir saldırı” olduğunu söyledi.

Jones’a göre, İsrail’in sömürgeci saldırısının ardındaki “gerekçe”ye bir yandan da işgal altındaki Filistinlilerin değil, zalimin gözüyle bakılmamalı. Peki bu “gerekçe” nedir?

Tabii ki geçmişte Yahudilere zulmedilmiş olması, Holokost, Çarlık Rusyası’nın gerçekleştirdiği pogromlar (katliamlar) ve daha da önemlisi, bu olaylar ardından Yahudilerin edindikleri mağdurluk hâli. Jones, yazısının bir yerinde, “her türden işgale eşlik eden ahlaki yozlaşmanın Yahudi halkının yaşadığı kolektif travmayla kaynaştığını” söylüyor. Birçok liberal Siyonist de bu konuda Jones’a destek çıkıyor (şurası açık ki Jones, yazılarında Filistinlileri hiç anmıyor).

Oysa bu tür değerlendirmelerde dünün Yahudi mağdurlarıyla bugünün ırkçı işgalcileri yan yana getirilerek, Siyonist sömürgecilik için bahaneler bulunuyor, suç, bir biçimde hafifletiliyor. Jones, Yahudilere yönelik zulmün tarihiyle Siyonist rejimi ve onun yobaz üyelerini ilişkilendiriyor. Böylelikle Siyonizmi aklayıp, ona altı boş bir ahlaki meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Bu yalan yanlış algının ta başından beri Siyonist projeyi meşrulaştırmada en temel unsur olduğunu artık biliyoruz.

Bu algıyı Siyonist liderler ve destekçileri besleyip durdu. Bu sayede sömürgeci ve soykırımcı güçlerin yapıp ettiklerinin üzerine ahlaki bir şal serildi ve bu güçler, katliam siyasetlerini daha yoğun bir biçimde uygulamaya devam ettiler.

Jones, bizden İsrail rejiminin, onun eli silahlı ırkçı yerleşimcilerinin ve o çarpık ideolojisinin tarih boyunca Yahudilerin maruz kaldıkları “kolektif travma” sebebiyle, anlayışla karşılamamızı istiyor. Bu talep doğrultusunda Jones, Yahudilerle Siyonistlerin bir ve aynı şey olduğunu iddia etmiş oluyor. Jones, zulüm görmüş Yahudilerle ırkçı Siyonistleri yan yana getiren görüşü yaymaya çalışıyor, üstelik bu çalışmayı o sahte “sol” gömleğini üzerine geçirip dile getirdiği kınayıcı sözlerin ardına saklanarak yürütüyor. Meseleyi anlamaktan uzak olan Jones, sadece İsrail çizgisini zerre eleştirmeden, onun ürettiği lafları papağan gibi yinelemekle yetiniyor.

Özetle şu söylenebilir: “Yahudi devleti”nin üstünlükçü ideoloji üzerine kurulu temelini besleyip ona karşı anlayışlı olunmasını isteyenler, ırkçı yerleşimcileri mağdur Yahudiler olarak tasvir ediyorlar, Siyonistlerin Filistin’de uyguladıkları, emperyalizm destekli sistematik gaddarlığı ve zulmü aklayıp temize çekiyorlar, ona bahaneler uyduruyorlar, bu gaddarlığı ve zulmü anlayışla karşılıyorlar, bir yandan da onlar için saçma sapan gerekçeler buluyorlar. Aslında gerçekte zulüm gören Yahudilerin tarihinin Siyonizmle hiçbir ilişkisi yok. Bu ilişki, sadece Siyonizmin faşist politikalarını ve ideolojisini meşrulaştırmak için kullanılıyor.

Burada başvurulan hile bir adım öteye götürülüyor. Jones, o noktada İsrail sömürgeciliğinin İngiliz imparatorluğunun İrlanda’da uyguladığı zulüm ve sömürgeci politikayla kıyaslıyor. Bu iki unsuru, iki sömürgecilik biçimini anakronik düzlemde kıyaslamak suretiyle yazar geniş bağlamdan kopuyor, böylece İsrail’i meşru bir devletmiş gibi takdim etme imkânı buluyor. Sanki İsrail devleti Filistin topraklarını gasp etmezden önce varmış gibi konuşuyor. 1967 sınırlarına ulaştığında sömürgecilik sonrası vücut bulmuş hâline geri döneceğini iddia ediyor.

Bu bakış açısı, Jones’un “işgal son bulsun, tüm yerleşimler kaldırılsın” talebinde ve iki devletli çözümünde de karşımıza çıkıyor. Oysa 1948’de doğan, belirli bir kültüre ve ideolojiye sahip olan İsrail devleti, tümüyle sömürgeci işgalin ürünüdür ve eğer işgal ve devam eden sömürgecilik politikası tümüyle sona erecekse, o hiçbir biçim altında varolmamalıdır.

Jones, İsrail’i esas olarak başka bir meşru devleti işgal eden meşru bir devlet olarak takdim ediyor, onu başka bir devletin topraklarını tümden çalan ve çaldığı topraklar üzerine inşa edilmiş olan gayrimeşru bir devlet olarak görmüyor. Onu o topraklardaki halkı kovan zalim ve katil bir güç olarak değerlendirmiyor.

Bu türden bir oportünizm, sonrasında Filistinli direniş örgütü Hamas’a karşı aldığı konumlarda da karşılık buluyor. Jones’un liberal Siyonist kaynaklarından biri bize, İsraillilerin “Gazze’de oturan herkesi Hamas destekçisi olarak gördüğünü” söylüyor. Bu insanların önemli bir kısmının 2006’da Hamas’ın kazandığı seçimde oy kullanacak yaşta olmamaları, yazarımızı hiç ilgilendirmiyor. Onun derdi, herkesi topyekûn cezalandıran saldırıları meşrulaştırmak. Dolayısıyla, bu tür görüşlerin yanlış olduğunu net bir biçimde dile getirmeyen Jones, Hamas’ı destekleme “suç”u karşılığında herkesin cezalandırılmasını meşru bulan, bu tür eylemlerin anlayışla karşılanması gerektiğini söyleyen ifadelere başvuruyor. Çünkü tüm Hamas üyeleri “terörist”, İsrailliler se zavallı birer mağdur.

Asıl bu yaklaşıma anlayış gösterilmemeli. Bu görüşe temel teşkil eden ırkçı ideolojiye şiddetle karşı çıkılmalı.

Jones ve şürekası, omurgasız bir topluluk. Daha önce yazdığı bir yazıda Jones bize, “Hamas’ın sivil alanlara fırlattığı roketler asla savunulamaz”[4] diyordu. Böylelikle, İsrail rejiminin Hamas’ın İsrailli sivilleri hedef aldığı yalanına omuz vermekle kalmıyor (ki aslında bu roketler işgal güçlerini hedef alıyorlar, öte yandan işgal güçleri uçaklarla ve tanklarla kadınları ve çocukları katlediyor) bir yandan da uluslararası hukukun Filistinlilere bahşettiği işgale karşı silâhlı direniş gerçekleştirme hakkını inkâr ediyordu.

Bu noktada şu soruyu sormamız gerekiyor: Kendisine hürmeti olan ve Filistinlilerin faşist askeri işgale direnme hakkını reddeden “solcu”ya ne denir? Sosyal şovenist, sosyal emperyalist “solcu” denir.

Netenyahu’nun İsraillileri tehdit altındaki mağdurlar olarak resmetmek amacıyla başvurduğu, Holokost’a dair ifadelerini alıntılayan Jones, saldırıların ardındaki gerekçeyi anlayacak kıvama geliyor, ama onu gerçek adıyla çağıramıyor, faal olan ideolojiyi göremiyor. Gazze’de İsrail’in gerçekleştirdiği katliamların sebebi salt metafizik bir “gerekçe” değil, Siyonizm denilen, her yanı kuşatmış ırkçı sömürgeci ideoloji. Buna karşın, Jones, onun adını ağzına almıyor, çünkü Jones sadece, o ahlaksız ideolojiyle, dahası, onun özel kimi maddi sebepleriyle yüzleşmenin tüm sonuçlarını liberal yavan sözlerin ve boş kınamaların ardına saklamakla ilgileniyor.

Bu sosyal emperyalistler, Siyonist barbarlığa yol açan ekonomik maddi sebepleri “anlama” çabası içine girmiyorlar, bu sebepleri ortaya çıkartmanın kölesi oldukları emperyalist burjuva propagandayı beş paralık edeceğini iyi biliyorlar.

Dün olduğu gibi bugün de Siyonizm, sömürgecilik bağlamında emperyalizmin desteğini arkasına almış olan İsrail projesi için belirli bir kültür, ideoloji ve devlet yapısı inşa eden bir fikriyattır. Siyonizm faşizmdir. İsrail devletinin faşizmin batı emperyalizmine bel bağlamış olan sömürgeci tezahürü olduğuna dair tespiti, Oxford’da eğitim görmüş İşçi Partili propagandacıların boyunu ve zihin dünyasının sınırlarını aşan bir tespittir.

Yahudilere yönelik zulümle Siyonizmi ilişkilendiren az sayıda batılı “solcu” gibi Jones’un liberal emperyalist propaganda faaliyetlerinde yoldaşı olan Laurie Penny de aynı sopayı sallıyor, ama onu nispeten daha kaba bir biçimde kullanıyor. Solun kınayıcı dilinin ardına sakladığı, Yahudilerle Siyonistleri ilişkilendirme çabası içine giren Penny, Yahudilere sesleniyor ve “ateşkes konusunda en güçlü çağrıyı yapacak konuma bir tek Yahudiler sahiptir” diyor.[5] Böylelikle Penny, Siyonist rejimin propagandasına ve üstünlükçü ideolojisine destek oluyor, onu besliyor, zira İsrail’in Yahudileri temsil ettiğini söylüyor, ardından da Penny, Yahudilerin Siyonizmin sorumluluğunu üstlenmelerini istiyor. Tarih boyu zulüm görmüş Yahudilerle Siyonistleri ilişkilendirmek suretiyle Penny, örtük olarak Siyonizmin saldırılarını ve ondaki sömürgeciliği meşrulaştırıyor, bir yandan da İsrail’in ahlaki varoluş gerekçesine destek çıkıyor. İsrail, sahip olduğu saldırgan siyaseti gizlemek ve etkisini hafifletmek için Yahudilerin yok olma “korku”sunu kendince kullanıyor.

Hatalı bir görüş dâhilinde Penny, tıpkı Jones gibi, aynı yanlış ahlakçılığa teslim oluyor ve “İsrail’in Filistin halkına yönelik zulmünün ahlaki temeli hızla aşınıyor” diyor. Sanki bu türden bir “ahlaki temel” hep varmış gibi konuşuyor, aslında o, Siyonistlerin, beyaz üstünlükçü emperyalistlerin, ayrıca liberal Siyonist denilen iki devletli çözüm heveslilerinin aklıyla düşünüyor.

Jones ve şürekası, bu ideolojiyi anlayışla karşılıyor. Bu ideolojiyi gerçek bir analize tabi tutmuyor, kökenini, Siyonist egemen sınıflarca ve emperyalist güçlerce son 66 yıldır katliamlara ve soykırıma imza atmak için neden kullanıldığını anlamaya çalışmıyor.

Siyonizm, doğası gereği ırkçıdır. Ondaki bu ırkçılığın işgal altındaki halk üzerindeki etkisini herkes büyük ölçüde göz ardı ediyor. Bu ırkçılığı kimse anlamaya çalışmıyor, sadece okurlara cılız çağrılar yapmakla yetiniliyor.

Jones, bu ırkçılığı aklamaya, Yahudilerdeki mağduriyetle bezemeye, ardından da o sorunu halının altına süpürmeye çalışıyor. Jones, sadece bir sosyal şovenist olarak, Siyonizm denilen ideolojinin gerçek kapsamını ve batı emperyalizmiyle kurduğu önemli ilişkiyi aklamaya çalışmakla kalmıyor, ayrıca onu meydana getiren maddi sebepleri de tümüyle görmezden geliyor.

Jones’daki İsrail’in varlık “gerekçeler”ine yönelik materyalizm dışı yaklaşımın karşısında, İsrail faşizmini besleyen ve destekleyen temel ekonomik maddi sebep olarak batı emperyalizmine vurgu yapan yaklaşım duruyor.

İsrail devleti, batı sermayesine ta kurulduğu günden beri, kaynaklar açısından zengin olan Ortadoğu’da en önemli tutunma noktasını, duracağı en temel zemini temin etti. İsrail, İngilizlerce Arap milliyetçiliğinin ve milli kurtuluş hareketlerinin yükselen dalgasına karşı bir tür savunma duvarı olarak kullanıldı. Ayrıca İngilizler, bölgedeki zengin kaynaklar üzerinde askeri ve stratejik açıdan hâkimiyet tesis etmek için İsrail’den yararlandı. Sonrasında İngiliz imparatorluğunun çöküşüyle birlikte İsrail, Amerikan emperyalizminin eline geçti ve gene aynı amaçlar doğrultusunda kullanıldı. Siyonist liderler, batıya batının emperyalist hegemonyasına her yönden yardım etmeye istekli bir vekil güç armağan etti, bunun karşılığında, sömürgeci ajandalarına gerekli desteği ve yardımı aldı.

Beşir Ebu Manne, “emperyalizm-sömürgecilik” ilişkisine dair açıklamasında şunları söylüyor:

“1967 yılından beri Ortadoğu’daki önemli ekonomik ve politik sonuçları bizatihi ABD tayin ediyor. İsrail, bu sonuçların elde edilmesinde önemli bir rol oynamayı bugün de sürdürüyor. İsrail-Filistin gerçekliğinde güç ve sömürgeci barış, aynı amaca ulaşma konusunda farklı politika araçlara başvuruyor. Bu amaçsa, Yahudilerin olabildiğince çok fazla toprağa hâkim olması ve olabildiğince çok az sayıda Filistinlinin o topraklarda kalması üzerinden Yahudi üstünlüğünü tesis etmektir. ABD, bölgede kendi çıkarları doğrultusunda Siyonistlerin bu amacını kendince kullandı ve süreç içerisinde askerileştirilmiş, köktenci bir İsrail meydana getirdi.”

Bu anlamda, Amerikan imparatorluğu ile İsrail sömürgeciliği, birbirini karşılıklı olarak besleyen, dinamik bir ilişki içerisinde. ABD İsrail yerleşimciliğini, sömürgeciliğini ve işgal pratiğini destekleyip takviye ediyor, buna bağlı olarak İsrail devletinin ve toplumunun iyice militarize olmasını sağlıyor, böylelikle yeni ideolojik ve politik gerekçeler uyduruyor, yeni dini bağnazlıkları besliyor, yerli halkın daha fazla direniş sergilemesine neden oluyor, bölgeye yönelik ABD müdahalelerinin artmasını sağlıyor. Bu şiddet döngüsünün asıl belirleyici unsuru, ABD emperyalizmi.

Dolayısıyla, ABD, İsrail’in sömürgeci yayılmacılığının hem zaruri ve hem de yeterli koşulu hâline geliyor. ABD olmasa İsrail, bir parya devletten başka bir şey olmazdı. Muhtemelen bölgede barış içerisinde yaşamak için gerekli koşullar ortaya çıkardı. ABD olmasaydı, İsrail militarizmi ve Yahudi köktenciliği savunmaya çekilmek zorunda kalır, içte “ulusal güvenlik temelli anlayışın terk edilmesi, kılıçla yaşama zorunluluğundan kurtulunması çağrısında bulunan güçler politik olarak daha fazla öne çıkma imkânı bulurlardı.”[6]

Bu türden politikaların ve ABD emperyalizmi ile Siyonist sömürgecilik arasındaki karşılıklı bağımlılık üzerine kurulu “döngüsel” ilişkinin neticesinde Filistin giderek daha fazla zayıflıyor, İsrail, Filistinlilerin varolmak için kullandığı her türden araca sürekli saldırıyor. Son bombardıman, bir kez daha bu soykırım siyasetinin açık bir delili olarak iş gördü. Sivil altyapı bombalandı, binalar tahrip edildi, kültürel ve eğitimle alakalı yapılar yıkıldı, bilerek ve kasten çocuklar hedef alındı. Güya BM koruması altında olan halk, yoğun saldırıyla yüzleşti. Filistin halkını ülkeden kovmak veya en azından hayatta kalmasına mani olmak için uygulanan tüm sömürgeci politikalar devreye sokuldu.

İsrail’in ABD emperyalizmine bağımlı olduğu gerçeğini cümle âlem gördü. ABD diplomasisi ve medyası, batıda halkların tepkilerini görmezden geldi. Bugün özünde mülga ve alabildiğine emperyalizme tabi bir yapı olan Birleşmiş Milletler, her zaman olduğu gibi bugün de “büyük güçler”e, esas olarak ABD ve NATO’daki uşaklarına zayıf ülkeler karşısında güçlü bir konum bahşediyor. İsrail sömürgeciliğine karşı koyma konusunda etkili olması muhtemel iken Amerikan güvenlik konseyinin vetolarına teslim olmaktan başka bir şey yapmıyor.

Genel manada bugün ABD ordusu ve ekonomik desteği olmasa, İsrail bırakalım soykırıma dayalı yayılmacılık siyasetini uygulamayı, askeri varlığını bile sürdüremez, kimseye saldıramaz, Arap komşularının içişlerine karışamaz.

Batılı emperyalist sınıf ile Siyonizm arasındaki pazarlığın bir konusu da Arap devletlerinin zayıflatılması, teslim alınması için bölgenin kaosa, çatışmalara ve çelişkilerle yüklü bir gerçekliğe sürüklenmesi. Burada amaç, Arap halklarının sindirilmesi, politik tepkilerin açığa çıkacağı yolun ortadan kaldırılması ve sömürü imkânlarının artırılması.

İsrail, şu veya bu şekilde batı emperyalizmine Ortadoğu’nun ezilmesi ve sömürülmesi için gerekli olan en güvenilir varlığı temin ediyor. Batı emperyalizminin bu sömürgeci tezahürü tümüyle ortadan kaldırılmadan, ırkçı ideolojik yapısı yok edilmeden, buna bağlı olarak, Filistinliler ve Araplar batı emperyalizminden ve Siyonist zulümden kurtarılmadan, “kalıcı barış” asla tesis edilemez.

Zalimin yapıp ettiklerini anlamaya çalışan, onu başka şeylerle denkleştirmeye gayret eden batılı “sol” liberallerin ve sosyal şovenistlerin derdi, hem Siyonizmin hem de İsrail devletinin faşist niteliğini gizlemek, ona yönelik tepkiyi yumuşatmak, Ortadoğu’da batı emperyalizminin hâkimiyetine destek çıkma konusunda oynadığı kritik role destek sunmaktır.

Phil Greaves
1 Ağustos 2014
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Yifa Yaakov, “Over 90% of Israelis say Gaza Op Justified”, 29 Temmuz 2014, Times of Israel.

[2] Greg Shupak, “The Logic of Israeli Violence”, 30 Temmuz 2014, Jacobin.

[3] Owen Jones, How the Occupation of Gaza Corrupts the Occupier, 20 Temmuz 2014, Guardian.

[4] Owen Jones, “Israel is under Renewed Hamas Attack, Says the BBC, More Balance is Needed”, 9 Temmuz 2014, Guardian.

[5] Laurie Penny, “As Israel’s Assault on Gaza Intensifies” 23 Temmuz 2014, Newstatesman.

[6] Bashir Abu-Manneh, “Israel in the US Empire”, 1 Mart 2007, MR.

26 Kasım 2023

Madde, Diyalektik, Kemalizm


Diyalektikçi olup materyalizmi çöpe atanlarla; maddeci olup diyalektiği çöpe atanlar arasındaki yarışın bir anlamı yok. Materyalizmsiz diyalektikçilik arabuluculukla; diyalektiksiz materyalizmse teslimiyetçilikle sonuçlanır.[1]

“Kemalist-komünist ittifakı” denilen şey, materyalizmden de diyalektikten de azade, soyut, idealist bir gevezeliktir. Somutta olmayan, hayali ve fikri olgular arasında bağ kurulmakta, bu bağa kul-köle olunmaktadır. Her şey, imaj, imge, fikir âleminde olup bitmektedir. Gerçekle, maddeyle, diyalektikle bir alakası yoktur. Olmasın diye imaj, imge ve fikir âlemine kaçılmaktadır. Efendilerine verdikleri söz gereği hareket etmektedirler.

Bugün CHP yalanına bireyleri örgütleme işine müdahale edilmediği için bu hâlde olduğumuz görülmelidir. CHP ile kurulmuş olan rant ilişkileri, sorgulanmalıdır. CHP’ye dair hayaller, boşa düşürülmelidir. AKP gösterilip CHP’ye razı gelinmemelidir.

O açıdan, başka CHP arayışının evladı olan Murat Belge’nin “ben diyalektik materyalizme hiç inanmadım” demesine takılmamak gerekir. Asıl, bugün güya diyalektik materyalizme bağlıymış gibi görünen, bu konuda suyun başını tutan sosyalist partiler tartışılmalıdır. Onlar, Murat Belge’den farklı olarak, inanmadıkları, önemsemedikleri bir fikre mani olmaktadırlar. Aralarında bir fark yoktur.

“CHP’nin bağımsız bir işçi hareketinin, cumhuriyet kavgasının ya da burjuva devrimleriyle elde edilmiş bir mevziinin ürünü olduğunu sanan sosyalistler”, kendi yarattıkları helvadan puta tapmakta, öyle zannettikleri CHP’yle gene idealist ve metafizik âlemde ilişki kurma çabası içine girmektedirler. Yani bir yanılsamayı ve yalanı inşa edenler de onlara tapanlar da aynı kişilerdir. Bu kişilerin yalanı ifşa edilmelidir.

Oysa:

“Son tahlilde elimizde sadece iki seçenek var: ya araştırmalarımızı materyalist tarih anlayışından yola çıkarak yapacağız ya da idealist epistemolojiden. Neticede idealist, ihtimalleri ya sabit ve tarih dışı şeyler ya da kendi kendisine yeterli bir fikrin zorunlu gelişimi ve yayılımı üzerinden anlaşılabilir şeyler olarak anlar. […] İdealizme uygun hâle geldiğinde politik düşünme pratiği, madde denilen kökten kopar. Bu pratiğin ortaya koyduğu sonuçlar ilgi çekici olmaktan çıkar, elinden sadece gerçekliğin düşüncenin önünde eğilmesini talep etmekten başka bir şey gelmez.”[2]


Kemalizm-komünizm ittifakı, bu türden bir idealizmin eseridir. Yanlış, maddesiz, diyalektiksiz bir tarih okuması, bu idealizmi zihinlere ve pratiğe kazımıştır. Kaba materyalizm adına, Kemalizm, cumhuriyet ve devlet, verili mutlak maddeler olarak kabul edilip sahiplenildiğinden, onlara karşı bir güç çıkartma ihtiyacı gündemden düşmektedir. Yarmayan, bölmeyen, biri iki yapmayan bir pratik yoksa, teslimiyetçilik ve arabuluculuk hâkim hâle gelir.

Komintern, 1919’da Antalya-İzmir hattındaki komprador burjuvazinin, toprak ağalarının ve tüccarların bir siyasi önder arayışı içerisinde olduğunu, Kemalistlerin bu önderliği ele geçirmek için uğraştıklarını söylemektedir. Komintern çizgisi, o önderlik adına, tasfiye edilmiştir. Geleceğe bir miras bırakmamıştır. Komünistin adı kalmış, kendisi defnedilmiştir.

İşçinin-köylünün iradesini görmemeyi öğrenen komünist hareket, o önderliğin emriyle, orduya bağlanmıştır. Ondan sonra Kemalizmle, cumhuriyetle ve devletle düşünen, o Antalya-İzmir hattına göre şekil alan bir solculuk ve sosyalizm pratiği açığa çıkabilmiştir. Bugünkü TKP’nin Antalya-İzmir’deki ticari ilişkileri dikkate alındığında, onun nereye bağlanacağını iyi bildiği görülmektedir.

Buradaki idealizm, maddeden ve diyalektikten kopuklukla ilgilidir. Maddi bir güç olanın diyalektikle, diyalektik bir güç olanın maddeyle ilişkisi olmalıdır. TKP, ÖDP gibi yapılar, bir idealizmin kurbanlarıdırlar. Peşlerinden sürükledikleri bireyleri, burjuvazinin ve devletin kapısına bağlamakla görevlidirler.

Bu görev gereği, Atatürk’ün kalpağına orak-çekiçli rozet iliştirince sosyalizmin geleceğine safça inanıyorlar. Kan ve ter olmadan, somut bir güç inşa etmeden, kavga vermeden, ezbere, kolayca, tepeden inerek, pişmiş armutları toplayacaklarını, onlara sosyalizmin kızıl gömleğini giydireceklerini sanıyorlar. Ama öz, biçimi belirliyor. O kızıl gömlek, burjuvazinin ve devletin atölyesinde, bizzat onların malzemesiyle imal ediliyor. Bu solculuğun ezilene, işçiye ve yoksula düşman olduğunu görmek gerekiyor. Antikomünist sol, tüm mevzileri ele geçiriyor, devlete ve burjuvaziye hizmet ediyor.

O kalpağa rozet iliştirince sosyalizm geleceğini sanan kişi, SİP’in KP ismini aldığı dönemde Sorun Polemik kolektifi içerisine sokuldu. Orada yürüttüğü ajan faaliyeti dâhilinde, kolektife “ya arkadaşlar, şu 10 Eylül kongresinin ikincisini yapsak, tüm ördekleri toplasak olmaz mı?” sorusunu sordu/sordurdu ve o insanları bu idealist yalana ikna etti. Bu tür ajanların görevi, gerçek bir komünist hareketinin bu topraklarda vücut bulmasına mani olmaktı. Bu kişiler, ne 10 Eylül kongresine, ne oradaki kolektif iradeye, ne de o iradenin bölücü pratiğine inanıyordu. İnandıkları, boş, pürüzsüz, yekpare, saf bir hayalden başka bir şey değildi.

“10 Eylül kongresini yeniden yaparsak bizi kimse tutamaz” diyen aynı idealizm, bugün Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi denilen fikirde de var.[3] Bu fikrin sahipleri, kan-ter dökmeden, somut maddi güçlerle, işçi sınıfıyla, köylülükle, emekçilerle, kavgayla somut ilişkiler kurmadan, “Devrimden Sonra” işçi sınıfına bir kararnameyle devrim olduğunu tebliğ etme hayalini kuruyorlar. Basit bir imaj ve fikir etrafında toplanmayı sosyalist politika sanıyorlar. Bir yalana örgütleniyorlar. “Ankara’daki meclisi hayal âleminde biz bir kez daha kurarsak, tüm CHP tabanını örgütleriz” yalanına sarılıyorlar. O meclisteki sınıflar mücadelesini bu yüzden siliyorlar, o meclisin maddi (sosyolojik, tarihsel, ekonomik) zeminine karşı bu sebeple körleşiyorlar. “Sabit ve tarih dışı” olgulara put gibi sarılıyorlar. Gerçeği nafile yere bir fikrin önünde diz çöktürmek için uğraşıyorlar. Yanılıyorlar, yanıltıyorlar. Kemalizmi örtük sosyalizm olarak tarif edince saf ve aptal Kemalistleri avlayacaklarını sananlar, aldanıyorlar, aldatıyorlar.

Bunlar, tükenmiş millet meclisini bu sefer Ankara’da değil de Kadıköy’de inşa ettiklerinde, halk temsilcileri meclisini Kemalistlerle kurduklarında, önlerine yollar açılacağını sanıyorlar. TKP’liler, Nâzım’ın Yapı Kredi’ye satıldığı gün kendilerine parti olma izni verildiği gerçeğini unutmak ve unutturmak istiyorlar. Bu nedenle, sürekli hayal âleminde dolaşıyorlar, idealizme kul köle oluyorlar. Yüce bir fikrin gelişimi ve yayılımına bakıyorlar, gerçeğe, maddeye ve diyalektiğe körleşiyorlar. Kadıköy’deki rant ilişkilerine bakmıyorlar, oradaki yoksulun Avcılar’a sürüldüğünü görmüyorlar. Gene kendileri gibi özel zannettikleri bireylere, sanatçılara ve aydınlara sesleniyorlar. İşçiden, emekçiden, yoksuldan tiksindikleri için onlardan uzak duruyorlar. Bunlarda putlaştırdıkları Atatürk isimli gerçek tarihsel kişilikteki kavga, mücadele ve iradeye bile rastlanmıyor. Bu kişilerde ne bir davanın neferi olma iradesi ne de bir kolektife aidiyet duygusu var. Bunların Atatürk imajı, sınıflar üstü, kavga dışı, madde ve diyalektikten azade olduğu için kutsal. Bundan gayrı bir anlamı da yok.

Bugün yapay zekâ ile sosyal medyada selfie görüntüleri oluşturuluyor. Bunların yapay zekâsı bile Atatürk’e benzeyen ve bunun rantını yiyen kişinin görüntüsünü temel alıyor. TKP’nin zihninde de aynı imaj ve figür var. Bu Atatürk’e benzeyen kişiye birileri 1 milyon lira bağış topluyor. Emekli subayların eşleri Atatürk’e benzeyen kişinin cinsel arzularına teslim oluyor.

TKP de aynı alıklığı örgütleyeceği vehmine kapılıyor, bu sebeple, alıklaşıyor. Cumhuriyet bayramında CHP’lilerle birlikte zumba yapıyor, 10 Kasım’da Anıtkabir duvarına alnını dayayıp gözyaşları döküyor. Bu şekilde çok büyüyeceği günlerin hayaliyle yaşıyor. Fikri ve eylemi mumyalaştırıyorlar. Efendiler için zararsızlaştırıyorlar.


Tarih, cumhuriyet ve devlet savunusu üzerinden düzlenince, o tarihi çatallayan, çatlatan ve bölen pratik de siliniyor. Tersten, TKP gibi yapılar, o pratiği silmek için varlar, ayrıca o pratik silinmeye yüz tuttuğu için varolabiliyorlar. Diyalektiksiz bir maddeyi tanrılaştırıyorlar, ona ibadet ediyorlar. Bilimcilikleri bu düzlemde gerçekleşiyor. Öte yandan, maddesiz diyalektikçiler de döne dolaşa aynı yere düşüyorlar. Teslimiyetçilik ve arabuluculuk, CHP’de ortaklaşıyor.

Din, millet, sınıf bağlamında bölünmemiş bir gerçekliğe iman ediyorlar. Din, millet ve sınıfın bölünmesine karşı çıkıyorlar. Bu iman ve bu amel, CHP’de birleşiyor.

TKP ve ÖDP gibi yapılar, Kemalizmin ve Cumhuriyetin içinde buldukları, idealize ettikleri Sovyetik “öz”e tapıyorlar. Sonrasında burjuvazinin bu öze ihanet ettiğini, onun bayrağını almak gerektiğini söylüyorlar. Cumhuriyeti ve burjuva devletini tarih üstü olgular olarak alıyorlar. Sovyetler’le Türk devletinin devlet katında kurduğu ilişkilere odaklanıyorlar. Devrimler arasındaki maddi ve diyalektik ilişkidense sürekli kaçıyorlar. TKP ve ÖDP gibi yapıların Sovyetler’in ardındaki kan ve terle de bir bağı yok. O iradenin tasfiye edildiği momentte anlam kazanıyorlar.


TKP, yetmişlerde CHP ve devleti adına ortalığı toparlasınlar diye, bizzat Sovyet devletiyle tesis edilmiş ilişkilerin emriyle kuruluyor. Bu ilişkilerde CHP’yle iltisaklı kişiler başa yazılıyor. Kavganın, maddenin, diyalektiğin ürettiği ilişkiler, kapı dışarı ediliyor. TKP ve Devyol şahsında CHP ilkinde kentlerdeki, ikincisinde taşradaki kavgayı tasfiye ediyor. Bu açıdan, TKP içerisinde bir “ihanet şebekesi” bulunmuyor. Bu, TKP diye yüce idealist öz inşa etmiş, ona bağlı kalmayı komünistlik sanan bireylerin bir yanılsaması. Ama gene de bazen kaba materyalizme tercih edilmesi gereken bu idealizmin şu tespitinin doğru olduğunu görmek gerekiyor:

“12 Eylül, bir makro plan olarak, tekellerin önünü açmak ve egemenliğini tesis etmek için, sosyalist hareketi ve onu besleyen bütün sol damarları ve demokratik barınaklarını topyekûn ortadan kaldırmak yanında ve bu amaca yönelik olarak, tarihte görülmemiş bir karanlığı tesis etmek üzere, Kemalist yüksek kadroların ülke yönetimini dinci, gerici akımlara teslim ettiği ve bugüne kadar da asistanlık yaptığı bir fesadın hikâyesi ise, TKP’nin tarihe gömülmesi de TKP'ye adımını attığı andan itibaren, TKP’deki elverişli şartların üzerine basa basa, TKP’nin tasfiyesi üzerinden, sosyalist hareketin bu topraklardan geri dönmeye cüret etmemek üzere temizlenmesi için, TKP içinde bir tasfiye partisi kurmanın ve işletmenin hikâyesidir.”[4]

Bu fikriyat, “CHP olalım, onun yerini alalım”dan gayrı bir şey söylemiyor. Onu diyalektikten ve maddeden azade bir yere yerleştiriyor. CHP’yi var eden ilişkilere ezileni-sömürüleni mecbur ve kul ediyor. Her yerde ve zamanda CHP gibi düşünüyor.

TKP ve Devyol’un tepe kadrosu ile tabandaki emekçi kadro ayrıştırılarak, ikincisinin kanına-terine sahip çıkmalı, tepe kadro tasfiye edilmeli. Bu işlem, TKP ve Devyol’u taklit eden örgütler için de devreye sokulmalı. Bu ülkede devrim ve sosyalizm bunu emrediyor.

Eren Balkır
25 Kasım 2023

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Mahir Çayan’ın Diyalektik Devrimciliği”, 5 Ekim 2008, İştiraki.

[2] Aaron Jaffe, “Marxism, Spinoza and the ‘Radical’ Enlightment”, 1 Haziran 2022, Spectre.

[3] “Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi Kuruluşunu Duyurdu”, 8 Kasım 2023, TKP.

[4] Fikret Uzun, “TKP’yi ve Komünist Hareketi Tasfiye Amaçlı TKP İçine Çöreklenmiş Partinin Fotoğrafı”, 29 Mart 2011, Fikretuzun.