Gösteri
toplumu, toplumsal hayatı kendi ürettiği ürünlere kul ediyor. Bunun en somut
kanıtı, yapay zekânın ve teknolojik gelişmenin köklü değişimlere yol açacağına
dair gelecek tasarımı ve yapay zekânın insanların ve/veya türümüzün yok oluş
sürecine yön vermesi ihtimali karşısında duyulan korku.
Gösteri
toplumu giderek genişliyor, dijital kapitalizm, kendisini her yerde
hissettiriyor. Bu açıdan ilgili dönem, Guy Debord’un kavramlarıyla analiz
edilmeyi bekliyor.
Yapay
zekânın insan türünü yok edeceği ortamın gerçek doğayla bir alakası yok. Orada
toplum, kendi yürüttüğü faaliyetlerin artık ürünü hâline gelecek. O gerçeklikte
insanlar, sadece yoksullaşmayacaklar, ayrıca işsizleşip hükümsüz hâle
gelecekler. Bu, insanların yeni yeni kafaya taktıkları bir olgu.
Muhtemelen
bu hükümsüzlük meselesi, beyazların elindeki üstünlüğün bir neticesi. Zira uzun
zamandan beri kapitalist projenin merkezinde sosyal Darwinci mitoloji duruyor. Bu
mitolojiye optimal düzeyde verimli olan, “çürük” unsurların artık yük teşkil
etmediği nüfusun beslenmesini öngören öjenist düşler eşlik ediyor.
Marx,
Thomas Malthus’un dile getirdiği fikirleri sert bir dille eleştirmişti. Malthus’a
göre bilhassa yoksulluk durumunda insanlar, sabit olan kaynaklara, nüfusa ait
sınırlara tabi bir hayat yaşıyor, diğer türlerle rekabet içerisine giriyor.
Marx ise yoksulluğu talep edenin de üretenin de kapitalizm olduğunu söylüyor.
İşte
kapitalist yapay zekânın o beş para etmez merkezinde bu artık insanlara işaret
eden doğa anlayışı, çevreyi sabit olarak ele alan görüş duruyor. Bu Maltusçu
yapısı içerisinde hayatın sadece kâr getiren bir metaya dönüştürülebildiği ölçüde
faydalı olabileceği üzerinde duruluyor. Dijital kapitalizmin hayalindeyse
matematiksel otokrasiyi tesis etmek var.
Yapay
zekâ, insan türünün yok olacağına dair fikrin zihne üşüşmesine sebep oluyor. Buradan
da ekonomiye dair bir mantıkla, insan topluluklarının dışlanmasını, kısırlaştırılmasını,
temizlenmesini ve teslim alınmasını rasyonalize eden düşünce pratiği galebe
çalıyor.
Debord’un
“hayatın dışının özerk hareketi”ne dair eleştirisi üzerinden bu alabildiğine sahte
olan doğa tasarımına karşı bir siyasetin geliştirilmesi gerekiyor.
Altmışlar
sonrası uygulanan mali disiplin, tasarruf tedbirleri üzerine kurulu düzen, âlây-ı
vâlâ ile reklâm edilip uygulanan özelleştirmeler, hep birlikte, “değer üret,
üretmiyorsan öl” ilkesi uyarınca artık bir nüfus meydana getirdi.
Dijital
kapitalizm, sanayisizleşmenin, iktisadi serbestleşmenin, çokuluslu tekellerin,
zenginlere verilen vergi indirimi türünden tavizler üzerine kurulu ekonominin
ve insanların kitleler hâlinde hapse tıkıldığı koşulların hüküm sürdüğü bir
dönemde gelişip serpildi.
Sembolik
bir anlama sahip bir olgu olarak ABD, diğer tüm uluslardan daha fazla insan
barındırıyor hapishanelerinde. Bu, büyük ölçüde “uyuşturucuyla mücadele”nin bir
sonucu. Bu anlamda, ABD’nin Latin Amerika’da yürüttüğü antikomünist
faaliyetleri ile uyuşturucu kaçakçılığı arasında bağ kurmak gerekiyor. Amerika
için hapishane, aynı zamanda sanayisi yitip gitmiş toplumları besleyen bir
sektör.
Amerika’da
ayakları prangalı halk kitleleri, özünde politik-ekonomik mahkûmlardan oluşuyor.
Dijital kapitalizm, yeni iletişim imkânları yanında, halka arzlarda da ciddi
bir artışa sebep oldu, ama bir yandan da insanları parklardan, şehir
merkezlerinden, sosyal konutlardan mahrum etti, hayatı tarumar eden polis
pratikleriyle yüzleştirdi.
Sermaye,
kendi “otokrasi”sini tesis etti. Bu otokrasi düzeninde mülk sahipleri, başkalarının
ortadan kaybolduğu, göz önünden çekildiği gerçekliği yönetiyorlar ve bu
gerçeklikten kâr elde ediyorlar. İnsanların her daim potansiyel düzeyde birer “atık”
hâline geldiği bu ortamda bir Saylon felâketini tahayyül etmemiz kimseyi şaşırtmasın.
Dijital
kapitalizm ortaya çıktıkça bir şeyler demokratikleşmiş gibi göründü, ama onda
aynı zamanda otokrasiye, şiddete ve yok oluşa yol açma ihtimali de mevcut. Guy
Debord’un Gösteri Toplumu’nun 40. tezinde dile getirdiği biçimiyle, “insan
emeğinin kendine yabancılaştığı sahte doğa, sonsuza dek insan emeğinin
hizmetini talep eder.” Gösteri toplumu üzerinden eskinin hizmetkârlık üzerine
kurulu siyasetinde hâkim olan emtia biçiminin kapsamı genişler ve yok oluş
sürecinin yeni sahte doğasını içerir. Bu, “hayat dışının özerk hareketi”nin
nihai ifadesidir.
Sahte
doğa, iktidarı ve hiyerarşiyi ifade eder. Guy Debord’un yazıları, altmışların
Keynesçi, sanayileşmenin hüküm sürdüğü gerçekliğiyle, “kökeninde en eski
toplumsal uzmanlaşmanın, yani iktidarın uzmanlaşması olgusunun durduğu gösteri”yle
[23. Tez] alakalıdır. Dolayısıyla, gösteri toplumu, diğer herkes hakkında konuşan
uzmanların bir faaliyetidir. O, diğer her türden ifade biçiminin yasaklandığı, hiyerarşik
toplumun gene doğrudan kendisini diplomatik bir dille temsil ettiği
gerçekliktir. “Burada en modern olan, aynı zamanda en arkaik olandır.” [23. Tez]
İktidardaki
bu uzmanlaşmanın iyice geliştiğini artık net bir biçimde görmek gerekiyor. Bu
gelişmenin en somut ve halim selim ifadesini Napster isimli müzik
paylaşım aplikasyonunun hukuki yollardan katledilmesinde, fikri mülkiyet
haklarının çeşitli araçlarla tahkim edilmesinde, dijital hak yönetimi ile
ilgili programlarda ve paylaşım pratiğini kriminalize eden diğer uygulamalarda
bulmak mümkün. Bunlar, dijital kapitalizmdeki despotizmin yumuşak yüzünü oluşturuyor.
Bu despotizm, emtia biçimi ve onun sonucu olan özel ödeme yapma hakkını muhafaza
etmek için devlet gücünü kullanıyor. Ama bir yandan da polis kurumları
solcuları takip ediyor, yürüttükleri faaliyetlere mani olmak için uğraşıyor,
sendikalara sızıyor, gazetecileri gözaltına alıyor.
Mülkiyet
hakkı ve fikri ürünü paraya çevirme hakkı ile ilgili mücadelede, “hayat dışının
özerk hareketi” karşımıza başka bir isim altında işleyen sınıf mücadelesi
olarak çıkıyor. Ülkelerin liderleri, artık kapitalizmin demokrasiye kopmaz
bağlarla bağlı olduğu yalanına sarılma gereği duymuyorlar.
Yeni
bin yıl, demokrasinin kapsama alanının genişlemesine dönük arzularla despotik, kleptokratik
kapitalizmin yeni teknolojiler ve ekonomik büyümeye dönük çelişkili kimi dürtüler
üzerinden birbirlerine bağlı olduklarını ortaya koydu. Bugün en yoksul yüzde
ellilik dilimdeki insanın elinde toplaşmış serveti sekiz kişi kontrol ediyor. “Yoksulluk”
belki azaldı, ama mahrumiyet artıyor. Anlaşılan o ki Saylonlar çoktan saldırıya
geçti!
Debord’un
1988’de yaptığı tespitte eski dünyada, biri dağınık (Keynesçilik) diğeri konsantre
(Doğu Bloku’ndaki devlet kapitalizmi) olmak üzere iki gösteri toplumu mevcuttu.
Bu iki toplum, yerini entegre gösteri toplumuna bıraktı.
“Bu yeni biçiminin ortaya
çıkışı, eski gösteri toplumu biçimlerinin paylaştıkları ortak tarihsel
özelliklerin, yani Stalinist partinin ve sendikaların politik hayatta ve düşünce
hayatında sahip olduğu önemli rolün, zayıf olan demokrasi geleneğinin, tek
parti hükümetinin istifade ettiği iktidar tekelinin ve devrimci faaliyetlerde
beklenmedik bir biçimde ortaya çıkan artışı ortadan kaldırma ihtiyacının bir sonucuydu.”[1].
Debord,
bu tespitinin devamında, bu yeni oluşan gösteri toplumunun beş özelliğini sıralıyor:
“Teknolojinin sürekli
yenilenmesi; devletle ekonominin bütünleşmesi; genele teşmil edilmiş gizlilik
ve cevabı olmayan yalanlar; şimdinin sonsuzlaşması.”[2]
İstihbarat
kurumları, uluslararası ticaret sahasında sahip oldukları nüfuzlarını
kullanıyorlar ve SIM kart üreticilerini örgütlüyorlar. Altta belirsizliğin
hüküm sürdüğü koşullarda dolaşım, sanki pürüzsüz bir şekilde yaşanıyormuş
izlenimi veriyor. Özünde piyasa ekonomisi adına inşa edilmiş olan, şiddet üzerine
kurulu otokratik düzen, dünyanın gelişme kaydettiği alanın her yanını bir tür
küf gibi kuşatıyor, devrimci seçenekleri yozlaştırıyor veya katlediyor.
Felâketin
yaşanacağına dair tahayyüllerimizi makinelerin kendisinden ayırmak zorundayız.
Debord, sınıflı toplumun çözülüp ortadan kalkacağı tarihsel projeyi bize
yeniden anımsatıyor. Bu projenin hayatta karşılık bulabilmesi için gösteri toplumunda
hayatı artık hâline getiren seyir, bu gösteri toplumunun insanı hükümsüz kılan
matematiği ve artık nüfus, zihinden silinip atılmalı. Bunun yerine, herkesi kuşatan
hayata ve herkesi kucaklayan dayanışma pratiklerine dair düşünce hâkim hâle
gelmeli.
Donna
Haraway, hem antik çağa hem de geleceğe dair olan “sayborg yazıları” içerisinde
ezilenlere ait gelenekleri bir araya getiriyor. Bu yazılar, İnsan’dan, yazıdan
ve dilden önce bütünlüğün varolduğu, ille de Cennet’ten kovulmayla alakası
bulunmayan bir gerçeklikle ilgili. Sayborg yazıları, ilk masumiyetin temeliyle
değil, hayatta kalmanın gücüyle ilgili, başkalarını “öteki” olarak damgalayan
dünyanın bilincine varmak için gerekli araçları ele geçirmenin ana zeminine
dair.[3]
Bu,
dayanışmadan çok bizatihi hayatın kendisiyle ilgili aslında. Haraway, sözünü şu
şekilde devam ettiriyor:
“Kendimizi o felâket içerisinde
tamama erdireceğimiz o ana dair hasretimizle hepimiz, kökümüzde olan aynı
efsanelerin mülkü hâline geldik. […] Feminist sayborg hikâyelerinin görevi, komuta
ve kontrol mekanizmasını tahrif etmek amacıyla iletişimi ve zekâyı yeniden
kodlamak.”
Yeni
entegre gösteri toplumuna karşı koymak istiyorsak, tüm bu komuta ve kontrol
mekanizmasının, bilhassa hayatı felâkete yol açacak biçimde, otokratik bir
üslupla, kıtlık sopasını göstererek kullanan, hayatı hayatta kalmaya (veya daha
kötüsüne) indirgeyen, onu sermayenin genişleme sürecinin sahte doğasına tabi kılan
mekanizmanın şifresini çözmek zorundayız. Debord, konuyla ilgili şu şerhi
düşüyor:
“Arzu bilinci ve bilinç
arzusu, olumsuz biçimi altında, sınıfların ortadan kalkmasını, yani işçilerin faaliyetlerinin
her anına doğrudan doğruya sahip olmalarını isteyen tasarı ile özdeştir.” [53.
Tez]
Debord’un
Gösteri Toplumu başlıklı manifestosu, esasında pratik ve eylem
çağrısıdır. Kitap, söz konusu mekanizmayı yürürlükten kaldıracak pratiğin “işçi
konseyleri” şahsında ortaya konulabileceğini söylüyor. Ona göre, işçi konseyleri,
uluslararası planda tüm iktidarın yerini almalıdır. “Proleter hareket, kendi
kendisinin ürünüdür ve bu ürün, bizatihi üreticinin kendisidir.” [117. Tez]
Debord’un
formülünde hayat dışının özerk hareketi, toplumsal faaliyet kendisine para ve
değişim değeri değil de kendi ürünü olarak sahip olduğu vakit sona erer. Peki
ama toplumsal faaliyet, böylesi bir imkâna nasıl kavuşacak? Asıl soru bu.
Clayton Rosati
[Kaynak:
The Spectacle 2.0: Reading Debord in the Context of Digital Capitalism,
Yayına Hz.: Marco Briziarelli ve Emiliana Armano, University of Westminster
Press, 2017, s. 110-112.]
Dipnotlar:
[1] Guy Debord, Comments on the Society of the Spectacle. Üçüncü Baskı.
Londra; New York: Verso. 2011, s. 8–9.
[2]
A.g.e., s. 11–12.
[3]
Donna Haraway, Simians, Cyborgs, and Women: The Reinvention of Nature. Birinci
Baskı. New York: Routledge, 1991, s. 175.
[4] A.g.e.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder