İsrail’in
Gazze’de gerçekleştirdiği son katliamlar, Siyonist rejimin soykırım
politikalarının ve ABD’nin öncülük ettiği NATO ittifakı içindeki emperyalist destekçilerinin
cümle âlem tarafından idrak edilmesini sağladı.
1948’de
yaşanan, Nekbe Günü olarak bilinen ve “misafirperver olmayan Araplarca
kuşatılmış, barış arayışında olan İsrail devleti”ne dair algının yalan olduğunu
açığa vuran tarihsel olaydan beri şiddet araçlarını kullanan bir sömürgeci güç
olarak Siyonist liderliğin, esasında Filistinlilerle ve Arap komşularıyla
“kalıcı bir barış” tesis etme niyetinde olmadığı görüldü.
66
yılı aşın bir zamandır süren etnik temizlik, dönem dönem gerçekleştirilen
kitlesel katliamlar, bitmek bilmeyen insan kaçırma eylemleri ve hapsetme
pratikleri, toprak gaspları ve onca savaş, bırakalım İsrail’in tarihî Filistin
içerisinde oluşturduğu bantustanlar ve gettolar içerisinde yaşama ihtimali
bulacak özerk Filistin ülkesinin kurulmasını, “barış”ın bile Siyonist ve
emperyalist ajandada kendisine yer bulamadığını ortaya koydu.
Filistin
halkının tümüyle topraklardan sürülmesi ve o toprakların hepten müsadere
edilmesinin ulaşılması arzulanan nihai hedef olduğu sonucuna, ancak İsrail’le
emperyalist destekçilerinin tarihsel ve güncel politikalarını analiz etmeye
çalışan düz revizyonistler veya en üst mertebeden kendi çizgisini sofuca
savunan isimler ulaşabilirler.
Esasında
yıllar içerisinde birçok İsrailli siyasetçi, askeri uzman veya politika
plancısı, niyeti ve hedefi çoktan açık etmişti. Sıkı bir biçimde savunulan
politika, işgalci İsrail halkının görüş ve ideolojisinde zaten karşılık
buluyor. Bunun son kanıtı da son yaşanan katliamlara İsraillilerin büyük
çoğunluğunun destek verdiğini, hatta bu katliamların daha da sürmesini
istediklerini söyleyen anketler.[1]
Bu
durumun, gemi azıya almış ve İsrail toplumunda yaygın olan yabancı
düşmanlığıyla ve katliamları ellerindeki mısır cipsleriyle tribünlerden izleyip
“Araplara Ölüm” diye bağıran, daha da kötüsü, bu tür sloganlarla Tel Aviv
caddelerinde yürüyen ırkçı İsrailli kalabalıkları gösteren görüntülerle bir
alakası yok.
Bugün
Gazze’de yaşanan kıyıma karşı batının, hatta sözde “sol” çevrelerin
geliştirdiği müşterek bakış açısı, büyük ölçüde şaşkınlık ve kuşku üzerine
kuruluydu. Herkes, yaşananları emperyalistlerin desteğini arkasına almış olan
faşist zulmü, çoktandır hükmünü yürüten bir kural değil, istisna olarak kabul
etti.
Greg
Shupak’in ifadesiyle:
“Bu türden bir şiddeti
amaçsız bir şeymiş gibi tarif edenler, İsrail’in Koruyucu Hudut Operasyonu’nun,
esasında tarihinin önemli bir kısmı boyunca yapıp ettiklerinin ve gösterdiği
tavrın temel mantığını gözden kaçırıyorlar.
Yerleşimci-sömürgeci
ajandasının ve jeopolitik sistemde Amerika’nın ortağı olarak gördüğü işlevin
güdümünde olan İsrail, kontrol altında tuttuğu toprakları azami düzeye taşıma
arzusuyla kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştığı topraklarda yaşayan
Filistinlilerin sayısını asgari düzeye çekme zorunluluğu arasında bir denge
sağlamaya çalışıyor.
Neticede Filistinliler,
sadece aşırı şiddete maruz kalmıyorlar. Aslında onların tarihî Filistin’de
özgürce yaşama imkânlarına saldırılıyor. […] bugün İsrail’in gerçekleştirdiği
saldırı, sadece belirli Filistinli bireylerin fiziki varlıklarına son vermekle
kalmıyor, ayrıca bir halk olarak Filistinlilerin kendi vatanlarında bağımsız
olarak yaşama becerisini o halkla birlikte ortadan kaldırmayı amaçlıyor.”[2]
Buna
karşın, batılı liberal “sol”a mensup yorumcular, bu kadar basit bir analizi
bile yapmaya hiçbir şekilde yanaşmıyorlar. Örneğin, İngiliz İşçi Partisi’nin
önde gelen propagandacılarından Owen Jones, Guardian gazetesinin o beyaz
batılı liberal okur kitlesine oportünist muhalefet neymiş onu bir kez
daha öğretme imkânı buldu.[3] Gazetedeki köşesini savaşın iki tarafını yanlış
bir temel üzerinden denklemek ve ırkçı İsrailli işgalcileri birer mağdur olarak
takdim etmek için kullanan Jones, yazısında “İsrail’in önceden planlayarak uyguladığı
kitlesel katliamın “anlayışla karşılanması gereken bir gerekçeye dayalı, basit
bir saldırı” olduğunu söyledi.
Jones’a
göre, İsrail’in sömürgeci saldırısının ardındaki “gerekçe”ye bir yandan da
işgal altındaki Filistinlilerin değil, zalimin gözüyle bakılmamalı. Peki bu
“gerekçe” nedir?
Tabii
ki geçmişte Yahudilere zulmedilmiş olması, Holokost, Çarlık Rusyası’nın
gerçekleştirdiği pogromlar (katliamlar) ve daha da önemlisi, bu olaylar
ardından Yahudilerin edindikleri mağdurluk hâli. Jones, yazısının bir yerinde,
“her türden işgale eşlik eden ahlaki yozlaşmanın Yahudi halkının yaşadığı
kolektif travmayla kaynaştığını” söylüyor. Birçok liberal Siyonist de bu konuda
Jones’a destek çıkıyor (şurası açık ki Jones, yazılarında Filistinlileri hiç
anmıyor).
Oysa
bu tür değerlendirmelerde dünün Yahudi mağdurlarıyla bugünün ırkçı işgalcileri
yan yana getirilerek, Siyonist sömürgecilik için bahaneler bulunuyor, suç, bir
biçimde hafifletiliyor. Jones, Yahudilere yönelik zulmün tarihiyle Siyonist
rejimi ve onun yobaz üyelerini ilişkilendiriyor. Böylelikle Siyonizmi aklayıp,
ona altı boş bir ahlaki meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Bu yalan yanlış
algının ta başından beri Siyonist projeyi meşrulaştırmada en temel unsur
olduğunu artık biliyoruz.
Bu
algıyı Siyonist liderler ve destekçileri besleyip durdu. Bu sayede sömürgeci ve
soykırımcı güçlerin yapıp ettiklerinin üzerine ahlaki bir şal serildi ve bu
güçler, katliam siyasetlerini daha yoğun bir biçimde uygulamaya devam ettiler.
Jones,
bizden İsrail rejiminin, onun eli silahlı ırkçı yerleşimcilerinin ve o çarpık
ideolojisinin tarih boyunca Yahudilerin maruz kaldıkları “kolektif travma”
sebebiyle, anlayışla karşılamamızı istiyor. Bu talep doğrultusunda Jones,
Yahudilerle Siyonistlerin bir ve aynı şey olduğunu iddia etmiş oluyor. Jones,
zulüm görmüş Yahudilerle ırkçı Siyonistleri yan yana getiren görüşü yaymaya
çalışıyor, üstelik bu çalışmayı o sahte “sol” gömleğini üzerine geçirip dile
getirdiği kınayıcı sözlerin ardına saklanarak yürütüyor. Meseleyi anlamaktan
uzak olan Jones, sadece İsrail çizgisini zerre eleştirmeden, onun ürettiği
lafları papağan gibi yinelemekle yetiniyor.
Özetle
şu söylenebilir: “Yahudi devleti”nin üstünlükçü ideoloji üzerine kurulu
temelini besleyip ona karşı anlayışlı olunmasını isteyenler, ırkçı
yerleşimcileri mağdur Yahudiler olarak tasvir ediyorlar, Siyonistlerin
Filistin’de uyguladıkları, emperyalizm destekli sistematik gaddarlığı ve zulmü
aklayıp temize çekiyorlar, ona bahaneler uyduruyorlar, bu gaddarlığı ve zulmü
anlayışla karşılıyorlar, bir yandan da onlar için saçma sapan gerekçeler
buluyorlar. Aslında gerçekte zulüm gören Yahudilerin tarihinin Siyonizmle
hiçbir ilişkisi yok. Bu ilişki, sadece Siyonizmin faşist politikalarını ve
ideolojisini meşrulaştırmak için kullanılıyor.
Burada
başvurulan hile bir adım öteye götürülüyor. Jones, o noktada İsrail
sömürgeciliğinin İngiliz imparatorluğunun İrlanda’da uyguladığı zulüm ve
sömürgeci politikayla kıyaslıyor. Bu iki unsuru, iki sömürgecilik biçimini
anakronik düzlemde kıyaslamak suretiyle yazar geniş bağlamdan kopuyor, böylece
İsrail’i meşru bir devletmiş gibi takdim etme imkânı buluyor. Sanki İsrail
devleti Filistin topraklarını gasp etmezden önce varmış gibi konuşuyor. 1967
sınırlarına ulaştığında sömürgecilik sonrası vücut bulmuş hâline geri
döneceğini iddia ediyor.
Bu
bakış açısı, Jones’un “işgal son bulsun, tüm yerleşimler kaldırılsın” talebinde
ve iki devletli çözümünde de karşımıza çıkıyor. Oysa 1948’de doğan, belirli bir
kültüre ve ideolojiye sahip olan İsrail devleti, tümüyle sömürgeci işgalin
ürünüdür ve eğer işgal ve devam eden sömürgecilik politikası tümüyle sona
erecekse, o hiçbir biçim altında varolmamalıdır.
Jones,
İsrail’i esas olarak başka bir meşru devleti işgal eden meşru bir devlet olarak
takdim ediyor, onu başka bir devletin topraklarını tümden çalan ve çaldığı
topraklar üzerine inşa edilmiş olan gayrimeşru bir devlet olarak görmüyor. Onu
o topraklardaki halkı kovan zalim ve katil bir güç olarak değerlendirmiyor.
Bu
türden bir oportünizm, sonrasında Filistinli direniş örgütü Hamas’a karşı
aldığı konumlarda da karşılık buluyor. Jones’un liberal Siyonist kaynaklarından
biri bize, İsraillilerin “Gazze’de oturan herkesi Hamas destekçisi olarak
gördüğünü” söylüyor. Bu insanların önemli bir kısmının 2006’da Hamas’ın
kazandığı seçimde oy kullanacak yaşta olmamaları, yazarımızı hiç
ilgilendirmiyor. Onun derdi, herkesi topyekûn cezalandıran saldırıları
meşrulaştırmak. Dolayısıyla, bu tür görüşlerin yanlış olduğunu net bir biçimde
dile getirmeyen Jones, Hamas’ı destekleme “suç”u karşılığında herkesin
cezalandırılmasını meşru bulan, bu tür eylemlerin anlayışla karşılanması
gerektiğini söyleyen ifadelere başvuruyor. Çünkü tüm Hamas üyeleri “terörist”,
İsrailliler se zavallı birer mağdur.
Asıl
bu yaklaşıma anlayış gösterilmemeli. Bu görüşe temel teşkil eden ırkçı
ideolojiye şiddetle karşı çıkılmalı.
Jones
ve şürekası, omurgasız bir topluluk. Daha önce yazdığı bir yazıda Jones bize,
“Hamas’ın sivil alanlara fırlattığı roketler asla savunulamaz”[4] diyordu.
Böylelikle, İsrail rejiminin Hamas’ın İsrailli sivilleri hedef aldığı yalanına
omuz vermekle kalmıyor (ki aslında bu roketler işgal güçlerini hedef alıyorlar,
öte yandan işgal güçleri uçaklarla ve tanklarla kadınları ve çocukları
katlediyor) bir yandan da uluslararası hukukun Filistinlilere bahşettiği işgale
karşı silâhlı direniş gerçekleştirme hakkını inkâr ediyordu.
Bu
noktada şu soruyu sormamız gerekiyor: Kendisine hürmeti olan ve Filistinlilerin
faşist askeri işgale direnme hakkını reddeden “solcu”ya ne denir? Sosyal
şovenist, sosyal emperyalist “solcu” denir.
Netenyahu’nun
İsraillileri tehdit altındaki mağdurlar olarak resmetmek amacıyla başvurduğu,
Holokost’a dair ifadelerini alıntılayan Jones, saldırıların ardındaki gerekçeyi
anlayacak kıvama geliyor, ama onu gerçek adıyla çağıramıyor, faal olan
ideolojiyi göremiyor. Gazze’de İsrail’in gerçekleştirdiği katliamların sebebi
salt metafizik bir “gerekçe” değil, Siyonizm denilen, her yanı kuşatmış ırkçı
sömürgeci ideoloji. Buna karşın, Jones, onun adını ağzına almıyor, çünkü Jones
sadece, o ahlaksız ideolojiyle, dahası, onun özel kimi maddi sebepleriyle
yüzleşmenin tüm sonuçlarını liberal yavan sözlerin ve boş kınamaların ardına
saklamakla ilgileniyor.
Bu
sosyal emperyalistler, Siyonist barbarlığa yol açan ekonomik maddi sebepleri “anlama”
çabası içine girmiyorlar, bu sebepleri ortaya çıkartmanın kölesi oldukları
emperyalist burjuva propagandayı beş paralık edeceğini iyi biliyorlar.
Dün
olduğu gibi bugün de Siyonizm, sömürgecilik bağlamında emperyalizmin desteğini
arkasına almış olan İsrail projesi için belirli bir kültür, ideoloji ve devlet
yapısı inşa eden bir fikriyattır. Siyonizm faşizmdir. İsrail devletinin faşizmin
batı emperyalizmine bel bağlamış olan sömürgeci tezahürü olduğuna dair tespiti,
Oxford’da eğitim görmüş İşçi Partili propagandacıların boyunu ve zihin
dünyasının sınırlarını aşan bir tespittir.
Yahudilere
yönelik zulümle Siyonizmi ilişkilendiren az sayıda batılı “solcu” gibi Jones’un
liberal emperyalist propaganda faaliyetlerinde yoldaşı olan Laurie Penny de aynı
sopayı sallıyor, ama onu nispeten daha kaba bir biçimde kullanıyor. Solun
kınayıcı dilinin ardına sakladığı, Yahudilerle Siyonistleri ilişkilendirme çabası
içine giren Penny, Yahudilere sesleniyor ve “ateşkes konusunda en güçlü çağrıyı
yapacak konuma bir tek Yahudiler sahiptir” diyor.[5] Böylelikle Penny, Siyonist
rejimin propagandasına ve üstünlükçü ideolojisine destek oluyor, onu besliyor,
zira İsrail’in Yahudileri temsil ettiğini söylüyor, ardından da Penny,
Yahudilerin Siyonizmin sorumluluğunu üstlenmelerini istiyor. Tarih boyu zulüm
görmüş Yahudilerle Siyonistleri ilişkilendirmek suretiyle Penny, örtük olarak
Siyonizmin saldırılarını ve ondaki sömürgeciliği meşrulaştırıyor, bir yandan da
İsrail’in ahlaki varoluş gerekçesine destek çıkıyor. İsrail, sahip olduğu
saldırgan siyaseti gizlemek ve etkisini hafifletmek için Yahudilerin yok olma “korku”sunu
kendince kullanıyor.
Hatalı
bir görüş dâhilinde Penny, tıpkı Jones gibi, aynı yanlış ahlakçılığa teslim
oluyor ve “İsrail’in Filistin halkına yönelik zulmünün ahlaki temeli hızla
aşınıyor” diyor. Sanki bu türden bir “ahlaki temel” hep varmış gibi konuşuyor,
aslında o, Siyonistlerin, beyaz üstünlükçü emperyalistlerin, ayrıca liberal
Siyonist denilen iki devletli çözüm heveslilerinin aklıyla düşünüyor.
Jones
ve şürekası, bu ideolojiyi anlayışla karşılıyor. Bu ideolojiyi gerçek bir
analize tabi tutmuyor, kökenini, Siyonist egemen sınıflarca ve emperyalist
güçlerce son 66 yıldır katliamlara ve soykırıma imza atmak için neden kullanıldığını
anlamaya çalışmıyor.
Siyonizm,
doğası gereği ırkçıdır. Ondaki bu ırkçılığın işgal altındaki halk üzerindeki
etkisini herkes büyük ölçüde göz ardı ediyor. Bu ırkçılığı kimse anlamaya
çalışmıyor, sadece okurlara cılız çağrılar yapmakla yetiniliyor.
Jones,
bu ırkçılığı aklamaya, Yahudilerdeki mağduriyetle bezemeye, ardından da o
sorunu halının altına süpürmeye çalışıyor. Jones, sadece bir sosyal şovenist
olarak, Siyonizm denilen ideolojinin gerçek kapsamını ve batı emperyalizmiyle
kurduğu önemli ilişkiyi aklamaya çalışmakla kalmıyor, ayrıca onu meydana
getiren maddi sebepleri de tümüyle görmezden geliyor.
Jones’daki
İsrail’in varlık “gerekçeler”ine yönelik materyalizm dışı yaklaşımın karşısında,
İsrail faşizmini besleyen ve destekleyen temel ekonomik maddi sebep olarak batı
emperyalizmine vurgu yapan yaklaşım duruyor.
İsrail
devleti, batı sermayesine ta kurulduğu günden beri, kaynaklar açısından zengin
olan Ortadoğu’da en önemli tutunma noktasını, duracağı en temel zemini temin
etti. İsrail, İngilizlerce Arap milliyetçiliğinin ve milli kurtuluş
hareketlerinin yükselen dalgasına karşı bir tür savunma duvarı olarak kullanıldı.
Ayrıca İngilizler, bölgedeki zengin kaynaklar üzerinde askeri ve stratejik
açıdan hâkimiyet tesis etmek için İsrail’den yararlandı. Sonrasında İngiliz
imparatorluğunun çöküşüyle birlikte İsrail, Amerikan emperyalizminin eline
geçti ve gene aynı amaçlar doğrultusunda kullanıldı. Siyonist liderler, batıya
batının emperyalist hegemonyasına her yönden yardım etmeye istekli bir vekil
güç armağan etti, bunun karşılığında, sömürgeci ajandalarına gerekli desteği ve
yardımı aldı.
Beşir
Ebu Manne, “emperyalizm-sömürgecilik” ilişkisine dair açıklamasında şunları
söylüyor:
“1967 yılından beri
Ortadoğu’daki önemli ekonomik ve politik sonuçları bizatihi ABD tayin ediyor. İsrail,
bu sonuçların elde edilmesinde önemli bir rol oynamayı bugün de sürdürüyor. İsrail-Filistin
gerçekliğinde güç ve sömürgeci barış, aynı amaca ulaşma konusunda farklı
politika araçlara başvuruyor. Bu amaçsa, Yahudilerin olabildiğince çok fazla
toprağa hâkim olması ve olabildiğince çok az sayıda Filistinlinin o topraklarda
kalması üzerinden Yahudi üstünlüğünü tesis etmektir. ABD, bölgede kendi
çıkarları doğrultusunda Siyonistlerin bu amacını kendince kullandı ve süreç
içerisinde askerileştirilmiş, köktenci bir İsrail meydana getirdi.”
Bu
anlamda, Amerikan imparatorluğu ile İsrail sömürgeciliği, birbirini karşılıklı
olarak besleyen, dinamik bir ilişki içerisinde. ABD İsrail yerleşimciliğini,
sömürgeciliğini ve işgal pratiğini destekleyip takviye ediyor, buna bağlı
olarak İsrail devletinin ve toplumunun iyice militarize olmasını sağlıyor,
böylelikle yeni ideolojik ve politik gerekçeler uyduruyor, yeni dini
bağnazlıkları besliyor, yerli halkın daha fazla direniş sergilemesine neden
oluyor, bölgeye yönelik ABD müdahalelerinin artmasını sağlıyor. Bu şiddet
döngüsünün asıl belirleyici unsuru, ABD emperyalizmi.
Dolayısıyla,
ABD, İsrail’in sömürgeci yayılmacılığının hem zaruri ve hem de yeterli koşulu
hâline geliyor. ABD olmasa İsrail, bir parya devletten başka bir şey olmazdı.
Muhtemelen bölgede barış içerisinde yaşamak için gerekli koşullar ortaya
çıkardı. ABD olmasaydı, İsrail militarizmi ve Yahudi köktenciliği savunmaya
çekilmek zorunda kalır, içte “ulusal güvenlik temelli anlayışın terk edilmesi,
kılıçla yaşama zorunluluğundan kurtulunması çağrısında bulunan güçler politik
olarak daha fazla öne çıkma imkânı bulurlardı.”[6]
Bu
türden politikaların ve ABD emperyalizmi ile Siyonist sömürgecilik arasındaki karşılıklı
bağımlılık üzerine kurulu “döngüsel” ilişkinin neticesinde Filistin giderek
daha fazla zayıflıyor, İsrail, Filistinlilerin varolmak için kullandığı her
türden araca sürekli saldırıyor. Son bombardıman, bir kez daha bu soykırım
siyasetinin açık bir delili olarak iş gördü. Sivil altyapı bombalandı, binalar
tahrip edildi, kültürel ve eğitimle alakalı yapılar yıkıldı, bilerek ve kasten
çocuklar hedef alındı. Güya BM koruması altında olan halk, yoğun saldırıyla
yüzleşti. Filistin halkını ülkeden kovmak veya en azından hayatta kalmasına
mani olmak için uygulanan tüm sömürgeci politikalar devreye sokuldu.
İsrail’in
ABD emperyalizmine bağımlı olduğu gerçeğini cümle âlem gördü. ABD diplomasisi
ve medyası, batıda halkların tepkilerini görmezden geldi. Bugün özünde mülga ve
alabildiğine emperyalizme tabi bir yapı olan Birleşmiş Milletler, her zaman
olduğu gibi bugün de “büyük güçler”e, esas olarak ABD ve NATO’daki uşaklarına
zayıf ülkeler karşısında güçlü bir konum bahşediyor. İsrail sömürgeciliğine
karşı koyma konusunda etkili olması muhtemel iken Amerikan güvenlik konseyinin
vetolarına teslim olmaktan başka bir şey yapmıyor.
Genel
manada bugün ABD ordusu ve ekonomik desteği olmasa, İsrail bırakalım soykırıma
dayalı yayılmacılık siyasetini uygulamayı, askeri varlığını bile sürdüremez,
kimseye saldıramaz, Arap komşularının içişlerine karışamaz.
Batılı
emperyalist sınıf ile Siyonizm arasındaki pazarlığın bir konusu da Arap
devletlerinin zayıflatılması, teslim alınması için bölgenin kaosa, çatışmalara
ve çelişkilerle yüklü bir gerçekliğe sürüklenmesi. Burada amaç, Arap
halklarının sindirilmesi, politik tepkilerin açığa çıkacağı yolun ortadan
kaldırılması ve sömürü imkânlarının artırılması.
İsrail,
şu veya bu şekilde batı emperyalizmine Ortadoğu’nun ezilmesi ve sömürülmesi için
gerekli olan en güvenilir varlığı temin ediyor. Batı emperyalizminin bu
sömürgeci tezahürü tümüyle ortadan kaldırılmadan, ırkçı ideolojik yapısı yok
edilmeden, buna bağlı olarak, Filistinliler ve Araplar batı emperyalizminden ve
Siyonist zulümden kurtarılmadan, “kalıcı barış” asla tesis edilemez.
Zalimin
yapıp ettiklerini anlamaya çalışan, onu başka şeylerle denkleştirmeye gayret
eden batılı “sol” liberallerin ve sosyal şovenistlerin derdi, hem Siyonizmin
hem de İsrail devletinin faşist niteliğini gizlemek, ona yönelik tepkiyi yumuşatmak,
Ortadoğu’da batı emperyalizminin hâkimiyetine destek çıkma konusunda oynadığı
kritik role destek sunmaktır.
Phil Greaves
1
Ağustos 2014
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Yifa Yaakov, “Over 90% of Israelis say Gaza Op Justified”, 29 Temmuz 2014, Times of Israel.
[2]
Greg Shupak, “The Logic of Israeli Violence”, 30 Temmuz 2014, Jacobin.
[3]
Owen Jones, How the Occupation of Gaza Corrupts the Occupier, 20 Temmuz 2014, Guardian.
[4]
Owen Jones, “Israel is under Renewed Hamas Attack, Says the BBC, More Balance
is Needed”, 9 Temmuz 2014, Guardian.
[5]
Laurie Penny, “As Israel’s Assault on Gaza Intensifies” 23 Temmuz 2014, Newstatesman.
[6] Bashir Abu-Manneh, “Israel in the US Empire”, 1 Mart 2007, MR.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder